KİTABIN ADI : YALNIZLIK DOLAMBACI
YAZARI : OCTAVIO PAZ
1. Yaşamın bir döneminde varlığımızın sadece kendimize özgü ve çok değerli bir şey olduğunu anlarız. Bu uyanma, çoğu kez, ergenlik çağında olur. İnsanoğlunun kendini arayıp bulması, yalnızlığının bilincine varması; kendisiyle dünya arasındaki o algılanamayacak kadar saydam bilinç perdesini çekip kaldırmasıyla gerçekleşir. Daha doğar doğmaz yalnızlığımızla karşı karşıya kaldığımız doğrudur. Çocuklar oyun oynarken, büyükler de çalışırken yalnızlık duygusunu unutabilirler.
2. Bir ulusun psikolojisi (ruhu) konusunda yazılan denemelerin, çoğu kez aldatıcı ve yanıltıcı olduğunu bilmeme karşın yine de düşünüyorum ki, gelişme süreci içindeki bir halkın kendi varlığı ile ilgili bazı sorular sorması, giderek karanlık kalmış bazı konuları aydınlatabilir. Tarihimizin bilincine varmak, tekliğimizin ya da biricikliğimizin ayrımına varmak demektir. Bu, eyleme geçmeden hemen önceki düşünme anıdır. Novalis demiştir ki: “Düşümüzde düş gördüğümüzü görmeye başlayınca uyanma zamanı yakındır.”
3. Aşağılık duygumuz, olası çözüm seçeneklerimizi etkiliyor ve yaratıcılığımızın kısırlığı, aslında yeteneklerimizin üzerindeki kuşkularımızdan ileri geliyordu.
4. MEKSİKALININ MASKELERİ : Biçim, nadir durumlarda özgün bir yaratı, içgüdü ve isteklerimizle ulaştığımız bir denge durumu olmuştur. Ahlaksal, değersel ve yargısal kurallarımız çoğu zaman kişiliğimizle çatışır; düşündüklerimizi söylemekten, isteklerimizi gerçekleştirmekten alıkoyar bizi.
5. Kişi yalan söylemekle aslında kendini kandırmış olmaz mı? Yalancı kendinden korktuğu için yalan söyler.
6. Alçak gönüllülük, kişinin, kendi günlük yaşamında ya da bir ötekinin çıplaklığı (güçsüzlüğü) karşısında duyduğu utanmadır.
7. İçgüdüler de aslında korkulacak güçler değildir. Bizim korkularımız içgüdülerin salt açığa vurulmasından doğuyor. Kadın aramaz, çeker, çekim merkezi onun örtülü ve edilgin cinselliğidir. O gizemli bir güneştir sanki.
8. Nasıl yalanlar aracılığıyla gerçeğe varabiliyorsak, aşırı içtenlik de bizi yalan söylemenin daha estetik biçimlerine götürür. Sevince açılırız ve duygularımızı açığa vurmaya başlarız.
9. Aşk, başka bir varlığa katışma çabasıdır. Ama sevgiye boyun eğme ancak karşılıklı ise gerçekleşir. İnsanın kendini bütünüyle bir şeye, bir başka kişiye adaması zordur. Az kişi bunu başarır. Aşk, sürekli yaradış, gerçeği yaşamak ve bitip tükenmeden yeniden yaradılıştır.
10. Varlıklı ülkelerde pek az bayram tatili yapılır. Tatil için ne fazla zaman ne de aşırı istek vardır, tatil pek gerekli de değildir. Halkın yapabildiği daha anlamlı şeyler arasında tatilin göreli önemi azalır. Küçük topluluklar olarak her istediklerini yaparlar. Çağdaş ulusal kitleler, yalnız bireylerden oluşan yığınlardır. Paris’te ya da NewYork’ta olsun, kalabalıklar açık alanlarda ya da stadyumlarda toplandığı zaman, halk dediğimiz varlığın eksikliği -toplum olmak anlamındaki eksikliği- duyulur. Çiftler ve küçük topluluklar oradadır ama, onlar bireylerin önce topluca yitirildiği, bireysel kişiliklerin sonra yeniden canlandırılabildiği bir topluluğu oluşturamazlar. Nasıl yaşadığımızı yansıtan ölüm bize vefasızlık eder de pisi pisine ölürsek o zaman herkes bu işe üzülür; çünkü “kişi yaşadığı gibi ölmeli” deriz. Yaşam gibi ölüm de başkasına aktarılamaz. Oysa, kendi gerçek hayatımızı yaşadığımız için, yaşadığımız gibi ölemiyoruz. Bizi öldüren ölüm bizim değil, tıpkı yaşadığımız hayatımızın bizim olmayışı gibi. Bu yüzden, “Söyle bana nasıl öldüğünü, söyle sana kim olduğunu” deriz.
11. Azteklerin yaşamını din ve yazgı yönetirdi, bugün bizimkini nasıl ahlak ve özgürlük yönetiyorsa. Özgürlük simgesi altında yaşıyoruz ve burada her şey –Yunan yazgıcılığı ve Tanrıbilimcilerin iyilik duyguları- seçim ve çatışmasıdır. Azteklerin yaşam sorunu, tanrıların asla belli olmayan istek ve istemlerini araştırmak biçiminde özetlenebilirdi. Tanrılar özgürdü yalnız ve ancak onların seçme gücü vardı. Demek ki, gerçek anlamda, sadece tanrılar günah işleyebilirdi. Aztek dini günahkar tanrılarla doludur. En ünlüsü Quetzelcoalt olan bu tanrılar, Hıristiyanların bazen Tanrı’yı yok saymaları gibi, güçsüz düşerler ve kendilerine inananları yapayalnız ortada bırakırlardı. Kendi halkını yadsıyan tanrıların hainliği (gerçeği) olmasa, Meksika’nın fethi olayı kolay kolay açıklanamazdı.
12. Çağdaş ölümün, kendini aşan ya da öteki değerlerle ilişkin anlamı kalmamıştır artık. Ölüm, doğal bir sürecin kaçınılmaz sonucundan öte bir şey değildir. Olgular dünyasındaki sayısız olaylardan sadece biri! Ama ölüm, tüm kavramlarımıza ve yaşamımızın anlamına öylesine aykırıdır ki, ilerleme ve gelişme felsefesi, sihirbazın elindeki parayı yitirmesi gibi ölüm olayını sanki ortadan kaldırdığını sanıyor. Çağdaş dünyadaki her şey ölüm sanki yokmuş gibi işler. Kimse ona önem vermez, ölüm her yerde bastırılır: Siyasal demeçlerde, reklamlardaki ahlak ve törelerimizle ilgili yayınlarda; hastaneler, eczaneler ve spor kulüplerince bizi sunulan indirimli sağlık ve mutluluk programlarında ölümün adı anılmaz.
13. Meksikalının ölüme karşı saygısızlığı, yaşamdan yana aldırmazlığından gelir. O, yalnız ölümü değil, yaşamı da çözümsüz görür. Türkülerimiz, atasözlerimiz, bayramlarımız ve yaygın inançlarımız, ölümden neden yılmadığımızı açıkça ortaya koyarlar: “Hayat bizi bu korkudan kurtarmıştır.” Ölüm, doğal ve istenen bir şeydir. Ölüm, ne kadar erken gelirse o kadar iyidir. Öldürürüz, çünkü – kendimize ya da bir başkasına ait olsun– hayatın değeri yoktur. Hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz gerçekliklerdir. Bunlardan birisi anlamını yitirince öteki de anlamsızlaşır. Meksikalının ölümü, Meksikalının yaşam yüzüdür. Meksikalı içine kapanır ve ikisini de boş verir.
14. Avrupalıların ve Kuzey Amerikalıların bu konudaki tutumları bizimkinin tam karşıtıdır. Onların, yasaları, töreleri, bireysel ve kamusal ahlak ilkeleri bütünüyle insan yaşamını korumak (sürdürmek) eğilimindedir. Ne var ki, bu eğilim son derece iyi tasarlanmışcasına kıymaların, nerdeyse kusursuzca işlenmiş suçların ve suç dalgalanmalarındaki sayısal iniş ve çıkışı önlemeye yetmiyor. Öldürme işlerini bir Meksikalının anlayamayacağı kadar ince ve ölçülü biçimde tasarlayan profesyonel suçlular, deneyim ve yöntemlerini anlatmaktan aşırı doyum sağlayanlar, basın ve kamunun, cana kıyanların, suç işleyenlerinin açığa vurulmalarını izlerken gösterdiği kendinden geçmişlik (büyülenmişlik), koruyucu ve önleyici (kolluk) dizgelerin yetersizliği, Batı uygarlığının yaşam karşısında gösterdiği eksik ya da yanıltıcı saygının belirtileri değil mi?
15. Meksikalı haz duymak için, öç almak ya da tutkusunu doyurmak için bir kişiyi öldürdüğü zaman, bir insan varlığını öldürmüş olur. Çağdaş can alıcılar ve devlet adamları öldürmez, ortadan kaldırırlar. Onlar, insanlık niteliklerini yitirmiş varlıklar üzerinde yürütürler deneylerini, toplama kamplarındaki tutsaklar önce aşağılanarak eşyaya dönüştürülür, sonra toptan yok edilirler. Büyük kentlerde ün yapan katiller -cana kıyış nedenleri genellikle değişik olmakla birlikte- çağdaş liderlerin büyük çapta yaptıklarını ancak çok küçük bir ölçüde gerçekleştirirler. Katil de bir deney yapmaktadır; kendi olanakları içinde: Zehir kullanır, asitle yakar, parçalar... Ama hepsinin ortak bir yanı vardır, insanı şeye, eşyaya dönüştürmek. Ne ki, ölenle öldüren arasındaki eski ilişki -ki, cana kıymayı insanlaştıran, onu anlamamıza olanak tek ipucu budur- çağımızda ortadan kalkmıştır. Öldürülecek kişinin -daha önceden eşyaya dönüştürülerek yok edilmiş olması, öldürenin yalnızlığını dayanılmaz hale getirir. Oysa, Meksika’da ölme-öldürme halâ kişisel bir ilişkidir. Ve bu ilişkiden dolayı, fiesta günah çıkartma kadar kurtarıcı ve özgürlük kazandırıcı anlam taşır. İnsan öldürmenin dramı, şiiri, büyüklüğü buradadır. Cana kıyarak geçici bir aşama yaparız.
16. Güvensizlik duygusu içinde geliştirdiğimiz tepkiler, tıpkı suskunluğumuz gibi, önceden kestirilemeyen türdendir.Tarihsel gelişmeler toplumsal kişiliğimizi açıkladığı kadar toplumsal kişiliğimiz de tarihsel olayları açıklar. İkisi aynıdır. Öyleyse, salt tarihsel açıklama da yetersizdir... Ama bu gözlemim, “tarih yanlıştır” anlamına da alınmamalıdır, o anlamda söylenmemiştir.
17. Biz de çoğu tutsak halklar gibi, aynı anda hem gizlenmeye ve hem de ortaya çıkmaya çalışırız. Şu ayrımla ki: Uşaklar, tutsaklar ve köleler (Kuzey Amerikalı siyahlar gibi) somut ve nesnel gerçekliğe karşı savaşırlar; biz ise, gölge varlıklarla, tarihin parmak izleriyle ya da kendi düşümüzde yarattığımız hortlaklarla uğraşır dururuz. Bu gölgeler ve düşler bize göre gerçektir. Güçlü ve acımasız bir gerçeklik. Çünkü düş gibi olduğu için ona erişilemez, ona dokunulamaz, onunla savaşılamaz. Çünkü düşler –dışımızda değil– içimizdedirler. Onlara karşı sürdürdüğümüz varolma savaşımızda, içimizdeki derin varlık korkusu, düşsel düşmanlarımızı gizliden gizliye, ama dirençle bize karşı destekler. Buraya kadar söylediklerime bakarak, bugünkü Meksikalının yaşam gerçeğini şu yargıyla özetleyeyim: Meksikalı ne kendisi olmak ister, ne de kendisi olacak kadar yüreklidir.
18. Nedenler çoktan ortadan kalktığı halde, sonuçların sürüp gitmesi olağanüstü değil midir? Ya sonuçların nedenleri gizlemesine ne demeli?
19. İnsanlarımızın, ilkeler yerine, kişilere bağlanmaları, aynı ölçüde küçültücü olan bir başka sorundur. Politikacılarımız çoğu kez kamu hizmetiyle özel çıkarlarını birbirine karıştırır.
20. Kapalının ve saldırganlığın simgesi olan Baba’ya karşı duyulan bu hayranlık, üstünlüğümüzü göstermek için istediğimiz zaman kullandığımız, “Ben senin babanım” deyiminde kendini belli eder*. Öyleyse, ulusal kaygı ve tedirginliğimizin sırrını kaynaklarda aramak gerekiyor. Bu gerçeğin anlamı araştırılmaya değer doğrusu. ( * ) Türkçede kendi oğlumuz olmayanları, “Oğlum” diye çağırışımızdaki küçültücü, üstünlük anlatımı, gibi.
21. Erkeğin, saldırganlığı, duygusuzluğu ve vurulmazlığı tek bir “iktidar” sözcüğünde özetlenebilir. İktidar, düzen tanımayan bir güçtür; yüreği ve yörüngesi olmayan paşa gönlü nasıl çekerse öyle davranan güç!
22. Meksikalılık tarihsel ve kişisel yalnızlığın bilincinde olmak demektir. Duygu ve çatışmalarımızın kaynağı konusunda bize hiçbir ipucu vermeyen tarih hiç olmazsa kopmanın nasıl başladığını ve bu yalnızlıktan nasıl kurtulmaya çabaladığımızı göstermekte bize yardımcı olabilir mi?
23. Görkemli “yorgunluk” diye bir kavram vardır. İmparatorluklar da günleri dolunca yaşlanıp yoruluyor. Direnme gücü tükenince, tutsak ya da köle olmak eskisi kadar korkunç bir son kadar gözükmüyor, kişilerin gözünde.
24. Çoğu savaşçı / akıncı toplumlarda görüldüğü gibi, Aztek dini Güneş diniydi. Aztekler tüm umutlarını ve savaşçı amaçlarını Güneşe ve bir “Kuş-tanrı” ya bağlamışlardı. Güneş-tanrı yaşamın pınarıydı.
25. III.Şarl’ın giriştiği reformlar açıkça gösterdi ki, toplumsal yapı, toplumun dayandığı temel ilkelerle birlikte ele alınmamışsa, siyasal düzeydeki yenileşme çabalarının başarıya ulaşması olasılığı pek yüksek olamıyor.
26. Devrim, toplum gerçeklerinin akıcı plan ve projelere uydurulması çabasıdır. Bu yüzdendir ki, devrimci kişi kendini köklü önlemleri olan ve aklın buyruklarını yerine getiren kimse olarak algılar. Böyle bir devrim tanımı, okuyucuya çok katı gelebilir. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, çoğu devrimler, bazı erekleri yakın gelecekte gerçekleştirmek amacıyla girişilen atılımlar gibi görünürse de, gözü kararmış bir “koca dayı” nın yıkıp yaktığı düzeni yeniden kurmaya da çalışırlar. Her devrim (ölü) bir “Altın Çağ”ı diriltmeye çabalar. Büyük Fransız devrimi, tarihsel başarısını tek inanca bağlamış görünür: Eğer (Rousseau’nun önerdiği) toplum sözleşmesindeki ülkücü koşullar yerine getirilmiş olsaydı toplumsal barışın yolu açılmış olacaktı. Marxçılık da, gerçekleştirmek istediği yapısal değişiklik modelinin ilkel komünizm kuramında bulunduğunu söyler. Önceki bir altın çağa dönüş hemen her devrimci kuramın, öyle ya da böyle, bağlandığı varsayımlardan birisi olmuştur.
27. Zapata’nın gelenekçiliği derin bir tarih bilincine eriştiğini de gösteriyor. Çağın gazetecilerinden ve siyasal kuramcılardan uzak bir bölgede yetişmiş olması, Zapata’ya tarihimizin salt gerçeğini görebilme gücünü ve sezgisini vermiştir. Devrimin gerçeği aslında son derece açıktı: Meksika gerçeğini (ulusunu) liberalizmin boyunduruğundan ve tutucuların sömürüsünden kurtarmak! Her devrim kendi önderini yüceleştirme (kutsallaştırma) eğilimini duyar.
28. Kültür olayları çoğu zaman tarihsel olayların önünde gider ve ilerde neler olacağını önceden duyurur. Avrupalı aydınlara hiç benzemeyen özel durumumuz var. Avrupalı ve Amerikalı aydınlar yönetimde güçlü değildir. Devlet felsefesi açısından batılı aydın, sürgünde yaşayıp borusunu dışardan öttüren, başlıca silahı olan eleştirileriyle düzeni dıştan etkilemeye çalışan kişidir. Meksika’da ise, aydın kişinin asıl amacı siyasal güç ve eylemdir. Meksikalı aydın, ülkesine aydın olarak hizmet ettiği gibi, gerektiğinde onu savunmak uğruna ölmekten ve yoluna baş koymaktan geri durmamıştır. Ama (siyasal) eylemle (bağımsız) düşünce nasıl bağdaşır? Eyleme katılan kişi, aydın kişiliğini ve saygınlığını nasıl sürdürebilir? Başka deyişle şu temel soru: Asıl görevleri halkın eleştiri bilincini (yani muhalefeti) dile getirmek olan aydınlarımız, günlük politikaya girmekle bu görevlerinden kaçmış olmuyorlar mı?
29. Bir ulusun kimliğini, arayış ve –geçici de olsa– kendini buluş deneyimi olarak Meksika Devrimi, ülkeyi değiştirmiş, onu “öteki” ya da “başka bir” Meksika yapmıştır. Zaten (bir varlığın) kendisi olması demek, gizli bir umut ya da uzak olasılık gibi görünen gerçek kişiliğini bulması, yani “öteki” olması demek değil midir? Bu anlamda Devrim, ulusumuzu yeniden yaratırken, öteki anlamda daha önemli işler görmüş; sömürge döneminin ve XIX. yüzyıldaki çeşitli olay ve çabaların bir türlü ulusal birliğe sokamadığı ırklara ve sınıflara yurttaşlık kapısını açmıştır. Önemli başarılarına karşın Devrim, özgür toplumu ayakta tutabilecek dünya görüşü ve ona uygun toplum düzenini yaratmamıştır.
30. Sanayileşmiş ülkeler, hammadde için “değer” fiyat ödemeyi kabul etmezlerse “gelişmişlerle” “az gelişmiş” ülkeler arasındaki büyüyen uçurum yakın gelecekte kapatılamaz boyutlara ulaşacaktır. Hammadde satışları başlıca dış gelir sağlama yolumuz olduğu gibi, ekonomik gelişmemizi finanse edebileceğimiz en iyi kaynaktır. Bilinen nedenlerden dolayı bu yolda ilerlemedik. “İlerlemiş” ülkeler son derece soğukkanlı bir tutumla bize diyorlar ki: “Bütün bu dengesizlikler ve adaletsizlikler, insanın denetleyip, değiştiremeyeceği “doğal ekonomik yasaların” gereğidir. Bu devletler, sanki geçen yüzyılın daha başlarındaymışız gibi davranıyorlar. Oysa sözü edilen ve sözü edilen doğal yasalar, sömürgecilerin koyduğu “aslan payını alma yasası”ndan başka ne olabilir?
31. Kişinin içinde yaşadığı dünyanın kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan duygu Meksikalılara özgü bir duygu değildir. Bütün insanlar en az yaşamlarının bir döneminde kendilerini yapayalnız kalmış kişi gibi duyumsarlar. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir. Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme içinde ve doğaya “hayır” diyerek yaşar, kendi kendini yaratan insanın “doğası”ndan söz etmek doğruysa eğer. İnsan özlemdir, kavuşmak için aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığın bilincine varır.
32. Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama vargücümüzle, yalnızlığımızı aşıp yenmeye çalışırız. Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var: Bir anlamda yalnızlık “Kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden (yalnızlığımızdan) kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık labirentinin çıkış kapısında, mutluluğa, tüm dünya ile yeniden birlik durumuna erişeceğimizi umarız.
33. Ölüm ve doğum, insanın kendi başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız başımıza doğar, yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm kendinden önceki yaşama dönüş mü? Ölüm denen şey, günle gecenin, zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları, doğum öncesi yaşamın yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı varlığın sonu mu? Sakın ölüm, gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıcıysa; neden ölüm de doğum olmasın? Bilmiyoruz!
34. Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa karşıtlıkların duyumsanmayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine sezeriz ki, yaşamla ölüm aslında tek gerçekliğin –karşıt ama bütünleyici– iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok kısa bir an için de olsa, insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp yaşamış gibi olur. Çağdaş dünyamızda aşk, ulaşılması hemen hemen olanak dışı gözüken yaşantılardan biridir. Yaygın ahlak değerleri, toplumsal sınıflar, yasalar, ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı çıkarlar.
35. “Kadın, bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz.”
36. Aşkın iki önemli yasakla kısıtlandığını söylerler: Toplum direnci ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan günah anlayışı! Bu yüzden aşk –varolmak istiyorsa– dünyamızdaki yasakları çiğnemek zorundadır. Evrenin düzenine açıkça başkaldırıp, yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni bir uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi. Bir başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk türüdür; çünkü toplum güçleri, aşkın özgürce bir seçimle gerçekleşmesine –yani başka türlüsüne– izin vermez.
37. Kadın, erkek toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesinde tutukludur. Bu nedenle kadının özgür olabilmesi için o tutukevinden kaçıp kurtulması gerekir. Çoğu âşıklar: “Aşk sevdiğim kadını değiştirdi, onu değişik bir varlık yaptı” derler ki, doğrudur. Aşk, kadını değiştirir, hem de nasıl! Eğer sevebilecek kadar yürekliyse kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı kafesi kırar, çıkar ortaya.
38. Toplum dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın doğasına karşı çıkmış oluyor. Yani, aşk ile evliliği özdeşleştiriyor. Bu kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti, topluma ve zamana göre değişiyor.
39. Evliliğin amacı, aşktan çok ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir. Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum varlığını sürdürmekten başka değildir. Böylece, doğası gereği evlilik son derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı çıkan eylemdir. Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar, ve onu toplumun istemediği bir şeye dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak, anlamsız ve olağandışı şeylerden saymasının anlaşılmayacak yanı yoktur. Öyleyse aşk ile şiirin, toplumun önyargılarına kendilerini skandal çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını, zamanı gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekir.
40. Aşk, kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup varlığımızı başkasında gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir. Bu ikili içgüdülerimiz, ölüm ve yeniden yaratma, yalnızlık ve birlikteliktir. Ama aşktan başka şeyler de var. Her insanın yaşamında hem ayrılma hem de birleşme, hem çatışma hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler vardır. Bu dönemlerden her biri yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki onun hemen ardından kişi kendini çok yabancı ortamlarda bulur.
41. Çocuk, dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü kullanarak nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına yanıt verebilen, canlı dünyayı yaratır. Soyut anlamlardan arındırılmış dil de bu yolla imgeler birikimi olmaktan çıkar, tatlı, çekici, canlı bir varlık olur. Tıpkı ilkel insanın yaptığı heykelciliğin, nesnenin kendisi değil de kopyası olması gibi! Konuşma da, yeniden, gerçeklere –yani ozanca işlere– yönelir, yaratıcı eylem olur. Gizem ve büyü ile çocuk, dünyayı kendine benzer biçimde yeniden yaratır ve böylece yalnızlık sorununu çözümler. Düşlerde yarattığımız nesnelerin etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymaya başladığımızda, bilinçlenme (kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.
42. Ergenlik adını verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı aşamadır. Sparanger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi olan Nergis (Narcissus), ergenin simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız. Ama duyguların diyalektiği bu soruna yeniden el koyar.