İSLAMİ YAPILANMADA YENİ ADIMLAR
Bülent Serim
Hukuk sistemini daha İslami bir yapıya kavuşturma yolunda atılan adımların son göstergesi, 6119 sayılı “Özel Sektörün Geliştirilmesi İslami Kurumu Kurucu Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunmasına Dair Kanun”un, 22.02.2011 günü TBMM tarafından kabul edilmesi olmuştur. Yasa, 10 Mart 2011 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Anlaşmanın, bu yasaya dayanılarak Bakanlar Kurulu’nca onaylanıp yürürlüğe girmesiyle, Türkiye’de şeriata göre çalışacak özel sektör yasal statüye kavuşmuş olacaktır. Tüm toplumun bölündüğü gibi, “Anadolu Sermayesi-İstanbul Sermayesi” ya da “Laik sermeye- yeşil sermaye” biçiminde fiilen bölünmüş olan özel sektörün ayrışması da tamamlanmış olmaktadır.
Anlaşmanın kabulüyle, merkezi Suudi Arabistan’da bulunan ve İslami Kalkınma Bankası’nca kurulan “İslami Ticaret Kurumu”nun Türk özel sektörü hakkında karar vermesi de onaylanmış olmaktadır.
Anlaşmaya göre, bir “İslam Hukuku Komitesi” bulunmakta, bu Komite 3 din adamından oluşmakta ve kredi verilecek işletmelerin şeriat esasına göre çalışıp çalışmadığına bu Komite karar vermektedir. İslami Kalkınma Bankası’ndan kredi kullanacak işletmelerin şeriat esasına göre çalışması koşuldur. Esasen sözleşme de, İslami kurallara göre çalışan işletmelerin desteklenmesi amacını taşımaktadır.
Anlaşma’da, “İslami üretim” prosedürünü tamamlayan şirketlere İslam Kalkınma Bankası tarafından kaynak aktarılması öngörülmektedir. Buna karşılık laik esaslara göre çalışan şirketler bu olanaktan yararlandırılamayacak; böylece şirketler İslami esaslara göre çalışma yolunda özendirilmiş olacaktır.
İşte, laik Cumhuriyet’ten İslami yanı ağır basan bir düzene geçileceğini kanıtlayan bundan daha çarpıcı bir gösterge olamaz. Kuşkusuz bu sözleşme Anayasa’nın laiklik ilkesine tümüyle aykırıdır. Bunun içindir ki, siyasal iktidar 2004 yılında da sözleşmeyi TBMM’ne getirmiş, ancak siyasal iklim ve “ortam” uygun olmadığı için, tepkiler üzerine ısrarlı olamamıştır. O dönemde, anlaşmanın laik düzene aykırı olduğu yönündeki ana muhalefetin çabaları kuşkusuz yasanın çıkarılmasına engel oluşturmuştur. Ancak belirtilmelidir ki, 10. Cumhurbaşkanı’nın laik Cumhuriyet’ten yana tutumu, ordu, yargı, medya ve üniversitelerin henüz tam olarak susturulup sindirilmemiş ve ele geçirilememiş olması da, anlaşmanın onaylanmasını 7 yıl geciktiren etmenler olmuştur. Artık tüm bu etmenlerin lehe dönüştürüldüğü düşünülüp, sözleşmenin onaylanması için zamanın geldiği sonucuna varılmış olmalıdır ki, hiç çekinilmeden bu yola gidilmiştir.
Yine her zaman olduğu gibi, göstermelik bir gerekçeyle, onaylamanın laiklik ilkesine aykırı olmadığı, bunun için anlaşmaya bir çekince konulduğu söylenmektedir. Çekincede, "Anayasamız, kanunlarımız ve bağlı olduğumuz anlaşmalar hükümlerinin saklı olduğu" denilmektedir. Bu çekincenin uluslar arası hukuk yönünden geçerliliği yoktur. Çünkü, Viyana Sözleşmeler Hukuku’na göre, bir çekincenin geçerli olabilmesi için anlaşmanın özüne ilişkin olmaması gerekmektedir. Bunun yanında konulan çekincenin eylemli olarak uygulama olanağı da yoktur. Sözleşmenin özü, şeriat esaslarına uygun çalışan işletmelerin krediyle desteklenmesi olduğuna göre, hiçbir çekince bu sözleşmeyi laiklik ilkesine uygun duruma getiremez. Çünkü konulan çekince, anlaşmayı tümüyle uygulanmaz kılacak niteliktedir. Ya kredi için baş vurulmayacak, (ki o zaman sözleşmenin onaylanmasına gerek yoktur); ya da kredi için başvurulduğunda, Türk şirketinin “şeriata göre çalışılıp çalışılmadığı”na karar verilecektir.
ANAYASA’YA AYKIRILIK
Ana muhalefet partisi, anlaşmanın Anayasa’daki laiklik ilkesine aykırı olması nedeniyle, onaylamayı uygun bulan yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıklamıştır. Kuşkusuz yukarıda da belirtildiği gibi bu anlaşma Anayasa’ya aykırıdır. Ancak, iki nedenle bu girişim sonuçsuz kalacaktır.
Birincisi, Anayasa’nın 90. maddesinde, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” denilmektedir. Yani yöntemine uygun biçimde yürürlüğe konulan antlaşmalar anayasal denetimden uzak tutulmuşlardır. Aslında, Anayasa’nın 148. maddesine göre istisnasız tüm yasalar Anayasa Mahkemesi’nin denetimine bağlı olduğuna; uluslararası antlaşmaların onaylanması da bir yasayla uygun bulunduğuna göre, antlaşmaların onaylanmasını uygun bulan yasanın anayasal denetim kapsamında incelenmesi gerekir. Çünkü, Anayasa’nın 90. maddesinde anayasal denetimden ayrık tutulan hukuksal metinler, onaylamayı uygun bulan yasalar değil, antlaşmalardır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin, dava açılması durumunda yasayı denetlemesi gerekir. Kuşkusuz bu denetim, yasaya içerik kazandırmak için antlaşmanın da incelenmesini zorunlu kılar. Eğer antlaşma Anayasa’ya aykırı ise, kuşkusuz antlaşma değil, onun onaylanmasını uygun bulan yasa iptal edilecektir.
Ne var ki, geçmiş uygulamalarda Anayasa Mahkemesi bu görüşe katılmamıştır. Anayasa Mahkemesi, yasayı anlamlandırmak için antlaşmanın incelenmesine yanaşmamakta, eğer yasada antlaşmanın herhangi bir kuralı için “çekince” konulmuşsa, antlaşmayı yalnızca çekince yönünden incelemektedir. Bu antlaşmada da, bir anlam ifade etmeyen çekincenin, laiklik ilkesi yönünden incelenecek bir yönünün olmadığı ortadadır.
İkinci olarak, Anayasa değişikliğinden sonra oluşturulan yeni Anayasa Mahkemesi, yapılan atamalarla, artık “iktidarın her yaptığı doğrudur” çizgisine gelmiştir. Bu nedenle de, aynı dünya görüşünü paylaştığı siyasal iktidar tarafından onaylanması uygun bulunan bir antlaşmaya ilişkin yasayı iptal etmeyecektir. Daha olumlu bir yaklaşımla laikliğe açıkça aykırı bir düzeni öngören bu antlaşma, Anayasa Mahkemesi için bir “test” niteliği taşıyacaktır.
DİĞER İSLAMİ PROJELER
Şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye’de ekonomik ve toplumsal yönden İslami kuralların egemen olması bu antlaşmadan önce de birçok düzenleme ile ortaya konulmuştur.
Türkiye, Bankalar Yasası’yla, sözüm ona faizsiz bankacılık olan “Katılım Bankacılığı”nın kurulmasına izin vererek, “Arabuluculuk Kurumu” kurulması için çalışmalar yaparak, “İslami bono” diye nitelendirilebilecek “Sukuk-u icara” uygulamasına geçilerek, “Aile imamlığı” projesini uygulamaya koyarak, “helal gıda standardı” geliştirerek, 24 yaşına kadar alkollü içki satışını yasaklayarak, alkollü içkilerin açıkta satışına izin vermeyerek, kamu kurum ve kuruluşlarının lokallerinden alkollü içki servisini kaldırarak, alkollü içkilere reklam yasağı getirerek ve “alkol zabıtası” uygulamalarını başlatarak zaten İslami esasa uygun yapılanmada epeyce yol almıştır.
Bunların içinde, “Arabuluculuk Kurumu” çalışmalarının, “İslami bono” ve “aile imamlığı” uygulamalarına geçilmiş olmasının İslami yapılanma yolunda önemli adımlar olduğunu belirtmek gerekir.
Siyasal iktidarın totaliter (bütüncül) yanını ortaya koyan bu örnekler, toplumun tüm kesimlerini İslami ağırlıklı olmak üzere yeniden düzenlemek ve İslami hukuka geçişin yolunu açmak için gösterilen çabalardır. Toplumun her kesimi üzerinde, belli bir dünya görüşünün kabulü için baskı kurulmaktadır. Hani başlangıçta “Türban sorunu kurumsal ve toplumsal mutabakatla çözülür” denilmişti ya, o söz aslında tüm siyasal yapının değişimi yönünde söylenmişti de biz görmemiştik. Çünkü onun öncesinde, “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye! Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek” söylemini ihmal etmiştik. İşte tüm kurumlar ele geçirilip “kurumsal mutabakat” sağlandıktan sonra, sıra toplumsal yapının daha İslami bir niteliğe kavuşturulmasına gelmiştir.
“Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı”yla, özel hukuk ilişkilerinde yargı ve hukuk devreden çıkarılmakta, bu ilişkiler “halk konseyleri”ne bırakılmaktadır. Yargıçsız ve avukatsız, tümüyle siyasal iktidarın denetiminde “özel bir yargı” düzeni oluşturulmaya çalışılmaktadır. Amaç, uyuşmazlıkların çözümünü, İslami kuralları uygulayacak tarikat ve cemaatlere bırakmaktır. Oysa, AİHM’nce de belirtildiği gibi, (RP davası) ikili hukuk düzeni ve şeriat hukuku demokrasiyle bağdaşmamaktadır. Ama kuşkusuz bu durum, yönleri İslami yapıya dönük, ama ağızlarında “ileri demokrasi” olanları hiç mi hiç ilgilendirmemektedir.
İslami yapılanma konusunda atılan bir başka örnek, “Sukuk-u icara” uygulamasının başlatılmasıdır. Bu bir “İslami piyasa” araçıdır. Hükümetin (Sermaye Piyasası Kurulu) İslami araçlara izin vermesiyle Kuveyt Türk Ağustos 2010’da, 100 milyon dolarlık ilk “sukuk” ihracını yapmıştır. Görülen ilgi üzerine ikinci parti sukuk ihracının 500 milyon dolarlık olacağı açıklanmıştır. Sukuk Arapça’da “sertifika” anlamına gelmekte, kısaca “faizsiz bono” olarak tanımlanmaktadır. Bono benzeri bu araç, faizi yasaklayan İslam hukuku ilkelerine uyan menkul kıymet olarak bilinmektedir. (Cumhuriyet, 10.03.2011)
AKP Hükümeti, “İslami Esaslara Uygun Bono” çalışmalarını 2003 yılının başlarında başlatmıştır. Faiz yerine “kar payını” esas alan İslami bono çalışmalarına Kuveyt Türk ve Albaraka uzmanları da katılmıştır. Kuveyt Türk daha o tarihte 500 milyon dolarlık alım için taahhütte bulunmuştur. (Milliyet, 25.04.2003, Nedim Şener)
“Aile imamlığı” uygulaması ise, amacı tam olarak ortaya koyan, İslami yapılanmanın başka bir temel taşı, toplumsal mühendislik projesidir. Uygulama, önce pilot illerde başlatılmıştır. Şimdi ülke düzeyine yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu projenin toplumsal, bilimsel ve hukuksal hedefleri bulunmaktadır. İmamlar, görev ve yetkilerini aşarak, aileleri tek tek ziyaret edecek, aile bireylerini manevi baskı altına alarak, yaşam biçimlerini daha İslami bir yönde değiştirmeye çalışacaktır. Bu projenin toplumsal yönüdür.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “daha İslami bir yapıya katkı” projesi bundan ibaret değildir. “Aile İrşat ve Rehberlik Büroları Çalışma Yönergesi” 19.03.2010 gününde yürürlüğe konulmuştur. Aile imamlığının gündeme gelmesi de bu yönerge ile olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş yasasında “din, ahlak ve ibadet” konularında toplumu aydınlatmak olarak belirlenmiştir. Oysa bürolara, yönergeyle, bilim alanlarına giren psikoloji, sosyal hizmet uzmanlığı, avukatlık gibi konularda da bireyleri yönlendirme görevi verilmektedir. Bununla da yetinilmemekte, bürolara, görüşülen kişilerin bilgilerinin kartekslere fişlenip saklanması görevi de verilmektedir. Yani yeni bir fişleme uygulaması daha yaratılmaktadır. Bu fişlerde kişinin hangi dine ya da mezhebe bağlı olduğu, ibadetini yapıp yapmadığı, Cuma namazını kılıp kılmadığı, kadınların tesettüre uygun giyinip giyinmediği gibi bilgilerin yer almasını kim engelleyebilecektir? Belki de ulaşılmak istenen hedef budur. Ayrıca bu fişleme bilgilerinin siyasal iktidarca kullanılmayacağını kim söyleyebilir? (Prof. Dr. Şahin Filiz, Aydınlık, 16, 17, 18 ve 21.03.2011)
Kısaca, “kanaat önderi öğretmenler” yerine “kanaat önderi imamlar” dönemi başlatılmıştır.
Yapılan çalışma, birey yaşamının bilimle düzenlenmesi gereken yönlerini hedef aldığından bilimsel gerçeklikle de bağdaşmamaktadır. Çünkü, bilim alanları, yalnızca din eğitimi alan imamların tekeline bırakılmış olmaktadır. Laik hukuk düzeni de, bu çabanın sonucu yerini giderek, özellikle bireysel alanda İslami hukuk düzenine bırakacaktır. Kuşkusuz tüm bu yönler, Anayasa’nın laiklik, demokratiklik ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.