KİLİSENİN YAPTIĞI HATALARI ŞİMDİ BİZİMKİLER İŞLİYOR
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi
Vatikan, din adına birçok bakımdan dünyadaki insanlara kök söktürdü. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğunu söylediği Tanrının dünya işlerini de en iyi bilmesi kaçınılmaz görünüyordu. Tanrının eli ve kulağı olmadığı için buyruklarını kutsal kitaplarla duyurmalıydı. Kutsal kitaplar uygun bir şekilde incelenirse dünyadaki tüm sırların ve bilinmezlerin o kitabın ayetlerinin içine gömülmüş olarak bulunması gerekirdi. Eğer kutsal kitaplar uygun bir şekilde öğretilirse en bilinmezlere en kestirme yoldan ulaşılabilirdi. Her şey onların içindeydi…
Ancak bir sorun vardı. Hem Tevrat hem de İncil aslında Aremice denen bir dille indirilmişti ve halk bu dili ve yazı şeklini bilmiyordu. Keza Kuran’ın yazım dili de geleneksel Arapçadan farklıydı. Bu sırlara ancak birilerinin aracılığıyla ulaşılabilirdi. Bu birileri, dünyaya damgasını vurmuş ruhban sınıfı olmalıydı. Çok geçmeden bu ruhban sınıfının sırtından halkı sömürerek geçinmenin yolu da bulundu ve din sömürüsü yapan bir kesim türedi. İyi ve saf duyguları sömürülen kesimin adı da dindarlar ya da inanalar oldu.
Sümerlerden bu yana dinler tarihi incelendiğinde özellikle semavi dinlerin dilinin halkın anlayacağı dile çevrilmesine karşı çok güçlü bir direnç geliştirildi. Anlamı bozuluyor dendi, insanı etkileyici ses dizilimi bozuluyor dendi, dendi de dendi…
Ancak birkaç yüz sayfalık bir kitabın dünyadaki tüm sırları ve bilimleri açıklayabileceğini savunmak belli ki biraz garip olacaktı. Bu nedenle kelimelerin ve işaretlerin arkasındaki gizemi aramak gerekiyordu. Öyle ki hepimize söylenen bir söz vardır: Kuran’ın bir elifinin (Arapça alfabedeki ilk harfin) üstündeki bir esrenin (bir çeşit uzatmanın) bin yıl boyunca anlamını açıklasak yine de tam zaman yetişmez. Mantık açıktı: Niteliğine bakmadan Ulema adı takılmış bir kesim, halkın anlamadığı bir dille yazılmış bir kitaptan, anlam çıkararak sorunları çözecekti. Batıda, böylece, bu yolla dünya işlerini düzenleyenlerin sonunda dizlerinin bağı çözüldü ve bilimi rehber yapanların karşında diz çöktü…
Bu yıkılışın ilk adımı, Martin Luther’in o güne kadar sadece ruhban sınıfın anlayabildiği Latince dilinde yazılmış olan İncil’i Almancaya çevirerek, kutsal kitabın neyi öğretebileceğini neyi kapsamadığını halkın öğrenmesini sağlamasıyla başladı. İncil’in dört mektuptan oluşan ve çoğunlukla İsa’nın yaşamını anlatan ve insanlara sadece kardeşçe geçinmesini öğütleyen bir kitap olduğu ortaya çıktı. Bunu öğrenen kesim, o güne kadar sır olarak bilinenleri ve doğanın işletimini ve sorunlarının çözümünün ancak bilim denen bir gerçekle yapılabileceğini anladı. Buna batılılar “Aydınlanma Çağı” diyor.
Bu garip yolu en acımasız şekilde kullanan Vatikan’dı. Dünya, evrenin merkezi değildir diyenleri cezalandırdı; dünya güneşin çevresinde dolanıyor diyenleri cezalandırdı; aklını kaçıranların fiziki bozuklukları vardır diyenleri cezalandırdı, bunların cin işi olduğunu ileri sürerek bir cinci taifesinin türemesine neden oldu; veba, tifo, kolera, cüzam ve bilumum hastalıkların nedeni cinler olarak tanımlandı; bu hastalıkları çeken, daha doğrusu halkın başına musallat eden etmenlerin başında ise kadınların vücuduna girmiş olan cadılar olduğu gösterilerek on binlerce kadın diri diri yakıldı; kutsal kitaplardaki dağların karaların kaymaması için yaratıldığını söyleyerek kıtaların kaymasının düşünülmesinin ve depremlerin nedeninin araştırılmasını geciktirdi; dünyanın düz olduğunu, uca ulaşıldığında aşağı düşüleceğini ileri sürerek, kıtaların keşfini geciktirdi; hastalıkların iyileşebilmesi için kutsal kitaplardaki ayet ve yazıların su içine konarak içilmesini, vücuda muska seklinde bağlanmasını önerdi; yangına, sele, hırsızlığa karşı, kutsal kitaplardaki bazı pasajların okunmasına salık verdi; insanın dünyaya iniş vaktini hesaplattırdı ve bir matruşkanın açılması gibi her kuşakta sona, kıyamete yaklaşıldığını ileri sürdü; dünyanın oluş ve insanın dünyaya iniş tarihini günümüzden 4990 yıl önce, 23 Ekim saat dokuzda olduğunu kayıtlara geçirdi (sanki dünya oluşmadan önce saatler bağımsız olarak varmış gibi; bir de dünyanın çevresinde güneşin doğuşuna göre en az bugün bile birbirinden 24 farklı saat 9 olduğunu anlamadan); en önemli kuram olarak bilim tarihine geçen “Evrim Kuramı”nı 2000’li yılların başına kadar şiddetle ret etti, Âdem ve Havva’yı savundu (sonunda hem Darvin hem de Galille’den özür diledi). Vatikan bilimsel konulara girmenin ve bilimsel bulgulara dinsel bir açıklama getirmenin öğretilerini ve güvenirliklerini azalttığını sonunda anlamış olmalı.
Bu listeyi çok daha fazla uzatmak mümkündür. Ancak şunu söyleyebiliriz: Kilise’nin insan yaşamında ve bilim dünyasında karışmadığı hiçbir şey olmamıştır. Ancak kilise neye karışmışsa sonu birileri için felaket olmuştur. Haçlı seferlerini düzenlemiş, binlerce insanın sonunu hazırlamış; şehirleri yerle bir etmiş, tarihin ve kültürel miraslarının yağmalanmasına neden olmuştur. Misyonlar göndererek dünyada doğa ile barışık inançlara sahip birçok yerel toplumu Hıristiyanlaştırarak aralarına nifak sokmuş; tüketim toplumuna dönüştürerek doğanın tahribine neden olmuştur. Hıristiyanlaştırılan Afrika açlığın pençesinde kıvranmaktadır.
Müslümanlık belirli bir süre belli ki fütuhat (fethetme), cihat (dini yayma), ticaret ve günlük çıkarlarla ilgili işlerle yoğun uğraşmıştı. Birçok Arap düşünürün eski Yunan ve Latin düşünce tarzını kullanmasını yadırgamamıştı.
Bugün övündüğümüz Müslüman düşünür, aydın ve bilim aydınlarının hemen hepsi Latince ve Yunanca tedrisatından geçmiş kişilerdi. Farsça, Arapça, Latince ve Yunancayı anadili gibi bilen Ebu Nasır Muhammed ibn Türkan el Farabî (874-950) ve Farabi’den ders alan İbni Sina ve İbni Rüşt gibi büyük filozoflar daha önceki dini metinleri değil Aristo’nun eserlerini kitaplarına referans olarak göstermişlerdir. Farabî’den 300 yıl sonra, Hıristiyanlığın en büyük doktrineri Thomas d’Aquinas, onun fikirlerini hemen hemen aynen tekrarlayarak otorite olmuştur. Farabî’nin sosyolojik incelemesi olan el-Medinetü’l-Fâdıla adlı eseri, bütün kainatın ve kainat içindeki varlıkların ancak sürekli bir mücadele ile var oldukları tezini işleyerek 5 yüzyıl sonra Hobbes ve Darwin’in ortaya atacakları teorilerin öncüsü olmuştur. Aynı zamanda iyi bir matematikçi olan Farabî, logaritmayı da bulmaya çok yaklaşmıştır. Ancak bu araştırması Batı dünyasında duyulmadığından, sadece İslam dünyasında sınırlı olarak tanınmıştır. Farabî’nin en büyük kazanımı Yunan felsefesini incelemeyle şekillenmiştir. Bu konunun büyük üstadı Aristo’nun eserlerini, aslından çok daha anlaşılır şekilde şerh etmiştir. Bu yüzden yalnız doğu dünyasında değil, batı dünyası da kendisini Aristo’dan sonra gelen Muallim-i Sânî olarak kabul etmiştir (Kaynak: http://www.msxlabs’e göre fadedliver’den) Bu nedenle bilim dünyası bu felsefecileri Aristo’nun ilk yorumlayıcıları ve tanıtıcıları olarak kayda geçirmiştir.
Latin ve yunan kültürünün daha sonraki tutucu inançlardan önemli bir farkı vardı: Her ne kadar Latin ve Yunan kültüründe tanrılar varsa da, yazılı bir kitaba bağlı olunmadığı için, aklın kullanılması da gündemdeydi. Ayrıca, tanrılara kör körüne bağımlılık da söz konusu değildi; zaman zaman tanrılara karşı gelme bile mümkündü. Akıl sınırlanmamıştı…
Bu düşünürlerden sonra İmam-ı Gazali (1058-1111) İslami düşün dünyasında yer alır; bu devirde yetişen ve bugüne kadar da gelen yöneticiler üzerinde derin etki bırakmıştır. İslam dünyasının çöküşü de bu akımla başlar. Çünkü önceki felsefecilerden farklı olarak aklı değil, kutsal kitapları ve sözleri ön plana çıkarır. Gazali'nin şiddetle karşı durduğu kesim aklı temel alan “bilimciler” olarak adlandırılan kesimdi. Bu kesime (yani bilimcilere) göre Allah'ın kullarına bahşettiği en büyük nimet akıldır ve bu nimetten yararlanmayan bir kul en büyük günahkârdır. Akıl yürütmek faaliyeti ise felsefeyi birlikte getirir; yeni durumlara karşı fikir geliştirmeyi sağlar ve alışkanlıklarını gözden geçirmeyi gerektirir. Kaderciler ya da Mütefekkirler olarak bilinen Gazal’inin başlattığı akımın müritleri ise, akıldan önce Peygamberleri ve onların bildirdiği imanı, kitabı esas alır. Onların bir esresinin (noktasının) değiştirilmesini dahi suç sayar. Böylece İslam dünyasının yeni gelişmelere karşı değişebilirliği, yeni önlemler alması, yeni yapılanmalar göstermesi ne yazık ki sıkı bir şekilde kapatılır. En üzücü olanı da bugün din adamlarının büyük bir kısmının başucu kitabı hala İmam-ı Gazali’nin öğretisini içeren kitaplardır. Tehlike hala sürmektedir…
Bütün bunlardan bir ders çıkarmayan ülkemizdeki Müslüman kesim gittikçe artan bir yoğunlukta, Kuran’ı bir bilim kitabı halinde sunmaya çaba göstermektedir. Özellikle 1980 yılından bu yana türeyen ne olduğu belirsiz bir kesim, bilim adamlarınca bulunan her şeyin üstüne atlayarak bu buluşun daha önce bilindiğini vurgulayan uygun bir ayet bulma çabasına giriştiler. Aslında ben bunların samimi bir Müslüman olduğuna inanmıyorum. Çok özel eğitilmiş bir din-bilim kışkırtıcısı olduğunu düşünüyorum. Gerekli kaynakların da bu ülke ve Müslümanlar üzerinde operasyona hazırlanan (yapmaya başladılar bile) ülkelerin gizli servislerinin desteklediğine inanıyorum. Çünkü bu yolla –halkın sempatisi kazanılarak, sırtı sıvazlanarak- ülke en kolay yoldan Ortaçağa sürüklenebilir. Eğer bir de siyasi iktidarı arkanıza almışsanız pupa-yelken…
Dikkat ederseniz, televizyonlarda her gün unvanlı ya da unvansız birtakım insanlar çıkıyor ve o günlerin keşif ve buluşlarını kutsal kitaptaki ayetlerle açıklamaya çalışıyor. Bu bilgilerin kitapta zaten bulunduğunu; ancak bizim yeterince dini eğitim görmediğimiz ve kutsal kitaba eğilmediğimiz için bulamadığımızı söylüyorlar. Biraz daha aşırıya gidenler bu bilgileri bizim kitabımızdan aşırdıklarını bile söylüyorlar.
Kök hücre diyorsunuz birileri kutsal kitaptan bazı ayetleri önünüze koyuyor, deprem diyorsunuz birileri başka ayetleri önünüze koyuyor, uzayda yolculuk diyorsunuz bir başkasını önünüze koyuyorlar. DNA diyorsunuz, birileri bu şifrelerin zaten Kuran’da yazılı olduğunu söylüyor. Ancak evrimle mücadele işini hiç kimseye bırakmıyorlar. Yüzlerce yayın, onlarca bilim adamı taslağı akıllarınca Evrim Kuram’ını çökertmek için kendilerine göre belgeler sunuyorlar. Üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalışan ve her sabah televizyonlarda konuşan, sorunlara güya açıklama getiren bilim adamı kadrosundan maaş alan biri, işi daha da ileri boyutlara taşıyor: Sınavda başarılı olma duası, zihin açıklığı duası, mutlu olma duası, erkeği ev bağlama duası, şu anda soysal olarak bir türlü çare bulamadığımız birçok sorunumuz için dualar olduğunu söylüyor. Cep telefonlarımıza borçlarımızın azalması ve ödenmesi için “borç yaz” galiba 4345 gibi bir rakam yazarak gönder diye mesajlar bile gelmeye başladı. Vatikan’ı bile geride bırakmak üzereyiz…
Acaba din adamları ve bu işe baş koymuş insanlar, bilim gibi zor işleri dinin içine sokacağına, dinin sosyal olaylardaki etkisini ve yararlarını niye işlemiyor dersiniz? Çünkü kutsal kitabı bilim kitabı olarak sunmaya çalıştığınızda er ya da geç bunun böyle olmadığı açığa çıkacak ve güven zayıflayacaktır. Birileri çıkıp da bunca yıldır bu kadar yoğun okumanıza karşın neden bilim dünyasına kutsal kitaplara atıf yaparak bir bilimsel buluşu yapmadınız diyebilir. Aslında gidiş de bu yönde, kutsal kitapların amacını ve etkisini zayıflatma yönünde. Ancak bunun çok ani sonuçları hemen görünmüyor; çünkü bir kısım kutsal kitabı bir defa bile okumuş değil, bir kısmı okuyor ancak hiç bir şey anlamadan okuyor, bir kısmı okuyor ve anlıyor; ancak yorumunu çıkara göre yapıyor. Bir bilim adamı olarak şunu açıkça söylemeliyim: Dünyadaki hiçbir (temel bilimlere yönelik) bilimsel buluş dünyadaki hiçbir kutsal kitaptan esinlenerek ya da onlardan yararlanarak bulunmamıştır, yapılmamıştır; yapılmayacaktır da. Söyleyenler tümüyle yalan söylemektedir.
Dinin öncelikli işlerinin arasında tedaviye yönelik sağlıkla ilgilenmesi bulunmamalıdır, çünkü tıp bilimi vardır; hekimlerin da birinci derecede uzayla ilgilenmemesi gerekiyor çünkü astronomi bilimi vardır; ruhban sınıfının evrimleşme ile ilgilenmemesi gerekiyor çünkü jeoloji ve biyoloji bilimi vardır. Bilimlerin hepsinin öğretisinin yapıldığı belirli okul ve yerler var. Dinin buralardan uzak tutulması gerekiyor. Yaşamın her alanına sokmaya çalışırsanız bir gün tümüyle tasfiye olursunuz.
Dinin asıl alanı, insanların sosyal ilişkilerinin belirli bir düzene konulması, ilişkilerin olması gereken kurallar içinde yürütülmesi ve en önemlisi ölüm gibi çaresiz kaldığımız bir olayda ya da şu anda çaresiz kaldığımız olaylarda kişiyi teskin etmek gibi görünüyor. Çaresizliğin olduğu her yerde kişi kendine yeterli değilse din gerekli. Uzun yıllar da gerekli olacağa benziyor.
Bu durumda dinin erdemlerinden söz ederken özellikle sosyal olaylardaki etkisini gündeme getirmelisiniz. Ancak her nedense hangi dinden olursa olsun, olması gerekenden daha tutucu olan kesimler buna hiç yanaşmıyor; hep bilim arenasında boy göstermek istiyorlar. Açıkça sosyal alana girdiklerinde kendilerinin canını sıkan bir şeyler olduğunu görüyor ya da hissediyorlar. Bu nedenle bilim adamlarının yıllarca çalışıp insanoğlunun hizmetine sundukları bir şeylere talip oluyorlar. Bunun tersinin kendilerine sorulmasından çekiniyorlar, korkuyorlar. O zaman ben yine de sorayım:
Vatikan iki bin yıl boyunca etkisini gösterdiği topluluğa ne verdi? Teraziyi doğru kullanalım. Müslümanlık yaklaşık 1400 yıldır bu coğrafyada. Geçmişi kurcalamaya kalkışınca kuyunun dibine düşebiliriz diye sadece son yüzyılın muhasebesini yapalım. Bir şeylerin eğri gittiğini; ancak hep eğri gittiğini ilk olarak görmeliyiz. İlk olarak şu alışkanlığımızdan kurtulmalıyız: Aslında … iyidir; ancak insanlar iyi uygulamadı. Bu cümleyi değişik şekillerde her yere uygulayabiliriz. Çocuğum çok zeki ama çalışmıyor; yetenekli ancak hevesli değil; başaracak ancak hocası, müdürü, amiri iyi değil. Bütün bunlar asıl sorunu gizleme çabasıdır. Biz soruya tekrar geriye dönüyoruz: Yaklaşık 56 İslam ülkesinde bilim ve sosyal organizasyon niye gelişmedi? Demokrasi ve insan hakları niye yerleşmedi? Kişilerin arasında saygıya dayalı ilişkiler neden bir türlü oluşturulamadı? Yöneticileri neredeyse ayrıcasız ülkesinden çaldıkları paraları neden can düşmanı bildikleri ülkelerin bankalarına yatırdılar, yatırıyorlar?
Son ekonomik krizde sadece körfez ülkelerinin Amerikan bankalarında 20 gün içinde yitirdikleri para 2 trilyon dolar. Amerika aslında bu krizin faturasını büyük ölçüde biz Müslümanların sırtına yüklemiş durumda. Son yirmi yıldır körfez ülkelerinin Amerika başta olmak üzere satın aldıkları silaha ödedikleri para 1.9 trilyon dolar (sanki bu silahları kullanacaklarmış gibi). Şu anda bu ülkelerin batı bankalarındaki paralarının 2 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Ne geçmişte ne de bugün bu paralardan “dinimize göre faiz haramdır” inancı ile hiçbir suretle faiz de almadılar. Bu bankaların önemli bir kısmının İsrail devleti ile yakın ilişkide olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla İsrail dolaylı ya da doğrudan bu paraları faize vererek Müslümanların sırtından “paradan para” kazanmaktadır.
Şu andaki Müslüman ülkelerin (yakın zamana kadar Türkiye bunların dışındaydı) hemen hepsi şu ya da bu şekilde dini kuralların ağırlıklı olduğu bir yönetim biçimine sahiptir. Dinimizde haram da şiddetle yasaklanmıştır. Ancak Türkiye’nin de tüm gücüyle destek verdiği, Amerika’nın son Ortadoğu operasyonlarında bilinen; ancak açıklanmayan bir gerçek su yüzüne çıktı. Müslüman Mısır başkanı Mübarek’in ve çocuklarının 100 milyar, Kaddafi’nin ve çocuklarının bir o kadar; açıkça bilinen Müslüman ülkelerinin başkanlarının hemen hepsinin şu ya da bu şekilde batı ve özellikle Amerikan bankalarında, halklarından çaldıkları paralar bulunmaktadır. Libya’nın (daha sonra diğer Müslüman ülkelere sıranın geleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın) petrolüne konmak için yola çıkan ve biz dâhil Müslüman ülkelerin önemli bir kısmının “Libya’daki muhaliflerin ve demokrasi âşıkları diye pazarlanan, ne oldukları yakında ortaya çıkacak bir kesimin) silahlanması ve kışkırtılması için desteğini hatta parasal desteğini alan batı, özellikle bu ülkelerin cumhurbaşkanlarını ağzında sakız çiğneyerek karşılayan, Türkiye Dışişleri bakanını diğer konuklardan farklı olarak sarayının giriş kapısında memuruna karşılatan (bu pervasızlıklarının nedenin bizim yöneticilerimiz hakkında bizim bilmediğimiz çok önemli şeyleri biliyormuş olmasından kaynaklanabilir), Fransa Başkanı Sarkozy, Libya’daki muhaliflerin hemen kullanması için Fransa’da bloke edilmiş paranın 15 milyar dolarının (bu serbest bırakılan paranın toplam bloke edilen paranın sadece %20’si olduğu söyleniyor) serbest bırakılması için karar (01.09.2011 tarihi itibariyle) çıkartıyor. Müslüman ülkeyi demokratikleştirme girişimini başlattığı için de Libya petrollerinin ilk ağızda %35’inin kullanma hakkını alıyor. Batının Irak, Afganistan, Somali, Mısır; sırada Suriye, İran (ve gerisini de tahmin ediyoruz; çünkü yaklaşan ateşin sıcaklığını hissediyoruz) için gösterdikleri demokrasi aşkını yöneticilerimizin övgüleriyle de hayranlıkla izliyoruz. Gelirini (yabancılara koklatmadan) halkı için en çok kullanan Libya’nın demokrasi adı altında terbiye edilmesi gerekiyordu; öyle de yapıldı. Demokrasinin “D”sini bile halkına vermeyen, sadece inanılmaz miktarlara ulaşmış parasını batının bankalarına faizsiz yatıran ülkelerin idaresine ne batıdan ne de bizim demokrasi aşığı yönetimlerimizden “gık” sesi çıkmıyor. Müslüman ve diğer tutucu ülkelerin haricinde hemen herkes bu günkü “Demokrasi” dayatmasının bir özgürleşme biçimi olmadığını ve o amaçla dayatılmadığını; hedefteki ülkelerin istikrarının insani değerler adı altında bozulması demek olduğunu anladı. Bunu anlamak için son yarım yüzyıla bakınız. Batı nereye demokrasi götürdü de, götürdüğü ülke, gerçek demokrasiye, istikrara ve huzura kavuştu?
Ülkelerinde din deyip başka bir şey telefuz etmeyen, ülkelerinin din devleti haline dönüşmesi için her yolu deneyen insanlar, neden başka bir Müslüman ülkeye değil de İslam düşmanı olduğu ülkelere sığınıyorlar ve onların desteğini alıyorlar? Ülkelerinde kardeşkanının akmasını neden durduramıyorlar? Yöneticilerinin seçilmesinde, ayakta kalmasında, yöneticilerinin verdiği kararlarda, yine İslam düşmanı olan ülkelerin neden bu denli etkin olmasını önleyemiyorlar? Ülkelerinin doğal kaynaklarını neden peşkeş çekiyorlar? Neden ülke yönetimleri dışarıdan bu kadar manüpile ediliyor?
Dinin en önemli görevi insanları ahlaklı yapmak olduğuna göre, dini bütün ülkeler ile küçümseyerek baktığımız gerçek laik ülkeler arasında sosyal olarak önemli farklar olmalı. Örneğin çocuğa, kadına, düşküne, sakata çok daha fazla değer verilmeli; hakları korunmalı; el üstünde tutulmalı. Hırsızlık, ırzsızlık, yalan, dolan, rüşvet, irtikâp, sahtecilik, adam kayırma, devleti soyma, bin bir rezillik daha az olmalı. Sanata, edebiyata, güzel sanatlara yatkınlık daha fazla olmalı; insanların sosyal ve kültürel gelişmesi ön planda tutulmalı. Şehirler insan onuruna yakışacak mimaride olmalı. Bu şehirlerde yaşayanlar birbirine saygılı olmalı; Allah korkusundan dolayı suç oranı en az olmalı. İnsanlar temiz ve bakımlı olmalı. Doğaya saygı tanrı buyruğu olduğu için doğası en az tahrip edilmiş olmalı. Geçmişin mirasına sahip çıkılmalı, tarihi eserler insan eliyle tahrip edilmemiş, kitaplıklar, sanat eserleri, hangi dinden ve kültürden ya da milletten olursa olsun korunmuş olmalı. Özellikle yer altı zenginliklerinden edinmiş oldukları parasal kaynakları halkının eğitimi, refahı ve kültürel, sanatsal gelişimi için kullanmış olmalı. Tanrı karşısında eşit olan insanın yöneticiler karşısında da eşit hakları olmalı. Ez cümle: Dünyanın bir yerlerindeki bir insan ya da geçmişteki bir insan ya da gelecekteki bir insan, bu kültürde yetişmiş bir insanın sanata, bilime, mimariye, insan haklarına, aydınlanmaya, insanı insan yapan değerlere yapmış olduğu katkılardan dolayı şükran duyarak “Allah Razı Olsun” sözcüğünü kullanmalı. Başka ülkeleri silah yoluyla işgal eden ve oraları kendi dinine çevirmek için baskı uygulayan; kelle alan, şehirleri yıkan, sefer ve cihatları gerçekleştiren insanları överek bir yerlere gidemeyeceğimiz anlaşıldı. Sizin önem verdiğiniz bir büyüğünüz ya da ünlü komutanınız, sultanınız, kralınız, unutmayın ki bir başkasının cellâdı olmuştur. Dürbünün bir tarafından bakarak doğruyu bulamazsınız. Dünya tarihinde büyük insan, dürbünün ne yanından bakarsan bak büyük görünen insandır…
“İyi de binlerce yıldır bu öğretiler bu coğrafyaya ne getirdi, insanlığa ne kazandırdı?” sorusuna doyurucu yanıt veremeyenler, alın teri ile kazanılmış bilimin ürünlerini sahiplenmek suretiyle biraz daha yol almaya çalışıyorlar. Bunun dinlerdeki karşılığı –tam anlamıyla- haram yemedir. Aslanda doğanın milyonlarca yıl önce hazırlamış olduğu yer altı zenginliklerini bu bağlamda petrolü ve doğal gazı birilerine çıkarttırarak ondan nemalanmak da helal sayılacak bir yol değildir: Bunun da sosyal dünyadaki karşılığı miras yeme ya da miras horluktur. Şu andaki İslam dünyasındaki devletlerin neredeyse tümü bu tanımların birinden birine uymaktadır. Nedense İslam dünyasının gözden düşen, sürülen ve şu ya da bu şekilde ülkesinden ayrılmak zorunda kalan dindarları başka bir İslam ülkesine değil de Amerika, İngiltere ve Fransa gibi İslam düşmanı olan ülkelere yerleşmeyi tercih etmektedirler. Ancak Amerika’nın kullanacağından fazla imamı barındıracağını düşünüyorsanız yanıldığınızı göreceksiniz.
Bence İslam dünyasının helal kazanma yolunu araması ve bunu muhakkak ve muhakkak başarması gerekiyor. Bizim çocuklarımızın ve torunlarımızın da bilime, sanata, edebiyata, insanlığa yaptığı katkılardan dolayı babaları, dedeleri ve ataları ile övünmesi gerekiyor. Biz bu ataları yetiştiremedik; bu kafayla gidersek hiçbir zaman da yeterince yetiştiremeyeceğiz. Bizimle övünecek ya da bizi yerecek, dilimizi kullanan ve dinimize sahip çıkan kuşakların bu coğrafyada bağımsız ve özgür olarak yaşaması kuşkusu bile doğmuştur.
Geçmişte yaptıklarını gelecekte yapmayı hala düşünüyorsan ve yaşam tarzını değiştirmeyi düşünmüyorsan, sonun geçmiştekinden farklı olmayacaktır. İslam dünyasının şu anda görünür pili yer altı zenginlikleridir; stratejik konumudur; emperyalist ülkelerle girmiş olduğu kirli ilişkilerdir; bunların hiç biri sürekli değildir ve yenilenebilir de değildir. Yakında bu ampulün sönükleştiğini hepimiz göreceğiz. Ancak fiziğin acımasız iki kuralı: Zaman ve ölüm geriye döndürülemez; bize neyin ne olduğunu öğrettiğinde yapacak bir şeyimiz kalmamış olabilir. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar sözü de boşa söylenmemiştir. Bu coğrafyaya karanlık basıyor, yatsı vakti yaklaşıyor; ey ahali aklınızı başınıza toplayın…
Sevgili Kardeşim
Doğrusunu yanlışlarının üzerine oturtan her toplum er ya da geç bunun ceremesini çeker. Batı, “Aydınlanma Çağı” olarak bilinen bir atılımla bu bataklıktan kurtuldu.
Darısı, yanlışını sürdürmek isteyenlerin aydınlanmasına… Biz bu sürecin neredesindeyiz? Merak ederseniz okuyunuz…