BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Küresel Rüyanın Sonu
 

Küresel Rüyanın Sonu

Dr. Barış DOSTER
İLK KURŞUN

 

18 Ocak 2011 ABD’de başlayan ekonomik bunalımın, 2008 yılı Eylül ayında büyük şirketlerin iflaslarını açıklamasıyla somut, elle tutulur, gözle görülür hale gelmesi beklenmeyen bir gelişme değildi. Ancak, küreselleşmeye methiyeler düzen liberal ve neo liberallerin sesinin çok çıkması, gerçekleri gizliyor, örtüyor, perdeliyordu. Kimi kafası karışık “özgürlükçü, sivil toplumcu, AB’ci ve liberal solcuların” da (nasıl bir şeyse şu liberal sol) bu küreselleşme korosuna katılması da işe George Soros turuncusu bir renk katıyordu. Gerçek solcuların, gerçek yurtseverlerin, gerçek ulusalcıların, gerçek Cumhuriyetçilerin uyarıları sansürleniyor, küreselleşmeye eleştirel bakan namuslu bilim insanları ve aydınların sesleri kısılıyor, her yerde piyasanın erdemleri anlatılıyordu. OECD’nin gelir dağılımı eşitsizliği sıralamasında ilk üç sırayı Meksika, Türkiye ve ABD’nin paylaşması tesadüf değildi. Ama bu acı gerçek haberlerde fazla öne çıkarılmıyordu.
Dönem, küreselleşmeyi öven, “açık toplum” diyen isimlerin, Karl Popper, Alvin- Heidi Toffler gibi düşünürlerin dönemiydi. ABD’ye göçen Avusturyalı bir iktisatçı olan Friedrich Von Hayek’in 1944’te yayınladığı ve yeni liberalizmin ilkelerini ortaya koyduğu “Kölelik Yolu” (Liberte Yayınları, Ankara, 1999) adlı kitabı yeniden güncellik kazanmıştı. Hayek’le birlikte, “Kapitalizm ve Özgürlük” kitabıyla ünlenen Milton Freidman ve genel olarak Chicago Ekolü öne çıkarken, özgürlüğün gelişmesi için sıfır müdahale, sıfır kamu mülkiyeti söylemleri havada uçuyordu. Küresel vaizlere göre; devletin hak tanımasına gerek yoktu, zayıf insanlara hayır kurumlarının sahip çıkması gerekirdi. Devletin görevi girişimcinin önünü açmak, işini kolaylaştırmaktı. Hızını alamayan kimileri ise sosyal devlet anlayışına “Tanrı’nın iradesine müdahale ettiği, eşit olmayan canlılar olan insanlar arasında eşitliği sağlamaya çalıştığı için” karşı çıkıyorlardı.
Küreselleşmenin avantajlarından yararlanan Çin ve Hindistan gibi birkaç ülke dışında, süreç ağırlıklı olarak gelişmiş, Batılı, zengin, kapitalist ülkelerin lehine işliyordu. Külfetini ise yoksullar, mazlumlar, ezilenler, sömürülenler sırtlıyordu. Gerek ülkeler arasında, gerekse ülkelerin kendi içinde varsıl- yoksul, servet- sefalet uçurumu derinleşmekteydi. Zengin daha da zenginleşirken, yoksullar iyice yoksullaşıyordu. Eşitsizlik kökleşiyor, adaletsizlik kurumsallaşıyordu. Devleti küçültmeyi “özgürlük” sanan liberaller ve onların müttefiki “özgürlükçü sol” gidişatı göremiyordu. Özgürlükçü sol küreselleşirken, sınıfsal tabanından kopup, sağa savrulduğunu fark edemiyordu. Liberaller ise yükselen açlığın, yoksulluğun, sefaletin, savaşları, katliamları, yasa dışı göç dalgalarını getirdiğini, işsizliği katladığını, ırkçılığı azdırdığını görmek istemiyorlardı. Liberallerin yurttaşı değil, tüketiciyi önceleyen tavrını benimseyen “özgürlükçü sol”, yurttaşı önceleyen, öznesi yurttaş olan, yalnız yurttaşı muhatap alan ancak ve ancak yurttaşla sözleşme yapan Aydınlanma Devrimi’ne, Cumhuriyet’e bile burun kıvırmaya, dudak bükmeye başlamıştı.
Sonuçta, kerameti kendinden menkul bir “insan hakları” anlayışı gelişmişti. Tarikatları “sivil toplum örgütü” olarak niteleyen bir sivil toplumculuk, etnikçilikle buluşmuş, AB’cilikle birleşmişti. İş AB’den özgürlük, ABD’den demokrasi beklemeye kadar varmıştı. Emek, aydınlanma, eşitlik, bağımsızlık, sınıfsallık, sömürü, emperyalizm, dayanışma gibi kavramlar unutulunca, ekonomide üretim, yatırım, istihdam, ihracat, refahın paylaşımı, verginin tabana yayılması, dışsallık, verimlilik, planlama, ileri teknoloji, katma değer, kalkınma konuşulmayınca olacağı buydu. Siyasette ve ekonomide etnik, yerel, sivil, yönetişim, piyasa, özelleştirme öne çıkmıştı. Post modernizm güzellemesi üzerinden feodal bağlar ve alt kimlikler “özgürlük” olarak sunulmuştu. İşsizlik, eşitsizlik, üretimsizlik, adaletsizlik yükselirken, “sivil toplum”, “insan hakları”, “demokrasi”, “hukuk devleti”, “özgürlük”, “piyasa ekonomisi” kavramları da birlikte yükseliyordu. Gerçekte ise küreselleşen dünyada, Yugoslavya etnik ve dinsel boğazlaşmaların en vahşisini yaşayarak parçalanmıştı. ABD’nin insan hakları götürdüğü Afganistan’da ise Ortaçağ karanlığı hüküm sürüyordu. Yine ABD tarafından “özgürleştirilen” Irak’ta ise yaklaşık 2 milyon Iraklı yaşamını yitirmişti. Ortaklıkları, benzerlikleri, aynılıkları savunmak gericilik, ırkçılık, dinozorluk olarak tanımlanıyordu. Etnik ve dinsel farklılıkları, mezhep, tarikat, cemaat, aşiret bağlarını öne çıkarmak demokratlık olmuştu. Ulusal, toplumsal, kamusal olanı aşağılamak ise sağ ve sol bütün liberalleri yan yana getiriyordu.
Küreselleşme Kime Yaradı?
“Globalleşme” sözcüğünün babası olan Marshall McLuhan, 60’lı yıllarda yazdığı bir kitapta iletişimin gelişmesiyle dünyanın “global bir köye” döndüğünü öne sürmüştü. “War And Peace In The Global Village” adlı kitabında McLuhan, Vietnam Savaşı’nda televizyonun oynadığı rolün üzerinde durarak, TV’lerin insanları izleyici olmaktan çıkarıp, katılımcı yaptığını söylemişti. (Hıfzı Topuz, “Globalleşmenin İç Yüzü”, Cem, Kasım 1997, s: 13). Ama süreç, sıradan insanlardan çok, güçlüleri ve zenginleri etkin, etkili, katılımcı yapıyordu. Siyasi ve ideolojik düzlemde ise küreselleşmenin patronu olan, dünyadaki çağdaş iletişim olanaklarının yüzde 70’ini elinde bulunduran ABD, yükte hafif pahada ağır olan bilişim, iletişim sektörleriyle hem teknolojik üstünlük sağlıyor, hem büyük paralar kazanıyor, hem de beyinlere hükmediyordu. Yani hem zenginleşiyor, hem de dilleri, kültürleri, ideolojileri etkiliyordu.
Küresel merkezler, yoksulları, açları, kimsesizleri, gidecek yeri olmayanları baş belası, asalak, sorun kaynağı, ezilmesi ve sınırlardan uzak tutulması gereken yasadışı göçmenler olarak görüyorlardı. Parası olan zenginlere ise en pahalı turistik hizmetleri sunuyorlardı. Moda deyimle küreselleşme ile devlet “out” piyasa “in” olmuştu. “Sıfır müdahale, sınırsız özgürlük” sloganı öylesine yandaş bulmuştu ki, piyasanın ünlü “görünmez eli”, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düsturu, “rekabete dayalı pazar ekonomisini” de aşmış, piyasa toplumu yaratmıştı. Ara sıra kısık sesle, karnından konuşarak “insancıl küreselleşme” diyen, “emeğin Avrupa’sını” yaratmaktan dem vuran eski devrimcilerin ve eski sendikacıların bir bölümü ise AB fonlarının ve Soros’un açık toplumunun tadını almışlardı bir kere. Aynen eski mücahitlerin, müteahhitliğin nimetlerini keşfetmesi gibi, eski solcular da dönerek, döneme ayak uydurmuşlardı.
AB’den sendikal özgürlük, emperyalizmin sol lastiği konumuna gelmiş sarı sendikalardan sınıfsal dayanışma bekleyenler ise boşuna beklediklerinin farkında değillerdi. Avrupa’da işsizliğin ve yoksulluğun yükseldiğini, sosyal devletin kazanımlarının budandığını, bunların kaçınılmaz sonucu olarak yabancı düşmanlığının ivme kazandığını görmek istemiyorlardı. Prens Sabahattin’den bu yana tartışılan “teşebbüs-i şahsi ve adem-i merkeziyet”, sanki yeni bir şeymiş gibi yeniden sunuluyor, cilalanıyor, parlatılıyor, keşfediliyordu. Süreç “yönetişim”, “paydaş yurttaş”, “yerinden yönetim”, “yerel inisiyatifler”, “yerellik”, “özerklik” gibi kavramlarla şekilleniyordu. Kamu yönetimi ve yerel yönetimler, “reform” adı altında yeniden düzenleniyordu. Kamuculuk, kamusal planlama, kamusal çıkar tasfiye ediliyordu. Federasyonun altyapısı hazırlanıyor, önü açılıyordu. Çaresiz yurttaş ise müşteri yerine konuluyordu. Bölge Kalkınma Ajansları’nın kapsadığı alan, hem Sevr haritası, hem ABD çıkışlı Büyük Ortadoğu Projesi hem de ABD’li albayın ünlü BOP haritası ile örtüşmekteydi.
Artık hem ulusal, hem de yerel düzlemde sosyal devlet bitmişti. Parası olan yurttaş, tüketici olmuştu. Parası olmayan için ise “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” deyimi devreye girmişti. Eğitimden sağlığa, güvenlikten belediye hizmetlerine kadar, devletin görev ve sorumluluk alanında olan tüm hizmetler, birer piyasa öznesiydiler artık. Parası olan okuyacak, parası olan hastaneye gidecek, parası olanın suyu akacak, parası olan ısınacak, parası olanın çöpü toplanacaktı. Çünkü piyasa böyle buyuruyordu. “Sivil cumhurbaşkanı”, “dindar cumhurbaşkanı” yazan pankartlar eşliğinde son yolculuğuna uğurlanan, sol liberallerin ve de merkeziyle, milliyetçisiyle, muhafazakârıyla, mukaddesatçısıyla, maneviyatçısıyla, İslamcısıyla tüm sağcıların lideri olan Turgut Özal, “Ben zenginleri severim” dememiş miydi? Üstelik ona göre, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey de olmazdı”, “federasyon tartışılmalıydı” ve “Kemalizm miadını doldurmuştu”. İşin ideolojik, politik, ekonomik, idari tüm altyapısını yıllar önce hazırlamıştı “tabuları yıkan tonton devrimci”. CHP’den SHP’ye, ÖDP’den YDH’ye, Dev- Yol geleneğinden gelenlerden eski TKP’lilere kadar geniş de bir yandaş kitlesi edinmişti bu arada. Bu partiler ve gelenekler Özal hayranı genel başkanlardan, genel sekreterlerden, gazetecilerden, öğretim üyelerinden geçilmiyordu. Başbakan olduğu dönemde 12 Eylül darbesinin koyduğu siyasi yasakları savunan, bu amaçla devlet olanaklarını kullanarak kampanya yürüten Özal, “özgürlük şampiyonu, demokrasi kahramanı” olmuştu bu kesimlerin gözünde.
Reagan’dan Özal’a, Thatcher’den Çiller’e, Blair’den Derviş’e
Küreselleşme süreci herkes için ve herkese göre bir ideoloji hazırlamış, piyasaya sürmüştü. Tüm ideolojiler piyasada tüketime hazır hale getirilmişti. “Yeni sol”, “yeni sağ”, “yeni liberalizm”, “yeni muhafazakârlık”, “ılımlı İslam” müşterilerini bekliyordu. ABD’de Reaganizm, İngiltere’de Thatcherizm, Türkiye’de Özalizm ile başlayan süreç, isimler eskiyince yenileriyle devam ediyordu. İngiltere’de Blairizm, Türkiye’de sırasıyla Dervişizm ve Erdoğanizm, küreselleşmeyle, çokuluslu şirketlerin çıkarlarıyla, BOP ile uyumlu iktidarların ve politik aktörlerin adından türemişti. Zaten artık ideolojiler de ölmüş, Fukuyama’nın dediği gibi “tarihin sonu gelmişti”. Birbirinden pek farkı kalmayan siyasi partiler ise birer diş macunu ya da bulaşık deterjanı gibi reklam kampanyalarıyla pazarlanan ürünlere, markalara, şirketlere dönüşmüşlerdi.
Partilerin genel başkanları birer CEO gibiydiler. Program ve tüzükleri reklâm ajanslarında yazılıyordu. Hedef kitlenin, kadronun, örgütün, üyenin, militanın, sempatizanın, seçmenin yerini ise müşteriler almıştı. Partilerin vitrininde artık bürokrasiden gelen uzmanların, sendikacıların, bilim insanlarının, partiye, örgüte, ideolojiye gönül vermiş, emek vermiş kişilerin yeri yoktu. Şarkıcılar, futbolcular, özel sektörden gelme yöneticiler, ithal prensler, küresel finans devlerinin çift pasaportlu uzmanları, büyük şirketlerin temsilcileri parti vitrinine çıkmıştı. Dönem, ideolojilerin, partilerin, liderlerin, hatta dinlerin ve inançların renksiz, kokusuz, kimliksiz, tavırsız, tercihsiz, moda deyimle “ılımlı ve light” hale getirilerek pazarlandığı dönemdi. “Açız, işsiziz, yoksuluz, emekçiyiz, sömürülüyoruz” diyenlerin payına ise azarlanmak veya dayak yemek düşüyordu.

Partilerin seçim kampanyaları ile beyaz eşya üreten firmaların pazarlama kampanyaları arasında fark kalmamıştı. Hem reklam kampanyasını üstlenen reklam şirketleri aynıydı, hem de kampanyada öne çıkan vurgular. Siyasi partiler de, tarikat ve cemaatler de, birer holding, birer işletme, birer çokuluslu şirket olarak yönetiliyor, örgütleniyor ve çalışıyorlardı. Küçükler mahalle bakkalı ölçeğinde kalırken büyükler çokuluslu şirketlere ait dev alışveriş merkezleri gibi yönetiliyorlardı. Bu süreçte devlet yönetimine de, şirket yöneten zihniyetin egemen olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Özal’ın deyimiyle “Benim memurum işini bilir”di. Belediye hareketi Mülkiye hareketini tasfiye ederken, Özal’ın pek hazzetmediği Mekteb-i Mülkiye’nin puanı da düşmüş, önemi, etkisi azalmıştı. Kaçınılmaz olarak Devlet Planlama Teşkilatı ve Hesap Uzmanları Kurulu da işlevini yitirmişlerdi.
“Kır şişeyi dön köşeyi” felsefesi egemen, “gemisini yürüten, kaptan” olunca, “sosyal devlet sizlere ömür” diyenler iktidara gelmişlerdi. Attila İlhan’ın deyimiyle, “alafranga tarikatlar, yerli yabancı şirketler ve istihbarat örgütlerince desteklenen ve kullanılan sivil toplum örgütleri”, dini, etnik, mezhepsel yapılar, hemşeri dernekleri, devletin yerini almaktaydı. Piyasayı seven ve piyasanın sevdiği iktisatçılara (halk arasında televole iktisatçıları olarak ün yapmışlardır, sakız çiğneyip simit yiyerek ekonominin canlanacağına inanırlar) göre; kapitalizm ve onun ideolojisi olan liberalizm maçın mutlak galibiydi. Bu anlayış sadece pazarı değil, insanı, toplumu ve devleti de birlikte değiştirip, dönüştürüyordu. Devlet işsiz ve işlevsizdi artık, hatta gereksizdi. Piyasa ise mutlak ve tartışılmazdı. Birey piyasa için vardı. Toplum da piyasa toplumu olmalıydı. Bir ellerinde Mc Donalds hamburger, bir ellerinde Coca Cola, üstlerinde Levi’s kot pantalon, ayaklarında Nike ayakkabı, ceplerinde I-Phone olan, İngilizce eğitim yapan üniversitelerde İşletme veya Uluslararası İlişkiler okuyan, ders aralarında kantinde “piyasa yapan” gençler küreselleşmenin öneminin farkındaydılar. Zaten “Coca colanization, Mc Donaldization, Hollywoodization” süreci işliyordu. Gençler, küreselleşmenin en kârlı ve stratejik sektörü olan bilişimin hızını kavramışlardı. Cep telefonu, internet ve dizüstü bilgisayarla hem dünyayı tanıyor, hem de çok para kazanmanın yollarını arıyorlardı.
Gerçekteyse parçalanan, yutulan, sindirilen, çözülen bireyler, aileler, toplumlar ve devletler vardı. Toplumsal, ahlaki, ailevi, manevi, insani, vicdani, dini değerlerdeki çöküş, çürüyüş, çözülüş doruğa çıkmıştı. Bu çöküşe ilaç olarak sunulan ise daha çok tüketim yapmaktan ibaretti. Piyasa insanı tedavi için daha çok alışveriş yapmalıydı. Kısacası ilaç da tedavi de zenginlere özgü ve büyük şirketlerin kasasını dolduran ürün ve yöntemlerdi. “Vur, kır, parçala bu maçı kazan” sloganı futbol sahalarından ve taraftarların dilinden çıkıp, çokuluslu şirketlerin gökdelenlerine, oradan da toplumun tüm bireylerine yayılmıştı artık. “Kır şişeyi, dön köşeyi” diyen insanların sayısı artınca da olan “hak, insanlık, adalet, eşitlik, ahlak, vicdan, erdem, onur” gibi gözden düşen değerlere olmuştu. Özgürlük kavramı, sadece mülkiyet hakları, teşebbüs ve ticaret hürriyeti üzerinden tanımlanmaktaydı. Geniş kitlelerin, ezici çoğunluğun elinde ise açlıktan, işsizlikten, yoksulluktan ölme özgürlüğü kalmıştı.
“Hakim değil, hakem devlet” yalanı
Güçsüzleri, kimsesizleri, ezilenleri, sömürülenleri koruyup, kollayıp, savunacak bir kurum, bir kavram, bir örgüt de kalmamıştı artık. Çünkü liberal anlayışa göre devlet yansızdı, tarafsızdı. Bir yandan sadaka ekonomisini savunurken, bir yandan da toplumun en yoksul kesimlerinden destek alan muhafazakâr, maneviyatçı ve mukaddesatçı partilerin, mümin ve mütedeyyin liderlerin söylemindeki devletin “hakim değil, hakem devlet” olması tesadüf değildi. Zaten liberaller de devletin ekonomiden elini çekmesini savunmuyorlar mıydı? Bu iki kesim yanlarına “özgürlükçü solu” da alarak ideolojisiz anayasa için birlikte mücadele etmemiş miydi? İdeolojisiz bir devletin olmadığını, olamayacağını, ideolojisiz anayasanın ise bal gibi liberal bir anayasa olduğunu söyleyenlere karşı toplum kulaklarını tıkamamış mıydı?
Devlet, yalnız ve ancak piyasayı pekiştiren özgürlüklerin güvencesi ve bekçisi olmalıydı onlara göre. Siyaset ideolojiden arınıp demagoji olmuştu. Din özünden ve saflığından çıkarılıp, siyaset ve ticarete alet edilerek, “ılımlı, light” hale gelmişti. Politikacıların ihale kovalaması, şirketler adına lobicilik, aracılık yapması olağanlaşmış, sıradanlaşmıştı. Böyle bir düzende devletin de piyasa aktörlerinin koruması, jandarması, bekçisi olması kaçınılmazdı. Küreselleşme devletlerin tek bir ekonomi ve finans sistemi içinde buluşmasını, iktisadi, toplumsal ve giderek siyasal hayattan çekilmesini dayatırken, çokuluslu sermaye de devletin yerini alıyordu. Ulusal olanın yerini, küresel, uluslararası olan almaktaydı. Devlet yatırım yapmamalıydı. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’nün dediklerinin dışına çıkılmamalıydı. Malların, hizmetlerin, sermayenin serbest dolaşımı esastı. Ama emeğin serbest dolaşımı söz konusu olamazdı. Pazarlar, dünyanın dört bir yanından gelen mallarla dolup taşıyordu. Bir Alman doktor Londra’daki kliniğinde bir Fransız borsa uzmanını tedavi ediyordu. Hemşiresi de Hollandalıydı. İşte küreselleşme buydu. Kimse buna itiraz etmemeli, önüne geçmeye kalkışmamalıydı. Egemen liberal söylemin savunucularına göre sol, ulusal, sınıfsal, toplumsal, kamusal tavır almamalıydı. Emekten, bağımsızlıktan, aydınlanmadan yana olmaktan vazgeçmeliydi. Emperyalizme ve sömürüye karşı eşitliği, adaleti, dayanışmayı savunmayı bırakmalıydı. Aksi halde, emperyalist merkezlerin talebiyle ve sermayenin yardımıyla devlet aygıtı kullanılarak ezilecekti. Ulus devletin yerini, çokuluslu şirketlerin çıkarlarının koruyucusu olan küçük, zayıf şehir devletlerinin alması öngörülürken, sol ayak bağı olmamalıydı.
Birinci Dünya Savaşı’nın da tetiklemesiyle yaşanan 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’ndan alınan dersler unutulmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Wilson’un tarihe Wilson Prensipleri diye geçen 14 ilkesinin “özgürlük” maskesi altında, ABD’nin küresel düzeyde etkisini artıracak bir politika önerdiği belleklerden silinmişti. “Sosyal devlet” kavramı, Erol Manisalı’nın sık sık altını çizdiği “toplumcu demokrasi” ilkesi, devletin bireyin ve toplumun gönencinin sağlanması ve geliştirilmesinde düzenleyici, müdahaleci, siyaset üretici ve uygulayıcı işlevi göz ardı edilmişti. “Görünmez el” her derde deva olduğundan, piyasanın işleyişinin tamamen özgür olmasını sağlamakla görevlendirilen devletin, gerçekte çokuluslu şirketlerin, tekellerin, kartellerin muhafızına dönüştüğü görmezden gelinmişti. Müteşebbislerin, sermaye sahiplerinin hak ve çıkarlarını korumak, piyasa güçleri için gerekli ortamı ve koşulları sağlamak için “küçültülen”, “yeniden yapılandırılan” devlet, elbette geniş toplumsal kesimlerin, ezilen sınıfların devleti olamazdı artık. “Devlet baba” ölmüş, “Allah devlete zeval vermesin” sözü tarihe karışmıştı.
Yoksul ailelerin zeki çocuklarının özel üniversitelerde okuması için gerekli vakıf, tarikat, cemaat, şirket desteğinin sağlanmasına, “liberalizmin sosyal boyut kazanması” diyorlardı. Bu gençlere verilen ve vergiden düşülen burslar, özel sektörün “sosyal sorumluluk projeleri” olarak tanımlanıyordu. Devlet müdahalesinin en aza indirilmiş, sermayenin önünde sınırsız bir alan, adeta dikensiz gül bahçesi yaratılmışken, özel sektör bu kadarını da yapmalıydı. Ne de olsa zenginlerin de bir vicdanı vardı. Böyle bir ortamda devletin iktisadi, toplumsal, kültürel görevlerini sivil toplum örgütlerine, tarikat ve cemaatlere, “sosyal sorumluluk projelerine duyarlı” sermaye çevrelerine devretmesine kimse itiraz edemezdi zaten. Sıfır devletin yanına bol sivil toplum eklenince piyasanın gücü de sınır tanımıyordu. Küreselleşme, post modernizm ve piyasa birer mit, birer din haline gelince, toplumsal eşitsizliklerin ve de sınıfsal çelişkilerin daha çok derinleşmesi, kökleşmesi, kurumsallaşması kimsenin umurunda değildi.
Fırsat eşitliğinin ağza bile alınmadığı bir düzende, devlet artık millet, halk, ulus, toplum, yurttaşlar için varolan bir kurum değildi, piyasa güçleri için vardı. Bunu böyle bilen, bu şekilde belleyen herkes, çoğulcu, özgürlükçü, demokrattı. Liberal solun dilinden düşmeyen, etnik ve sivil ağırlıklı “demokrasi güçleri”, liberallerin piyasa güçleriyle çok iyi anlaşıyorlardı zaten. Demokratikleşme halkçılığı, sivilleşme toplumculuğu, özgürlük ise kamuculuğu tasfiye etmek amacıyla kullanılıyordu. Sosyalist sistemin beş güvencesi olan eğitim, sağlık, konut, iş ve emeklilik artık kimsenin dilinde değildi. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin bir zamanlar yaptığı o ünlü sosyal yardımlar da tarihe karışmıştı.
Avrupa İçin Farklı Senaryolar
Kolay ve tatlı kazanç, para sermayesinin, üretim sermayesinin önüne geçmesi, borsa spekülatörlerinin oynadıkları fonlarının getirisi gözleri kamaştırmış, kulakları tıkamıştı. Örneğin Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün 2003’te hazırladığı “21. Yüzyılda Dünya Ticareti” adlı raporda, dünyanın ve Avrupa’nın geleceğine ilişkin iki ana senaryo şöyleydi (“Avrupa’nın 2050 Geleceği”, Değişim, Aralık 2003, s: 8 ve devamı): Birinci senaryoya göre, Avrupa küresel ekonomik gücünü önemli ölçüde yitirecek, dünya ticaretindeki payını ve yerini kaybedecekti. İkinci senaryoya göre ise Avrupa dinamik ve aktif politikaları benimseyerek, kendini ekonomik ve ticari bir güç olarak yeniden keşfedip, gelecekteki küresel ticaretin hiyerarşisinde yerini koruyup, güçlendirecekti. Yakın coğrafyasıyla, Akdeniz ülkeleri, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu üyeleriyle geniş bir birliktelik oluşturacaktı. Avrupa yaşlandığı için, Akdeniz ve Orta Asya ile ekonomik ve ticari bütünleşmeye gitmek zorundaydı. Yaşlanan ve azalan nüfusunun yarattığı dezavantajı, genç, dinamik, çalışkan işgücüyle kapatmalıydı. Bu kapsamda geniş bir göçmen politikası şarttı, Akdeniz ve Rusya’nın işgücünden de yararlanmak mecburiyetindeydi. İşgücü verimliliği konusunda sıkıntısı olmayan Avrupa, hem işgücü açığını kapatmak hem de orta vadede nüfusunu yenileyip, gençleştirmek için kontrollü bir göçmen politikasıyla 2020 yılına dek 30 milyon göçmen almayı planlamaktaydı. Bu da yeni toplumsal, kültürel sorunların yanında işsizliği de tetikleyecek, politik gerginliklere neden olacaktı. Milliyetçi, muhafazakâr politikaları güçlendirecekti.
Ancak bu birliktelik Avrupa, Akdeniz, Rusya alanı içinde kapsamlı bir ekonomik, ticari, teknolojik ve politik işbirliğini kapsamaktaydı ve Avrupa açısından vazgeçilmezdi. Ancak bu durumda Avrupa 2050 yılında dünya ekonomisi ve ticaretindeki yerini koruyabiliyordu. Avrupa, Akdeniz ve Rusya’dan oluşan üçlü blok, dünya ekonomisinden yüzde 32 pay alırken, sadece Avrupa yüzde 20 pay alıyordu. NAFTA yüzde 19, Asya- Pasifik ise yüzde 30’un biraz altındaydılar. Ticarette ise tek başına Avrupa’nın payı yüzde 35’ti ve ilk sıradaydı. ASEAN yüzde 15, Çin yüzde 12, NAFTA ise yüzde 10 pay sahibiydi. Akdeniz- Rusya hattı, Japonya- Kore hattının üzerinde bir ticari paya sahipti. Bilimde üstün ama yaratıcılıkta zayıf olan Avrupa’nın, ABD ile arasındaki ciddi teknolojik açığı kapatması, bilgi iletişim teknolojilerinde, bio teknoloji, nano teknoloji, uzay, havacılık ve savunma teknolojisi gibi alanlarda ileri hamleler yapması, böylece tüm ekonomiye etki eden, dışsallık yaratan, katma değer sağlayan alanlarda ilerlemesi de gerekiyordu.
Nüfus, çalışan nüfus, işgücü verimliliği, üretim teknolojisi ve kapasitesi, ihracat ve ithalat hacmi, milli gelir dikkate alınarak yazılan her iki senaryoda da AB’nin üye sayısı 30’u geçmiyordu. Türkiye AB üyesi yapılmıyor ama 8 ülkeden oluşan Akdeniz ülkeleri arasında sayılıyordu. Mevcut durumun sürmesi halinde 2050 yılında dünya ekonomisi ve ticaretinin mutlak ağırlığı Asya- Pasifik bölgesine kayacak, Çin dünya milli gelirinin yüzde 25’ine, Asya dünya gelirinin yarısının biraz altında bir paya sahip olacaktı. Dünya ticaretindeki sıralama değişecekti. ASEAN, Çin’in bölge içinde ve bölgeler arasındaki ticarette artan payı ile dünya ticaretinde ilk sırayı alacak, Japonya ve Kore’nin payı hızla azalacaktı. NAFTA ve ABD mevcut payını koruyacak, 30 üyeli AB’nin payı hızla azalarak, tek başına Çin’e ancak ulaşacak, ABD’ye rakip olmak bir yana, küreselleşme sürecindeki etkisini yitirecek ve zayıflamasını sürdürecekti. Kötü senaryoda, Avrupa’nın dünya ekonomisindeki payı, yüzde 22’den 2050 yılında yüzde 12’ye geriliyordu.
Avrupa ve ABD, yatırım ve üretim koşullarının cazip olduğu yerlere giden, büyümek, daha kârlı hale gelmek için şirket evlilikleri yapan çokuluslu şirketlerin, bir süre sonra küresel bunalımı taşıyamayacaklarını göremiyordu. 2000 yılının hemen öncesinde General Motors ile Fiat, Deutsche Bank ile Dresdner, Chicago Tribune ile Los Angeles Times birleşmişlerdi. Yaşamak için birleşmek zorundaydılar. Dünyanın her tarafında insanların aynı marka ürünleri yemesi, içmesi, giyinmesi, aynı otel zincirlerinde kalması, aynı kredi kartlarını kullanması, aynı bankalarla çalışması, aynı marka ve modeldeki cep telefonlarıyla konuşması, aynı marka arabalara binmesi, aynı Hollywood filmlerini izlemesi üzerine kurulan sistem, tüm bunları yapabilmek için daha çok, daha hızlı borçlanmayı dayatıyordu. Küresel rekabet, firmaları küresel davranmaya, düşük maliyetli üretim neredeyse, oraya gitmeye yöneltiyordu. Ama onların müşterileri için aynı durum söz konusu değildi. Bu nedenle de işlerini kaybetmemek için, daha az paraya, daha olumsuz çalışma koşullarına razı oluyorlardı. Eğitimden sağlığa, mesai ücretinden sosyal güvenliğe dek her alandaki kazanımlarından vazgeçiyorlardı. Sonuçta alım güçleri ve yaşam standartları düşüyor, kredi kartlarına daha çok yükleniyorlardı.
Amerikalıların dörtte üçü, küreselleşmenin patronunun ABD olduğuna inanıyordu. Ama zenginleri ve güçlüleri birleştirirken, yoksulları bölen küreselleşmenin er ya da geç ABD’yi vuracağını görmek istemiyorlardı. Kültürlerin, yaşam biçimlerinin, tüketim alışkanlıklarının kendilerininkine benzemesi, kendilerininkini taklit etmesi gururlarını okşuyordu. Ama yerel, etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerin öne çıkması, alt kimliklerin çatışıp, boğazlaşması, Washington’un da bunu kışkırtıp, kullanması, hem ABD karşıtlığını besliyor, hem de o ülkelerdeki insanları yoksullaştırdığından, “potansiyel müşterileri” azaltıyordu. Yoksullaşan geniş yığınlar feodal değerlerine daha çok sarılıyor, alt kimliklere daha çok sığınıyorlardı. Bu da çatışmacı eğilimleri güçlendiriyordu. Üstelik onların cep telefonu ya da dizüstü bilgisayar kullanarak yönettikleri şirketleri, hisse senetleri yoktu. Zenginler küreselleşirken, yoksullar yerelleşiyorlardı. 1992’de Fukuyama “Tarihin Sonu”nu ilan edip, 1993’te Huntington “Uygarlıkları Çatışması” temennisinde bulunurken, Ferhan Şensoy’un ünlü oyununda olduğu gibi, “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” savaşıyordu.
Büyü de bozuldu, ezberler de
Tarihsel bir süreç olarak işleyen küreselleşme, ekonomik faaliyetleri ve zenginliği eşit olarak dağıtmadı. Tersine dağılımı daha da bozdu. Kapitalist merkezlerde yaşanan bunalım da bunu tetikledi. Çevrenin merkeze, zayıfın güçlüye, yatırım isteyenin yatırım yapana olan bağımlılığı arttı. Çok farklı ülkelerde üretim ve yatırım yapan dünya markalarının isteğiyle aşındırılan, hatta sıfırlanan ulus devlet ve onun kurumları ve kuralları yeniden anımsandı. Küresel kültürün tek tipleştirdiği insanların tükettiği ürünler aynılaşırken, hatta aynı ürün için aynı reklamlar, sadece dil farklarıyla TV’lerde gösterilirken, koşulların her yerde aynı olmadığı görüldü. Kaldı ki koşulların aynı olması olanaksız olduğu kadar tehlikeliydi de. Çünkü koşulların her yerde aynı olması durumunda, farklı yerlerde üretim ve yatırım yapmanın anlamı kalmıyordu. Tek başına bu gerçek bile küreselleşmenin ruhuna aykırıydı.
ABD’de başlayan iflaslar, küreselleşmenin temel aktörleri olan çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) birer birer topu atması, dev finans kuruluşlarının çökmesi sadece küresel büyüyü bozmadı. Sürece ilişkin ezberleri de bozdu. Devleti yeniden anımsattı. Kapitalist ekonominin ve liberalizmin simgesi olan ABD’de devlet ekonomiye ileri düzeyde müdahale etti, kamu kaynaklarını devreye soktu, batan şirketleri kurtarmak için kamusal fonlar oluşturdu. Avrupa’da batan finans kuruluşlarının kurtarılması için devletleştirme, kamulaştırma yapıldı. Marks yeniden gündeme oturdu. Atatürk’ün devletçiliğinin, karma ekonomi modelinin sadece mazlum milletler, geri kalmış/ gelişmekte olan ekonomiler için değil, gelişmiş/ güçlü ekonomiler için de önemli, güncel bir reçete olduğu bir kez daha görüldü.
“Neo liberalizm devletin sağ elini güçlendirirken, sol elini zayıflatır” diyen Fransız toplumbilimci Bourdieu’nun ne kadar haklı olduğu anlaşıldı. Küreselleşmenin zenginlere yaradığı, yoksullara, çok farklı nedenlerle yurtlarından göçmek zorunda olanlara yaramadığı görüldü. Devlet için, “gölge etme, başka ihsan istemez” diyenler, kamu müdahalesini savunur oldular. Venezüella lideri Chavez, “Yoldaş Bush” diye dalga geçerek, ABD’nin Venezüella’dan daha solda politikalar izlemeye başladığını söyledi. Ve sonuçta küreselleşme rüyası uzun sürmedi ama zararı büyük oldu. Dünya yüzünü yeniden devletçi politikalara döndü. Ama özellikle geri kalmış/ gelişmekte olan ülkelerde kolu- kanadı kırılan, etkisi azaltılan devletin, beklentilere yanıt vermekte hayli zorlanacağı bir kez daha açığa çıktı. Kısacası, Batılı büyük merkezler kaybetti ama Batılı olmak için, Batının yaptığını değil Batının dediğini yapanlar, Batılılardan daha çok kaybetti.

 
 
  Bugün 1544359 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol