Hukuk üstün değilse, adalet yok hükmündedir…
Tülay Özüerman
İLK KURŞUN
Türkiye’de ilk kez bir Genel Kurmay Başkanı’nın özel yetkili savcı sorgulamasından geçerek tutuklandığı haberi üzerine düşünürken, Wall Street Journal’ın köşe yazarı Bret Stephens’in Mayıs 2010’da yayımlanan “Türkiye’de neler oluyor?” başlıklı yazısını anımsadım. Dışarıdan bakan gözler, görmek istemediklerimizi özellikle tepeye yerleşenlerin hoşuna gitmeyecek sözlerle yüzümüze vurabiliyorlar.
Stephens yazısında: “Türk laikliğinin direği olan ordunun, Erdoğan’ın İslami eğilimli hükümetinin saldırısı altında bulunduğu“nu, düzinelerce subayın darbe komplosu gerçekçesiyle gözaltına alındığını, anayasa reform paketinin referandumda onaylanması halinde hükümetin, “laikliğin diğer bir direği olan yüksek yargı organlarını kendi adamlarıyla dolduracağı“nı savunuyor ve “Geçen hafta Bernard Lewis’e, Türkiye’nin nereye gittiği konusunda ne düşündüğünü sordum. Ortadoğu tarihçileri dekanı, on yıl içerisinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan laik cumhuriyetin, İran İslam Cumhuriyeti’ne daha çok benzeyebileceğini söyledi, İran kendini laik bir cumhuriyete dönüştürürken bile.” sözleriyle kaygıyı dile getirerek; “En önemlisi, İslamiyet’teki Erdoğan tarzı, sosyal ve siyasi ihtirasları açısından görece olarak ılımlı kalmaya devam edecek mi, yoksa agresif ve radikal hale mi gelecek? Bu sorunun cevabını biliyor gibi davranmak yanlış olur. Bu olasılık hakkında kaygılanmamak ise delilik olur.“ diyerek yazısını sonlandırıyordu.
Yazarın soruları artık iyice suskunlaşan ve bundan böyle, tutuklanan Başbuğ için “O bile…” diyerek daha da suskunluk sarmalına itilecek olanların zihinlerinde yok değil. Artık hepimiz biliyoruz ki; kaynatılan kazandan fırlamaya çalışan herkes için başka kazanlar var.
“Yeni anayasa” yolunda ilerleyen Türkiye’de iktidara yerleşen düşüncenin dışında düşünenler için döşenen taşlar çok kaygan.
Hukukun üstün olmadığı yerde devletin ve hukukun temel ilkelerinin belirleneceği temel yasa hazırlamak, ülkeyi üstünlerin yasalarına terk etmek demektir. Mevcut iktidarı ve bu iktidarı yaratan konjonktürle şırıngalanan anlayışları kurumsallaştırarak yasal çerçeveye oturtmak anlamında bir yasama işleminin Türkiye’yi demokratikleştireceğini ileri sürmek safdillikten de öte olur. Herkese, Orwell’ın deyimi ile; “bize kendi isteğinle uymalısın” tembihinin farklı yöntemlerle ama en çok “sürekli bir resmi propaganda bombardımanı” aracına dönüşen TV’ler ile verilişini görmezden gelerek toplumu sözleştirmenin mümkün olmadığını, sözleşiyormuş gibi yapılacak bir ortamın alt yapısının kurulduğunu bile bile sürükleniyoruz hep birlikte.
“İrtica ile mücadele” kavramının yerini, Atatürkçü tanımlamasını hakaret olarak kabul eden anlayışa sahip olanların tırmanışlarına bakarak; “Atatürkçülerle mücadele”ye bıraktığını ibretle izliyoruz.
Orduyu, güvenliğimizi teslim ederek görev yaptırdığımız kişiye, “terörist” damgası ile tutuklamaktan daha ağır ceza veriyoruz. Üstelik, kim terörist, kim değil karışıklığı içine itilirken, hepimizin terör mağduru olduğumuzu da göremez oluyoruz. Ve tüm Ortadoğu coğrafyasının ortak kaderini paylaşıyoruz; kendi kendini vurduruyorlar bu coğrafyada yaşayan tüm halklara…
Vesayeti askerle özdeşleştirme; sivil vesayetin zamana yayılan kurumsallaşmasının yolunu açan en önemli yanlışıdır Türkiye’nin. Her geçen gün ağırlığını hissettiren bu vesayetin ne zaman sona ereceği belirsizdir üstelik. Türkiye fiilen tek parti ile yönetilen bir ülke artık ve (güya) seçimle oluşturulacak kurumların başına kimlerin geleceğinin hesabı da önceden yapılan bir ülke.
İktidardaki partinin tepesinde yer edinmiş üç-dört kişinin hangi kurumların başına geçeceğinin beyinlere önceden yerleştirildiği bir ülkede, onların dışında hiç kimsenin şansının olmadığının da itirafı yapılıyor demektir. Seçim tüm rejimlerde var, tercih hakkı sadece demokrasilerde: Kimin Cumhurbaşkanı, kimin Başbakan olacağını önceden belirleyenler seçimlerin göstermelik olduğunu da önceden kabul etmişlerken hangi demokrasiden söz etmekteler?!..
Tercih hakkı bitmiş, geriye seçim hakkı (!) kalmış Türkiye’nin yaşadıkları demokrasi sancısı değil. Sancı, Cumhuriyet’in kurumlarını, o kurumların başındaki kişilerin itibarlarını alarak yıpratmaya çalışmaktan, kurumların el değiştirme suretiyle başkalaştırılma çabalarından kaynaklanıyor. Karşısındakini itibarsızlaştırmak, kimseye itibar kazandırmaz. İtibar kurumlarla da gelmez kişilere. Kişiler kurumlara itibar kazandırır. Demem o ki; bu toplu itibarsızlaştırma sürecinden, harekatı yürütenlerin galip çıkması mümkün değildir.
Tam gaz ilerleyen AKP’nin çıtasının demokrasi olmadığını anlamak için Stephens’in ve diğerlerinin yazdıklarını okumaya gerek yok. Türkiye’de olup bitenlere herkesin kendi durduğu yer ve ne elde ettiğine bakarak değil, herkes için güvence veren hukuk ve hiç kimsenin vicdanını sızlatmayacak adalet penceresinden bakması gerekiyor. Tutuklamalar kamu vicdanında sürekli kanayan bir yaraya dönüşmüştür. Adaletten hızla uzaklaşırken, hukukun üstünlüğü yerini yasa yapma ve uygulama keyfiyetini elinde tutanların üstünlüğüne bırakmış demektir.
Hesaplaşmanın tırmanışının geldiği noktadan bakınca; sürecin bizi demokrasiye değil, ne zaman sona ereceğini bilemediğimiz sivil dikta rejimine doğru sürüklediğini daha net görebiliyoruz. Hele yargının bağımsız olmadığı algısı giderek yerleşirken, anayasa yapmak, “toplumu sözleştirmekten” çok, “suskunluğu pekiştirmek” anlamı taşıyor.
Her tutuklamadan sonra sırada hangi isimlerin olduğundan söz ederek yeni tutuklama beklentisine giren bazı köşe edinmişlerin, yargıç, savcı, avukat rolüne soyunarak adaletten nasiplenmemiş anlayışları ile demokrasiden söz ediyor olmaları midemi fena halde burkuyor. Felaket ve tutuklamaların beklentiye dönüşüp, alışıldık bir duruma dönüştürülerek normalleştirilmeye çalışıldığı bu anormal süreç ve itilmeye çalışıldığımız yalnızlık sizlerin de midesini burkmuyor mu?