TÜRKİYE CUMHURİYETİ KALACAK MI? YOKSA FARKLI BİR KİMLİĞE Mİ BÜRÜNECEK?
“Bu yazıyı okuyan bugünün üniversite öğrencileri sonucu görebilir”
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi
Dünyada hiçbir ülkeye nasip olmayan bir mirasımız var. Dünyanın geçmişinde bir ülkede en fazla bir imparatorluk kurulmuş. Sadece Anadolu topraklarında üç imparatorluk kurulmuştur.
Hitit İmparatorluğu: Bildiğimiz en eski imparatorluktur. Kendi kayıtlarına göre dili, dini ve ırkı en az iki farklı topluluktan oluşmuştur. MÖ 2000 yıllarında en eski Hint-Avrupa dili olarak bilinen Nesice (daha sonra Hititçe olarak bilinir) dilini konuşan bir topluluk, Avrupa’dan Anadolu’ya göç ederek yerli halk olarak bilinen ve zaman zaman Türkçeye yakın olduğu ileri sürülen, aglutinant bir dil yapısıyla konuşan Hatti beylikleri üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Hattiler ise, Avrupa’dan bu göç gelmeden önce, bugünkü Kapadokya olarak bilinen alan ile Karadeniz kıyılarına kadar olan bir bölgede egemenlerdi. Yani bu imparatorlukta dil yapısı birbirinden çok farklı olan Hititler (öz Türkçeleştirme sırasında dilimizde bu topluluğa Etiler dendiyse de çok tutunmadı) ve Hattiler birlikte yaşamıştı. İmparatorlukta bu dillerin yanı sıra Luvian (daha çok dini konuların dili) ve Pala dilleri ve ayrıca komşu ülkelerin dilleri de kısmen kullanılmıştı. Yazıda da bir bütünlük yoktu. Resmi yazışmalar Asur (Akad) çivi yazısıyla ve Hurrice olarak bilinen bir dille yapılırken, kabartmalar ve diğer yazılar bir çeşit Hiyeroglif (Luvian dilinin bir lehçesiyle) tarzıyla yapılıyordu. Binlerce tanrısı olan ve belli ki bir bütünlük göstermeyen bir din yapısına sahipti.
Bizans İmparatorluğu: Roma İmparatorluğunun MS 395 yılında doğu batı diye ayrılmasıyla ortaya çıktı. I. Konstantin MS 330 yılında başkenti bir Yunan kenti olarak bilinen Byzantio’ya taşıyıp, kente Konstantinopolis (Costantinopolis) adını verdi. Çok tanrılı Roma halk dinini bırakarak Hıristiyanlığı seçti. Bizans her ne kadar başşehirde Yunancayı dil, Hıristiyanlığı da din olarak kullandıysa da egemen olduğu topraklarda çok dillilik ve çok dinlilik egemendi.
Her ne kadar din bütünleştirici bir görev yapıyor safsatası yayılmaya çalışılıyorsa da, ne geçmişte ne de günümüzde herhangi bir coğrafya da böyle bir bütünleştirici etkisi görülmemiş; üstelik toplumların dogmanın esiri olarak parçalara ayrılmasına neden olmuştur. Ortaçağın karanlık dönemleri tarihin en önemli acı olaylarına tanık olmuştur. Uzağa gitmeye gerek yok, Ön Asya, Arap toplulukları, hatta burnumuzun dibindeki Suriye, Irak, İran dinsel ayrışmanın pençesinde kıvranıyor. Bizans’ın yıkımı sırasında ulemanın bir iğnenin ucunda kaç melek ikamet ediyor sayısını tartıştığı söylenir.
Osmanlı İmparatorluğu: Bilindiği gibi Türkmen geleneğinden köken alan ve Şamanizm ile yoğrulmuş İslam dinini benimsemiş Osmanoğulları beyliği ile başlamış, İstanbul’un alınışına kadar Osmanlı Devleti olarak egemen olmuş ve İstanbul’un alınışından sonra da Osmanlı İmparatorluğuna dönüşmüş, 1299 (ya da 1302)-1922 yılları arasında egemenliğini sürdürmüş bir imparatorluktur.
İstanbul’un alınışına kadar saf denecek belirli bir dine, belirli bir dile belirli ve bir ırka sahipti. İstanbul’un alınışından sonra Bizans’ın değerli devlet adamlarını ve bilim adamlarını yönetimine katması ile yani bir anlamda Bizans İmparatorluğunun idari sistemini benimsemesiyle imparatorluğun kurulması gerçekleşti. Bizans’ın olağanüstü devlet idaresi deneyimi yeni kurulan Osmanlı İmparatorluğuna güç verdi. Ne zamana kadar? Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı işgal edip, orada yaygın olan Müslümanlığın bir kolu olan Aşari mezhebine bulaşıncaya kadar. Bağnaz, gerici ve tutucu Aşarilerin 1000 kadar dini liderini (ulemayı) İstanbul’a getirip onlardan icazet almaya başlayınca, Osmanlı imparatorluğunun çöküşü başladı. Bu çöküşü önlemek için birçok girişim yapıldı. Çoğu da bugün olduğu gibi batılı devletler tarafından tezgâhlandı. Bunlardan en önemlisi ise özgürlük, insan hakları ve uygarlık sosuna bandırılmış Tanzimat Fermanıydı.
Osmanlı İmparatorluğu, batılılarca bize özgürlük ve uygarlık girişimi olarak dayatılan Tanzimat Fermanı ile halkını Türk, Yunan, Ermeni, Bulgar, Macar, Boşnak, Arap ve Kürt gibi etnik grupları üst kimlik olarak tanımlamaya ve tanımaya başlamıştır. Bunu izleyen yıllarda bu etnik gruplar bir bir isyan ederek Osmanlı’dan kopmuşlardır. Kalanlar ise belli ki hazırlanmakta olan yeni anayasayı beklemektedir. Her kim yeni anayasada yeni bir etnik kimlik tanıyarak ayrıcalıklı bir yer vermeye kalkışırsa, bu ülkenin er ya da geç parçalanmasına neden olacaktır.
Bu topraklarda her üç imparatorluğun yıkımına en önemli neden olan dinsel faktörü, devlet idaresinden “laiklik tanımı ile” uzaklaştırmaya çalışan ilk lider (aynı zamanda ilk Müslüman lider) Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. Laiklik kavramını çarpıtarak hazırlanmakta olan anayasaya sokuşturacak her düşünce ve girişim, bu ülkenin, bizden öncekiler gibi bunalımlara düşmesine neden olacaktır.
Roma İmparatorluğuna ne oldu, niye oldu?
Bilimsel çalışmalarda dıştan bir örnek de verilerek karşılaştırma yapılması istenir. Bu durumda her ne kadar uzantısı topraklarımızda hüküm sürmüş ise de, dünya tarihinde en önemli bir süreci yaşatan Roma İmparatorluğunun çöküş nedenlerini vermemiz çok yararlı olacaktır.
Roma Krallığı (M.Ö 9’ncu yüzyılda kurulan) ve Roma Cumhuriyeti olarak başlayan, Augustus liderliğinde M.Ö birinci yüzyılda İmparatorluğa dönüşen Roma İmparatorluğu, M.S. 395 yılında doğu ve batı diye ikiye ayrıldı, Batı Roma imparatorluğu (Katolik Mezhebini kabul edenler) her ne kadar kuzey kavimlerinin istilasıyla yıkıldı deniyorsa da aslında Hıristiyanlığın dogması nedeniyle zayıf düştüğü için; Doğu Roma İmparatorluğu (Ortodoks Mezhebini kabul edenler) da yine dini çekişmeler sonucu zayıfladığı için 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’e teslim olmak zorunda kaldı. Avrupa’nın bilinen en büyük en uzun varlığını sürdürmüş (1200 yıl) İmparatorluğuydu.
Roma Cumhuriyetinin ve İmparatorluğunun dini anlayışı muğlâktı. Din, başlangıçta devlet mekanizmasına etki eden büyük bir faktör değildi. Bu nedenle insan aklına dayalı Roma Hukuku hukuk biliminin en temel taşını oluşturdu.
Bir devlet idaresinin dini yönlendirmeler ile yürütülmesinin tehlikelerini sezinleyen imparator Nero ve özellikle daha sonra gelen Diokletian döneminde Hıristiyanların görüldüğü yerde öldürülmesi için fermanlar çıkarıldı. O günün imparatorları “Roma din devleti olursa, bu Roma İmparatorluğunun sonu olur” düşüncesine varmışlardı. Öyle de oldu.
Ancak M.S 380 yılına kadar başlangıçta Roma, daha sonra Yunan tanrıları ila idare eden Roma İmparatorluğuna bu tarihten sonra Hıristiyanlık egemen oldu; kavgayı, sürtüşmeyi, işkenceyi, hak ihlallerini, adalet kurallarının çiğnenmesini birlikte getirdiği için, zayıfladı ve kuzeyden gelen Vandallara karşı savunmasız kaldı. M.S 4 Eylül 476 yılında Batı roma İmparatorluğu bu saldırılarla resmen son buldu. Batı Roma İmparatorluğu son bulmadan önce, dini uyuşmazlıklar nedeniyle Batı ve Doğu Roma diye M.S 395 yılında ikiye bölünmüştü.
Çünkü Roma imparatorluğunda, 391 yılında, imparator I. Theodosius’un fermanıyla Hıristiyanlık dışındaki dinlerin tümü yasaklanmış ve işkence, adaletsizlik, baskı ve bağnazlıkla simgelenen Ortaçağa giriş bu fermanla başlamıştır. Devletin dininin Hıristiyanlık olarak tescil edilmesini izleyen birkaç yıl içinde (M.S.395) 1200 yıllık Roma İmparatorluğu parçalanmıştır. Ortaçağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü olan M.S. 476 yılından başlamış ve bağnazlık bataklığına saplanmıştır Doğu Roma İmparatorluğunun ortadan kalktığı tarih olan 1453 yılına kadar sürmüştür. Tarihin bu bölümünde, Avrupa, neredeyse bin yıl kan kustu. Anayasamıza dini unsurları sokanlara (1982 Anayasası) ve sokmaya çalışanlara duyurulur…
İmparatorlukların ortak özellikleri nelerdir?
Öncelikle çok ırklı, çok dilli ve çoğunluk çok dinli olmalarıdır. Kural olarak imparatorlukta bu unsurların birinin ötekisine baskısı en aza indirilmiştir. Ortak çıkar olduğu sürece de usulüne uygun bir yönetimde bu birlik sürdürülür. Ancak ekonomik zorluklara ilaveten bir yerlerden kışkırtılan topluluklar bu birliğin parçalanmasını sağlar. Bu kışkırtma ırk ayırımı ile de, dil ayırımı ile de, din ayırımı ile de başlatılabilir. Hangisinin seçileceği imparatorluğu oluşturan toplulukların yapısına bağlıdır. Bu nedenle de bugün ayakta kalmış bir imparatorluk yoktur. Fransa İmparatorluğu da, İngiliz imparatorluğu da (Birleşik Devletler) yıkılmıştır. Devlet nitelikli bazı imparatorlukların bugün ad olarak kalması sadece geçmişin bir sembolü olmasındandır (Japon İmparatoru gibi). İngiltere (Britanya) adasında sıkı tarihi bağlarla birbirine bağlanmış, aynı dilin farklı şivesini konuşan İskoçya ve İngiltere, aynı şekilde Belçika’da Fransızca konuşan Valanlar ile Flemengçe konuşan Flamanlar ayrı devlet olma peşindeler. Bir bütün olarak bildiğimiz Almanya’da bile farklı bir lehçe ile konuşan Bayern bölgesi, Bavyeralı olarak kendilerini ayrı görüyorlar.
Benim kuşağımın tanık olduğu, adı imparatorluk olmasa bile, bir imparatorluğun unsurlarını barındıran iki devlet olmuştur. Birisi dini ve ırkı ret etmiş olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti idi. İdari şekli ne olursa olsun içerdiği unsurlar bakımından bir imparatorluk görünümü veriyordu. Kural olarak herkese, eğitimde, sağlıkta, politikada ve diğer tüm işlerde aynı hakkı verdiği biliniyordu. Her ne kadar resmi ya da devlet dili Rusça idiyse de, içerdiği unsurların kendi dillerinde yaygın eğitim yapmasına da izin verilmişti.
Emperyalistlerin dolduruşuyla, barış Nobel ödülü verilmiş Mihail Gorbaçov (25 Aralık 1991’de istifa etmesine karşın), özgürlük, daha fazla demokrasi ve insan hakları vaveylası etkisinde, o günün gözde söylemeleri olan Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) eylemleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerini yıktı. Aralık 1991’de bir araya gelen Belarus, Ukrayna ve Rusya, Sovyet Sosyalist Birliğini fes ettiklerini ve bunun yerine bağımsız devletlerin kurulacağını beyan ettiler. Bu üç ülke de, küçük farklar olsa bile, aynı dili konuşuyor, hemen hemen aynı dinin aynı mezhebine inanıyor ve ırk olarak aynı kökten geliyorlardı. Gorbaçov’un birileri tarafından güdümlenmiş hain politikası da foyalar düşünce ortaya çıktı. Batının, özellikle Amerika’nın dünyayı ele geçirme politikası artık gerçekleşebilirdi. Irak’a, Afganistan’a, Libya’ya, Sudan’a, Somali’ye saldırabilir, Kazakistan, Gürcistan, Bulgaristan, Kırgızistan, Kazakistan ve Polonya’ya asker yerleştirebilirdi. Sırda bekleyen ülkeler de bu girişimin kaymağı olacak. Bizdeki açılım, yeniden yapılanma ve daha fazla özgürlük söylemleri o günün söylemlerine ne kadar benziyor. Dileriz bu bir basit rastlantıdır…
İmparatorlukların diğer bir ortak özelliği, çöküşleri sırasında yaşananlardır. Barındırdıkları unsurların etnik, dini ve kültürel farklılıkları nedeniyle özellikle dış mihrakların da kaşımasıyla, bir zamanlar imparatorluğun üyeleri olan kesimlerin baş kaldırmaları ve ülkeyi karmaşalığı sürüklemeleri ile imparatorluk egemenliğinin sonlanması ortak özelliktir.
Bizim tanık olduğumuz, adı öyle olmasa da yapısı itibariyle bir imparatorluk özelliği gösteren ülke Amerika Birleşik devletleridir. Farklı ırklardan, farklı dinlerden ve farklı dillerden oluşmuş yapay bir topluluktur; aslında imparatorluktur. Ancak diğerlerine göre önemli bir avantajı bulunmaktadır. Bir defa hiç kimse burası benim atalarımdan gelen toprağımdır deyip sahip çıkamıyor (çıkabilecek yerli halkı da sistematik bir şekilde yok ettiler). Dinle bağlantılı kavga yaşamadılar. Dillerini de dünyanın bilim dili yapmaları nedeniyle herkesin muhtaç olabileceği bir dil yapısına dönüştürdükleri için kimsenin sesi çıkmıyor. Bu nedenle bu imparatorluğun yıkılması zor görünüyor. Kaldı ki bu imparatorluk, dağılmayı bir yana bırakalım, küresel ticaret ve politika sloganı ile diğer ülkeleri adı konmamış bu imparatorluğa bağlı köle durumuna getirmek istiyor.
Bunun en kolay yolu da, ekonomisi için tehdit olarak algıladığı ülkelerin Ar-Ge (araştırma geliştirme) gücünü kırma ya da zayıflatma olacaktır. Ar-Ge’nin olmaz ise olmaz özelliği, bir malı belirli bir sayıda üreterek pazarlamadır. Ancak o zaman bir ürünün geliştirilmesi için gerekli kaynak sağlanabilir. Böyle bir olanak ancak nüfus ve ekonomik etkinlik bakımından belirli bir büyüklüğe ulaşmış ülkelerde olabilir. Örneğin senede 2 milyon buzdolabı satan bir ülke buzdolabı için dişe gelir Ar-Ge yapılabilir. Belirli sayıda araba üreten ve satan bir ülke piyasaya yeni tasarımlarla çıkabilir. En azından iç piyasası buna izin vermelidir ya da sağlamalıdır. Bunu yapacak ülkelerin sayısı bellidir. Türkiye de bunların içindedir. Yani Türkiye (bu cümleden İran ve belki Mısır) batı kapitalizmi için en azından bazı malların üretimi konusunda gelecekte ciddi rakip olabilir. Bunu önlemenin en iyi yolu bu ülkeleri ekonomik olarak daha küçük parçalara bölerek etkinliğini azaltmadır. Silahlı bölme her zaman iyi sonuç vermediği gibi pahalıya da gelmektedir. En iyi yol insanların hiçbir zaman vazgeçemeyeceği, en duygusal yanını oluşturan ırkını, dinini ve dilini kullanarak bölmedir. Bunu sağlamanın en kolay ve ucuz yolu da daha fazla demokrasi, insan hakları, daha fazla özgürlük gibi kavramları istismar etmedir. Dünyadaki birçok ülkenin ve bizim geldiğimiz nokta budur.
Bu coğrafyanın kapitalist sistemle boy ölçüşebilmesi için bölünmeye değil aksine bütünleşmeye ihtiyacı var. Keşke Irak’ta oynan oyunu zamanında fark edip onlarla ekonomik bütünlüğe girebilseydik. Keşke bütün bunlardan ders alıp Suriye, Gürcistan, Azerbaycan, hatta İran ile ekonomik birlik kurabilsek. Bölünmüş bir Türkiye ve İran İslam dünyasının sonunun hazırlanmasında en önemli etken olacaktır. Bu açıdan bakarsak bu ülkelerde bölünmeye yol açanlar, bölücü hareketlere destek sağlayanlar, batının yıkıcı dümen suyunda gidenler, sadece kendi ülkeleri için değil, aynı zamanda ait olduğumuz İslam dünyası için de bir tehlikedir. Aynı oyun Irakta oynandı; Libya’da, Tunus’ta ve Mısır’da oynanmaya başlandı, Suriye’de tezgâha konuyor. Sıradakiler malum; turpun büyüğü torbada. Torbanın düğümünü çıkarılacak anayasa çözecek.
Tersi bir örnek istiyorsanız en çarpıcı olanı verelim…
Bütün bunları anlayabilmek için tersine uygulanan bir örnek verelim. Endonezya 17.508 adadan meydana gelmiştir. Nüfusu yaklaşık 250 milyon kadardır. Birbirini neredeyse hiç anlayamayacak kadar farklı 250 kadar farklı dil vardır. Büyük bir kısmı Müslüman olmakla birlikte çok farklı din (keza Budizm, Hinduizm, putperestlik, Şamanizm, ateistlit ve Hıristiyanlık) birlikte bulunur. Otuz üç eyaletten oluşmakla birlikte üniter bir devlettir.
Büyük adalar birbirinden mesafe olarak farklı ülkeler olacak kadar uzaktır. Uçakla bir adadan öbür adaya gitme saatler, deniz yolları ile gitme de günler sürer. Her adanın kendine özgü giyimi, dili (şivesi), geleneği vardır ve adaların halkı birbirinden kolayca fark edilebilir özeliklerdedir. Yani ayrı ayrı birer devlet olmak için hemen her şey mevcuttur. İç içi girmemiş doğal sınırlarla birbirinden tartışmasız ayrılmıştır.
Ancak üniter yapısını korumaktadır ve kimsenin de ayrılma gibi büyük bir çabası yoktur. Bunun nedenini merak edebilirsiniz. Bunun nedeni Endonezya'nın "Çoklukta birlik" anlamına gelen ulusal sloganı “Bhinneka Tunggal Ika”nın anlamında ve uygulamasında yatmaktadır.
Bu kadar çeşitli dil olmasına karşın, bir bütünlük içinde tutabilmek için adaların hepsinde aslında Malezyaca olan bir dili biraz değiştirmek suretiyle Endonezyaca “Bahasia” diye tanımlamış ve adaların tümünde ve her okulda ana dil olarak okutulmasını karar bağlamışlardır. Böylece dil çatışmasını bertaraf etmişlerdir. Dini hizmetleri devletin görevleri arasından kaldırmış herhangi bir dine ya da din mensubuna devlet bütçesinden yardım edilmemesi karara bağlanmıştır. Din adamları devlet memuru yapılmamıştır. İkinci çatışma ve sürtüşme nedeni de böylece ortadan kaldırılmıştır.
17.508 ada, yüzlerce dilden oluşmuş Endonezya bir bütünlük içerisinde dünyanın güçlü devletleri içine girerken, aynı coğrafyayı, aynı şehirleri, aynı mezarlığı paylaşan, kız alıp veren toplulukları yasayla farklılaştırma çabaları her halde cinnet olmalı…
TÜRKİYE CUMHURİYETİ YAŞATILACAK MI YOKSA BÜTÜNLÜK BOZULACAK MI?
Mihail Gorbaçov’u pohpohlayanlar birçok başka lideri de pohpohlamaktadır. Aslında daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları, daha çok demokrasi, çeşitlilik, mozaik toplum, çok kültürlülük, çok dillilik, açılım, saçılım gibi söylemler insan kulağına çok hoş geliyor. Ancak bu pembe tabloda, bizim kaderimizi çizecek yeni bir yol olduğu gerçeği de gözden kaçıyor. Bu gerçeği ve senaryoyu, Osmanlı yaşadı, Sovyetler yaşadı, yakın zamanda Çek Cumhuriyeti yaşadı, balkanlar ve özellikle Yugoslavya acılı bir şekilde yaşadı.
Acaba biz Mars’ta mı yaşıyoruz; başka sosyal kurallara mı bağlıyız? Bunu anlamak için kâhin olmaya gerek yok, bu yazıyı okuyup da anlayan herkes bu olaylara tanık oldu. Biz Osmanlıyız, bize bir şey olmaz düzmecesi, Osmanlıdan kalan dini tevekkülün bir uzantısı olmalı. Osmanlı hayranı olanlar belli ki Osmanlıların bu özelliğini kapmışlar. Bunun farkına bu coğrafya da bir kişi vardı: Gazi Mustafa Kemal Atatürk.
Siz ne derseniz deyin, ne düşünürseniz düşünün, Hitit İmparatorluğunun, Bizans İmparatorluğunun, Osmanlı imparatorluğunun yıkıntısı üzerine kurulmuş, bin bir çeşit devletin ve kültürün kurulup yıkıldığı, yüzlerce göçün alındığı, kültürlerin ve ticaretin kavşak noktası olan bu ülkede saf kalmış hiçbir şey yoktur. Hititler, Bizanslılar, Türkmenler, her biri bir yerden gelmiş Türk beylikleri, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Araplar, Ermeniler, Azeriler, Kürtler, Çerkezler, Lidyalılar, Truvalılar, Pontuslar, Frikyalılar daha onlarcası bir yere mi gittiler; hayır bu potanın içinde seni beni yaptılar.
Çok dilli, çok dinli ve çok ırklı Osmanlı imparatorluğunun çöküşünü yaşayan ve nedenlerini iyi bir şekilde analiz eden Atatürk (ve arkadaşları) dinlerin ve hatta aynı dinin mezhepleri arasındaki bitmez tükenmez kavgaları yaşayan birisi olarak dini devletin asli yapısı içerisinden uzaklaştırmaya çalıştı ve bunu Şeyhülislamlık makamının kaldırılması ve anayasaya laiklik maddesinin sokulması ile yapmayı düşündü. Son derece akıllıca bir yaklaşımdı. Türkiye’yi diğer İslam ülkelerinden farklı ve üstün kılan bu yaklaşım oldu.
Anadolu’da sosyolojik açıdan egemen bir etnik grubun (ırkın) olamayacağının farkındaydı. Ancak etnik grupların (ırkların) kendi dilleri vardı. Osmanlının da kendi dili vardı: “Osmanlıca”. Ancak Osmanlıca Türk cümle yapısına oturtulmuş, çoğunluğu Farsça, Arapça ve son zamanlarda Fransızca kelimelerle donatılmış devşirme, toplama bir dildi ve halkın konuştuğu bir dil de değildi; ancak İstanbul’un ekalliyet olarak adlandırılan bir kesimin kullandığı saray diliydi. Yazması, okunması zordu.
Anadolu’nun Türkiye Cumhuriyeti adı altında ilelebet bir bütün olarak tutulabilmesi için yeni bir yapılanmaya gereksinme vardı. Bu kadar etnik grubun bulunduğu bir yerde resmi olarak farklı dillerin ve devletin kurucusu olarak farklı etnik grupların kurucu olarak kullanılması belli ki yeni parçalanmalara neden olacaktı. En yaygın dil olan Türkçenin resmi dil ya da devlet dil olarak seçilmesi ve bu birliğin simgesel de olsa Türklük tanımı içinde tariflenmesi aklın gereğiydi; gelecekteki parçalanmaları ve kargaşalığı önlemeye yönelikti. Bu iki tutkalın birleştiricilik etkisini yerine getirebilmesi için özellikle her fırsatta işlenmesi ve sürekli vurgu yapılması da doğaldı. Ancak, ne yazık ki, milliyetçilik yaptığını söyleyen bir kesim, bunu ırkçılık unsuru haline getirerek tepkilerin yükselmesine neden oldu. Batıya, emperyalistlere, bölücülere, ırkçılara, kökten dincilere gün doğmuştu. Ayrışmanın sinyalleri verilmeye başlanmıştı. Kaldı ki, Avrupa Birliğine girmemizin ön koşulu olarak dilde, etnik kimliklerin tanınmasında, dinde sınırsız özgürlük verilmesi her oturumda masaya getiriliyordu. Ancak Avrupa Birliği’nin iki önemli lokomotifi, bize çok dilliği dayatan Almanya ve Fransa, kendi okullarında, hala Türk kimliği taşıyan ve Türk vatandaşı olanlara bile okullarında Türkçe dersi verilmesini gözümüzün içine baka baka yasaklamışlardı. Geçici gelmiş, işçi olarak çalışıp yurduna dönmesi beklenen kişilere bile kendi dilinden eğitim hakkı vermemişlerdi. Birkaç yıllığına çalışıp ülkesine döneceklere bile, oturma ve çalışma hakkı vermek için kendi dilini konuşabilmesini talep etmeye başladılar. İşte bu ülkeler, bin bir etnik parçadan oluşan Türkiye’ye sürekli akıl veriyor. Ne hikmetse bizde bu aklı alanlar da çok oluyor.
Herhalde çok dilliliği savunanlar dünya haritasına bir defa da olsa bakmışlardır. Bugün dünyada hangi ülke halkına resmi olarak çok dillilik vermiş de bütünlüğünü koruyabilmiş? Bırakın çok dilliliği, aynı dili farklı şivelerle konuşanlarda bile önemli sorunlar çıkıyor. Hindistan ve Pakistan bu yıkımı önlemek için resmi dil, yani eğitim ve yazışma dili olarak İngilizceyi kullanıyor. Çünkü bu ülkelerde aynı dilin farklı şiveleri kullanılıyor; bu bile parçalanma için neden oluşturuyor.
Dünyada farklı dilleri resmi olarak konuşan ve bütünlüğünü sürdüren tek bir ülke vardır: İsviçre. Kantonlardan meydana gelmiş bu federatif devletin resmi dilli Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Graubünden Kantonu tarafından kullanılan Romanş dilidir. Ancak yine de bölünmeyi önlemek için İsviçre’nin resmi devlet adı bu dillerde anılan bir ad ile değil, Latince’den gelen Confoederatio Helvetica, yani Helvetler Konfederasyonudur. Bu nedenle İsviçre’nin ülke kısaltması bu iki kelimenin baş harflerinden gelen CH’dir. Yine de bugüne kadar niye bölünmediğini merak edebilirsiniz. Dünyada uyuşturucudan, silah kaçakçılığından ve bilinen yolsuz tüm işlerden elde edilen para ile halkını soyan başta Müslüman ülke liderlerinin servetleri İsviçre bankalarında korunmaktadır. Yakın zamanda demokrasi aşkıyla yanıp tutuşanlarca (!) vahşi bir şekilde, tecavüz edilerek parçalanan Kaddafi, bilinen en milliyetçi Müslüman lider olmasına karşın, Libya için olsa dahi bu bankalara kendi adına yatırmış olduğu 200 milyar doların alınması kuşkulu görünüyor. Çünkü bu parayı ancak çoktan öbür dünyayı boylamış olan Kaddafi’nin çekebileceğini söylüyorlar. Libya’ya demokrasi getireceğini söyleyen batılılar ve onların yandaşları bu güne kadar bu paradan geçici yönetime sadece 1,5 milyar dolar vermişler.
İsviçre’yi çok dilliliğe karşın yine de bir tutkal gibi bir arada tutan bu kara paranın getirisidir. İsviçre kişi başına düşün gelir bakımından dünyada birincidir.
Din, doğası gereği bölünmelere ve parçalanmalara açık olması nedeniyle, dini idari sisteminin bir parçası yapmış hiçbir ülke huzurlu olamamıştır. Bunun aksine tek bir örnek gösteremezsiniz. İslam dininin de mezhepler başta olmak üzere cemaatler, tarikatlar, kollar adı altında yüzlerce parçaya ayrıldığını biliyoruz. Eğer bugüne kadar anayasalarımızda değişmez madde olarak yer almış laiklik tanımı ile oynanırsa, özellikle “herkes inançlarını istediği gibi yaşamakta ve örgütlenmede özgürdür” ibaresi bu tanımın içine eklenirse, bu ülke birkaç parçaya değil bin bir parçaya bölünecektir. Bu parçalanmadan sadece ve sadece yüzyıllardır bu ülkeye zehrini akıtmak için fırsat kollayan sözde stratejik ortaklarımız nemalanacaktır. Dilerim anayasanın bu iki maddesini değiştirmek için didinen kesimlerin bu ülkelere verilmiş sözü yoktur.
İyice anlaşılsın diye son iki tehlikeye tekrar dikkat çekmek isterim: Demokrasi ve insan hakları gibi kavramların arkasına sığınıp, yeni anayasanın herhangi bir yerine “herkes inandığı biçimde yaşamada ve örgütlenmede özgürdür” ibaresi sokulursa hiç kuşkunuz olmasın tahmininizden çok daha erken bir sürede bu ülke din devletine dönüşecek ve iç çatışmalar ve sürtüşmeler en kötü şekilde yaşanacaktır. Nedeni: Cemaatlerin oylarına talip olacak partiler (dolayısıyla hükümetler) taviz verdikçe verecek, laik olarak başlayan devlet sonunda din devletine dönecek. Çatışma olacak; çünkü devleti parsellemeye ve çıkar sağlamaya çalışan cemaatler geçmişte ve dünyanın her yerinde olduğu gibi birbirini boğazlayacaktır.
Yine demokrasi ve insan hakları kavramının arkasına sığınarak resmi dilde çeşitlenme getirilirse, hiç kuşkunuz olmasın bir kuşak geçmeden her türlü ayırımcılık sahneye konacaktır. Toplumsal birlik birbirini ilk olarak ortak bir dille anlamayla başlar (bu nedenle nüfusunun neredeyse yarısı İspanyolca konuşan Amerika’nın resmi dili ve eğitim dili İngilizcedir); ayrı dili konuşan toplumların bir arada yaşatılması için önemli bir neden kalmayacaktır. Bu ayrılığın gerçekleşmesi için uluslar arası zemin de galiba hazırlanmış durumda; sadece yasal düzenlemeyi bekliyorlar.
Emperyalistlerin kendi ülkelerinde oynanmasına asla izin vermedikleri bu kirli oyunu, dünyanın birçok yerinde sahneye koyduklarına ve kanlı sonuçlarına defalarca tanık olduk. Buna Türkçede “bile bile lades” denir. Ön Asya’nın sosyolojik olarak dünyada geçerli olan kurallara tabii olmadığını kimse söyleyemez.
Türk parlamentosunun değerli üyelerinin, insan hakları ve demokrasi ile ihaneti birbirinden ayıracak ince çizginin farkına varacağını umuyorum.
BU DURUMDA ANAYASA NASIL YAPILMALI?
İyi eğitilmiş, bilgili her insanın yapacağı –en az kendi konusunda- bir katkı vardır. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde kural olarak bir makamın etkinliği arttıkça oraya daha iyi eğitilmiş, bilgili, dünyadan haberi olan insanlar getirilmeye çalışılır. Çünkü devlet idaresi her zaman bilgiye, deneyime ve belirli bir eğitime gereksinme gösteren kurumlardır.
Bunların başında yasa çıkarma yetkisi olan meclisler gelir. Bu nedenle benimsenmeyeceğini bildiğim halde yine de söylemekten çekinmeyeceğim –hep savunduğum- bir önerimi dile getirmek isterim. Parlamentolar çeşitli kesimlerin sırtını sıvazlayanların, o andaki yetkin önderin yalakalığını yapanların, cemaat ilişkileri olanların, etnik bölücülükle yola çıkanların, egemen güçlerin uzantıları olanların, bu yolla çıkar sağlamaya çalışanların yer aldığı kurumlar olmamalıdır. Bu nedenle çoğumuzun burun büktüğü elitist demokrasi diye tanımlanan –yani yetkin ve yeterli- insanların belirli yerlere aday olabileceği bir demokrasi modelinin yerleştirilmesi gerekiyor. O zaman parlamentoda vekil sayısı arttıkça, dünyayı izleyen, geçmişi bilen, neyin ne olduğunu ve olacağını bilen insan sayısı da artacağı için çıkarılacak yasalarda hata en aza indirilmiş olacaktır. Burada ortaya çıkacak güç, bir konuda –evrensel bilgilere dayalı- fikir ileri sürebilen insan sayısı ile doğru orantılı olacaktır. Durum böyle mi? Ne benim ülkemde ne de demokratım diyen ülkelerin görebildiğimiz kadarıyla tümünde böyle bir şey yok. Dünyaya egemen olmaya çalışan Amerika başkanını bile lobilerin belirlediğine ilişkin önemli belirtiler var.
Meclisler uzun yıllar toplumun yaşam tarzını ve ilişkilerini düzenleyen yasalar çıkarmakla yükümlüdürler. Anayasalar ise onlarca, belki yüzlerce yıla etkisi görülecek düzenlemelerdir. Bu nedenle bilimin, deneyimin, dünyadaki gelişmelerin, geleceği tahmin etmenin en çok gerek duyulduğu zaman anayasaların yapılma zamanıdır. Bu anayasaları bilinen sistemle seçilmiş parlamentolar yapabilir mi? Eğer vekillerini biraz önce değindiğimiz süzgeçten geçiren ve evrensel ölçütlere göre değerlendirme zorunluluğunu getiren bir demokrasi modeliyle seçiyorsa yanıt doğal olarak evet olacaktır. Ancak bir sene önce yaptığı anayasa değişikliğinde, en önemli bir husus olan cumhurbaşkanlığı süresi, bir sene sonra tartışmaya açılmışsa, bu meclis doğal olarak -yasalar izin verse bile- yüzyıllar ötesine hitap edecek bir anayasa yapımına girişmemelidir.
O zaman tümüyle yeni bir anayasa nasıl hazırlanacaktır? Bu güne kadar darbelerle bunu yapmaya çalışan bir sistemin işlemediği artık anlaşılmıştır. Bu durumda yapılacak iş, izlenecek yol görünüyor. Mevcut meclis yasaları çıkarmaya, yasama gücünü yürütmeye devam ederken, gerçekten konusunda uzman olan, dünyanın ve bölgenin durumunu iyi analiz edebilen ve gelecek için öngörüleri olabilen, eğitilmiş, bilgili, deneyimli, hiçbir çıkarcı grubun etkisi altında kalmayan teknokrat, bilim adamı, uygulayıcı, yasaların işleyişindeki aksamaları yaşamış, deneyimli insanlardan oluşmuş “Kurucu Meclis” diye de adlandıracağımız bir paralel mecliste taslak anayasa hazırlanır. Kurucu Meclisin üyelerine, hedef kesimlerden (uygulayıcılardan) fikir alma ve alt komisyonlar kurma, danışman kullanma yetkisi verilerek bilgi edinme ağlarının genişletilmesi için her olanak sağlanır. Sonuçta hazırlayacakları taslak anayasa halkın oyu ile seçilmiş meclise (günümüzde iş başında olan meclise) sunulur. Uyuşulan maddeler aynen kalır; kurucu meclis ile düzenli meclisin uyuşamadığı maddeler, uzlaşma komisyonlarında bir daha masaya yatırılır ve sonuç çıkmaz ise, kurucu meclisin ve düzenli meclisin fikir savunucuları halkın önünde aynı koşullarla, aynı araçlarla tezlerini ya da açıklamalarını ayrıntılı bir şekilde –getirisi ve götürüsü ile-yaparlar ve sonunda halkoyuna gidilir. Aslında halkoyuna gitme daha doğrusunu bulabilmenin adı değildir; suça, kusura ve hataya ortak edilmenin bir başka yoludur.
Ancak hangi mecliste anayasa görüşülmeye başlanırsa başlansın, çıkış (ya da başlangıç) noktasında –her ülkenin kendi çıkarını gözetleyebilmesi için- belirli ölçütler ve değişmezler belirlenmek durumunda kalınabilir. İşte yukarıda geniş geniş anlatmaya çalıştığımız ölçütler ve özen gösterilmesi gereken hususlar bu nedenle kurulacak anayasanın yükü çeken direkleri olmalıdır tezini işledik. Eğer her şey bilimin, yansızlığın, deneyimin ve art niyetin karışmadığı bir zeminde yürüyecekse, bu yol belli ki en etkili, başarılı ve uygar yol olabilir.
Eğer basından izlediklerimize ve son yarım yüzyıldır yaşadıklarımıza göre değerlendirme yaparsak, bu ülkede yansız bir ölçü aracını bulmanın zor olacağını anlayabiliriz. Yapılacak yeni anayasaya gölge düşürecek birçok olayı yaşadık ve yaşıyoruz. İç ve dış açıklamalar, öneriler, beyanlar, yeni anayasanın yaşatmaya çalıştığımız, belirli temel ilkeler üzerine kurulmuş 80 küsur yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısını, gelecekte bir takım kargaşalığa da sürükleme olasılığı yaratacak, kökten bir değişikliğe uğratılması yönünde görünüyor.
Sütten ağzı yananlar yoğurda üfleyerek yermiş. Bu nedenle batıdan bir beyan yapıldığında, bir yerimize er ya da geç bir hançer sokulacağının kuşkusunu üzerimizden atamıyoruz. Çünkü bu hançeri hep yedik (Kıbrıs’ta, Ege’de, Güneydoğuda, Irak’ta, Avrupa Birliğinde, Soykırım oylamalarında ve daha onlarcası). Yeni anayasa sözü de ilk olarak AB’den geldi. 2003 de Arie Ooslander tarafından kaleme alınan raporda Kemalizm’in anayasadan çıkartılması istendi. Daha sonra AKP, 2006’da yeni anayasa girişimini TOBB’nin desteğiyle başlattı. TOBB’un gerekçesi ise en önemli sivil toplum örgütümümüzün anayasadan ne anladıklarını ortaya koyacak unsurları içeriyordu: “Mevcut anayasa sanayicimizin rekabet gücünü kısıtlıyormuş. Türk sanayici ve iş adamlarının uluslararası ortamda rekabet gücünü artırabilmesi için Yeni Anayasa yapılması gerekiyormuş”. Bu yaklaşım özellikle yurtdışında, ülkeyi parsellemek için fırsat kollayan çevreler tarafından göklere çıkarıldı ve yurtiçinden oluşturulan işbirlikçi koro tarafından olmazsa olmaz bir gereklilik gibi kamuoyuna sunuldu.
Sırada, Balkanları paramparça etmiş ve etmekte olan, bir zamanların Balkanlaştırma politikasının torunlarını yeniden devreye sokma bulunmaktadır. Açılım vaveylası adı altında, Büyük Millet Meclisi’nde bile konuşlanmış bir kesim, yeni anayasaya, ülkeyi parçalayacak, etnik ve dinsel olarak bölük pörçük edecek maddeler eklemenin fırsatını kollamaktadır.
Eğer cumhuriyetin temel kuruluş ilkelerine sahip çıkamayacaksanız, yeni anayasa yapımına hiç girmeyelim derim. 1980 anayasasının savunulacak yeri olmadığını, her tarafının döküldüğünü biliyoruz. Tek tutulacak yeri Cumhuriyetin temel ilkelerini –değiştirilemez maddeler olarak- şeklen de olsa bünyesinde bulundurmasıdır. Yeni anayasa hazırlığı ile bu temel ilkeler kaldırılmaya ya da sulandırılmaya girişilirse, binayı –her şeye karşın- ayakta tutan temel sütunlar yıkılmış olacaktır. Eğer yeni anayasa yapımında sadece niyet, gerçekte aksayan maddelerin değiştirilmesi ise, yansız ve gerçekçi bir yaklaşımla büyük ölçüde revize edilmesi mümkün olabilir. Yok yapıyı tümüyle değiştirmek niyeti varsa o zaman her maddesine uzanılması kaçınılmaz olacaktır.
Bıçağın sırtında yürümeye başladık; dilerim sonunu getiririz. Batının derdi, insan hakları ve benzeri şeyler değil (olsaydı, Irak’ta, Pakistan’da, Libya’da, Afrika’nın her yerinde, Vietnam’da uygularlardı), onların derdi, Ön Asya’yı ele geçirmek, kurtuluş mücadelelerinin simgesi bir ülkeyi ve liderini silebilmektir.
SONUNDA ZURNANIN ZIRT ETTĞİ NOKTAYA GELDİK
Darbelerin niteliksiz kişileri tarafından ve yine büyük bir olasılıkla stratejik ortaklarımız tarafından el altından önerilen ve çıkarılan anayasalarla Türkiye çıkmaz sokağa sokuldu. Bu anayasalarla bir yere gitmek mümkün değildi. Ancak Tosya’ya giderken evdeki bulgurdan olma korkusu da başladı. Yeni anayasa yapalım derken, ülkenin kargaşalığa sürüklenme, parçalanma olasılığı da çıktı. Orta Doğuda bugün ak değine ikinci gün kara diyen, şerefini ortaya koyduğu şeyleri açıklanan bantlarla yaptığı görülen, belli ki tarihten benzer şeylerden esinlenmeyen, Amerika’nın dümen suyundan gitmeyi başarı sayan, Avrupa Birliğinin niyetini anlayamayan bir hükümete belirli bir kesim güvenemediği için yapılacak anayasa girişimine tepki koymaktadır. Perşembenin gelişini çarşambadan anlamak gibi bir şey.
02.02.2012 tarihinde yürütmenin başı olan yönetici, durup dururken, insanın tüylerini ürpertecek bir açıklamada bulundu: “Biz dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz, CHP istiyorsa ateist gençlik yetiştirsin” dedi. Böyle bir açıklamanın yenilir yutulur bir tarafı yok. Neresinden baksanız bakın suç ve tuzak içeriyor. Bunlardan birkaçına değinirsek anayasayı yeniden yapmaya kalkışanların niyetini yani perşembenin gelişini çarşambadan öğrenmiş olursunuz.
1. Daha önce, belli ki en az bir kısmı cumhuriyet devrimi ilkelerine göre düzenlenmiş olan anayasa ile idare edilen bu ülkede yetişenler, yani bizler bu durumda büyük bir çoğunlukla ateist olduk.
2. Muhalefet partisinin birine, partiler yasasında dini söylemlere karışmak yasaklanmış olmasına karşın, dini ya da din karşıtı bir kimlik hükmetmiş oluyorsunuz.
3. Geçerli anayasamızda, partilerin din istismarı yapması önlenmesine ve devlete laik olma zorunluluğu getirmesine (devletin yetkili olduğu sürece yürütücüsü hükümetlerdir) karşın böyle bir açıklama mevcut anayasaya tümüyle aykırı görünmektedir.
4. Bırakın Müslümanlığı, bizden bin yıl önce ortaya çıkmış dinlerde bile bu güne kadar hiç kimse dindarlığın ölçüsünü herkesin benimseyeceği biçimde tarif edememiştir. Eğer dinimizde reşit yaşa kadar dini vecibelerin yapılmasını zorunlu görmeyen bir anlayış bu güne kadar iyi kötü uygulanıp gelirken, orta eğitimdeki çocukları umreye göndermek için çabalayan bugünkü Milli Eğitim Bakanı dindarlıkla ilgili ölçütleri biçecekse vah bu ülkenin haline... Bilebildiğim kadarıyla dindarlıkla ilgili ölçme işini bizzat dinimizin kendisi Tanrıya bırakmıştır. Buna müdahale Tanrının ait olan bazı yetkileri üstlenme anlamına gelir.
5. Dindar yetiştireceğim diyorsunuz. Neye göre dindar? Sadece Müslümanlık değil, bildiğimiz dinlerin hemen hepsi bölük pörçüktür. Birçok kişinin zannettiğinin aksine dinler arasında ölen kişiler bizzat dinin mezhepleri ya da grupları arasındaki çatışmalardan ölenlerden çok daha azdır. Avrupa 100 yıl ya da 30 yıl savaşlarını boşuna mı yaptı. Tarih bilmiyor olabilirsiniz (yöneticilerimizin bilmediğini her söylemlerinden anlıyoruz); ancak çevremizde olup bitenleri de mi görmüyorsunuz. Irak’ta Şia (kendi içinde Zeydiyye, Caferi ve İsmailiyye fıkıh mezheplerinden oluşmuş) ile Sünni (Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelî fıkıh mezheplerinden oluşmuş) çatışmasından milyonun üzerinde, Suriye’de her gün onlarca, Mısır’da Müslüman Kardeşler adı altında daha alt bölünmelere ait gruplardan, İran’da, Lübnan’da, Yemen’de, bütün bunları bırakın yakın tarihimizde Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta öldürülen insanları görmüyor musunuz? Bunlar hepsi bu dinin evlatları; ancak dünyada dindar olup da-benimsese de benimsemese de- mezhebiyle anılmayan iç kimse yok gibi. Eğer bir yönetici ben dindar yetiştireceğim diyorsa, bu ancak bir mezhebe mensup militan yetiştirebilir…
Doğrusu yöneticimizi izlerken “herhalde birden kızgınlığına geldi ve ağzından istemeyerek bu sözler çıktı” diye düşünürken, önündeki prometreye bakarak (yani yazılı bir metni dinleyicilerin göremediği bir cama aktarmak suretiyle) konuştuğunu gördüm. Demek ki daha önce yazılmış, üzerinde düşünülmüş, rast gele söylenen bir açıklama değil. İyi ki bunları ben söylemedim, yoksa aynı gün başsavcılık talimatı ile “Anayasaya muhalefetten, din ve kardeş düşmanlığı yapmaktan ve çete oluşturmaktan” tutuklanabilirdim…
Adam berbere gidiyor, “saçım ak mı kara mı” diyor. Berber “acele etme biraz sonra önüne düşerse görürsün diyor. Belli ki anayasa için birilerinin acelesi var ve belki de verilmiş sözü var. Niyet okuyamayız. Ancak Türk dili resmi dil olmaktan çıkarılıp, başka diller de sokuşturulursa, laiklik tutucuların anladığı anlamda tariflenmeye kalkışırsa, hiç kuşkunuz olmasın bu Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu olacaktır. O zaman önümüze düşen sadece saçımız değil başımız olacaktır. Dilerim Atatürk Cumhuriyeti ve bu ülkenin esenliğini düşünen partiler böyle bir gaflete düşmez.