Türkiye!... Nereye gidiyorsun?
Prof. Dr. Cihan Dura - 06 Şubat 2012 Pazartesi 13:09
- Hükümet Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını iptal etti.
- 19 Mayıs Bayramı kutlamaları kısıtlandı.
- İlkokullara Arapça dersleri konacak.
- Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’nın okullardan kaldırılması isteniyor.
- Başbakan: Dindar bir nesil yetiştireceğiz.
Aşağıdaki makale “Masal, Gerçek ve Umut” adıyla ilk olarak 2003’den önce Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştı. Makaledeki öngörüler ne yazık ki bugün gerçekleşme yolundadır.
Bir varmış bir yokmuş, pek mutsuz bir ülke varmış. Ülke baştanbaşa yıkık, âdeta bir “baykuş yuvası”ymış. Her yerde eğitimsizlik, bilgisizlik, salgın hastalıklar kol geziyormuş. Halk yoksulmuş, tutsak ve çaresizmiş.
Tarihin bir lûtfu olsa gerek, nasıl olduysa ortaya bir Bilge çıkmış. Halkının “Musa”sı olmuş, elinden tutmuş. Her sorununa kafa yorup çözüm aramış. Asker olmuş, ülkeyi işgalden kurtarmış. Devlet adamı olmuş, devrimler yapmış. Düşünür olmuş, çıkış yolları göstermiş. Sağlam ilkeler koymuş. Her işi bir düzene bağlamış. Ülkeye uygarlık getirmiş. Ulusunun yüzünü güldürmüş. O yurtta dünyanın hayran kaldığı, görkemli bir yapıt yükseltmiş. Ülke bayındır olmaya, gelişip ilerlemeye başlamış.
Ne var ki zalim ayrılık tez gelmiş. O Bilge -20 yılda 200 yıllık iş başardığından mıdır nedir?- genç yaşta hasta düşmüş. Gelecek kuşaklara “Akıl ve bilimin yolundan ayrılmayın!... Cumhuriyet’e sahip çıkın ve onu yükseltin!” diye vasiyet edip sonsuzluğa karışmış gitmiş.
Ne yazık ki sonraki kuşaklar beklendiği gibi çıkmamış: Politikacı olup oy derdine, yönetici olup mal derdine, aydın olup can derdine düşmüşler. Bilmemişler değerini, bir bir sapmışlar o güzel ilkelerden; laiklikten, ulusçuluktan, devletçilikten, halkçılıktan, devrimcilikten... Büyük yapıt, orasından burasından yıpranmaya, ufalanmaya başlamış. Ülkede yoksulluk, gericilik ve düzensizlik yeniden almış yürümüş. Halk yine mutsuz ve çaresizmiş. Dahası, ulus bölünmeye yüz tutmuş: Bir yanda ilericiler, öbür yanda gericiler... Ortaya Devlet düşmanı ayrılıkçılar çıkmış, “2. Cumhuriyetçi” mandacı tipler türemiş.
Bu ülkede bir de ilginç bir gelenek varmış. Yüksek mahkeme başkanları, ülkenin yüksek yöneticilerini, parti başkanlarını, ileri gelen aydınları her yıl karşılarına toplar; ülke sorunları hakkında yüksek gerilimli konuşmalar yaparmış. Yöneticiler ve aydınlar yüksek yargıçları kuzu kuzu dinler; toplantı bitince de salondan, süklüm püklüm, birbirlerini ite kaka, kaçarcasına çıkarlarmış.
Bu paylamanın onlara bir yararı olur muymuş? Nerede!., döner döner yine bildiklerini okurlarmış; bir kez daha azarlanacakları sonraki toplantıya değin...Bu böyle yıllarca sürmüş. Çok sular geçmiş, köprülerin altından. Yıllardan bir yıl, yine böyle bir toplantıda, o yüksek yargıçlardan biri, pek tuhaf, aşırı bir konuşma yapmış. Bu yargıç öncekilere benzemiyormuş. “Kendini gizle. Güçleneceğin zamanı bekle!” diye öğütler veren hoca efendilerin toplantılarından çıkmazmış. Sanki birilerine yaranmak, Büyük Bilge’nin yapıtına son ve kesin darbeyi indirmek ister gibi bir hali varmış. Sanki birilerinin yıllardır hazırladığı bir sözcü gibiymiş. Belki de olgulara pek dar bir açıdan bakıyormuş. Demiş ki:“Devlet dinden, din devletten bağımsız olmalıdır. Devlet dine karışmasın. Laik devlet, tarikatların önünü açar. Bu ülkeye Anglo-sakson demokrasi gerekli...
Değiştirin bu anayasayı!.. ”
Bu kez ortalık alkıştan yıkılmış. Yöneticiler de, muhalefet liderleri de uyukladıkları koltuklardan fırlamışlar. Salondan bu kez pek keyifli, düzgün adımlarla çıkmışlar. “Çıtası yüksek demokrasi... Çıtası en yüksek demokrasi... “ çığlıkları her yeri kaplamış (O ülkede, gelir düzeyinin küçücük komşu ülkedekinin altıda biri olması, dış borç yükünün 100 milyar dolarları bulması, bir depremin uğrattığı kaybın başka ülkelerdekinden onlarca kat fazla olması; ne Yüksek Yargıcın, ne liderlerin, ne de alkış tutucuların umurundaymış. Çünkü bunların işi gücü soyut şeylermiş; somut sorunlardan, bir yarasanın ışıktan kaçtığı gibi kaçarlarmış).
Ülkenin “çağdaş gerçekçi solcu” ve ödüllü başbakanı “Son derecede önemli bir konuşma... Herkes bundan ders almalıdır. Somut önerilerimiz olacak” diyerek ellerini oğuşturmuş. Büyük Bilge’nin can düşmanlarından ana muhalefet başkanı; bir yandan “Altına imzamı atarım” derken, bir yandan da “Bu karışıklıkta, gerçekçi-solcu başbakandan bir ödün daha nasıl koparırım” diye düşünmeye başlamış. İşin en acıklı tarafı, Büyük Bilge’nin kurucusu olduğu parti başkanının da “Ben de imzamı atarım yahu...” demesiymiş. Epeydir köşesinde uyuklayan bir hatun başkan da Yüksek Yargıcın konuşmasını -İsa’nın doğumu da şart mı, diyerek- “milat” ilan etmiş. Neoliberaller, 2. Cumhuriyetçiler zil takıp oynamaya başlamış. Geleceği görür gibi olan bölücüler şapur şupur yalanmış; kara şeriatçılar sevinçten sokaklara dökülüp üç gün üç gece bayram yapmışlar.
Masal bu ya, yöneticiler ve muhalefet başkanları hemen Parlamento’ya koşmuşlar; kuzucuklarını çevrelerine toplayıp yumulmuşlar Büyük Bilge’nin Anayasa’ya koydurduğu en temel ilkeyi değiştirmeye (Daha önce uluslararası tahkim konusunda deneyimleri olduğu için, “al gülüm ver gülüm” yoluyla anlaşmada, pardon “demokratik uzlaşma”da hiç zorluk çekmemişler. Zaten bu yöneticiler; öteden beri, ellerine kâğıt kalem alıp yasa değiştirmekten, yasa çıkarmaktan başka bir iş yapmıyormuş. Dahası başbakan da, başbakan yardımcısı da -kendilerinin deyimiyle- çok güçlü imişler).
İşi dünya tarihinde görülmemiş bir hızla kotarıp, doğru cumhurbaşkanına koşmuşlar. Bu konulardaki marifetleri onlarınkinden hiç de geri kalmayan Cumhurbaşkanı, “Benim geçmiş hizmetlerimi ve Cumbabalığa yeniden aday olduğumu unutmayın. Kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim” diyerek dakika beklemeyip basmış imzayı. İşlem tamammış!
Eskileri toplatılıp yeni Anayasa kitapçıkları pırıl pırıl basılmış, bütün yurda dağıtılmış, en başına koca koca, koyu koyu harflerle şu madde yazılarak: DEVLET DİNE KARIŞMAZ!.. Bunun anlamı şuymuş: Dinin de artık yasama, yürütme ve yargı gücü vardır. Dinciler; bundan böyle akıllarına gelen her şeyi, hem de istedikleri gibi yapmakta özgürdür.
“Jakoben” şeriatçılar; sevinçten dört köşe, ilk iş olarak doğal müttefikleri bölücüler ve 2. cumhuriyetçilerle birlikte, kırk gün kırk gece bayram yapmışlar. Ardından, zaten yıllardır üzerinde çalıştıkları “kara plan”larını, önlerine yayarak, uygulamaya koymuşlar.
Günler, aylar, yıllar geçmiş. Ne o doymaz cumhurbaşkanı, ne o hayalperest başbakan, ne onun somurtkan ortakları, ne o fırsatçı muhalefet liderleri, ne o şekerlemeci aydınlar kalmış. Artlarında korkunç yıkımlar bırakarak, her biri siyasetten ve işten el ayak çekmiş. Yerlerini sonra gelenler almış.
Bu arada, zaman ve gerçek sarmalı işleyip durmuş.
Bakalım, çeyrek yüzyıl geçmeden, o ülkede neler olmuş:
“Kara plan”cılar, işe eğitimle başlamışlar. Artık hiç bir karışanları yok ya, “Biz gençliği kendi kafamızda yetiştirmek isteriz. Demokrasi var, hem de Anglo-sakson patentli!..” diyerek kurmuşlar kendi teokratik eğitim sistemlerini, açmışlar özledikleri medreseleri birer birer... Öğretim programlarını islamîleştirmişler. Ulusal dile kapıyı gösterip -“Kur’an dili” olduğu için- Arapça’yı birinci dil yapmışlar; yazıyı da yeniden Arap alfabesine çevirmişler. Kitaplarını, dergilerini eski harflerle ve eski dilden bastırmışlar. Tarih öğretimini değiştirmişler: Ulusal tarih anlayışını kovup yeniden ümmet tarihini buyur etmişler. İslam’dan önceki binlerce yıllık insanlığı da, o ulusun varlığını da bir kalemde silip atmışlar. Çağdaş müzik ve resimdi, modern heykelcilik ya da mimarlıktı, hepsini de –İslamî olmadıkları için- bir güzel ıslatarak kapı dışarı etmişler. Bütün bunları da açıkça ve pişkinlikle yapıyorlarmış. Çünkü, demokratik haklarıymış; kimse onlara karışamıyormuş.
Aradan çok geçmemiş, bu kez de kadınları kara peçe ve kafes arkasına sürmüşler; çalışma ve toplum yaşamından çıkarmışlar. Kadın hakları da neyin nesiymiş? Kur’an’da “Allah’ın emri” öyle miymiş? “Cennet anaların ayakları altındadır” hadisi, onların nesine yetmiyormuş?
Ya şu “laikçi”lerin “çağdaş” dedikleri giyim-kuşam? Bu gâvur kıyafetleri Müslümanlara yakışır mıymış, Osmanlı atalarının, Asrı Saadet’in giyim-kuşamı şurada durup dururken? Öyleyse gelsin fesler, külahlar, takkeler, sarıklar.., gelsin cübbeler, şalvarlar, poturlar, çarşaflar... Bütün bunlar gelir de, eski lakap ve unvanlar durur mu? Başlamışlar efendi, ağa, hafız, molla, şeyh gibi hitapları toplum demeyip, devlet demeyip her yerde kullanmaya... Her sokak başında yeni yeni tekkeler, zaviyeler açmaları da işin tuzu biberi olmuş. Öyle ki ortalık şeyhten, şıhtan, dervişten, müritten geçilmez olmuş.
Ülke tam bir panayır yerine dönmüş.
Bir süre sonra sıra, “kara plan”daki başka bir hedefe gelmiş: “Biz Müslüman Osmanlıyız. Eski saati, eski takvimi isteriz. Demokratik hakkımızdır, söke söke alırız” diyerek uluslararası saati, takvim ve rakamları da, “tu kaka” deyip rafa kaldırmışlar. Öyle ya, bunların İslamisi dururken, gâvurun saati, takvimi kullanılır mıymış? Gelsin hicri takvim öyleyse, gelsin eski rakamlar...
Bütün bunların hepsini de, çok kısa bir zamanda gerçekleştirmişler. Çünkü “anayasal” haklarıymış (Yüksek Yargıcın deyişiyle, Devlet artık anayasalı değil, anayasal bir devletmiş). Çünkü bu şeriatçılar; camilerde, tekkelerde, mahalle aralarında halk ile iç içe, yan yana yaşıyorlarmış. İnsanların kafasını sürekli işliyor -iç ve dış İslami sermayenin akıttığı paralarla- karınlarını doyuruyor, ellerine dünyalık sıkıştırıyorlarmış. Halk yığınları yoksulmuş, yılgınmış; eğitimsiz ve korumasızmış. Tarikatçı militanları dinliyor, peşlerine kolaylıkla takılıyormuş.
Derken, toplumun bölünmesi hızlanmış: Yurtseverler, “demokrasi âşığı” aydınlar korku içindeymiş; ama elleri kolları bağlıymış. çünkü Anayasa’da kapı gibi yazılıymış: DEVLET DİNE KARIŞMAZ!
İş bununla kalsa iyi.. Dinciler kendilerini daha işin başında sayıyormuş. Asıl büyük hedeflerini en sona saklamışlarmış: Önce hukuk işine el atmışlar.
“Madem ki biz, Anglo-saksonlar gibi sonuna kadar özgürüz; madem ki bu ülkeye çıtası en yüksek demokrasi geldi, biz ille kendi hukukumuzu da isteriz” diye tutturmuşlar. Dediklerini de yapmışlar: “Laikçi düzenin Medeni Kanunu’ymuş, Borçlar Kanunu’ymuş, Ceza Kanunu’ymuş, hiçbir yasasına uymayız” diye kazan kaldırıp tozlu raflardan kendi hukuk kitaplarını indirmeye, kendi şeriye mahkemelerini kurmaya, Arap hukukunu uygulamaya başlamışlar. Ülke bu kez tam bir kaos ortamına girmiş. Birileri çıkıp “Yapmayın etmeyin; devlet de, ulus da, ülke de elden gidiyor” demişse de, tınmamışlar; cüppelerinin kollarını hafifçe sıyırıp açmışlar Anayasa’yı, kemali ciddiyetle o mübarek maddeyi göstermişler: DEVLET DİNE KARIŞMAZ!
O birileri, iki elleri böğürlerinde kalıp suspus olmuşlar; kolay değil, Anayasa maddesiymiş bu!.. Yüreğinde yurt ve ulus sevgisi olan herkes, yas içindeymiş. Çünkü “ulusun bütünlüğü de, ülkenin bölünmezliği de” tükenme noktasındaymış. Vaktiyle Anayasa’yı kuşa çeviren o aymazlara ve onlara alkış tutanlara lanet edip diş bilemişler. Ancak ara ki birini bulasın. Çünkü aradan yıllar geçmişmiş: O şaşkınların, o koltuk ve para düşkünlerinin kimi elden ayaktan düşmüş, kimi dünyasını değiştirmiş.
Artık bundan sonra olacakları kestirmek zor değilmiş. Herkes sinmiş, son ve öldürücü darbeyi beklemeye başlamış.
Aradan çok geçmemiş, yine bir cuma namazından sonra -nasıl bir rastlantıysa- ülkenin her yerinde ve aynı anda mitingler yapılmaya, yeşil bayraklar açılmaya, sloganlar atılmaya başlamış: “Ulus egemenliği de neymiş. Egemenlik kayıtsız koşulsuz Allah’ındır. Din siyasettir. Biz saltanat rejimi ve hilafet isteriz! Kimse bizi engelleyemez. Bu ülkede demokrasi var, Anayasa var! DEVLET DİNE KARIŞMAZ!”
Ya sonrası? Artık onu söylemeye dilim varmıyor, sevgili çocuklar! Ama, kıssadan hisse çıkarabiliriz.
Bu ülkeyi felakete sürükleyenlerin yanlışı acaba neredeydi?
Bence onlar ilkin şu hatayı yaptılar: Başka toplumlardan öğrendiklerini, kendi toplumlarına uyarlamadılar. Oysa dünyada her olgu belli bir bütünün ögesidir ve tüm anlamını o bütün (küme) içinde kazanır. Demokrasi de bir toplumsal olgudur, dolayısiyle o da bu evrensel yasaya tabidir. Anglo-saksonlar; demokrasiyi tanımlarken aslında kendi toplumlarındaki demokrasinin tanımını yaptılar (Demokrasiyi tanımlamak için dünyadaki birçok ülkeyi gözlemleyip birçok yerde sınamalar yapmadılar).
Tanımları şöyle: “Gerçek bir demokraside, demokrasiye aykırı fikirlerin açıklanması engellenmemelidir. Demokrasi bu fikirlere karşı ayakta kalacak güçtedir.” O ülkenin sözde aydınları, bu “bölgesel” tanımı evrensel sandılar. Tanımdaki “gerçek” sözcüğünün yanıltıcı olduğunu, bir safsata olan Platon idealizminin uydurmacası olduğunu göremediler.
Oysa gerçek demokrasi yoktur, şu ya da bu koşullardaki demokrasi rejimleri vardır. Bunca uluslararası gelişme ve yapı farklılıklarının olduğu bir dünyada, toplumsal kurumların evrenselliğinden, bire bir eşitliğinden nasıl söz edilebilir? Öyle ki fizik yasalar bile, dünya koşullarının ötesinde evrensel olmaktan çıkıyor! İşte bu nedenledir ki Anglo-sakson bir toplumda “kendini savunacak güçte” olabilen bir demokrasinin, farklı bir ülkede de “kendini savunacak güçte” olacağını söylemek, bütünüyle bilim-dışı bir düşüncedir. Bilimsel olan tutum; politik ve toplumsal görüşleri, aktarılacağı ülke koşullarına uyarlamaktır.
Ülkeyi felakete sürükleyenlerin ikinci hatası ise şu oldu: Demokrasi; hiçbir ülkeye, -Yüksek Yargıcın ve benzerlerinin yaptığı gibi- sözle, kitap yazıp nutuk atmakla, yasa çıkarmakla gelmez. Demokrasi; kafa yorup ter dökerek, nesnel dünyayı, doğayı, insanı ve onun zihniyetini değiştirerek gelir. Demokrasi; sanayileşme ile olur; kentleşme ile, alt yapıyla, eğitimle, üniversiteleşme ile olur. Tek başına değil; bu olgularla el ele, iç içe, sarmaş dolaş gelir. Dolayısiyle “birileri istiyor” diye değil, belirli olguların hızına bağlı olarak gerçekleşir. Anglo-saksonlar bütün bunlara sahip oldukları için, bugün rahatlıkla “Demokrasi kendini savunabilecek güçtedir” diyebiliyorlar.
Oysa o ülkenin geleceğini belirleyenler, yöneticiler ve çoğu aydınlar; tembel, kısa görüşlü, sebatsız ve bencil çıktı, sevgili yavrularım!.. Tarihin onlara bahşettiği büyük fırsatı değerlendiremediler: Büyük Bilge’nin eşsiz yapıtı ve ilkelerini anlamadıkları gibi, üzerinde kafa da yormadılar. Zorda kaldıkça, çıkarları gerektirdikçe papağan gibi aynı şeyleri yinelemekti bütün yaptıkları... Akıl ve bilime, sosyal ahlâka gerekli önemi vermeyince de ülkenin sanayileşmesini, halkın eğitim düzeyini ileriye götüremediler. Dolayısiyle, demokrasinin yerleşmesi için elverişli ortamı, nesnel koşulları oluşturamadılar. Başkalarında görüp özendikleri demokrasi anlayışını uygulamaya kalkınca da, işte bu masalda anlatılan felaketlere uğradılar. Halkı da, ülkeyi de, devleti de göz göre göre yıkıma götürdüler.
Bakıyorum, hüzünlendiniz sevgili yavrularım, gözleriniz yaşlarla doldu. Unutmayın ki, içinde bir gerçek payı olsa da, yalnızca bir masaldı anlattığım... Ancak tarih, hiçbir ulusa böylesine düşüncesiz, böylesine çıkarcı, böylesine sosyal ahlâk yoksulu okumuşlar nasib etmesin.
Siz ey gençler, niçin üzülüyorsunuz? Belki de sizsiniz o gençlik, Büyük Bilge’nin muştuladığı, geleceğin umudu, ışıklı çiçekleri...
Yalnız…, olup bitenleri öğrenin. Çok çalışın ve kendinize güvenin.
Büyüklerinizin hatâlarını düzeltebilir, bu korkunç gidişi durdurabilir, her şeyi değiştirebilirsiniz
*
KAYNAK: C. Dura, Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss. 767-772.