CENAZE NAMAZINI KILMAYI İYİCE ÖĞRENDİK
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü.23.10.2011
Bir erin tek bir düğmesini zorla koparmanın bile, devlete karşı gelme ve askere saygısızlık olarak nitelendirildiği için suç sayıldığı (yanılmıyorsam 6 ay hapisliği vardı) bir zaman diliminde çocukluğumuz geçmişti. Asker ocağını kutsal biliyor; askeri de varlığımızın nişanesi olarak görüyorduk. Gönül rahatlığı ile yiyeceğimiz-içeceğimizden artırıp, onların gereksinmelerini yerine getirmeye çalışırdık.
Aslında devlet kurumlarının hemen hepsine bu saygı vardı. Bu saygı asker ve polis için biraz zorbalıkla tesis edilmiş olsa bile yine de onlara toz kondurmazdık. Devlete saygı bu iki kuruma biraz zorla tesis edilse bile, diğer kurumlara saygının böyle bir zorlamayla oluştuğunu söyleyemeyiz. Örneğin çocukluğumda bir öğretmen bir sokaktan geçerken esnaf sevgiyle ayağa kalkar onu selamlardı. Hem devlete hem mesleğe hem de kişiye saygıydı bu…
Polise saygısızlık ve güvensizlik bu kurumun politize edilmesi ile özellikle de sağ eğilimli köktencilerin bu kurumu organize etmeye girişmesi ile zayıflamaya başladı ve böylece polise karşı tepkiler daha erken başladı. Askere saygı 1972 yılında başlayan müdahale ve özellikle 1980’deki darbe ile oransal olarak azalsa da yine de en güvenilir kurum olarak belleklerimize kazınmıştı. Kıbrıs çıkarmasında ölen subaylarımızın adlarını caddelere ve mahallelere vermiştik.
1984 yılında ilk PKK saldırısı ile 16 erimiz öldürülünce Türkiye’de âdete bir şok yaşandı. Bir kişi hariç: Sağ basının ve işbirlikçilerinin göklere çıkardığı Başbakan Turgut Özal “bu birkaç çapulcunun işidir, güçlü devletimiz bunun hakkından gelecektir” diyerek işi hafife aldı. Bu hafife almanın bedelini ülkemiz “şimdilik” 50.000 canı yitirmek ve yüzlerce milyar dolara denk gelecek bir harcama ile ödemiştir; önümüzdeki günlerde daha neler ödeyeceğimizi kimse bilmiyor.
Geleceği göremeyen, tahmin edemeyen, gerekli önlemleri alamayanlar hiçbir zaman büyük devlet adamı olmamıştır. Küçük insanların büyük insanları olmuştur. Neyse ki cumhuriyetimizin kurucusu olarak da bilinen, çağlar ötesini gören bir devlet başkanımız oldu da “en azından seciyeli, aklı başında, evrensel düşünen, aydınlık yüzlü” insanlarımız onunla övünme şansını yakaladı. İşbirlikçi, çıkarcı, satılmış ve aydınlığa beyninin tıkamışlar nefretlerini kussalar bile, tarih ona gerekli payeyi vermiş gözükmektedir.
Birkaç çapulcunun işi diye hafife alınan bu hareket Ön Asya’nın kaderini değiştirecek boyutlara ulaşmışa benziyor. Aslında bunun nereye varacağını bilenlerimiz vardı; ancak onlar, dogmanın sarmalına girmiş halkın önemli bir kısmının güvenini alabilecek durumda değildi; genellikle sağ eğilimli işbirlikçi hükümetlerce ezildiler; susturuldular. Slogan hazırdı: Daha çok demokrasi ve daha çok insan hakları. Doğrusu kulağa da hoş geliyordu. Bir kesim bunun yemleme olduğunu söylese de kalabalık içinde kaybolup gitti. Ortağımız ve dostlarımız olarak benimsemede ısrar ettiğimiz emperyalistlerce bize belletilen kalıplaşmış sloganlarla, batılı ülkelerin diğer ülkelere yaptıkları melanetleri örtmek için can separene çalıştık. Bu ortaklarımız nereye gitti de evrensel bir demokrasi ve huzur götürdüler; açıklayabilen varsa beri gelsin. Ayak bastıkları her yerde “demokrasi ve insan hakları sözcüklerinin” teranesi arasında oluk gibi kan akıyor… Okumaya ve araştırmaya yatkın olmayan toplulukların, bu ülkeler marifetiyle dünyada ne dolaplar döndüğünü anlaması mümkün değildi; onlar sadece önlerine atılan oltayla oyalanırlar. İşin farkına varanlar, sosyal yaşamanın en kutsal iki sözcüğünden, yani demokrasiden ve insan haklarından “bu çıkarcı ülkelerden ve üçüncü ülkelerin işbirlikçi idarecilerinden dolayı” nefret eder duruma geldiler. Neredeyse bu iki kavramın insanı insan yapacak değerlerden çıkaracağına inanacağımız geliyor…
Sonunda birçok desise ve kurgu ile ve keza yeteneksiz idarecileri sayesinde göğsümüzü kabarttığımız, gururumuz, güvenimiz asker ocağından da kuşkulanır hale geldik. Gün geçmiyor ki, törenlerle, şölenlerle gönderdiğimiz çocuklarımızın gömülme merasimlerini seyretmeyelim. Geçen yaklaşık 30 yılda ve özellikle son 9 yılda defin törenleri televizyon kanallarında verilen rutin haberler haline geldi. Senaryo hep aynıydı, sadece konuya söz konusu kişinin adı ve doğduğu yer farklıydı.
Çoğunluk orta sınıftan, genellikle fakir bir aileden gelme, çok kardeşli, askere giderken ailenin geçimini yüklenmiş, askere giderken nişanlanmış ya da evlenmiş bir ya da iki çocuğu olan Anadolu çocuğu…
Ömrü billâh adam yerine konmamış olsa bile en azından ölüsü bayrağa sarılmış olan, uçağa hiç binmemiş olsa bile olsun naşı askeri uçakla taşınan, hayatı boyunca hiçbir yerde önem verilmemiş olsa bile askeri ya da duruma göre polis kıtaları ile naşı uğurlanan ve karşılanan, eller üzerinde, “şehitler ölmez, vatan bölünmez”, “kanlarınız yerde kalmayacaktır” sloganı, yerine göre “tekbirlerle” eller üzerinde taşınan, tabutuna annesinin, babasının, sevdiklerinin, duruma göre eşinin gözyaşları ve haykırışları ile ya da eline bir bayrak tutuşturulmuş, asker elbisesi giydirilmiş hiçbir şeyden haberi olmayan küçük çocuğunun asker selamı ile toprağa indirilen Anadolu çocukları.
Belli ki 30 yıldan bu yana bu ulusun askeri zevatının, polisinin, bürokrasisinin ve politikacılarının en iyi öğrendikleri ve başarıyla temsil edildikleri yerler cenaze törenleri olmuştur. Cumhurbaşkanından orta rütbeli polis ve askere kadar zevatın saf tuttuğu bir defin merasim kıtası, her defasında aynı cümleleri tekrarlayan yetkililer ve beslendikleri kaynakları ürkütmemek için gerçeği çıplaklığı ile dile getirmekten çekinen bir basın sürüsü bu tablonun olmaz ise olmaz öğeleri olmuştur.
Artık halkımız yalama olmuş söylemler ve hareketlerle süslendirilmiş bu sahneleri tekrar tekrar görmek istemiyor. Haber dinlemekten nefret eder hale geldi. Duyarlılığını yitirmeyenlerin ruhsal dengesi bozuldu; kendini çaresiz hissedip, sonuçlarını görmekten kaçanlar ise akşam sabah, padişahlarının yatak serüvenlerini işleyen ve buna benzer diziler denizine dalmakta buldu çareyi…
Buz dağının altındaki gerçeği göremeyenlerin, bundan böyle daha çok cenaze merasimine katılacağı ve bizim de –televizyondaki dizileri seyretmeye başlamadan önce- geleceğimizi şekillendirecek bu gelişmeleri öyle seyredeceğimiz söylenebilir. Cenaze merasimler için, ölüm şekli ne olursa olsun artık onlara şehit diyoruz, artık iyi yetişmiş, eğitimli bir kadromuz var. Şu anda bürokrasinin en iyi yaptığı iş ne derseniz, herhalde şehit cenazelerinde boy gösterme diyebiliriz. Keşke bu maharetimizi terörü zamanında görüp, doğru teşhisi koyarak zamanında önlemek için geliştirebilseydik.
Çoğunuzun hoşlanmayacağını bilsem bile –tarihe sorumlu olarak geçmemek için- yine de düşüncemi söylemeliyim. Terör örgütü cinayetleri olarak başlayan bu hareket, beceriksiz ve kısır görüşlü yöneticilerimiz sayesinde, özellikle ABD ve AB ülkelerinin sinsi sinsi önermeleri ile –kızsanız da kızmasanız da, mecliste malum bir partinin milletvekilinin 2011 yılında diğer milletvekillerinin yüzüne baka baka” bu bir savaştır tespitine kadar gelmiştir. Eğer hala “sözde dostlarımızın ve siyasilerimizin demokrasi, insan hakları, açılım gibi sözcüklerin içine gömerek saklamaya çalıştıkları” üstü örtülü bu savaşı, terör hareketi olarak görmeye devam edersek, korkarım eski berbere tıraş olmanın bedelini çok daha ağır olarak başka türlü ödeyebiliriz. Bu nasıl bir terördür ki ülkenin sınırları içinde polis merkezleri ve askeri birlikler kendilerini saldırıdan korumada yetersiz kalıyorlar ve günlük verdikleri ölü sayıları küçük bir savaştaki zayiatlara ulaşıyor. Kaldı ki ülke içinde bu denli zayiatla sonuçlanan bir kalkışma olsa olsa isyan olabilir; ancak böyle bir kayıp ülke dışındaki bir bölgeden kaynaklanıyorsa bunun adı terör değil artık düpedüz örtülü savaştır. Bunun gereğini yerine getirme de bir ülkenin siyasi kadrolarının görevidir.
“Terör bilgilendirilmesi” adı altında 20.10.2001 tarihinde Büyük Millet Meclisinde Hakkari’de 24 askerin öldürülmesi ile kamuoyunda oluşan şokun etkisiyle gizli oturum yapıldı. Başbakanın ve epeyi bakanın katılmadığı bu önemli oturumun gizli olmasını doğrusu hiç kimse anlayamadı. Burada konuşulanların, daha gizli celsenin bitme gongu vurulmadan sözüm ona ulaşılmaması gereken ülkelere ve terörü bizzat yürütenlere ulaşmayacağını kim söyleyebilir? O zaman bu gizli oturum halkımızın öğrenmemesi gereken bilgileri içeriyor demektir; yani teröristlerden sakınılmayan bilgiler bizden sakınılıyor demektir. Bu güvensizliği nasıl gidereceğiz?
Saptamayı doğru yapmazsanız çözüme ulaşamazsınız. Konaçlandığı ana yeri belli olan (örneğin Kandil ya da Harkuk), bir rakama göre 5.000 bir rakama kadar 15.000 silahlı kişiyi sürekli bünyesinde bulunduran, seçilmiş yerel yöneticisi ve milletvekili olan, gazetesi, televizyonu olan, sanatçısı, okuru yazarı olan, arkasında çok sayıda destek ülkesi olan, hiçbir vatandaşımıza hatta ordu komutanlarımıza bile nasip olmayan bir konforda tutuklu olduğu söylenen ve emirlerini bizim askeri yazışmalardan bile daha güvenli bir şekilde örgütüne iletebilen bir lidere sahip bir hareketi bundan böyle basit bir terör örgütü olarak görmeniz gaflettir. Savaşan tarafların müttefikleri olur; unutmayın kol kola gezdiğimiz güya dost ülkeler bile açıktan olmasa bile gizli gizli yardımlarını esirgemeyen bizim karşımızdaki müttefiklerdir. Nasıl bir terör örgütüdür ki bize dost olduğunu söyleyen ülkelerde binin üzerinde dernek ve yardım kuruluşları vardır; ellerini kollarını sallayarak gezebilmektedirler. Nasıl bir terör örgütüdür ki kırmızı bültenle aranan üyeleriyle, devletin en yetkilileri – şerefli bir işi olup olmama yorumuna girmeden- sık sık görüşmeler yapıp bazı kararlar alabilmektedir. Kırmızı bültenle arattığınız insanlarla aynı masaya oturup sohbet ederseniz sizi kimse ciddiye almaz. Tanıyı doğru koyun, bu mücadelede gerçek bir müttefikimiz var mıdır?
O zaman yapacağınız mücadele farklı olmalıdır, görsel basından görebildiğimiz kadarıyla, 30 yıldan bu yana çatışmanın bulunduğu yerlerdeki karakol ve mevzilerin içler acısı görüntüsü bile bu hareketin derinliğini anlamadığımızı gösteriyor. Selamı ordu evlerinde ve kokteyllerde değil, topuk selamını o günün gözde siyasetçisinin karşısında değil, sınırda, vatanın bağrına hançer sokmak için yol çıkmış olanlara verdiğinde çözüm başlamış demektir. Bu çatışma terör olarak başlamış, terör yöntemlerini kullanan kirli bir savaşa dönüşmüştür. Çözümü savaşta kullanılan yöntemlerle olmalıdır.
Hala çok büyük bir avantajımız var: Sağduyumuz. Kendini Kürt olarak tanımlayan, bilen ya da öyle olan vatandaşlarımızın çok ama çok büyük bir kısmı, kendilerini bu vatanın asil evladı olarak görmeye devam ediyor. İki taraf da sofrasında, çalıştığı yerde, ziyaretlerinde, eğlencelerinde, iyi ve kötü günlerinde hatta gömüldükleri yerlerde, yani mezarlıklarda bir ayırım yapmıyor; kız alıp vermeyle aileler birbirlerinin içine girmiş. Okumuşlar, devlet memuru olmuşlar, çalışmışlar isçi olmuşlar, emekli olmuşlar; yurdun dört bir tarafından ev almışlar yazlık almışlar, çocuklarını üniversitelere vermişler; iş kurmuşlar. Bu insanlar aptal mı, ayrılıp da torunlarını vizeyle mi görecekler, emekli maaşlarını almayarak perişan mı olacaklar, deniz kenarındaki yazlıklarını, büyük şehirlerin en gözde yerlerindeki evlerini bırakarak Orta Çağ görüntüsü vermeyi sürdürün yerlere mi gidecekler? Bu insanlar bizim insanlarımız, bizim gibi, bizimle birlikte iyi yaşamak istiyorlar. En doğal hak olarak bilinen ana dille eğitimi bile benimsemeyecekler. Bu insanlar aptal mı? İyi kötü, kör topal 100 yıldır bilim dili olarak geliştirmeye çalıştırdığımız, yeterli olmasa bile belirli ölçüde kaynak kitap kazandırdığımız, yazılı ve görsel yayınlarda epeyi yol aldığımız Türkçe dilini bırakarak henüz bilimsel terminolojiyi geliştirmemiş hemen hemen kaynağı olmayan bir dille çocuklarını eğiteceklerini mi düşünüyorsunuz? Bunca birikime karşın bu ülkedeki insanların büyük bir kısmı elindeki maddi kaynakları sonuna kadar kullanarak, bırakın Türkçeyi, çocuklarını daha geçerli dil olarak bilinen İngilizce ile eğitmenin yollarını arıyor. Belirli bir bilgi birikimine ulaşmış eğitim olanağını bırakarak nereye götüreceğini tahmin edemeyeceğiniz bir yola mı gireceklerini zannediyorsunuz? Bu, bugün çocuklarını Latince, Yunanca, Osmanlıca eğitmek istemek kadar uzak bir olasılık görünüyor. Denense de istenen sonucu vermeyecektir. Bunun fanatik bezirganlığını yapanlar bu yoldan çıkar sağlayanlardır. Belli ki büyük bir kısmının istediği tek şey ayırımsız devlet güvencesi, öteki olarak görülmek istememeleri. Onların gerek duydukları en önemli şeyi bunca yıldır veremedik: Güven. Her gün şehit olarak nitelendirdiğimiz canlarımızın konduğu musalla taşında dizi dizi yer alan zevat ve aynı sözleri tekrarlayan yetkililer bu güveni veremediler.
Tekrar söylemek gerekiyor. Halkın büyük bir kısmında ayırımcılık yok. Dost görünen ülkelerin sinsi yardımları ile terör hareketi olarak yola çıkmış bu harekete yurt içinden ve yurt dışında destek verenleri görmemezlikten gelenler, ne demek istediklerini anlamazlıktan gelenler, mecliste çarpıtılmış yemini bile doğru okumaya kalkışanlar, bu hareketin bilerek ya da bilmeyerek destekleyicileridir.
Her gecikme ödeyeceğiniz bedelin katlarca artması olacaktır. Basını, muhalefeti ve bu kalkışmaya destek veren ülkeleri suçlamayla bir yere gidemeyiz. Türkiye Büyük Millet Meclisi, sınır dışı askeri hareket için hükümete yetki vererek görevini yapmıştır (galiba bu yetkilendirmede birkaç kilometreden faza gidemezseniz diye bir kısıtlama da bulunmamaktadır). Eğer–bunca insanı yitirdiğimiz bir durumda- bu hakkı kullanmayacaksanız ya da kullanamayacaksanız meclisten böyle bir karar çıkarmanızın –saygınlığımız açısında- hata olduğunu söyleyebiliriz. Eğer verilen bu hakkın kullanılması başka bir gücün iznine bağlıysa, durum düşündüğümüzden çok daha vahim bir hale gelmiştir demektir. Bütün bunlara karşın 24.10.2011 tarihinde yeni Genelkurmay başkanımızın “Amerika terörizm konusunda bize çok büyük yardımlar yapıyor, istihbarat sağlıyor” mealindeki açıklaması, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir açıklama olmalı…
Dilerim ki bu kalkışma için ben ve benim gibi düşünenler yanılır. Böyle bir kalkışmanın verilecek birkaç ödün ile durulmasını bekleme, tarihi bilmeme ve batının mantığını kavrayamama demektir. Batı, Ortadoğu’da demokrasinin ve insan haklarının peşinde değil, onların peşine düştükleri bildiğiniz gibi başka şeydir; ona götürecek en kolay ve büyüleyici slogan da demokrasi ve insan haklarıdır. İnsan haklarını en çok kısıtlayan petrol üreticisi malum ülkeler, batıya petrollerini peşkeş çektikleri sürece, demokrasi ve insan hakları aşığı batılılar tarafından rahatsız edilmeyeceklerdir. Onların dostu bizim de dostumuz olduğu için bu ülkeleri rahatsız etmeyiz; ancak eğer batı onların bazılarını gözden çıkarmış ise, geçmişteki dostluğumuzun, alıp verdiğimiz ödüllerin artık hiç değeri kalmamıştır; çünkü onlar artık bizim de düşmanlarımızdır.
21.10.2011 tarihinde halkına çok şey verdiği söylenen Libya’nın 42 yıllık lideri Kaddafi’nin, demokrasi ve insan haklarına batılılarca ve bizim yöneticilerimizce laik görülen ve desteklenen insanlar tarafından nasıl öldürüldüğünü tüylerimiz ürpererek izledik. 25.10.2011 tarihinde internete düşen videoda (http://www.focushaber.com/yarali-kaddafi-ye-cinsel-taciz--h-81436.html) Kaddafi’yi parçalarken yapılan cinsel tavizi izleyenler insanlığından utanmıştır. Aslında bu sahne daha önce de tekrarlanmıştı hem de sokaktaki insanlar tarafından değil bizzat Amerika askerlerinin gözetimindeki ve denetimindeki Irak resmi kuruluşları tarafından. Saddam’ın da kafası vahşi bir şekilde koparılmıştı. Demek ki kol kola gezmeye çalıştığımız batının demokrasi anlayışı böyleymiş. Hiç kuşkunuz olmasın bu sahne er ya da geç bulunduğumuz coğrafyada birkaç yerde aynı vahşetle tekrarlanacaktır.
Libya’nın yıkılmasına katkıda bulunanların göz aydın olsun, artık kına yakabilirler; 24.10.2011 tarihinde Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) Başkanı Mustafa Abdülcelil, ülkede Şeriat kurallarının uygulanacağını söyledi.
Güreşte en korkulan oyun kündedir. Çünkü karşınızdakinin sırtını yere getireceğinizi sandığınız bir anda, çok küçük bir oyunla sırtınızın yere geldiğini görürsünüz. Siyasi kündeyi en iyi atanlar da batının emperyalistleridir. Kündeyi ilk yiyenler de batının üçüncü ülkelerdeki işbirlikçi idareleridir.
Bir şeyi net anlamakta yarar var. Otuz yıl boyunca tekrarlanan bir şeyi yine tekrarlarsanız, yani her katliamdan sonra uçak kaldırıp bir yerleri bombalar iseniz, benzer demeçleri verirseniz, gereğini yapıyorum diye sınırı sadece birkaç kilometre geçerseniz yine aynı sonucu alırsınız. Son 33 polis ve askerin öldürüldüğü katliamda birliklerimizin sınırı 3-4 kilometre Irak tarafına geçtiği haberi verildi; yabancı televizyonlar da benzer açıklamalarda bulundu. Çocuğunuzu yürüyerek ilkokula gönderirken bile daha fazla yol yürütüyorsunuz; insanı çocuk yerine koymayın derim…
Halkın büyük bir kısmı gerekli önlemleri alınmadığı zehabına kapılmıştır; cenaze törenlerinin görkemine yapılan yalama olmuş açıklamalara ve atılan sloganlara rağmen... Mali kaynaklarını kesemediğiniz bir kalkışmanın önünü hiçbir zaman alamazsınız. Bu örgüt tarafından yapılan uyuşturucu kaçakçılığını diyelim ki çeşitli nedenlerle önleyemediniz. Pekâlâ, kaçak petrol olarak bilinen damarın kesilmesine niye elimiz bir türlü uzanmıyor.
Eğer bu kalkışma ile ilgili olarak ciddi önlem almaya niyetimiz olsaydı, öncelikle bu kalkışmanın mali kaynaklarını keserdik. Dünyanın en pahalı benzinini halkına insafsızca satan bu anlayış, vergi vermeyen, kaçak elektrik ve su kullanan, evinin giderlerinin bir kısmını devlete yüklemiş insanlara sınır ticarete adı altında komşu ülkelerden mazot ve benzin getirmeleri için gerekli hoşgörüyü gösteriyor. Litresi 50 kuruştan aldığı mazotu, bana 4 Tl’sından satıyor; hem de sınır bölgelerinde değil başşehrimizin biraz ötesinde Kırıkkale yolunda. Eğri büğrü harflerle kartonlara “ucuz benzin” yazısını görmeyeniz var mı? Aslında bunun açılımı kaçak benzindir. Komşularımızdan 50 kuruşa aldığı mazotu 4 liraya bize sattığında 40 tonluk bir tankerde net 140.000 Tl kazanıyor demektir; bu bölgelerde iyi kalite bir daire satın alabilme demektir. Taş atıp kol yorulmadan kazanılan muhteşem bir para. Şehitlerimizin akan kanının içinde bu kirli para var mıdır? Belli ki kimse araştırmıyor. Terör yöntemlerini kullanarak savaşan buradaki silahlı insanların bu ticaretten pay almadan bu ticarete göz yummalarını düşünmek saflık olur. Acaba bu kirli ticarete göz yumanlar ya da bizzat yapanlar sadece bu silahlı kalkışmaya yakınlık duyan ya da destek veren gruplar mı? Buna da sadece evet demek zor görünüyor. Bu kirli ticaretten nemalanmayanların bu ticarete izin vereceklerini mi düşünüyorsunuz? Bu kirli ticaretten, terörü kullanan gruplar başta olmak üzere belli ki herkes pay alıyor. Durum böyle ise şehitlerimizin akan kanına bir daha ağlamamız gerekiyor…
Mecliste bir milletvekilinin yemin ederken “açık açık meclisin kalıplaşmış yeminine uymayan ifadelerini” ben öyle anlamadım diye geçiştiren bir zihniyetin, olması gereken başka şeyleri de doğru anlayacağından kuşkuluyum…
Ben artık televizyonlarda şehit gömme törenlerini ve orada boy gösteren zevatı görmek istemiyorum. Bitmesini bütün kalbimle diliyorum; ancak bu yaklaşım ve anlayışla bitmeyeceğini de biliyorum. Hepimizin ruh sağlığını derinden etkilendiğini düşündüğüm bu 30 yıllık beceriksizlik, yetersizlik ve yanlış politikaların muhasebesini yapmaya ne dersiniz?