Dindar nesiller dayakçı ve dayatmacı olurlar!
Ömer Sağlam - 07 Şubat 2012 Salı 10:40
Başbakanın “Biz dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” sözü, büyük gürültü koparmış bulunuyor. Bu konudaki düşüncelerimizi daha önceki yazılarımızda genel olarak dile getirmiştik(*). Bu yazımızda, kendi hayatımdan hareketle dindar(**) nesillerin, nasıl terbiye edilip yetiştirildiğini, dolayısıyla nasıl dayatmacı, hatta zorba hale getirildiklerini anlatmaya çalışacağım.
Şunu peşinen belirtmek isterim ki; dindar nesiller, genelde dayatmacı, hatta (El-Kaide, Taliban ve İsrail örneğinde olduğu gibi) çoğu kere zorbadırlar. Bu nesillerin yetişmesinde, en önemli eğitim yöntemi, başta dayak ve tehdit olmak üzere, otoriter metotlar olduğu için, böyle bir sistemle yetişen nesiller de genelde dayatmacı ve zor kullanmayı seven nesiller olarak yetişirler. Meslekleri ne olursa olsun, bu nesillerdeki söz konusu etki, hayatları boyunca devam eder gider.
Bu insanların (hem de haklı olarak) tek doğruları vardır ve o doğruyu başkalarına kabul ettirmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Çünkü onların doğruları, kaynağını sözüm ona dinden alan imanî bir doğrudur ve bu doğru, kaynağını dinden almakla yoruma kapalı bir doğrudur. Onun için de dindar nesiller, tek doğruya inandıklarından, daha doğrusu biricik doğru onların doğruları olduğundan (onların kabul ettikleri doğru, kaynağı ilâhî olan kutsal bir doğru olduğundan) bu doğruyu, her şekil ve şart altında ölümüne savunmak durumundadırlar. İşte bu yüzden dindar nesiller dayatmacı, katı ve diktacı olurlar. Bu anlamda bu nesle mensup bir insan asla hem dindar hem de demokrat olamaz. Eğer “ben demokratım” diyorsa, bilinmelidir ki; o adam gerçek anlamda asla dindar değildir. “Hem dindar, hem demokratım” diyorsa o zaman da bilinmelidir ki; yalan söylüyordur, rol yapıyordur. Fırsatını ve imkânını bulunca, daha doğrusu yeterli güce eriştiğini hissedince, mutlaka birisini diğerine tercih edecektir. Çünkü tek doğruyu savunan dindarlıkla, çok fikirli ve çok doğrulu demokrasi asla bir arada barınamaz.
İşte sırf bu sebeple bile, çocuklara ve gençlere verilen din eğitiminin büyük önemi vardır. Konuyu İslam Dini açısından ele alacak olursak, aslında dinden bir parça olmamakla birlikte, geçen 14 küsur asır boyunca uygulana uygulana dinden bir parça haline getirilen kimi doğrular da vardır pratikteki dinin içinde. Bir başka deyişle, esasında dinin emri olmamakla birlikte, 1400 küsur senelik uygulamada dinin emri haline getirilen kimi yanlış kabuller de vardır dinin içinde ki; bunlar, daha çok uydurma hadisler ile ayet ve hadislerin aşırı, bazen de yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkmışlardır. Yukarıda dile getirdiğimiz “çünkü onların doğruları, kaynağını sözüm ona dinden alan imanî bir doğrudur” lafını da zaten bunun için söyledik.
Bu sebepledir ki; dünyada tek bir İslam, ancak birbirinden az çok farklı birçok Müslümanlık (farklı İslam yorumları) vardır. Peki, siz hangi İslam yorumuna göre dindar nesiller yetiştireceksiniz? İslam toplumlarındaki iç çatışmaların ve İslam toplumlarıyla İslam dışı toplumlar arasındaki bazı çatışmaların en büyük sebebi de zaten bu tür yorum farkları, daha doğrusu aşırı yorumlarla, uydurma rivayetlerdir. Çünkü İslam Dini, esasında bir hoşgörü ve istişare dinidir. İslam’da Kur’an ayetleri dışındaki her şey tartışmaya açıktır ki; buna genel olarak “Hadis” ya da “Sünnet” adı verilen Hz. Peygamber’in söz ve davranışları da dâhildir.
Zira Hz. Peygamber, pek çok konuda, özellikle dünyevi işlerde ashabına danışmış, uygulamaya geçmeden önce konuları tartışmaya açmış ve bazen de tamamıyla onların dediklerini yapmıştır. Başta Hz. Ömer olmak üzere; yerine göre Hz. Peygamber’i ikaz eden ve O’nun görüşünün aksine görüş beyan eden insanlar olmuş, Hz. Peygamber de kendi görüşü yerine onların görüşüne göre işlem yapmıştır. Hatta Hz. Ömer, kendi hilafeti zamanında yerli yersiz Hz. Peygamber’den hadis rivayet eden Ebû Hüreyre’yi yalancılıkla itham ederek huzurundan kovmuş ve kendisini sürgüne göndermekle tehdit etmiştir. Ebû Hüreyre’ye karşı aynı sert tavrı Hz. Ali ve Hz. Aişe de sergilemiştir. Ki; bugün bazı dini uygulamalara kaynaklık eden hadislerden birçoğunu, Hayber’in Fethi sırasında Müslüman olmakla, Hz. Peygamberle ancak birkaç sene birlikte olan bu Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Öte yandan Hz. Ömer’in, uygulamada sorunlar yaratan bazı Kur’an ayetlerinin hükmünü yerine getirmeyi geçici bir süre de olsa terk ederek, bunların yerine kendisinin hüküm koyduğu bilinmektedir.
Hz. Peygamber, “Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” dediğine göre ve bu yıldız sahabelerden birisinin de sağlığında cennetle müjdelenen halife Hz. Ömer olduğuna göre, Hz. Ömer’in bazı ayetlerin hükmünü uygulamayı geçici olarak da olsa rafa kaldırmasını bireysel bir karar olarak da görmemek gerekir. Anlaşılıyor ki; Hz. Peygamber’in hayatında da muhtemelen benzer kimi uygulamalar bulunmaktadır. O sebeple, dayatmacı bir anlayış, dininde samimi olan dindar bir Müslüman’a yakışan tavır değildir. Bu tavır, olsa olsa kendine dindar demekle birlikte gerçekte dinci tabir edilen nesillere yakışan bir tavırdır…
*
Okuyucularım artık biliyorlar ki; ben İmam-Hatipli bir yazarım. Bu sebeple burada, belki sabrınızı biraz zorlayarak kendi hayatımdan bazı örnekler vererek konuyu açmaya çalışacağım. Orta Okul birinci sınıfta iken Burdur’un Tefenni ilçesinden olduğunu hatırladığım Emin Kavçakar isminde bir Kur’an ve Arapça öğretmenimiz vardı. Oldukça uzun boylu, kuru ve kel bir adamdı. Koca koca elleri vardı. Çok merhametsiz bir herifti Emin Kavçakar. Çok fena döverdi bizi. Hele hele cüssesi küçük olan arkadaşlarımızı, önce kıyasıya ve yoruluncaya kadar tokatlar, arkasından kulaklarından tutar havaya kaldırdıktan sonra yere fırlatırdı. Bu adamdan tokat yememek için akla karayı seçerdik.
Bir gün korktuğum başıma geldi. Emin hoca, tahtaya yazmış olduğu Arapça kelimeleri okumamızı istiyor, okuyamayanları dayaktan geçiriyordu. Sıra bana gelmişti. Sınıfın en arkasındaki sırada oturuyordum. Hoca tahtaya yazdıklarını okumamı istedi. O da nesi? Tahtada yazılanları göremiyordum. Göremediğim şeyi nasıl okuyacaktım. Korkarak da olsa durumu hocaya söyleyince bana, tahtada yazılanları görebileceğim noktaya kadar ilerleyip okumamı söyledi. Ben korkudan bacaklarım titreye titreye sınıfın ortasına kadar ilerledim. İlerledim ama adamın gözleri tıpkı bir kartal gibi üzerimde ve bana saldırmaya kararlı gözüküyor. O korku ve heyecanla büsbütün sapıttım ve kekelemeye başladım. Bunun üzerine merhametsiz Emin Kavçakar, bir hışımla üzerime çullandı ve “Eşek herif benimle dalga mı geçiyorsun lan…” diyerek evire çevire bir güzel dövdü beni.
Yanaklarım ve kulaklarım mosmor olmuştu. Adam güçlü ve kupkuru parmaklarının arasına kulaklarımı aldı, kan fışkıracak noktaya gelinceye kadar büktü, büktü, büktü. Arkasından o uzun parmaklı koca elleriyle iki yanağıma çat çat iki tokat, geç yerine. Gerçi dövdüğü de iyi olmuştu! Çünkü sayesinde o gün bedavadan göz muayenesinden geçmiştim sınıfta! Meğer ben gerçekten göremiyormuşum tahtayı. Çünkü miyopmuşum. O günden sonra da zaten gözlük kullanmaya başladım ve 50 yaşına geldim halen kullanıyorum…
Diğer okullarda da var mıydı bilmiyorum. Ancak 1970’lerin Çankırı İmam-Hatip Lisesi’nde en geçerli eğitim ve terbiye yöntemi dayaktı. Bu yöntem, galiba dini eğitim veren bütün okullarda ve Kur’an Kursları’nda yaygın olarak uygulanan bir yöntemdir. Bu yöntem, Osmanlı döneminin medrese eğitiminden kalan bir yöntem olsa gerek. Hani şu “Eti senin kemiği benim” şeklindeki özlü sözün, eğitim sistemimize egemen olduğu dönemden demek istiyorum.
Bundan 5-6 yıl önce Amasya’da bir Kur’an Kursu’nda gördüğüm manzara, bu yöntemin, bahsetmiş olduğum eğitim kurumlarında günümüzde de geçerli olduğunu göstermektedir. Teftiş amacıyla gitmiş olduğum Amasya’da, bir gün şehir merkezinde hizmet veren Merkez Kur’an Kursu’na gitmiş, kurs yöneticisi de olan Kur’an öğreticisi Arif Bayoğlu’nun makam odasında oturuyordum. Bir ara Arif Hoca’nın arkasındaki dolaptan balta sapı kalınlığında bir sopayı çıkardığını görünce kendisine sordum;
-“Hayırdır hoca, o sopayla çocukları mı dövüyorsun, yoksa beni mi döveceksin?”
Arif Hoca’nın cevabı şu oldu;
-“Hocam siz bunu görmemiş olun lütfen!”.
Ancak görmüştüm işte.
…
Bilindiği gibi Kur’an Kursları’nda genelde köylerden gelen fakir fukara çocukları ile şehirde yaşamakla birlikte bakıma muhtaç ailelerin çocukları eğitilir. Bu, aynı zamanda, bu ailelerin çocuklarının bakım masraflarından kurtulma yoludur. Bunu iyi bilen K.Kursu yöneticileri, köylere giderek bu durumdaki çocukları ailelerinden koparır kursa kaydederler. Bu çocuklar, aynı zamanda bu kursların çevresinde yuvalanan din simsarları için, özellikle halktan toplanan yardımlar konusunda iyi bir gerekçedir. Ne de olsa bu çocuklara; yüce dinimizin gerekleri ve icapları öğretilmekte, bunlar Kur’an hafızı olmaktadırlar. Ancak maddi yardıma ihtiyaçları vardır ve yardım edilmelidir. Yardım edilmelidir ki; cennette bir yerimiz olsun!
İşte bu sebepledir ki; yani bu tür kurumlarda eğitim alan çocuklar genelde uzak yerlerden, kırsal yörelerden gelen bakıma muhtaç fakir fukara çocukları oldukları için, bu çocukların üzerinde her türlü terbiye yöntemi denenebilmektedir. Fakir aileler, zenginlere göre her nedense çok daha dindar olduklarından, çocuklarının bu tür okul ve kurslarda öğretmenleri tarafından dövülmelerine, itelenip kakılmalarına, örselenmelerine hiç ses çıkarmamaktadırlar. Onlara göre, ne de olsa hocanın vurduğu yerde gül bitermiş. Duy da inanma…
Diyanet’te çalıştığım sırada M.Ali Yiğit isminde emekli bir öğretmenle karşılaştım. M.Ali Bey, Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi’nde Din Dersi öğretmenliği yaptıktan sonra emekli olmuş ve gelmiş benim çalıştığım kuruma bağlı Ankara Altındağ Kız Öğrenci Yurdu’nda müdürlük yapıyordu. Anlattığına göre; Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi’nin (ki; bu okulun yeni adı Tevfik İleri İmam-Hatip Lisesi’dir) yatılı kısmından, yani pansiyonundan sorumlu öğretmenmiş. Bir gün ikili muhabbetimiz sırasında,
-“Ömer Bey, okulda bana BALYOZ derlerdi ve çocuklar benden çok korkardı” deyince kendisisine sordum;
-“Hayırdır hocam, neden böyle derlerdi size?”
Hoca cevap verdi;
-“Elim biraz sopalıydı. Öğrencileri döverdim!”
Yani adam yıllar sonra bile öğrencilerini dövdüğü ile övünüyor, kendisine BALYOZ lakabı verilmesinden dolayı gurur duyuyor ve bunu hiç çekinmeden anlatabiliyordu. Kedisine verdiğim cevap şu oldu;
-“Hocam, bence bu lakaptan gurur değil, utanç duymalısınız! Bana kalırsa, bu durumu bir daha hiçbir yerde anlatmayın siz…”
Çalıştığım kurumda Balyoz Mehmet Ali’nin rahlei tedrisatından (dayak seanslarından) geçmiş çok öğrenci vardı ve onların anlattıkları da kendisini doğruluyordu. Gerçekten de kendisine “Balyoz” diyorlarmış.
Bilindiği gibi İmam-Hatip Liseleri de tıpkı Kur’an Kursları gibi, genelde sosyo-ekonomik durumu, ayrıca eğitim ve kültür düzeyi yeteri kadar gelişmemiş ailelerin çocuklarından oluşmaktadır. Bu gibi ailelerdeki en gelişmiş taraf, din ve inanç yönüdür. Bu aileler, gerçekten de dindar ailelerdir ve çocuklarını din eğitimi ve öğretimi veren okul ve kurslara yönlendirmektedirler. Fakir ailelerin neden çok daha dindar olduklarını fazla araştırmadım ama bunun bir sebebi de fakirlerin Allah’tan başka dostlarının ve O’ndan başka umut kapılarının olmamasıdır…
Çankırı İmam-Hatip Lisesi’nin orta kısmına yazıldığımda, yanlış hatırlamıyorsam sınıfımızda 36 kişi vardı ve bunların hiç birisi şehirli değildi. Birkaç tane memur çocuğu vardı ama onların aileleri de genelde köyden gelmişlerdi. Yani onlar da tıpkı bizim gibi bulgur pilavı yiyerek ve tarhana çorbası içerek büyümüşlerdi. Hiç unutmam, babası memur olan ve ailesi aslında bizim köye yakın bir köyden gelen bir arkadaşım, bir gün bana “Yarma” ya da “Göce” adı verilen kırık buğdaydan yapılan çorbayı nasıl sevdiğinden bahsetmiş, “hele de bol nohutlu olursa” demişti. Çankırı yöresinde “Yarma” ve “Göce” de denilen çorba malzemesi, buğdayın hafifçe dövülmesi ve kuruduktan sonra değirmende irice çekilmesiyle elde edilir. Bu tür buğdaydan yoğurt ya da ayranla hazırlanan çorbaya bizim köyde “Katıklı Aş” adı verilir. Ancak bu çorbanın sosyete ve şehirli ağzındaki adı nedense “Yayla çorbası” olmuştur. Bizim memur çocuğu arkadaş, işte bu çorbayı pek sevdiğini anlatmıştı vaktiyle. Bu arkadaşımız, o zamanlar kendilerine “Akıncı” ya da “Mücahit” adını veren gruba mensuptu ve sonradan mülkiyeyi bitiren arkadaşımız, şu anda yanılmıyorsam üst düzey bürokrat olarak devlete hizmet vermektedir.
Halen devam ediyor mu bilmiyorum; ancak bizim dindar bir nesil olarak yetiştirilmek amacıyla okula kaydolduğumuz yıllarda, İmam-Hatip Liselerinde dayak, yaygın bir terbiye ve eğitim yöntemiydi. Biz öğrencileri en çok döven hocalar da her nedense genel olarak “Meslek Dersi” adı verilen dini bilgilere ait derslerin öğretmenleriydi. Yani sözüm ona dini en iyi bilen ve Allah’ın “Eşref-i mahlûkat” olarak yaratmış olduğu insanın değerini en iyi bilmesi gereken öğretmenlerden bahsediyorum. Muhtemelen onlar da, tıpkı bizim gibi dayak yiyerek yetişmişlerdi ve şimdi almış olduklarını veriyorlardı! Yemiş oldukları dayakların intikamını kendilerine dayak atan hocalarından değil, bizden alıyorlardı. Tıpkı bizim gibi aynı okullarda yetişen kimi yöneticilerimizin, hocalarından yemiş oldukları dayakların ve onlardan görmüş oldukları baskıların intikamını, muhaliflerinden ve yönetmiş oldukları kitlelerden aldıkları gibi…
*bkz.http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi48705-Hasa_Ataturk_peygamber_bile_degilken%E2%80%A6_.html
** Yazıda geçen “dindar” kavramı, dinci, softa, tutucu ve yobaz anlamlarında kullanılmıştır. Bu kullanımın, samimi biçimde inanan ve dininin gereklerini samimi biçimde yaşamaya çalışan ve onu bireysel hayatında tatbik edip başkalarına dayatmayan “dindar” kavramıyla alakası bulunmamaktadır