DEVLET YÖNETMEK CİDDİ BİR İŞTİR, TAŞERONLUK DEĞİLDİR…
Ali Eralp
İLK KURŞUN
Ne demişti Recep Tayyip Erdoğan:
”NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın, Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez…”
Sonra Amerika ve Avrupa’nın yönlendirmesiyle “tükürdüğünü yaladı” ve 180 derece dönüş yaparak yeni bir demeç verdi. Şöyle dedi:
“Libya halkının kendi geleceğini belirlemesi bizim en büyük arzumuzdur. Şu anda NATO’nun devreye girmesi söz konusudur. NATO devreye girecekse bizim bazı şartlarımız var. Biz, NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir…”diyoruz.
ABD ve AB’den başka “Libya’nın Libyalılara ait olmadığını” ileri süren mi var ki zaten?
Hani “Türkiye olarak NATO’nun Libya’ya girmesinin karşısındaydınız, hani böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez…” diyordunuz… Bir hafta içinde ne değişti de, bir hafta sonra “NATO Libya’ya girebilir…” dediniz.
Bir hafta içinde ne değişti de MHP, CHP ile birleşip, Türk Silahlı kuvvetlerinin NATO müdahalesine katılması için sunulan Başbakanlık tezkeresini yıldırım hızı ile meclisten geçirdiniz.
NATO, “Libya’nın Libyalılara ait olduğunu, başına tonlarca bomba yağdırarak mı tespit ve tescil edecekti? NATO, suçsuz günahsız sivilleri öldürerek mi “Libya’nın Libyalılara ait olduğunu” belirleyecekti?
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Libya muhalefet lideri Mahmut Cibril ile görüşerek mi Libya halkının “kendi geleceğini belirlemesi” çalışmalarına yardımcı olacaktı? Birileri de gelip bebek katili APO ile “Kürtlerin geleceğini belirlemeye kalkışırsa buna izin verecek misiniz?
Başbakan, Libya’nın ardından, şimdi de Suriye’yi hedef tahtasına yatırdı. Çünkü emir en yüce makamdan, Amerika’dan geldi. Atalarımız boşuna, “Emir demiri keser…” dememişler.
Altı ay önce can ciğer, kuzu sarması olduğu, birlikte yan yana, ele ele resimler çektirdiği, “Kardeşim” dediği Beşer Esad birden yeryüzündeki en büyük düşman oldu. Birden o, dost, kardeş konumundan çıkıp, sabır taşını bile çatlatan azılı katile dönüştü. Aralarına “kara kedi” girdi.
Ama bu kez araya giren kara kedi değildi. “Sarı kedi”ydi. Hillary Clinton’dı. Amerika’ydı.
Recep Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu ABD Dışişleri Bakanı ve yetkilileri ile görüşmeler yaptıktan sonra Başkan Esat, onun sabrını taşırmaya başlamış ve öfkeyle “Suriye bizim iç meselemizdir” deyivermişti. Arkasından da eklemişti: “Orası aynı zamanda bizim eski bakiyemiz olan bir toprak…” TDK’ye göre bakiye, “artık, artan, kalan, geri kalan şey” demektir. Bununla Osmanlı İmparatorluğunun geçmişte yönetimine girmiş devletler vurgulanmak istenmektedir her halde.
Bu dış politika anlayışına göre birileri de çıkıp, “İstanbul bizim bakiyemiz. Hatay bizim bakiyemiz. Kars bizim bakiyemiz. Diyarbakır bizim bakiyemiz…” dese ne yanıt vereceğiz o zaman?
ABD günü geldiğinde Ortadoğu’dan defolup gidecektir. Biz yine bin yıllık komşularımızla kalacağız. Müslüman halklara karşı “Ben Müslüman’ım” diyen bir devlet adamının haçlı orduları ile işbirliği yapması, onları savaşla tehdit etmesi hangi Müslüman’ın kitabında yazar?
Devletlerarası ilişkilerde, bir olaya karşı çıkmak ya da bir davayı savunmak, sokak kabadayısı tavırlarıyla yapılmaz.
Ülkesinin geleceğini düşünen bir devlet adamı, tıpkı Atatürk gibi, en güç koşullarda, en saldırgan davranışlar karşısında bile soğukkanlılığını korumak; aklın, mantığın kılavuzluğunda hareket etmek zorundadır. Çünkü dış dünyayla ilişkiler, bir ülkenin iç siyasetine, ekonomisine, sosyal yaşantısını da yön verir.
Devlet yönetmek ciddi bir iştir, taşeronluk değildir.
Bir devlet adamı tıpkı Atatürk gibi asla çığırtkan, abartılı bir davranış içerisine girmeden aklın ve bilimin ışığında, gerçek, ulusalcı bir dış politika çizgisini hem yurt dışında hem de yurt içinde uygulamak zorundadır. Bu konuda Mustafa Kemal şunları söylemişti:
“Bizim aydın ve uygulanır gördüğümüz siyasal meslek ulusal politikadır. Ulusal politika dediğim zaman a) Ulusal sınırlarımız içinde, b) Her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak, c) Ulus ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, d) Gelişigüzel büyük emeller peşinde ulusu oyalamamak ve zarar vermemek, e) Uygarlık dünyasından uygarlıklı ve insanca muamele, karşılıklı dostluk beklemek…”
Mustafa Kemal Atatürk, düşmanlarının karşısında bile asla sesini yükseltmeden konuştu. Nezaket kurallarını hiç elden bırakmadı.
Onun için önemli olan yeni dost ülkeler kazanmak, iyi komşuluk ilişkileri kurmaktı. Ama asla emperyalizmle uzlaşma içerisine girmedi, asla “tam bağımsızlık” çizgisinden ödün vermedi. Kimsenin iç işlerine karışmadı, kimseyi de iç işlerine karıştırmadı.
Özellikle Cumhuriyetin ilanından sonra, “Yurtta barış dünyada barış” görüşünü temel alarak savaş karşıtı bir politika izledi.
Ülkesini işgal eden Batı devletleriyle bile, Kurtuluş Savaşından sonra, “eşitlik, karşılıklı saygı” temelinde ilişkiler geliştirdi. Ülkeleri eski dost, yeni düşman diye ayırmadı. Dış politikada doğmalara, önyargılara yer vermedi. Uluslar arası politikayı, ülke çıkarlarına, zamanın koşullarına, aklın, bilimin yol göstericiliğine göre belirledi.
Ve her zaman emperyalizme karşı “mazlum milletler”e arka çıktı. Omuz verdi. Destekledi onları.
Şimdi, imamlara, liboşlara, ikinci cumhuriyetçilere, bölücülere yani yeni mandacılara sesleniyorum: Sabah akşam, 24 saat Atatürk’le uğraşacağınıza, biraz da dönüp, onun yaptıklarına, eserlerine bir göz atın. Dış politika, iç politika nasıl yürütülürmüş görün.
BİRAZ ADAM OLMAYI ÖĞRENİN…
Dünyanın egemenleri Suriye’yi de Irak’a benzetmek için kolları sıvamış durumda. Ya emperyal güçlerin himayesinde komşusuna demokrasi dersi vermeye kalkışan ve işgale destek veren Türkiye’ye ne demeli? Suriye’den sonra sıranın kime geldiği belli değil mi?