BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Cumhuriyet Çocuğunun Muhasebesi
 

Babamdan ne aldım?

Oğluma ne veriyorum?

                            “Cumhuriyet çocuğunun muhasebesi”

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, 03.01.2009

 

İkinci Cihan Harbinin bittiği yılda doğmuşum. Söyleneni şöyle böyle de olsa anladığım yaşlara geldiğim yıllar, Türkiye Cumhuriyetini önemli bir değişime götürecek bir merdivenin ilk basamağına ayak basıldığı yıllardı; 1950’li yıllar. Bugün anlıyoruz ki, bu gelişmeler, yukarı katlara çıkan değil, mahzene inen merdivenin ilk basamağıydı. İşte ben babamdan bu yıllarda ülkeyi devir almaya başlamıştım. Bayrak yarışını bilirsiniz; kendine ait parkuru koşan atlet, bayrağı arkadaşına teslim ederken, birlikte bir süre daha koşmaya devam eder. Belli ki babam da yetmişli yıllara yaklaşırken benim önüm sıra koşmaya devam etti ve sonunda bayrağı tümüyle bana teslim etti. Teslim alıp teslim edilirken kural olarak –getirisiyle götürüsüyle- bir teslim tutanağı yapılır. Ben bugüne kadar böyle bir tutanağı yapma ihtiyacını duymadım; çünkü sorumlu tutabileceğim yasal bir halefim olmadı. İlk defa 03.01.2009 tarihinde böyle bir halef ortaya çıkınca, benim de tarih önünde bu ülkede neyi aldım neyi teslim edeceğim gibi bir yükümlülüğüm ortaya çıktı. Bu hesap sadece Büyük Ali-Küçük Ali hesabı değildir; birbirini izleyen iki kuşağın hesap alıp vermesidir; esasında bu yazıyı okuyanların hepsinin tanık ve sanık olduğu bir hesaptır. Zannediyorum bu yazıyı okuyan ve tarafsız düşünen herkes, bu yazının içinde kendini bulacaktır. Bulmuyorsa ya bunu yazanda bir sorun vardır ya da bu yazıya olumlu olarak katılmayanların anı-yargı ve düşünce sisteminde bir sorun vardır.

 İlk olarak her milletin – fakirinin, zenginin, siyasi görüşü farklı olanının olmayanı, niteliği ne olursa olsun her kesiminin - içten ve coşkuyla katıldığı ve milli duyguları pekiştiren bayramlardan başlayalım. Bilirsiniz bayramları en çok çocuklar sever.

Bayramları nasıl teslim aldım nasıl teslim ediyorum? Cumhuriyet Bayramlarında ve 23 Nisan Çocuk Bayramlarında köyümdeki tüm insanlar en temiz elbiselerini giyer, modern bir şapka ile tıraş olmuş, yıkanmış bir durumda; köyün ilkokulunda yapılan törenlere katılırlardı. Bu törenlerde şiirler okunur, piyes dediğimiz küçük gösteriler yapılır; milli bütünlüğümüzü ve duygularımızı güçlendiren nutuklar atılırdı. En ilginci, bu törenlerde ağzı laf tutan köylü vatandaşlar da okudukları şiir, türkü ve bazı gösterilerle bu coşkuya katılırlardı. Muhtarından imamına kadar herkes yerini alırdı. Daha sonra toplu olarak kasabaya gidilirdi; yaklaşık 65 köyün halkı (bazıları 7-8 saat at sırtında gelerek) bu törenlere katılırdı. Her taraf -sadece resmi dairelere dostlar alış verişte görsün kabili değil- asılan bayraklarla donatılırdı. İzci elbisesi giymiş öğrenciler, ellerindeki müzik aletlerini çala çala dört bir taraftan Cumhuriyet Meydanına toplanırdı. Askerler meydanın bir yanında kıta olarak durur; komutanlarının emri ile ellerindeki beşlilerle bir şarjörü boşaltacak ateş emrini beklerlerdi. Ortaya bir kürsü kurulur; belirli bir sıraya göre halkın alkışlarla ve coşkuyla desteklediği nutuklar atılırdı. Ancak bu törenlerin en heyecanla beklenen kısmı, halktan birilerinin kendi yazdıkları ya da ezberledikleri, Cumhuriyet, Millet, Ulus, Uygarlık, Birlik gibi ulvi duyguları dile getiren şiirleriydi. Burada bilinen her kesim kendi rızası ile temsil edilirdi. O meydandaki herkes bu ülke için malını, canını vermeye hazırdı. Devlet ve bu topraklar bu insanlar için kutsaldı. Sabahtan akşama kadar kasabanın değişik yerlerinde davul ve klarnet çalınır. Akşamları neredeyse kasabanın tümünün katıldığı fener alayları düzenlenirdi.

         Babamdan teslim aldığım bu coşkulu bayramların ne hale geldiğini karşılaştırabilmek için 40 yıl sonra tekrar katıldım. Hiçbir köyden katılan yoktu; sadece resmi dairelere bayrak asılmıştı (herhalde yasa gereği olduğu için), hiçbir şiir okunmamıştı, klasik tarihin bir kısmını anlatan yavan bir resmi nutkun haricinde hiçbir doğru dürüst konuşma yapılmamıştı. Birkaç üniformalı güvenlik sorumlusu, yerel yönetimin birkaç üyesi ve devlet memurlarının bu törene –galiba- katılmak zorunda olanlarının haricinde kimse yoktu. Bir de Atatürk Heykeline çelenk konurken ya da saygı duruşu yapılırken merak edip duran birkaç vatandaşın haricinde.

         Başka bir yeri anlatamam; çünkü çocukluğum oralarda geçmedi ki, o günü nirengi noktası alarak bugünü değerlendirebileyim. Karşılaştırma yapabileceğim tek yer ülkeyi babamdan teslim aldığım yer olabilirdi. Ancak çeşitli vesilelerle başka yerlerde bu gibi törenlerde bulundum; durum hiç de farklı değildi. Ruhsuz, yapmacık, yasak savmak ve yasadaki bazı amir hususları yerine getirmek için yapılan törenlere şahit oldum.

         Bu törenleri bugün de belirli bir süre renkli yaşayan bir kesim var mı? Var. Çocuklarını bu bayrama hazırlayan veliler. Çünkü onlara çeşitli elbiseler yaptırmış; çocuklarının bazı marifetlerini –haklı olarak- toplum içinde görmek isteyen ana baba ve aileler var. Bayramlarda görülen sürekli kalabalık bu çocukların aile bireyleridir. Bu yazıyı okuyanlar, kendinizi bir dinleyin, çocuk ve torunlarınızın bu gösterilerinin haricinde, eğer resmi bir göreviniz yok ise, sabahları kalkıp, güzel elbiselerinizi giyip, tıraş olup, heyecanla katıldığınız bir bayram oldu mu? Çocuk okulu bitirince, sizin için bayram da bitmiştir. Siz ülkeyi bir bütünlük içinde tutan bayramın bilincinde ve peşinde olmadınız; çocuklarınızı bayram nedeniyle sergilediniz; hepsi o kadar…

İşte teslim aldığım milli bayramları, oğluma böyle teslim ediyorum. Niye? Çünkü ait olduğum kuşağım, bu bayramların anlamını kasıtlı olarak törpüledi, onları ruhsuz hale çevirdi. Onlar benim milli bütünlüğümü pekiştiren, halkını devletine bağlayan törenlerdi. Milli bütünlüğü sarsma ilk olarak ateşin söndürülmesi ile başlamalıydı; benim mensup olduğum kuşak bunu yaptı. Yerine ne mi koydu? Daha önce sadece 2-3 gün kutladığımız dini bayramları, her defasında 8-9 güne çıkararak âdete dört gözle beklenen yurt içi- yurt dışı seyahatler yapılacak bir fırsata dönüştürdü. Bu dini bayramları da esasında teslim aldığımız gibi teslim edemedik; onu da bozduk.

Babamdan aldığım dini bayram adetlerini neye çevirerek oğluma verdim? Bana en iyi elbiseleri giydirir, ilk olarak kendi ellerini öptürürlerdi; atalarına saygıyı öğretmek için; daha sonra köyün yaşlılarına göndererek onların ellerini öptürürlerdi; yaşlılara saygıyı öğretmek için; daha sonra akrabalara ve komşulara gönderir ellerini öptürürlerdi; akrabaya ve komşuya saygıyı öğretmek için. Ailenin yakın bireylerini bir araya toplarlardı; aile bütünlüğüne saygıyı öğretmek için.

Şimdi ne teslim ediyorum? Birkaç yıldızı olan bir otelin barında ya da lobisinde gelen geçeni seyretmeyi ya da eve kapanarak dinlenmeyi ya da televizyon seyretmeyi.

Kurban bayramında neyi teslim aldım ne teslim ediyorum? Kızılay ya da Türk Hava Kuvvetleri adına deri toplayan insanları dört gözle beklerdim; şimdi el altından bilmem ne tarikatının organizasyonuna bu derileri bağışlamak için can atıyorum. Etlerini gerçekten ihtiyacı olanlara vermek için özen gösterirdim. Şimdi elden çıksın da nereye giderse gitsin diyorum ya da çeşitli nedenlerle evde alı koyuyorum. Çoğunluk inandığım için değil, gösteriş olsun diye, ya da ayıp olur korkusuyla kurbanı kesiyorum.

Dünyanın her yerinde geçerli olması gereken bazı saygı kurallarını nasıl teslim aldım nasıl teslim ediyorum? Yakın zamana kadar (yani küresel ekonomiyi tam olarak uygulamaya sokmadığımız günlere kadar) bir otobüse bir bayan, bir yaşlı, bir özürlü, bir hamile girdiğinde, elektrik çarpmış gibi otobüste uygun olan herkes ayağa kalkar yer vermede yarışırdı. Eğer önde tepki vermede gecikmiş biri saptanırsa, ona bir şey denmese dahi, hoş gözle bakılmazdı.

Nasıl teslim ediyorum? Kendi rızası ile sıraya girmeyen, aradan girmeyi marifet ve açıkgözlülük olarak belleyen, yaşlı, hamile, bayan demeden kim olursa olsun isterse önüne yıkılsın oturduğu yerden kımıldamayan; başka biri için en küçük bir fedakârlığı bile üstlenemeyen bir kuşak teslim ediyorum.

Yolda tökezleyen bir insana elini uzatan onlarca insanın yerine, yerde çırpınan bir insana uzaylıymış gibi bakan bir kuşak teslim ediyorum.

Bayrağını gördüğü zaman ayağa kalkan, gözünden yaş akan; istiklal marşını duyduğu zaman çivi gibi çakılan; dünya ile bütünleştirecek ve uygarlıklara götürecek devrimlere sahip çıkmaya söz veren bir kuşaktan aldığım andı nasıl teslim ediyorum?

Son birkaç on yılda bazı illerimizde artık bayrak törenleri yapılmıyor; yapılamıyor. Bazı resmi parti kongrelerinde ulusun bütünlüğünü simgeleyen bayraklar direklerden sökülerek yerlere atılıyor. Bazı illerde bu bayraklar yakılıyor. Lanetli bir simgeymiş gibi bakılıyor. Farklı bayraklar açık açık elden ele dolaştırılıyor; hatta Büyük Millet Meclisinin kutsal çatısı altında bile.

Bir zamanlar okurken gözlerimizden yaş akan marşımıza ne oldu diye sorabilirsin. İstiklal marşı, bazı kesimler için marş olmaktan çıkmışa benziyor. Artık insanlar ağızları ile istiklal marşı söylemiyorlar, onu bir bilgisayarın diskinden ya da bir kasetten dinlemeyi tercih ediyorlar. Bugün İstiklal Marşını baştan sona hatasız okuyacak bir insan artık görünmüyor. Gidiş gidiş değil; bilmem sana öğretecekler mi? En azından ben öğretmeye çalışacağım.

 

Okulların duvarlarında bile yazılı olan Cumhuriyet Devrimlerini sorarsın?

Devrimler mi? Bizzat bu devrimlerin simgesini Cumhuriyetin Kuruluşundan bu yana parti ablemi olarak taşıyan parti bile bu devrimlerin ruhuna aykırı eylemlere ve gösterilere girişiyor. Babamdan Milliyetçiyim, Halkçıyım, Devletçiyim, İnkılâpçıyım (Devrimciyim), Cumhuriyetçiyim, Laiğim söylemi ile devir aldığım bu ülkeyi, bu kelimelerin aşağılandığı bazen de hukuki soruşturmalara uğratıldığı, hatta bazılarının ağza alınmasının bile insanın dışlanmasına neden olduğu bir ülke olarak teslim ediyorum. Özellikle 2000 yılından sonra aydın geçinen, yazar geçinen bir sürü insan kanal kanal gezerek Cumhuriyet Devrimlerinin toplumda açtığı tahribatları anlatıyorlar. Girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği de öyle diyor. Avrupalılara karşı milli kurtuluş savaşı veren Atatürk demek ki yanılmış. Eşini bile –en az görüntüsü ile- ikinci sınıf insan yerine koyanlar, demokrasi dersi vermeye kalkışıyorlar. Devrimleri aldım, yarı yolda aşındırdım, un ufak ettim; küçük çocuk ellerini öyle açma, teslim edeceğim fazla bir şey kalmadı…

Cumhuriyeti Bütünleyici ilkelere gelince: Bir zamanlar okullarda bize öğrettikleri cumhuriyeti bütünleyici ilkeler vardı. Ne yazık ki bunları o gün anlayamamıştım, şimdi çok daha iyi anlıyorum. Niye biliyor musun? Bunlar hava gibi; olduğu zaman farkına varılamıyor; ancak yokluğunda anlaşılıyor. Eksikliği boğuyor insanı. Bunlar: Milli Egemenlik, Milli Bütünlük, Milli Birlik, Beraberlik ve Ülke Bütünlüğü, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh; Çağdaşlık; İnsan ve İnsanlık Sevgisi; Akılcılık, Bilimcilik ve Gerçekçilik. Bunları gerçek anlamıyla teslim almıştım; korkarım ki sana aynen teslim edemeyeceğim. Hepsi delik deşik edildi. Birkaç cümle dinlemek istersin belki; yüzlerce örnekten bir ikisini vermekle yetineceğim; akıllı bir çocuğa benziyorsun; bakarsın ki işin aslını araştırır sen de bağımsız olarak bu erdemli ilkelerin aslını öğrenirsin, şimdi onları yaşayamasan dahi…

Milli Egemenlik: Görünürde var mı? Var. Gerçekte var mı? Ordusunun kodlarını NATO’nun verdiği, hukukunu ve ticaretinin ilkelerini bir türlü üye olamadığımız (galiba olduğunu sen de göremeyeceksin) AB’nin düzenlediği, hukukunun üstünde başka bir hukuku kabul etmiş; ticari anlaşmazlıklarında tahkimi (başka bir ülkenin hukukunu) kabul etmiş; 10.000 km uzaktaki bir ülkeden izin almadan askerini vuran teröristin bile peşine düşemeyen bir egemenlik devrediyorum.

Milli Bütünlük, Milli Birlik, Beraberlik ve Ülke Bütünlüğü ilkelerini teslim aldım; görünürde yasal bir değişiklik yapmadan; sanki varmış gibi; ancak içini boşaltarak teslim ediyorum. Ancak bu kavramların korkarım üstüne mine ya da sır çekildiği için, içten içe çürütülmüş gerçek yapısını görmeden teslim alacaksın. Bu kavramlar, son yarım asırdır sinsi sinsi kemirile kemirile içten içe param parça edildi, yapay bir tutkalla bir arada tutulmaya çalışılıyor. Bu tutkalın en önemli bileşeni, askerimizin gücüdür.

Ben çocukken bir erin (askerin) bir düğmesinin zorla koparılması dahi suç oluşturuyordu. Düğünlerde, bayramlarda küçük çocuklara asker elbiseleri giydirilirdi. Hepimiz gıptayla bu çocuklara bakardı. Bir subayı gördüğümüzde yüreğimiz gururla kabarırdı. Bugün neredeyse askeri seviyorum demenin çeteyi seviyorum demeyle eş tutulduğu bir sürece girdik. Malum basın sabah akşam askerin peşinde, Avrupa bu gücü kırmak için iş başında, Amerika elinden gelen geriye koymuyor; ancak en tehlikelisi Atatürkçülük ya da Kemalizmle hesaplaşmayı bir histeri haline getirmiş olanların yıkıcı girişimleri ve sözleri. Korkarım ki şu son yıllarda gittikçe hızlanan ve şiddetlenen yıkıcı propaganda ve girişimlerle, geleceğimizin güvencesi olan bu güç yok edilir ya da zayıflatılırsa (son zamanlarda içteki ve dıştaki şer güçlerinin elbirliği ile bu yapılmaya çalışılıyor), bin bir emekle kazandığımız, hemen hemen hiçbir İslam ülkesine nasip olmayan devrimleri, bir anlamda bu kutsal emanetleri eline vermeden un ufak edebiliriz. Sen de cüce bir ülkenin cüce bir bireyi olarak sahneye çıkarsın. Bu ülkeyi koruyacaksan bu gücü diri tutman için elinden geleni yapmanı sana baba vasiyeti olarak bırakıyorum.

Yurtta Sulh Cihanda Sulh: İçte devletine silah çekmeyen bir halkı, komşuları ile askeri bir çatışmayı düşünmeyen bir devleti teslim almıştım. Herkes bizi örnek alıyor; yanımızda olmaya can atıyordu. Din adına, ırk adına bin bir parçaya ayrılmış, bir kısmı ise silaha sarılmış bir halk; çevresindeki tüm komşuları ile her çatışacak bir ülke bırakıyorum. Cihanda sulh adına, emperyalizmin kılıcı olarak Afganistan’dayım, Somali’deyim, Lübnan’dayım, Kore’deyim. Bu sulh arayışımda o kadar ileri gittim ki, 1.5 milyon din kardeşimizi işkenceyle öldüren Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeciliğinin devam etmesi için Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinde oy kullandım. Galiba Arap ve Müslüman ülkelerde de sana saygın davranılacak bir geçmiş bırakamadım.

İnsan ve İnsanlık Sevgisi: Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok. Başka ülkelerin insanına saygı gösterdiğimize ilişkin örnek bulmaya yeltenmem de gereksiz. Sadece şunu söyleyebilirim. Dini aynı, ancak inancı farklı olan insanlarını yakan; yine dini aynı ancak inancı farklı olduğu için çoluk çocuk demeden toplu katliamlara giren; ırkından dolayı farklı muameleye uğrayan ve suçlularının devlet adına cezalandırılması gereği gibi yapılamayan bir ülkede insanlık sevgisinden bahsedersem bana gülebilirsin. Korkarım ki bu ilkelliği çok daha acı bir şekilde istemeyerek sen de yaşayabilirsin? Çünkü nifak tohumlarını attık… Senin serpildiğin dönemde iyice yeşerebilir.

Akılcılık, Bilimcilik ve Gerçekçilik; Çağdaşlık: Babamdan vasiyet almıştım; bu toplumda özellikle temel bilimleri ve sanatı yaygınlaştırmak ve toplumu akılcı yola sokabilmek için. Ne mi teslim ediyorum? Yüz televizyon kanalının doksanında her gün melekleri, cinleri tartışan (çoğu da üniversitede öğretim üyeleri ya da akademik unvanlı kişiler), dünya işlerinden çok ahret işlerine yönelen, dogmadan başka bir şey önermeyen bir görsel; her kapıya bedelsiz bırakılan sinsi sinsi gericiliği yaymaya çalışan bir yazılı basın. Tarihi heykelleri, inancımıza aykırıdır diye kıran bir güruhla birlikte yaşamaya mahkûm ediyorum seni…

Cumhuriyetin 10.uncu yılındaki çağdaş giyimli, aydınlık yüzlü bayanlarımızın yerine, uluslar arası toplantılarda bile eşlerinin yanında bin yıl önceki giyim kuşamı ile boy gösteren, sömürünün ve çağ dışılığın simgesi olarak tüm dünyaca tescillenmiş giyim kuşamı olan bir topluluk bırakıyorum. İnsanının yarısını başka bir kıyafete sokmaya çalışan bir topluluk. Babamdan aydınlık yüzlü bayanları teslim almıştım, çarşafla teslim edecek aşamaya getirdim…

Genç Cumhuriyet neye önem verdiyse, ben tersini yaptım. Her yıl yerli malı haftası düzenlerdik; ticaretimizin ve sanayimizin gelişmesi için. Yerli malı giymekten ve kullanmaktan gurur duyardık. Şimdi çocuklarımızı Konvers ve Adidas ya da benzer markaların dışında, Türkçe ad taşıyan bir markayla okula gönderemiyoruz. Çünkü onlara zenci muamelesi yapılıyor. Bunu gören sanayicimiz ise, ürünlerine Türkçe ad koyma yerine, saçma sapan yabancı adlar koyarak yolunu bulmaya çalıştı. Sonuçta, Türkçe ad taşıyan dükkân, giyim eşyası ya da süs eşyası ya da her hangi bir sanayi ürünü kalmadı. Hangi dükkâna, girerseniz girin “abi bu yabancı markadır, yerli değil” diye bir aşağılama tanımı ile karşılanıyorsunuz. Sana sadece rakı, kebap ve lahmacun kaldı… Sen büyüyünceye kadar onların da isim hakkı satılmazsa…

Dışını yabancı markalarla bezendirdim; içini kapitalist modelin acımasız felsefesiyle doldurdum, milli olan sadece bir adın kaldı (benim ki de dâhil taşıdığımız adların önemli bir kısmı da Arap ırkının geleneksel adıdır); onu da korkarım ki John ya da Hans olarak değiştirmezsin? Daktilonu bile değiştirdim, F klavyeyi Q klavye yaptım. Sen üniversitede okurken F klavyeyi müzelerde göreceğe benziyorsun; ben bile artık piyasada Türk Klavyesi F klavyeyi bulamıyorum. İngilizcede kullanılmayan “Ç, Ü, Ş, Ğ, Ö, İ” gibi harflerin –turistler gezerken zorluk çekiyor kaygısı ile- Türkçeden kaldırılması için bir çalışma başlatamadık; belki de sizin kuşak bunu başarabilir…

Baban haspel kader üniversitede profesör oldu. Girişken bir adamdı, çeşitli faaliyetlere girdi çıktı. Eserlerinin büyük bir kısmını topluma hizmet götürebilme için Türkçe yazdı. Hazırlıklı ol benim için söylenecek sözlere. Baban mı, ne yapmış ki, çalışmalarının çoğunu zaten kimsenin okumadığı Türkçede yazmış. Bak bize, Afrikalının, Amerikalının, Çinlinin aferin dediği çalışmalar yaptık; bizim çalışmalarımızı onlar okuyor, Türkler okusa ne olur okumasa ne olur diyebilirler. Onlara kızma, bu yaklaşımın zeminini biz hazırladık. Yabancı dili bilmeyeni, yabancı dilde yayın yapmayanı akademik olarak yükseltmedik. Türkçeyi hiç nazarı itibara almadık. Anaokullarımızda Türkçeden önce yabancı dili öğretmeye kalkıştık; en iyi puan alan öğrencileri yabancı dilde eğitim yapan üniversitelere oradan da yabancı ülkelere postaladık. Bu ülkenin etki alanının sadece Türkiye sınırları ile kalmadığını, arkasında bizden medet uman 200-300 milyonluk geniş bir coğrafyanın olduğunun farkına ve önemine varamadık; onlara –Atatürk Devrimleri sayesinde- yol göstereceğimize onları sömürmek için kurt gibi pusuda bekleyen yabancılara hoş görünmeye ve bu soydaşlarımızı onların kucağına atmaya zemin hazırladık. Eğer ben ve kuşağım adam olsaydı, seni Adriyatik’ten Çin’e kadar kendi ana dilinle seyahat ettirebilirdim; ne yazık ki ülkende bile vatandaşlarınla yabancı bir dille anlaşır duruma düşürdüm. Tarihin özrü olmaz.

Çocukluğumda ilkokul bahçesindeki konuşmaları hatırlıyorum. Babamın mangalın başında akranları ile konuşmalarını hatırlıyorum. Bu ülkenin topraklarını, bayrağını, gururunu, zenginliklerini, güvenliğini ne kadar düşünüyorlarmış. Bayrak direğimizden biraz aşağıya kaymış bayrağımızı görünce nasıl utanmış ve endişelenmiştik; sanki milli gururumuz incinmiş gibi. Bunları sen anlayamazsın; çünkü kuşağım seni öyle yetiştirmedi.

Anneannem, anam, dedemi anlatırlardı. Evlenmiş, bir hafta sonra askere gitmiş ilk askerden geldiğinde bıyıkları terlemiş, 14 yaşındaki oğlu karşılamış; birkaç hafta sonra tekrar askere çağırmışlar, iki sene daha çarpışmış; tabii hepsi sefalet içinde. Ne madalya almış, ne maaş bağlanmış; bir gün ne anneannemin ne de anamın ağzından bir intizar ya da yakınma duymadım. Dedem de hiçbir zaman yakınmamış. Bu ülkeye bir borç olarak bunu bilmişler. Bilmem ki beni ve kuşağımı izlediklerinde kemikleri sızlıyor mu? Senin kuşağın benim bu anlattıklarımı kavrayacak mı acaba? Merak ediyorum…

Ülke büyüklerinden, milletvekillerinden, generallerden öğretim üyelerinden söz edilince neredeyse insanlar saygılarından oturdukları yerde toparlanırlardı. Bir Cumhurbaşkanı geçtiğinde öğrencilerin, halkın çoğu onu selamlayabilmek için yolların kenarına koşardı. Şimdi de bu insanların ardından ve yanından koşanlar var mı? Var. Ancak bu koşanlar, artık halktan birileri değil, kendi ülkesinin halkından korumaya çalışan güvenlik kuvvetleri, korumaları ya da yalakaları. Hiç unutmam 1960’lı yıllarda Atatürk Orman Çiftliğinde İsmet İnönü’yü gördük ve hatırımızı sordu diye günlerce anlattık. Ben geçmiş kuşaklarımdan yuhalanmış bir üst düzey yöneticisi (cumhurbaşkanı ya da başbakan) teslim almadım. Sana nasıl anlatayım ki anlayabilesin? Son 50 yıldır çok az kişi söyleyebilirim, cumhurbaşkanı ya da başbakan ya da bakan ya da ordunun önemli yerlerinde komutanlık yapmış olup da zimmetine para geçirmiş, yolsuzlulara karışmış, akraba-dost-ahbabını hakkı olmadan bir yerlere getirmiş suçlamasına muhatap olmamış olsun. Gerçeği belki bana sorabilirsin, öyle mi diye? Ne yazık ki bunun yanıtını sana hiçbir zaman veremeyeceğim. Çünkü benim onurlu baktığım bu insanlar hiçbir zaman dokunulmazlık zırhından, ya da kronikleşmiş “körü körüne” siyasi korunma oylamalarından sıyrılıp da kendilerini aklama şansını yakalayamadılar. Ancak şunu gazetelerde çıkan bilgilere dayanarak verebilirim. Son 30 yıldır parlamentoyu oluşturan insanların karara bağlanmış olsun ya da olmasın suç dosyası, Türkiye ortalamasının neredeyse 4 katıymış. Meclis, çoğu kişi için işlediği suçun cezasından kurtulma yeri olarak algılanmaya başlandı. Sana böyle bir yönetim bırakıyoruz…

Her şeye karşın devletimize güvendik ve güveneceğiz. Ancak, devlet içinde devlet var diye son 50 yıldır yaygara koparılıyor. Var mı yok mu kimse bilemiyor. Rus oyuncağı matruşka gibi, karıştırdıkça alttan başkaları çıkıyor. Hukuk her şeyin temeli deniyordu; en yüksek yerlerdeki hukukçuların bile verdikleri kararlara siyasi kimliklerinin yansıdığına ilişkin izlenim halkta yaygınlaştı. Anlayacağın işin zora benziyor.

Bir önceki kuşaktan, görünürde, cemaatsiz, zaviyesiz, şeyhsiz, mürşitsiz, kendi aklıyla karar veren, dogmadan uzaklaştırıldığı varsayılan bir topluluk teslim almıştık; ne teslim ediyoruz? En yüksek yöneticilerimizin bile mensup olduğu tarikatlar, zaviyeler, şeyhler, babalar, erenler mürşitlerin cirit attığı bir ülke. Şaşırma, bu dogma gaygaycıları, başbakanlık konutunda toplu yemeklere bile davet edildiler. YÖK başkanlarımız, kendinizi göstermeden yavaş yavaş bu ülkeyi ele geçireceksiniz diyen, Amerika’nın koruması altındaki imama “Hoca Efendimiz” diye mektup yazmış ise, oğlum senin için bu ülke oldukça çetin olacağa benziyor. Biz Kemalizm’in değerini bilemedik, anlayamadık; bakarsınız ki sizin kuşak anlar da kurtulur…

Ben beş yaşında iken, köydeki yüksek yerlere çıktığımızda, “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur…” diye Türkçe ezan okurduk. Sonra çok partili idare sistemine geçtik, o günlerde ezan anlamadığımız bir dilden okumaya başlandı. Çoğumuz bu dili anlamadığımız için, ezan okumaktan da vazgeçtik. O güne kadar aile içinde konuşulmayan, o gün hiçbir şey anlamadığımız, bugün ise yaşamımız kökten etkileyen konuşmalar başladı. Kuran kursları, bilme ne tarikatları, şeyhler, müritler deniyordu; biz de ağzımızı açıp dinliyorduk; nereden bilebilirdik ki 2000 yıllarına zemin hazırlanıyor. Bugün senin bir türlü anlayamadığın ve yaşamını cehenneme çeviren gelişmeler işte o günlerde başlamıştı.

Bugün radyolarda haberler diye başlayan sunumlara o gün “Yurttan haberler” diye başlanırdı ve bir ara (1950’lerde) bu haberlerin sonunda Vatan Cephesine geçenler diye birçok isim sayılmaya başlandı. Büyüklerimizin ve tanıdıklarımızın adı geçmeyince, onlardan kuşkulanmaya başlamıştık; acaba bizimkiler bu vatanın evladı değil mi yoksa vatan haini mi diye? Yıllar sonra anladık ki bunlar insanlarımızı birbirine düşürmek için planlı ya da aptalca girişimlermiş. İşte, bugün doğduğunda bin bir parçaya ayırıp sana devrettiğimiz vatanımıza ihanetler ben çocukken başlamış; benim kuşağım da bilgisizliğinden, duyarsızlığından, korkaklığından dolayı sorunu çözemediği için, sana, her biri bir gruba ayrılmış, kendi içinde kavgal,ı çağın dışına itilmiş bir toplum bırakıyoruz.

Çocukluğumda sadece padişahın ihanetinden ve bir de ne anlama geldiğini tam bilmediğimiz bir beşinci koldan bahsederlerdi. Bu ülkeye zararlı gizli bir plan yapanı beşinci koldan biri olarak bilirdik. Diğer tüm yöneticilerimiz ve vatandaşlarımızı bu ülke için canını veren insanlar olarak bilirdik. 1969 yılında Amerika’nın 6. Filosunun İstanbul’u ziyaretini protesto etmeye yeltenen kalabalık bir gençliği durduran, daha doğrusu ancak bir kısmını meydana bırakan güvenlik güçlerinin, daha önce camilere sopasını saklamış gerici bir grubun (bunların bir kısmı, senin dünyaya geldiğin yıllarda, 2000 yılının önemli yöneticileri oldular) bu gençliğe saldırması, 2 kişiyi öldürmesi ve 200 kişiyi yaralaması ile bu ülkedeki herkesin bu ülkeye değil, gizli bir şekilde başka ülkelere de hizmet ettiği kuşkusu doğdu. Daha sonraki 10 küsur yılda, bizzat benim tanık olduğum olaylarda, kardeşin kardeşi öldürdüğü çok kötü bir dönem yaşadık. Sonunda 1980 darbesi oldu; çok sevinmiştik; kurtulduk diye. O günlerde İstanbul’dan Ankara’ya gelen bir otobüs, galiba Gerede civarında bir tankerle çarpışmıştı; çevreye saçılan yaralılar vücutlarının yandığını hissederek orada birikmiş bir su birikintisine dalmış ve yanılmıyorsam 22 kişi bu gölde âdete bir kömür haline dönüşmüştü. Çünkü bu su gibi görünen birikinti, çok güçlü (galiba nitrik asit) asit taşıyan bu tankerden akan asidin oluşturduğu birikintiymiş. İşte Türkiye de 12 Eylül Darbesinde kurtuldum derken çıkarcıların, yağmacıların, gericilerin ve satılmışların cirit attığı böyle bir çukurun içine düştü. Bu darbeden maddi ya da manevi olarak bir yerleri yanmamış, yaralanmamışı, berelenmemiş herhangi biri kurtulamadı; işbirlikçilerin ve çıkarcıların haricinde.

Üniversitedeki yıllarımı düşünüyorum. Fakültede havuzun başında ve ağaçların dibindeki banklarda bu ülkenin topraklarını nasıl ıslah edeceğimizi, ormanları nasıl koruyacağımızı, sularımızı nasıl temiz tutacağımızı, eğitimimizi nasıl geliştireceğimizi, halkımızı nasıl aydınlatacağımıza konuşurduk. Hepimizin yoğunlaştığı sorunlar, ülkemizin temel sorunlarıydı. Kıbrıs’ta bir Türkün burnu kanasa, birkaç dakika içinde Kızılay meydanında canını vermeye hazır bir grup türerdi. Şimdi Kıbrıs neredeyse gitti gidecek, tek bir gencin sesi çıkmıyor. Eğer böyle giderse Kıbrıs’a ancak Yunan vizesiyle girebilirsin. Bizim o coşkumuzu anlayamayan ve yanlış mecraya sürükleyen bir önceki kuşağımız, sonunda –herhalde dış mihraklarla birlikte- kuyumuzu kazdı; baskı, zulüm, tehdit ile bizi süt dökmüş kediye döndürdüler. Seni suçlayamayacağım çünkü benim kuşağım size iyi bir örnek olamadı… İyi bir eğitim iyi bir modelle olabilirdi; ben sana iyi bir model olamadım ki…

Bugünkü gibi hatırlarım, 1964 ya da 65 yılında bize bir anket uygulandı. Mezun olduğunuzda elinizde imkân olursa aşağıdakilerden hangisini yapmak istersiniz diye; galiba 50 kadar seçenek vardı. Sonradan bir rastlantı olarak öğrendiğim kadarıyla ben ve arkadaşlarım, toprak erozyonunu önlemek, tarım reformu yapmak, eğitimin kalitesini yükseltmek gibi ülkemiz açısından son derece önemli olan sorunları ön plana koymuşlar. Ülkenin temel sorunu bu gençliğin ana sorunuymuş. Benzer anket 2000 yıllarının başında sınırlı bir öğrenci kitlesine uygulanmış; alınan yanıtlar, benden önceki kuşaklardan aldığım ile 42 yıllık bir üniversite öğretim elemanı olarak gelecek kuşağa verdiğim ülkünün arasındaki farkı göstermektedir. Son ankette gençlerimizin çoğunun ilk hedefi, iyi maaşlı bir iş bulma, imkân bulabilirlerse yabancı ülkeye gidip çalışma, prestijli bir arabaya binme; erozyon ve toprak reformu sorunu listeye bile girememiş. İşte babamdan aldığım ülkü ile sana verdiğim ülkü arasındaki fark.

İlkokulumuzun bahçesinde toplandığımızda, zaman zaman şu konuşmaları yapardık: Dünya bizim mertliğimize, kahramanlığımıza (galiba bu sıralarda Kore Savaşına katılmış birkaç Türk askerini Amerika’ya götürüp halka göstermişler; ya da öyle bir söz çıkarılmıştı), üstün yeteneklerimize, sanatımıza, şunumuza bunumuza hayran. Türk dediğin zaman herkesin şapka çıkardığı, ayağa kalktığı bir millet olarak öğretilmişti. Bu erdemli görünüşümüzden nasıl gurur duyardık; seni öyle bir duruma getirdik ki; oğlum, onu sen bugün anlayamazsın. Öylemiydi, onu çok iyi bilemem; ancak batının emperyalizmine karşı koymuş ve kişilikli dış politikası ile Atatürk Türkiye’si belli ki bir dönem hak ettiği saygınlığı görmüş; çünkü bizden çok uzak birçok ülkenin bile şehirlerinin bir kısmında Atatürk adını taşıyan meydanı ve caddesi bulunmaktadır. Bu mirasın bir kısmına ben bile kondum. İlk defa 1960’lı yılların sonunda yurt dışına çıktığımda; özellikle üçüncü dünya ülkelerinden gelen ya da Müslüman ülkelerden gelenler, kariyerleri ne olursa olsun, bir kapıya yanaştığımda bekleyip bana yol verme gibi içten gelen bir saygıyı göstermişlerdi. Bu saygı belli ki benim kişiliğime değil, beni kişilikli olarak bu dünyaya tanıtan yöneticilerimden, özellikle Atatürk’ten kaynaklanmaktaydı. Doğrusunu isterseniz çok da gururlanırdım.

Daha sonra, özellikle işçilerin Avrupa’ya yerleşmesinden sonra, bu saygı yerini aşağılamaya ve nefrete bıraktı. Almanya’da birisi bir mahalleyi başka bir Almana tanıtma sırasında, o mahallenin kalitesini aşağılayarak belirtmek için, “nee, Türken Stelle = aman aman Türklerin bulunduğu yer, yaşanmaz anlamına ”, “Knoblauch riechende ya da stikende Türken = sarımsak kokan Türkler” ya da İngilizce You Turk = Hey sen Türk (Türk olmayan birine; sanki zenci, Çingene gibi bir anlamda) şeklinde hitap edilmeye başlandı. Hava alanlarında en kötü, kirli, görünüşü aşağılatıcı kapılar, üzerlerine tabelalar koyarak Türklere ait kapılar yapıldı.

Çocukluğumda Avrupa’ya giden Türklere gösterilen itibar kulaktan kulağa anlatılırdı. Biz, bize bırakılan bu itibardan gurur duyardık. Heyhat, 1970 yılında Almanya’da Hamburg’a gittiğimde, şehrin iyi bir semtinde mütevazı bir ev kiralamaya kalktığımda, makler (emlakçi), bana buralardan bir kiralık bir ev bulamayacaklarını söyledi. Ne oldu biliyor musunuz? Üniversite, bu maklere, benim için, sarkıntılık yapmayacak, ona buna saldırmayacak, delici ve yaralayıcı alet kullanmayacak, şunu yapmayacak bunu yapmayacak diye garanti verdikten sonra, ancak bir ev kiralayabildim. Avrupa’da kaldığım 4-5 yıl boyunca, çok acı ve incitici olaylara tanık oldum. Bu aşınmada doğrudan katkısı olmayan zavallı halkımın, ancak lahmacun, kebap, baklava sözcükleri geçtiği zaman dikelerek ben de bu dünyada varım anlamına gelen bir tavırla söze karışabildiğini gördüm. Bu yüce milleti, birkaç kuruş getirecekler diye Avrupalının ayakları altında ezdirdik. Her ezilen insan gibi, kendini koruma güdüsü ile ya kimliğini yitirerek komik bir şekilde Avrupalılaşmaya kalkıştı ya da kenetlenmeyi ve savurma zırhını güçlendirecek dini örgütlenmeye girişerek çağın dışına kaydı. Şu anda Avrupa’nın en dogmatik ve gerice kesimi Türklerin bu kesimi oldu. Bu nedenle de bir batılı, tamamen çağın dışına kaymış bu kesim ile bırakın bir evde, bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede yaşamayı, aynı kıtada bile yaşamak istemediğini açık açık dile getirmeye başladı. Avrupa, boğazlardan başlar demeye başladı.

Yarım yüzyıldır Avrupalı olacağız diye gösterdiğimiz niyet ve çabamıza karşın, dün eyaletimiz bile olmayan devletçiklerin önüne diz çöktürülerek sığaya çekiliyoruz. Ben başı dik bir ülke teslim almıştım… Üzgünüm…

 

Sadece değişen bir Türkiye mi bırakıyoruz?

Sadece değişen bir Türkiye değil, değişen bir dünya da bırakıyoruz. 1950 yıllarının sonunda ortaokulda okurken, en çok ilgimizi çeken yazılar ve kitaplar, Afrika’daki gizemli ormanlarda ve ülkelerde geçen olaylardı. Kafdağı ya yamyam öyküleriyle büyümüştük. Kaçabileceğimiz, sığınabileceğimiz keşfedilmemiş adalar olduğuna inanıyorduk. Hayal dünyamız inanılmazdı. Şimdi, dünyanın en ücra köşesinde olan bir şeyi, evinizde kahve içerken seyredebiliyorsunuz.

Yine aynı yıllarda, buzdolabından, televizyondan, çamaşır makinesinden, bulaşık makinesinden söz ediyorlardı. Hep düşünürdük, acaba ölmeden bu makineleri görebilecek miyiz diye. Bugün elinde bir çamaşır yıkayan kadın görsen, büyük bir olasılıkla şaşkın şaşkın ne yapıyor diye bakarsın.

Çoğumuzun fotoğrafı ilk defa askere giderken çekilmişti. Meydanların bir köşesinde, bir duvarda asılı, hatıra fotoğrafı yazılı siyah bir perdenin önünde, alimünat diye adlandırılan, arkasında siyah uzun bir torba olan, altında sulu çözelti olan dört ayaklı kutu şeklinde bir fotoğraf makinesinin önünde, birkaç dakika kımıldamadan bekledikten sonra çıkarılan filmin arabını (negatifini) duvarda kururken seyrettikten sonra, tekrar suyun içinden çıkacak normal fotoğrafımızı beklerdik. Eğer çözelti yeni değiştirilmemişse ya da o günlerde eczanın ithalatı yapılmamışsa, hangi resmin kendimize ait olduğunu anlamada zorlanırdık. Sonra filmli siyah beyaz, sonra filmli renkli, sonra çekildiğimiz yerde bize resim veren polaroyitler, sonra dijital fotoğraf makineleri çıktı. Dolaplarımızdaki albümlerde özenle sakladığımız, belirli günlerde, özellikle de misafir geldiğinde çıkarıp baktığımız fotoğraflar işte dönemin saklanması gereken belgeleridir. Şimdi, çektiğimiz resimleri tekrar seyredecek zamanımız bile yok. Buzdolaplarına, fırınlara, bulaşık makinelerine, bilinen düz satıhlı her yere yapışmış fotoğraflar, bu nostaljinin bittiğini müjdelemektedir. Film çekme teknolojisi de benzer şekilde gelişti. Sen doğduğun günlerde, bildiğimiz bütün bu teknolojiler yine eskidi, HD (hay definışın) diye yeni bir kuşak çıktı; çok daha net ve güzel resimler çekiyor; ancak evimizdeki makinelerin hiç biri bu resimleri tekrar gösteremiyor. Belli ki harçlığından kesip bu makinelerden birini edinmem gerekecek.

Atatürk Üniversitesinde asistan olmuştum; o günlerde telefon izini diye bir şey vardı. Sabahtan merkezi posta hanenin önüne dizilirdik ve telefon görüşmesi için sıraya girerdik. Gece 24’de sıra gelmedi deyince, eve gider ikinci gün yöneticilerimize tekrar izin için bin bir dil dökerdik. Şimdi, ilkokul çocukları bile, dünyanın her tarafıyla anında iletişim halinde. Bir taraftan da konuşmalarınız kayda geçiyor. Nereye giderseniz gidin, yolda, izde, alış verişte, resmi dairelerde, bir delikten mobius denen mercimek kadar küçük kameralarla izleniyoruz. Yaşam kolaylaştı mı? Kolaylaştı. Ancak, saklanmak istiyorum dediğinizde, artık bu şansınız ve özgürlüğünüz kalmıyor diyebilirim. Gözleniyorsunuz, izleniyorsunuz, dinleniyorsunuz.

İlkokula giderken, hiç kullanmadığımız, ayda bir yıkanan bir mendilimiz vardı; her sabah ellerimizi onun üzerine koyar, tırnaklarımızı ve ellerimizin kirini öğretmenimizin denetimine sunardı. Bir delikanlının cebinden işlemeli bir mendil çıkarması başlı başına bir fiyakaydı. Zarif hanımlar ellerinde hep bir mendil taşırlardı. Yerini kılıfını ‘çarrt’ diye yırttığımız kâğıt mendiller aldı.

File ve örgü çantalar bir insanın kendine ait simgesiydi. Kimin çantası olduğunu uzaktan anlardınız. Çok da geç değil, 1970’i yıllarda Avrupa’ya gittiğimde, bayanların önemli isteklerinden biri naylon torbaydı. Bugün patates, soğan doldurduğumuz naylon torbalar, o gün kadınların birbirini ziyaretlerinde gösteriş araçlarıydı. Kısa zamanda, yaşamımızın bir parçası oldu; daha önce gazete ya da kartona, en lüksünden yağlı kâğıtlara sarılan yiyecekler bu torbaya girdi. İşte bugün senin gördüğün, ağaçların dalına takılmış, yolların kenarına saçılmış, denizlerin dibini örten çirkin naylon torbaların öyküsü de budur.

Binlerce çeşit giysisi, binlerce çeşit lisanı, binlerce çeşit folkloru içeren bir dünya teslim almıştım. Bunlar milyonlarca yıllık insanlık tarihinin mirası olarak bana kadar ulaştırılmıştı. Ne yazık ki benim kuşağım çeşitliliği ilkellik olarak algılayarak, teknik bilgiler bakımından gelişmiş olan milletlerin gelenek ve göreneklerini evrensel değerler olarak alma gafletine kapıldı. Şimdi kot pantolon giyen, İngilizce konuşan, rock dinleyen, birbirini taklit etmeyi gelişmişlik diye algılayan tek boyutlu bir kuşak bırakıyorum.

Bütün bu gelişmeler yaşamımızı fiziki olarak kolaylaştırdı; merak ettiğimiz birçok şeyi mucize hanesinden çıkararak, bilgi hanemize yazdık. Dünyayı belli ki çok daha bilinçli ve daha renkli gözlüklerle görmeye başladık. Doğa kendi içinde –eğer doğru işletilirse- kendini yenileyen bir sisteme sahip olması nedeniyle neredeyse sınırsız kullanılabilirdi. Ancak vahşi kapitalizmin ve dogmanın egemen olduğu bir dünyada buna dikkat edilmediği, daha doğrusu saygı gösterilmediği için, doğal sistemde gözle görülür olumsuz değişiklikler görülmeye başlandı. Her şeyin ödenmesi gereken bir bedeli olduğu için, doğanın kaynaklarının bu kadar hızlı ve hoyratça tüketilmesi sonucu, ne yazık ki, benim çocukluğumda, bundan milyonlarca yıl sonra şöyle olacak diye hayal kurduğumuz bir dünya değil, birkaç yüz yıl içerisinde belki de hiçbir canlının ayakta kalamayacağı kirlenmiş yıpratılmış bir dünya bırakacağa benziyorum. Babamdan aldığım dünyayı benzer şekilde sana teslim edemedim.

Ailem ben doğduğum zaman çok mutlu olmuş; benden, dünya ve ülkem adına önemli beklentileri olmuş; bir şeyleri düzeltebileceğimi, Atatürk’le başlayan dünyaya örnek devrimlerimizi ve insanlık sevgimizi daha da geliştirerek gelecek kuşaklara iletebileceğimi ummuşlar. Beceremedim, beceremedik. Benim kuşağım bekleneni vermedi. İnsan sevgisine, hukuka, uygarlığa ve özellikle bilime dayalı, herkese örnek bir ülke bırakmayı düşünürken; her türlü oyunun oynandığı, hızla dogmaya kayan bir ülkenin içinde bulduk kendimizi.

 

... Bitaptı; kayan bir yıldız kadar ışıltılı, bir o kadar yorgun:

"- N'apıyorsun" diye sordum.

"- Seyrediyorum" dedi; "çaresizce, öfkeyle, şaşkınlıkla ama sadece seyrediyorum".

Seyrettiği; kuşağımızın en kötülerinin, pespayelik yarışında ipi ilk göğüsleyenlerin, zirveye hak kazanmalarındaki akıl almaz gariplikti.

İyiliğin ve ustalığın bu kadar eziyet gördüğü, kötülüğün ve yeteneksizliğin bunca ödüllendirildiği bir başka coğrafya var mıydı acaba?

Okuldaki ideallerimizden, gençlik coşkumuzdan söz ettik bir süre; tozlu raftaki bir kitabı yıllar sonra merakla karıştırır gibi...

Ülkemizin kaderini değiştirmeye azimliydik mezun olurken; lakin karanlığını boğmaya yemin ettiğimiz ülke, karanlığına boğmuştu bizi...

Pazarda görsek tezgâhından meyve almayacağımız adamların cenderesinde bir ömür geçirmiş, tünelden çıkış sandığımız ışığın, üstümüze gelen kamyonun farı olduğunu çok geç fark etmiştik.

Velhasıl ne sevebilmiş, ne terk edebilmiştik.

Krizde geçmişti bütün gençliğimiz ve şimdi çocuklarımıza tek devredebildiğimiz, çok daha ağırlaşmış bir kriz...

"- İşte" diye iç geçirdi kadim dostum, "...bunları seyrediyorum bir kenardan sessizce..."

 (yazarı beni affetsin, adını hatırlayamadım; belki de orijinali gibi yazamadım)

         

            Ali Demirsoy olarak sessiz kalmadım; ama açıkça söylemeliyim ki ailemin bana bel bağladığı ya da benim gençliğimde öngördüğüm gibi bir sesi de çıkaramadım. Ne yazık ki kuşağım olanları sessizce seyretti; Cumhuriyetin kuruluşundaki coşkuyu geliştiremediğimiz gibi, olanın da un ufak edilmesine seyirci kaldık.

         Biliyor musun bir ülkenin en coşkulu duyguları marşlarıyla dile getirilir. Nedense, marşlar söylendiği zaman insanlar ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde görmeye başlarlar. Yani bir ülkenin gelişim coşkusunun ve ülkü birliğinin yücelişini marşlarıyla ve benzer toplumsal seslerle izleyebiliriz. Bu kadar okula, bu kadar eğitimli insana, bu kadar nüfusa, bu kadar olanağa karşın, biz hala 80 yıl önceki “Onuncu Yıl Marşıyla” (Cumhuriyetin Kuruluşunun 1. Yılında bestelenmiş olan) coşkumuzu ifade etmeye çalışıyoruz; daha doğrusu o marşla idare ediyoruz. Üzerine hiçbir şey koyamadık. Çünkü coşkusu ve ülküsü olan insan üretir.

         Eğer senin kuşağın bizi suçlamaya kalkarsa, savunmamız hazır: Dış düşmanlarımız bizi bu hale getirdi diyerek kolay yoldan kurtulmayı deneyeceğiz. Ancak dış düşmanların ve çıkarlarımızı baltalayanların hep olduğunu ve hep olacağını bilmemiz ve ona göre önemleri almazı gerekirdi. Yeteneksizliğimizi ve beceriksizliğimizi yıllarca sadece dış güçlere bağlayarak “başarısızlığımızı” mazur göstermeye çalıştık. Hiç kimse kendine şunu sormadı, bu güçler olmasaydı, yeni bir 10. Yıl marşı mı besteleyecektiniz, yoksa DNA’yı mı bulacaktınız ya da herkesin birbirine saygılı olduğu yaratıcı bir toplum mu olacaktık? Her halde ailem bunun farkındaydı ve –başka çareleri de olmadığı için- bana ve kuşağıma bel bağlamışlardı; “dağda danamız var” diye hep umutlanmışlardı. Hele ki babam ve annem bu günleri görmediler… Bir insanın güvendiği dağlara kar yağdığını görmesi çok acı olsa gerek… Anamın ve babamın coşkusunu geliştirme bir yana, koruyamadık bile…    

Ailemin bana vermiş olduğu bu görevi yeterince başaramadığım ve belirlenen hedefe ulaşamadığım için,  babamdan aldığım bayrağı hedefe dikinceye kadar, bana beklentileriyle vermiş oldukları “Ali” adını, toplumda çok olağan olmamasına karşın, sana verdim; belki sen başarırsın diye… Dünya ve ülke ölçeğinde çok zor günler yaşayacağını biliyorum; sana verebileceğim en büyük miras ve ülkü babamın ve anamın umududur.

Yolun açık olsun sevgili “Küçük Ali”…

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe üniversitesi

03.01.2009

 

Sayın Kardeşim

Her cumhuriyet çocuğunun özelikle son yarım asırlık sürecin bir muhasebesini yapması gerektiğini düşünüyorum. Benim bu muhasebeyi yapmam için önemli bir neden çıktı. Bu yazıda sizin de büyük bir olasılıkla yaşadığınız ve gözlediğiniz bazı hususları görüşlerinize sunuyorum.

 

Saygılarımla

 

Not: Bundan böyle yazı almak istemeyenler lütfen bu adresi bilgi versinler.

 

 

 
 
  Bugün 1544716 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol