KİTABIN ADI :TÜRK KİŞİLİĞİ VE KÜLTÜR - KİŞİLİK İLİŞKİLERİ
KİTABIN YAZARI : MAHMUT TEZCAN
1. KAVRAMLARIN AÇIKLANMASI
KİŞİLİK KAVRAMI:
Kişilik “, psikologlara göre, bireyin kendine özgü ve ayırıcı davranışların bütünü biçiminde tanımlanır. Başka bir ifade ile, “Bir insanı başkalarından ayıran bedensel, zihinsel ve ruhsal özelliklerin bütünü” olarak da tanımlanmaktadır. Kişilik kavramı, onunla ilgili “Mizaç”,” Huy” ve “Karakter” gibi kavramlarla karıştırılmaktadır. Oysaki aralarında fark vardır. Kişiliği yukarıda tanımlamıştık. Bir insanı nesnel (objektif) ve öznel (subjektif) yanlarıyla diğerlerinden farklı kılan duygu, düşünce, tutum ve davranış özelliklerin tümü olarak belirlenmektir. “Bireye özgü duygu, düşünce ve davranışların örgütlenip bütünleşmesi” biçiminde de ifade edilebilir
MİZAÇ YA DA HUY KAVRAMI :
Mizaç ya da huy, günlük yaşamda kişiye özgü, oldukça sınırlı, belirli duygusal tepkilerin nitelik ve nicelik bakımından değişmesidir. Çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek gibi bireylere göre değişen görünümler, mizaç özellikleri ya da huydur. İnsanın duygulanım ve coşkularının bütünü olarak tanımlayacağımız huy ya da mizaç, sadece bir yanını oluşturur.
KARAKTER KAVRAMI :
Şu veya bu ahlak veya estetik standartları bakımından bir hareket, doğru veya yanlış olarak nitelendirince, kişilik özellikleri karakter özellikleri durumunu almış olur. Dürüstlük, övünme, cömertlik ve gaddarlık (hepsi kişilik özellikleridir) toplum tarafından iyi veya kötü diye hüküm giyen davranışları tasvir ettiklerinden dolayı da, aynı zamanda birer karakter özelliğidir.
BENLİK KAVRAMI:
Benlik, kişiliği çok etkilemekle birlikte, kişilikten biraz farklı bir anlam taşımaktadır. Benlik, kendi kişiliğimize ilişkin kanılarımız ve kendi kendimizi görüş biçimimizdir. Bu bakımdan benlik, kişiliğin öznel yanı olarak tanımlanabilir. O halde benlik, bireyin özellikleri, yetenekleri, değer yargıları, istek ve ideallerine ilişkin kanaatlerinden meydana gelir.
KÜLTÜR KAVRAMI:
Kültür, en geniş anlamıyla, bir toplumun tüm yaşam biçimidir. İnsan davranışının öğrenilen yönüdür. Özel bir kültürden söz ettiğimizde, o toplumdaki insanların toplam olarak paylaşılmış yaşam biçimleridir. Onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplardır. Maddi olabileceği gibi (konutlar,giyimleri, kullandıkları araç gereçler) manevi öğeleri (din, hukuk,sanat, dil,gelenekler vs.) de kapsar. Biz burada kültürü, daha çok, kişiliğe etkisi yönünden ele almaktayız.
Ralp Linton’ın tanımı ise şöyle: “Bir kültür, öğrenilmiş davranışlar ve bu davranışların sonuçlarından oluşan bir bireşimdir. Onu oluşturan öğeler, belli bir toplumun üyelerince paylaşılır ve aktarılır.”
Çocuk bakım biçimleri, toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Bu farklı bakım biçimlerinin gelişme üzerindeki etkilerini araştırmak gerekir. Her toplumda çocuk yetiştirme biçimleri ayrı özellikler taşır. İşte bu özellikler, çocuk kişiliğine sindirilir.
Belirli bir uygarlıkta çocuk yetiştirme yöntemleri, bu uygarlığın başlıca değer ve kurumlarına tekabül eden bir kişilik yapısını ortaya çıkarırlar. Çocuklarını yetiştirirken bakım, giyim, beslenme, uyutma yöntemlerini belki de kavrayamıyorlardır. Fakat bütün bu yöntemler, çocuğun ait olduğu grup ve kültürün değerlerine göre davranmasını sağlarlar. Böylece, kimi antropologlara göre Amerikan yerlisinin metanetinin, kısmen çocuklar için kullandıkları beşik tahtasına bağlanması ve sonradan da hapsedilmelerinden ileri geldiği söylenmiştir. Bunun aksine, Yeni Meksiko ve Arizona’daki Pueblo toplumları, sulu ziraat sistemlerini işletmek için işbirliğine dayalı bir halka gereksinimleri olduğundan daha uyumlu bir davranış hazırlamak için daha rahat bir beşik kullanıyorlardı
2. ANNESİZLİK:
İnsan gelişmesi, yeter derecede anne bakımını gerektirir. İnsanlar arasında böyle bir ilişki yoksunluğunun, bireyin gelişmesinde çok şiddetli etkileri olabilir. Birçok yazar, annesizliğin çocuğun ileriki yıllarda normal olarak gelişememesine yol açması dolaysıyla bundan zarar gördüğünü ileri sürmüşlerdir.
“Rene Spitz, bir kimsesizler yurdunda yaşayan bebeklerle hapishanedeki çocuk odasında büyüyen bebekleri karşılaştırdı. Kimsesizler yurdunda fiziksel bakımın iyi olmasına rağmen, bebeklerin yetişkinlerle sıkı temas olanakları yoktu. Bununla birlikte hapishanenin çocuk odasındaki bebeklerin anneleriyle günlük görüşme saatleri vardı. Kimsesizler yurdundaki bebekler bir çok duygusal rahatsızlıklar, bunalım ifadeleri, gerçek fiziksel bozukluklar ve hatta bazen ölümle sonuçlanan durumlar göstermişlerdir. Spitz, bu olumsuz gelişmelerin nedenin anne sevgisinden yoksunluk olduğuna inanmıştır.”
Beş yaşında çocuk, kendisiyle ve dünyası ile evde olmak ister. Altı yaşında daha ele avuca sığmaz, her şeyi isteyen ve atılgan bir duruma gelir. Altı yaş geçiş yaşı olarak görülür. Süt dişi çıkar. İlk sürekli azı dişi görülür. Genellikle artan bir biçimde bulaşıcı hastalıklara karşı bir alınganlık vardır. Amerika’da bu, birçok yeni uyarlamaları gerektiren okula başlama yaşıdır. Sekizinci yaşta beşince yaştan daha fazla korku vardır. Vahşi hayvanlardan ya da gök gürültüsü, şimşeklerden oluşan korkulu rüyalar görebilir. Karanlıktan ve yatağının altında gizlenen bir adam olduğunu sanarak korkabilir. Annesinin öleceğinden korkabilir. Dokuzuncu yaşta durgunlaşır. Bu yaşta daha durgun ve kendisine yöneliktir. Daha çok içine kapalı görünür ve öykü, radyo dinlemeyi,TV izlemeyi sever.
3. KUNDAKLAMA:
Geleneksel türde kundakla büyüyen çocuğun gözlerinin, bakışlarının, kundaksızlara oranla daha anlamlı olabileceği varsayımı ayrıca araştırılması gereken bir husustur. Kuşkusuz eli kolu, ayakları kundak içinde sarılı çocuk, isteklerini gözleriyle belirtir. Her şeyi gözleriyle algılayan çocuğun gözle anlatım yeteneği gelişip, bakışları oldukça anlamlı duruma gelebilir. Kundak geleneği bizim kültürümüzde de vardır. Bu bakımdan Türk kültüründe de aynı hususlar geçerli olabilir. İlerki yaşlarda aile içinde üyelerle ilişkilerde gözlerle anlaşma biçimleri toplumumuzda çok yaygın bir uygulamadır. Bu bakımdan gözlerle iletişim kurarak anlaşma becerisi belki de çok küçük yaşlarda elde edilmiş olabilir. Antropolog Gorer, Rus kişiliği üzerindeki araştırmalarında onlardaki kundaklama konusuna da değinmiştir. Ona göre Rus halkının güçlü bir lidere boyun eğmesi, çocukluk çağında kundaklanmış olmasına bağlıdır. Gorer, Rus karakterinde, “Bağlanmayı kabul edersem, süt alırım” temasının esas olduğunu vurguluyor.
Özetle, bazı araştırıcılara göre, kundaklama ile çocuğun hareket serbestliği önlenmektedir. Böylece, açık bir engellemeye yol açmaktadır. Bu durum, saldırganlık dürtülerinin gizli bir biçimde birikmesine ve aşırı bağımlılığa neden olmaktadır.
Bizim kültürümüzde, çocuğun ilkel dönemde toplumsal ve doğal çevre tarafından doyurulamayışı, bir yandan agresif dürtülerin artmasına, öte yandan da onun kendi benliğine ve çevresine karşı bir güvensizlik tutumu geliştirmesine yol açmaktadır. Özetle, bir yandan çocuğun bağımsız ve girişken duruma gelmemesi, öte yandan da sürekli olarak biriken agresif dürtülerini bastırmak zorunda bırakılması, kırsal kesim çocuk yetiştirmesinin özünü oluşturur.
4. ÇOCUK YETİŞTİRME BİÇİMİMİZİN GENEL GÖRÜNÜMÜ :
Okul öncesinde geniş bir davranış serbestliğine sahip çocuk, aklı ermeye başlayınca baskı altına girer. Uslu, sakin, fazla konuşmayan özellikler kazandırılır. Baba, genellikle, sert, az konuşan, sevgisini belli etmeyen bir tiptir. Anne, şefkatli, sessiz, fedakar ve silik bir kadındır. Babaya karşı çocuğun koruyucusu ve dert ortağıdır. Erkek çocuk, büyüdükçe anneye ve kız kardeşlerine hükmetmeye başlar. İlk yaşlarda uslu ve sessiz olması ödüllendirilen çocuk, büyüdükçe girişken ve atılgan olmaya yönlendirilir. Kültürümüzde kadının edilgen olması ve duygularını mümkün olduğu kadar gizlemesi gerekir. Cinsel yaşamına ilişkin baskı ve engellemeler çok erken yaşlarda başlar. Bu koşullara karşı koyması, olumsuz duygularını belirtmemesi istenir.
Böyle bir ortamda annenin çocuğa şefkat, sevgi ve güven duygusu gibi ruhsal gereksinimleri yeterince veremeyeceği bir gerçektir. Annenin çocukla ilişkisi çelişik duygular içindedir. Bir yanda çocuğu sever, şefkat gösterir, diğer yandan, toplumsal baskı ve engellemeler, kocalara karşı hayal kırıklığı ve olumsuz duygularının yarattığı saldırgan dürtüleri çocuğa yöneltir. Çocuğu, bu zor yaşama katlanmaya zorlayan suçlu bir kişi olarak da görebilir. Ayrıca doyumsuzluk ve hayal kırıklıklarını çocuğun varlığı ve ona aşırı bağlılık ile gidermeye çalışır. Böylece çocuğa çok düşkün ve aşırı koruyucu duruma gelir. Bu durum ise çocuğun hem güven, hem de bağımsızlık kazanmasını engellemektedir.
Baba otoritesi karşısında anne, kişiliği silik kalmış ve bastırılmıştır, otonomi ve bağımsızlığı yoktur. Anne, çocukları ile bağımlı olarak bir ortak yaşam içindedir. Bu nedenle çocukların kişilik gelişmesine yardımcı olamaz. Fakat annenin bu zayıf ve silik kişiliği, aydın ailelerde de görülmekle birlikte, kent ortamında kadının eğitimi ve çalışma yaşamına girmesiyle değişmekte olup, çocuk eğitiminde daha etken duruma gelmektedir. Fakat genel olarak sert ve baskılı bir kişiliğe sahip bir baba ile, görünümde şefkatli ve koruyucu olan, fakat gerçekte çocuklarıyla ortak bağımlı bir yaşam sürdüren anne, aile ilişkilerimizin egemen özellikleridirler.
Çocuk eğitiminde baba, söz sahibidir. Baba, otorite kaynağı olarak çocukları cezalandırır. Çocuğun eğitiminde dayak ve küfür ön plandadır. Çocuğa ceza vermek babanın görevleri arsında yer alır. Çocuk terbiyesinde dayak ve küfür, onu ödüllendirmek kadar doğal sayılır.
Yetişkinlik, genellikle gençlik döneminin bittiği 25 yaştan sonra başlar, ikiye ayrılır. Orta yaşlılığın ilk dönemi 45 yaşına kadar sürer. İkinci dönem 45 den sonra başlar ve 65’e kadar (yaşlılık dönemi) devam eder.
Cantril ve Buchanan da bir ulus hakkında, herhangi bir ulusun ortaya attığı kalıp yargıları şu etkenlere bağlıyorlar :
· Bir ulusta, bir başka ulusa karşı dostluk duygusu veya dostça olmayan duyguların varlığı;
· Bu ulus ile diğer ulusun devletleri arasındaki ilişkileri,
· Bu ulusların devletlerinin son savaşta veya içinde bulunan zamanda “Soğuk Savaş” içinde
birbirlerinin müttefiki veya düşmanı olmasına,
· Birbirlerinin dillerini anlayıp anlamamalarına,
· Geleneksel olarak tarafsız olup olmadıklarına bağlı bulunmaktadır.
5. BEŞ ULUSU TANIMLAMAK İÇİN EN SIK KULLANILAN ALTI ÖZELLİK
Rusların Tanımlanması :
Avusturyalılarca İngilizlerce Fransızlarca Almanlarca
Hükmedici Çalışkan Geri ve kaba Zalim
Çalışkan Hükmedici Çalışkan Geri ve kaba
Zalim Zalim Hükmedici Çalışkan
Geri ve kaba Geri ve kaba Cesur Hükmedici
Cesur Cesur Zalim Cesur
İlerici Pratik İlerici Pratik
İtalyanlarca Hollandalılarca Norveçlilerce Amerikalılarca
Geri ve Kaba Zalim Çalışkan Zalim
Zalim Hükmedici Hükmedici Çalışkan
Hükmedici Geri ve Kaba Geri ve Kaba Hükmedici
Çalışkan Çalışkan Cesur Geri ve Kaba
Cesur Cesur Zalim Mağrur
Zeki İlerici Pratik Cesur
Amerikalıların Tanımlanması
Avustralyalılarca İngilizlerce Fransızlarca Almanlarca
İlerici İlerici Pratik İlerici
Pratik Mağrur İlerici Cömert
Zeki Cömert Hükmedici Pratik
Mağrur Barışsever Çalışkan Zeki
Barışsever Zeki Zeki Çalışkan
Cömert Pratik Cömert
İtalyanlarca Hollandalılarca Norveçlilerce
Cömert Pratik Barışsever
Pratik İlerici Pratik
Çalışkan Çalışkan İlerici
Zeki Cömert Cömert
İlerici Barışsever Çalışkan
Barışsever Zeki Zeki
İngilizlerin Tanımlanması
Almanlarca Hollandalılarca Amerikalılarca
Zeki Kendine hakim Zeki
Kendine hakim Barışsever Çalışkan
Mağrur Pratik Cesur
Hükmedici Mağrur Barışsever
Pratik Çalışkan Mağrur
Zeki Kendine Hakim
Fransızların Tanımlanması
İngilizlerce Almanlarca Hollandalılarca
Çalışkan Çalışkan Geri ve Kaba
Geri ve Kaba Geri ve Kaba Çalışkan
Barışsever Zeki Zalim
Cesur Zalim Cesur
Zalim Cesur Kendine Hakim
Zeki Kendine Hakim Barışsever
Çinlilerin Tanımlanması
İngilizlerce Almanlarca Hollandalılarca
Çalışkan Çalışkan Geri ve Kaba
Geri ve Kaba Geri ve Kaba Çalışkan
Barışsever Zeki Zalim
Cesur Zalim Cesur
Zalim Cesur Kendine Hakim
Zeki Kendine Hakim Barışsever
6. TÜRKLERLE İLGİLİ STEREOTİPLER
Türklerle ilgili stereo tipler olumlu ve olumsuz olarak iki grupta toplanabilir. Ülkemize
çeşitli zamanlarda gelen seyyahlar, turistler çeşitli stereo tipler ileri sürmüşlerdir.
Bunlardan olumlu olanlar şunlardır :
Mert Kahraman Yurtsever Yardımsever Konuksever Hoşgörülü Dürüst Disiplinli Kanaatkar
Ağırbaşlı
Türklerle ilgili olumsuz stereo tipler ise şunlardır:
Savaşçı, barbar, saldırgan Hurafeci Kaderci Gururlu Tembel Cahil Şehvet düşkünü Bağnaz Hilekar Kurnaz Tutucu
Kuşkusuz ülkelerle dostluk ve düşmanlık ilişkilerimize göre stereo tipler de bu doğrultuda değişmektedir.
7. ULUSLARIN KENDİLERİNİ TANIMLAMASI
Almanlar Avustralyalılar İngilizler Fransızlar
Çalışkan Barışsever Barışsever Zeki
Zeki Cömert Cesur Barışsever
Cesur Cesur Çalışkan Cömert
Pratik Zeki Zeki Cesur
İlerici Pratik Cömert Çalışkan
Barışsever Çalışkan Pratik İlerici
İtalyanlar Hollandalılar Norveçliler A.B.D
Zeki Barışsever Barışsever Barışsever
Çalışkan Çalışkan Çalışkan Cömert
Cesur Zeki Cesur Zeki
Cömert İlerici Zeki İlerici
Barışsever Cesur İlerici Çalışkan
Pratik tik Cesur Mağrur
Tekdüzelik, tekrardan hoşlanma, Arap kişiliğinde çok yaygındır. Gerçekten Arap müziğinde aynı melodiler çok sık tekrarlanır. Arabın yalellisi, şarkılarında dakikalarca sürüp gider.
8. TÜRK KİŞİLİĞİ, TÜRK KİŞİLİK VE KARAKTERİ
Bu bölümde ise Türk kişiliği ve toplumsal karakteri ile ilgili olarak genellikle davranış bilimcilerin yaptıkları araştırmalar sonunda ortaya çıkan özellikleri, Türk kişiliği ile ilgili çeşitli gözlemleri ve folklorik ürünleri belirtmeye çalışacağız.
Kişilikle ilgili açıklamalar, genellikle çocuk yetiştirme biçimlerine ve toplumsal yapıya dayandırılmıştır.
AGRESİFLİK –SALDIRGANLIK
Psikiyatrik anlamda agressiviteden düşmanlık, saldırganlık taşıyan açık ve kapalı düşünce, duygu, tutum ve davranışlar ifade edilir. Düşmanlık, hiddet, kızgınlık kelimeleri ile ifade edilen durumlar hemen hemen bütün dillerde agresyon ile eşdeğer kabul edilmektedir. Bu konuda yapılan bir araştırma, Ankara ili içinde düzenli konutlarda ve gecekondularda oturan kentli ile, köylerde yaşayan çiftçiler arasında tesadüfü örnekleme usulü ile eşit sayılarda alınan bireylere MMPI testinin kitap formu uygulanmıştır.
Sonuçta Türk toplumunda bireylerin daha çok edilgen agresif eğilimler taşıdığı, introvert (içedönük) kişilik özelliği taşıdığı görülmüştür. Araştırıcı, eğitim ve toplumsal düzeyin yükseltilmesinin, bu sonucun alınmasında etkili olduğu belirtiliyor. Aynı araştırmada aktif düşmanlık ve belirgin düşmanca hareketler, en çok köylümüzde, şoförlerde ve gecekondu sakinlerinde görülmüştür. “Süngü, kan, ezme, yok etme, geleneksel değerlerimizdir.
Üniversite öğrencilerinin şiddet hareketlerinde bu değerlerin izlerini bulmak mümkündür. Üniversiteye gelinceye kadar bu değerler futbol maçlarındaki vur-kır ve küfürlerle, gazetelerin çizgi serüvenlerinde tatmin edilmekte ve üniversite çağında ise bir “uç” a dahil olmakla, geleneksel değerleri kişiliklerinde toplayanlar duydukları eksikliği gidermektedirler.”
BENCİLLİK, İŞBİRLİĞİ YAPAMAMA, BİÇİMCİLİK:
Genellikle bencil olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunun örneklerini günlük yaşamda çok görürüz. Bu hem entelektüel, hem de geleneksel çevreye mensup üyeler için de doğrudur. Yapılan bir hesaba göre, köy yolunda halk katılımı oranı % 1.14, içme suyunda ise % 2.19’dur, oysaki elektriklendirmede katılım %45.59’dur. Elektriklendirmedeki katılım oranının yüksekliğinin, bundan yararlanmanın kişisel nitelikte oluşu ile açıklanması yine bencillik örneklerindendir. Bireycilik veya işbirliği yapamamaya bir örnek de toplu müzik yapma geleneğimizin olmayışıdır. Türkü, şarkılarımızın çoğu solo’ dur, tek kişinin söylediği parçalarıdır. Toplu olarak söylenen pek az parçalarımız vardır. Başka bir örnek de çoğumuzun bir arkadaş grubundan çok, tek arkadaş edinme alışkanlığımızdır.
Almanlar, bizim hakkımızda şöyle derler: “Bir işi bir Türk bir saatte yaparsa, aynı işi iki Türk iki saatte yapar, aynı işi üç Türk, hiç yapamaz”
DARALMIŞ BENLİK, GİRİŞKEN OLMAYIŞ:
Prof. Daniel Lerner, Anadolu’daki gözlemleri sonucu Türk toplumunda kişiliğin, “Daralmış Benlik” (Constricted Self) biçiminde olduğundan söz etmiştir. Bu kavram, merak, girişme, empati ve değişebilmede eksikliği ifade etmektedir. Gerçekten çocuk yetiştirme biçimimiz böyle bir kişilik geliştirmeye uygundur. Çocuk konuşmaya ve yürümeye başladıktan sonra baskıcı ve benliği daraltıcı bir yetiştirme sistemine girmektedir. Şöyle ki, uysallık, boyun eğiş, saygılı duruş ve konuşmama durumlarında çocuk ödüllendirilmekte; hareketlilik, canlılık, tecessüs, fazla konuşma ve girişme çeşitli biçimlerde kısıtlanmaktadır. Kundaklama sistemimizin de kısıtlanmış, daralmış benlik yaratılmasındaki öğelerden birisi olduğu belirtilmektedir.
Prof. Öztürk, 64 üniversite öğrencisi ve 50 hastabakıcı üzerinde yaptığı bir soruşturmaya göre çocuklar genellikle, büyüklerin sözünü tutmama, saygısızlık, kırıcılık, saldırganlık, aşırı tecessüs ve hareketlilik gibi eğilimlerine karşı, dayak, mistik veya masallardaki yaratıklarla korkutulma, utandırma ve kastrasyon tehditleri (iğdiş etme) ile cezalandırılmaktadır. Böylece çocuk, ana babanın birer uzantısı halinde dar bir çerçeve içinde identifıkasyon yaparak daralmış benliği ile gelişmektedir.
Yine üniversite öğrencileri ve hastabakıcılar üzerindeki soruşturmada en sık görülen rüyanın bir insan veya hayvan tarafından kovalanma ve kaçmak isterken kaçamama temasına ait olduğu anlaşılmış ve 64 öğrencinin 50’sinden fazlası haklı bir iş takibi için bir devlet dairesine girerken veya hocalarına soru sorarken şiddetli bir heyecan ve çekingenlik duyduklarını belirtmişlerdir. Bunlar bağımsızlık (özerlik) ve girişme duygusundaki sinme ve büyüklerce cezalandırılma korkusunun belirtileri olarak kabul edilmektedir. Böylece saldırganlık dürtüleri birikerek şiddetlenmektedir. Bu dürtüler çeşitli biçimlerde kendini ifade etmektedirler. Bunlar arasında savaşçılık ve kahramanlıkla övünme, göz değmesi ve majik inançlar örnek olarak gösterilebilmektedir. Çocuk bağımsız ve girişken duruma gelememekte, ayrıca biriken agressif dürtülerini bastırmak zorunda bırakılmaktadır.
İşte bu otonomi ve girişimi engelleyen etmenlerden birisinin de köy çocuğunun oyundan yoksun bırakılması olduğu belirtiliyor. Genç yaşta tarımsal yaşamda işe koşulan çocuk, yaşamı yerine getirilmesi gerekli bir görevler dizisi olarak görür. Oysaki oyun, çocuğu yetişkin yaşamına hazırlayan, toplumsal rollerini zevkle öğreten bir araçtır.
Aynı yazar, oyundan yoksun kalan çocuğun yaşama zevkini geliştirme imkanının sınırlanmış ya da kaybolmuş olduğunu, yaşamın amacını ölüm olarak gördüğünü, yaşamın bitirilip tamamlanması gereken bir görevler topluluğu durumuna geldiğini, günün bitirilmek, zamanın öldürülmek, okul yaşamının sadece sınıf geçmek biçiminde görüldüğünü ve böylece kararlarda katı ve rintsel davranışlara yol açıldığını belirtiyor.
GÜVENSİZLİK:
Türk kişiliğinin en belirgin özelliklerinden birisi de güvensizliktir. Toplumsal yaşamımızda her türlü ilişkilerde bu hususu gözlemleyebiliriz. Örneğin, alışverişte pazarlık etmek, temelde bu özellikle açıklanabilir. Zarara uğratılma korkusu burada açıkça belirir. Yine, karı koca ilişkilerinde güvensizlik kaygıları, arkadaşlar arasında, iş yaşamında, bu özellik oldukça belirgindir.
Anadolu’nun sürekli bir biçimde akınlara, savaşlara, göçlere ve çeşitli uygarlıklara sahne oluşu, bu özelliğin yaratılmasında önemli etkenlerdir. Bütün bu akın ve savaşlar mal ve can güvenliğini kaldırmıştır. Köylerin çok dağınık ve ulaşılması güç yerlerde kurulması da bu etkenlerin sonucudur. Güvensizliği ifade eden çeşitli atasözlerimiz de vardır. “Atını, avradını, silahını kimseye emanet etmeyeceksin”, “Ağlarsa anan ağlar, gayrısı yalan ağlar”, “Babana bile güvenmeyeceksin”, “El elin ineğini türkü söyleyerek arar”. Halk, bilmediği, tanımadığı, kendinden olmayan yabancı kimselerin sözlerine inanmaz. Kooperatifleşme, dernek, örgütlü yardımlaşmanın gelişememesi veya çok yavaş gelişmesini güvensizliğe başlayabiliriz. Ayrıca devlete karşı güvensizlik de oldukça belirgindir.
Örneğin köyde silah yapımı, tabanca ve mermi sanayii, kaçak mermi ve silahların çok sayıda alıcı bulması, devletin iç güvenliği yeterince sağlayamamasındandır. O zaman köylü, kendi güvenliğini kendisi sağlamaktadır. Herhangi bir yere gitmek için (vapur, tren, sinema,otobüs gibi) bilet aldığımızda mutlaka biletçiye tekrar gideceğimiz yeri, istediğimiz seansı veya saati doğru verdi mi diyerek yeniden sorarız.
İHMALCİLİK, PLANSIZLIK: Burada ihmalcilikten, yapılacak olan işleri sonraya bırakmak ve o zamana kadar bir gevşeklik, işi hafife alma, kendini sıkıntıya sokmamayı kastetmekteyiz. Bu özellik, gerçekten hem aydın, hem de geleneksel kişilikte çok yaygındır. Bu durum bizi plansızlığa da götürmüştür. “Yaşamımız adeta tesadüflere terkedilmiş gibidir. Genellikle uzak geleceğe ait planlar yapamayız”. Önceden planlama alışkanlığını edinememişizdir. “Hele o gün gelsin” deriz. “Gün ola harman ola” kavramı da belki bu yönümüzü ifade ediyor. O gün de gelince sıkışır, alelacele bir karar alır veya hareket ederiz. “Düzen” kavramı, pozitivist anlamda bir kişilik yapısı olarak içimize sinmemiştir.
D. Hotham da belirttiği gibi, başkalarının kendimiz hakkında düşündüklerine karşı aşırı bir umursamazlık içindeyiz. Örneğin Ermenilerin aleyhimizdeki propagandalarına, Yunanlıların turistlerimizi kendi ülkelerine çekmelerine ve birçok geleneksel sanatımıza sahip çıkmalarına, tarihsel eserlerimizin dışarıya kaçırılması karşısında ciddi olarak umursamazlık içindeyiz. Yine Hotham, Türklerden hiç iyi garson, tezgahtar çıkmamasını, kayıtsızlığa, ihmalkarlığa bağlamaktadır. Bürokratik yaşamımızdaki “ivedi”, “çok ivedi” gibi kavramlar bu tutumumuzu kanıtlamaktadır.
SEKSÜELLİK:
Türk kişiliğinde güçlü bir seksüellik özelliği görülmektedir. Bunun kökenleri ve nedenlerini Prof. Öztürk, bir incelemesinde şöyle belirtiyor. Anadolu’da kız ve erkek çocuklara yönelen toplumsal tutumlar, çocuğun cinsel benlik duygusunun ayrılmasında ve cinsel rol benimsemenin erken ve hızla gelişmesinde önemli etken olmaktadır. Daha anne memesindeyken, hatta doğumdan önce bile, erkek ve kız çocuklara tutumlar arasında kesim ayırmaların ve kayırmaların bulunuşu, erkek-kız çocukları arasındaki cinsel ayrılıkların keşfine ve bu ayrılıkların anlamını kavramaya çocuğu hızla itmektedir...
Fallik dönemde, çocuk, penisinin önemini artık iyice kavradığı gibi “Fallusun üstünlüğünü”nü yalnızca biyolojik yönden değil, toplumun tutumlarından da anlamaktadır. Bu yüzden, cinsel organlara doğru tecessüsün canlanması, onların uyarılması, penisin üstünlüğü ve penise imrenme duygularının güçlenmesi bakımından uygun bir toplumsal ortamla karşı karşıyayız.
Cinsel rollerin erken ayrılışması cinsel yönelimlerin de erken ve güçle ayrılaşmasına ve bununla birlikte bu yönelimlerin doğurabileceği tehlikelerin ve yasakların da aşırı algılanmasına yol açacaktır. Türk kişiliğinde agressivite ile cinsel dürtünün birbirinden kesin olarak ayrılmadığını, genellikle ikisinin ortak bir görünüm içinde olduklarını söyleyebiliriz.
Özellikle geleneksel kesimde çocuklar, oyun çağına girince, bir tehdit veya şaka olarak penisin kesileceğine değin sözlerle karşılaşmaktadırlar. Örneğin çocuğun küfür, aşırı hareketlilik, girişkenlik, saldırganlık, kavgacılık, saygısızlık, söz dinlememe, teşhircilik gibi yaramazlık hallerinde “Çükünü keserim haa” tehdidi savrulur. Bu durum çocuğun psikolojisini etkilemekte, penise aşırı değer ve önem verme, aşırı erkeklik davranışlarına yol açmaktadır. İğdiş etme tehditlerinin en somut ve gerçekleşmiş belgesi sünnettir. Sünnete verilen değer ve anlam, dinsel bir gelenek olmasından başka, toplumumuzda erkek benliğinin, özellikle cinsel yönden tamamlanması için gereksinim olarak hissedilmesidir.
Yine Aziz Nesin, adı geçen monografisinde bu hususta şöyle söylüyor.
Bir Kadın Karşısında: Fransız: Göz kırpar İngiliz Selam verir İtalyan Dudaklarını uzatır Alman Esas duruşa geçer Amerikan Hesap yapar
Türk Sansüre tabidir
GURURLULUK: Bu nitelik, Türklere İlişkin eski stereotiplerde olumsuz bir Türk özelliği olarak geçmektedir. Eski anlayışta gururluluk, Türklerin kendilerini diğer ülkelerden üstün görme biçimindeki bir milli gururluluktu. Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir boyunduruk altında kalmamasına, daima başka ülkeleri yönetmesine, hiçbir zaman başkalarınca yönetilmemesine bağlayabiliriz. Atatürk de Türkün daima öğünmesini tavsiye etmiştir.
KURNAZLIK-HİLEKARLIK:
Bu konuda bilimsel araştırmalar yapılmamış olmakla birlikte, kişisel gözlemlerimiz ve bazı bilim adamlarının gözlemleri böyle bir kişilik özelliğimizin varlığını doğrulamaktadır. Gerçekten, tüm halkımızın herhangi bir durumda işin kolayına kaçtığını, genellikle kestirme yoldan gitmek eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Üstümüzden baskı kalktığı zaman işde, çalışmada argo deyimle “kaytarmak” ve köylünün “çarıklı kurmay” davranışları kurnazlık niteliğimizin belirtileridir.
Hepimiz, bir malın daima avrupasını isteriz, çünkü yerli malın kötü yapıldığı, hileli yapıldığı inancı içersindeyiz.
KANAATKARLIK, TUTUMLULUK:
Türk halkı, öteden beri kanaatkarlığıyla tanınmıştır. Tarımsal ekonomik yapı, yetersiz gelir, bu tutumun yerleşmesinin başlıca etkenleridir. Örneğin 1929 Dünya Ekonomik Buhranı kuşkusuz ülkemizi de etkilemiştir. Fakat Türk kanaatkârlığı, bunalıma mukavemet etmede geniş rol oynamıştır. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi kliniğine 1970-1971 yılları arasında yatan ve psikiyatrik muayeneleri sırasında kendilerinden akıllarına gelen üç atasözü söylemesi istenen hastaların % 54’ü tutumlukla ilgili atasözü söylemişlerdir. Bu konu ile ilgili en sık söylenen atasözleri: “Ak akçe kara gün içindir”, “Sakla samanı gelir zamanı”, “Damlaya damlaya göl olur” ve “Ayağını yorganına göre uzat”dır. Yine Dr.H.Dümen’in öğrencilerle ilgili bir araştırmasında tutumlulukla ilgili atasözlerini ön planda ve sık olarak söylendiği saptanmıştır.
ZENGİNLİK VE SERVET İLE İLGİLİ DEĞERLER:
Geleneksel topluluklarımızda fazla servet edinme isteği, dinsel ve toplumsal nedenlerden ötürü gelişmemiştir. Nitekim, “ Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz” sözü bu hususu doğrulamaktır
Dinsel neden olarak, İslam dininin, kanaatkarlık kuralının servet edinme isteğini durdurması olarak belirtilebilir.
Toplumsal etkenler ise, Anadolu köylüsünün çeşitli istilalarla servetini yağmacılara sık sık kaptırmasıdır. Bu da servet edinme isteğini engelleşmiştir. Anadolu insanı savaşlarda, ayaklanmalarda, zor alımlarda, yağma ve ağır vergilerle, birikmiş varlığını yitirmiş, böylece servet yapmak için bütün çabaların anlamsız olduğu deneyimini geçirmiştir.
Hotham, “Türklerin parayı hor görmeleri , onların iyi birer işadamı olmalarını önlemiştir. Tarihte de Türk, ticaret gibi aşağılık işler yapmayacak kadar soylu bir kişiydi...” diyor. Aynı yazar, tezgahtarlığın bir ticari meslek olduğu için Türk karakterine uymadığını, bunu çeşitli gözlemlerinde tezgahtarların müşterileri karşı ilgisiz ve soğukluğu ile açıklamaktadır...
GÖSTERİŞ TÜKETİMİ:
Geleneksel çevrede gösteriş tüketimi, genellikle kadınlara altın takılması biçiminde görülür. Beşibirlik, altın bilezik takmak, gerek evlenirken, gerekse evlendikten sonra en çok rağbet edilen gösteriş tüketimidir.
Gösteriş için tüketimde tüketim ve servet, ekonomik olmayan biçimde harcanır. Kentte varlıklı kesimde gösteriş tüketimi çeşitlenmiştir. Giyim, lüks daire, yeni arabalar, evlerdeki kullanılmayan eşyalar vs. bunlar arasında sayılabilir. Orta tabaka için giyim, en belirgin gösteriş tüketimi halini almıştır. Sigara çeşidi ve içki de bunlar arasında sayılabilir.
Eski Ankara evleri üzerindeki araştırmada, giyim ve konutun başlıca gösterişçi tüketim olduğu görülmüştür. Saygınlık kazanmak için yapılan aşırı harcamalar bir başka örnektir. Hatırımızın sayılmasına çok düşkün bir halkız. Kentlerde yeni açılan bir kebapçı dükkanı vs. gibi bir iş yerine gönderilen çiçekler, nişan vs. gibi toplantılara giden çiçekler üçer metrelik çelenkler olabilmektedir.
HURAFECİLİK: ( BOŞ İNANLAR-BOŞ İŞLEMLER )
Doğal felaketlerin önlenmesinde, olayların yorumlanmasında, güç sorunlarının çözümlenmesinde birtakım sihirsel işlemlerde olayları yönetip denetleyebileceği varsayılan kimselerin yardımına başvurma eğilimleri de ülkemizde yaygın bir durumdadır. Bu inanış, din adamlarının, şeyhlerin halk arasında itibarlarını, toplumsal ve siyasal etkilerini arttırmaktadır.
Dinsel ve sihirsel inançlara bağlılık, toplumsal yaşayışın bütün alanlarında yaygın ve etkin durumdadır. Boş inançlara bağlılık (fal, büyü, nazar değmesi, cin-perilere inanma) ve boş işlemlere başvurma (adak adama, kurşun döktürme, muska takma, üfürükçüye gitme, yatır ziyareti, yağmur duası) dinle yakından ilişkili olarak görülmüştür. Oysaki bunlar dinsel olarak reddedilmiştir. Nitekim boş inanlar, korku, çaresizlik, çağrışım gibi psikolojik nedenlere beliren, geleceği bilmek isteği ile tesadüfi benzerlikleri iyilik ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve geçerli bir dinin reddettiği bir takım doğaüstü güçlere inanılan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış ve boş inanmalardır. Bunlar, cahil hocaların toplumumuzun çıkarlarını korumalarından ortaya çıkmış boş inan ve işlemlerdir. Yurdumuzda 60.000 imamın 55.000’inin okuma yazma bilmediğini göz önünde bulunduracak olursak, durumun vahametini daha iyi anlarız. İşte bu cahil hocaların etkisiyle dinin gerçek esaslarını bilmeyen halk arasında hurafelere dayanan bir uygulama görülür. Buna, “Volk İslam” hareketi denmektedir. Kutsal metinlerin klasik yorumu ile köylüler tarafından uygulanan halk dini birbirinden oldukça farklıdır.
Anadolu’da yağmur duası, üfürükçülük, muska yazdırma, kurşun döktürme, el verme, adak adama gibi işlemlerin çok yaygın olduğunu görüyoruz. Türklerin büyü, sihir, muska, fal gibi şeylere inançları şamanizmden gelmektedir. Çünkü İslamiyet bunları yasak etmiştir. Şamanizme göre tabiat, yer ve su kutsal sayılır. Ağacın kutsal sayılmasını gösteren belirtiler olarak ağaçlara, çalılara ve evliya türbelerine çaput bağlamak örnek olarak gösterilebilir. Yine, falcılık, büyücülük, kurşun dökme ve yağmur duası da Şamanist kalıntılarıdır.
Ankara’ya çok yakın Hasanoğlan Köyü’ndeki araştırma bulguları şöyle: Erkeklerin en az inandığı boş inan “Fal” (%3,5), en çok inandıkları ise “şeytan şerri”(%39)’dir. Yine erkeklerin %11’i büyüye, %28.5’i nazar değmesine, %30’u çarpılmaya uğramaya, %31’i cin ve perilere inanmaktadır.
Eşler ise :
Fala inananlar : %7
Şeytana inananlar : %62.5
Büyüye inananlar : %26.5
Nazara inananlar : %48
Çarpılmaya inananlar : %62.5
Cin-periye inananlar : %57.5
Görüldüğü gibi kadınlar, boş inançlara daha fazla inanmaktadır. Araştırıcı, fal ve büyüye inancın az olmasını, bunların dince günah olmasına, nazara inancın artmasının da nedenini, halkın inancına göre Peygamberlerin bile nazara tutulup rahatsızlık geçirmiş olmalarına bağlıyor.
HAYIRSEVERLİK YARDIMSEVERLİK:
Türklerde dinin biçimlendirdiği bir davranış da hayırseverliktir. Gerek varlıklı, gerekse orta halli kimse ve ailelerin hayır için çeşitli biçimlerde yardımda bulunduklarını görürüz. Örneğin sadaka vermek, kurban bayramlarında et dağıtmak, bayramlarda çocuk giydirmek, yoksul sünnet etmek, onlara kumaş, ayakkabı vs. vermek gibi. Tabi bunlar varlıklı aileler yerine getirmektedir.
TEVEKKÜL–KADERCİLİK:
Her şeyi Allah’a bırakma ve Allah’tan bekleme anlamındaki tevekkül sahipliği de özelliklerimizden birisidir. Prof: Yasa, bu konudaki halkın tutumu ile ilgili olarak “Bu dünyada rahat olmanın bir değeri yoktur. Asıl, ahrette rahat olmaya bakmalıdır”, gibi bir yargıya verilen yanıtları saptamıştır. Erkeklerin %62’si, eşlerin %84’ü belirtilen yargıyı doğru bulmuşlardır. Kadınların daha mütevekkil oldukları anlaşılmıştır.
ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK (TEVAZU):
İddiasızlık, kanaatkarlık, alçak gönüllü olmayı da gerekmiştir. Bunun dinle de ilişkisi var. Dinde alçakgönüllü olma, kibirli olmama emredilmiştir.
HÜKMETME İSTEĞİ:
Toplumumuzda hükmetmek, baş olmak, gerçekten bir olumlu değer halini almıştır. Başkalarına emretmek, tercih edilen bir davranıştır. Bu, hem kırsal hem de kentsel yaşamamızda böyledir. Askerde iken oğullarını çavuş olması, onbaşı olması, ana babalarca istenir ve tercih edilir. Bu yüzden askerde oğlu çavuş olanlar daha itibarlı sayılırlar. Hatta askerden döndükten sonra hala Çavuş Ali olarak anılır.
Memurluk mesleğinin tercih nedenlerinden birisi de hükmetme, emretme isteğidir. En ufak bir memur bile olsa hiç olmazsa müstahdemlere emredecek, masasındaki zile basıp onları ayağına çağıracaktır. “Mühür kimde ise Süleyman odur” atasözü, hükmetme ve mevkiye rağbetin benimsenmesini ifade eder.
EKSEN KURUM-SİYASAL İLGİ:
Eksen kurumumuzun temel toplumsal kurumlar içinde en önemli sayılan kurum siyaset olduğu söylenebilir. Öyle ki sokaktaki adam, müstahdem, bir temizlik işçisinin, bir köylünün siyasal ilgisi o derece yüksektir ki kendisi ile ufak bir sohbette sözü hemen başbakan olsa neler yapacağı konusuna getirir. Eskiden beri toplumumuzda siyaset, eksen kurum olmuştur. Ülkemize gelen yabancıların çeşitli illerimizdeki seyahatlerinde de dikkati çektiği gibi her yerde Atatürk’ün heykeli yer almaktadır. Bu, tabii ki Atatürk’ün büyük hizmetine bir saygı ifadesi olduğu gibi, aynı zamanda siyasete verilen önemi de göstermektedir. Zira diğer büyüklerimizin-sanatkar, ozan, vs. heykelinin sayısının çok azlığı veya hiç yokluğu da bu hususu doğrulamaktadır.
Siyasal ilginin fazlalığını hem seçmenin bilinçli, hem de bilinçsiz davranışlarında görmek mümkündür. Örneğin 1962 yazında yapılan bir köy araştırmasında köylülerin %79’u seçimlerde oy kullanmışlar, fakat köylülerin ancak %65’i herhangi bir partinin adını bilmekte, %35’i siyasal partilerin adlarından dahi habersizdir. Köy kadınlarından oy hakkına sahip olanların ise %50’si hiçbir siyasal partinin adını söyleyememektedir. İşte bu kitle, gerek ailelerin, gerekse ağa, şeyh gibi kimselerin etkisiyle, onların istekleri yönünde oy vermektedirler. Çünkü, bu kimseler halkımız için bir “ilişki çerçevesi” rolü oymakta, yani, özellikle kamu hizmetlerinin halka ulaşamadığı yerlerde bu hizmetleri halka götüren kimseler olmaktadırlar. Bu yüzden halk, bunların dışında ise halkımız, kendi günlük yaşamının ve maddi çıkarının doğrultusunda oy kullanmaktadır. “Ben ekmek partisindenim” sözü bu hususu doğrulamaktadır.
OTORİTEYE BAĞLILIK- SAYGI-İNİSİYATİF EKSİKLİĞİ
Otoriteye bağlılık, aile yaşamının doğurduğu ve gerektirdiği bir davranıştır. Baba otoritesinin güçlü olduğu geleneksel Türk ailesinde bu otoriteye bir saygı doğmuştur. Özellikle köyde kendinden büyük herkese saygı gösterilir.
“İşte bu durum yaşamın çeşitli aşamalarında etkisini göstermektedir. Örneğin köy ağasına, beylere saygı, kabile, aşiret reislerine saygı, eşrafa ve devlet büyüklerine saygı, üstatlara, peygamberlere bağlılık ve saygı, aile başkanına saygının bir devamıdır. Dairede amire saygı da bu türdendir. Amir, maiyetindekilere, aynı zamanda bir baba gibi davranır. Hasta-hekim ilişkilerini de bu çerçevede görmek mümkündür.
Yine çırak-usta ilişkilerinde ustaya saygı da aynı türdendir. Hatta savaşçılığımızı etkileyen etmenlerden birisi de otoriteye bağlılıktır (savaşta subayın, komutanının emirlerine harfiyen riayet). Otoriteye bağlılık, bireylerde kendiliğindendik, inisiyatif eksikliğini doğurmuştur. Günlük yaşantımızda otoriteye bağlılığın örneklerini görebiliriz. Örneğin trafikte otomatik ışıkların yanında aynı zamanda trafik polisleri de bulunur. Yolcular trafik polisinin orada bulunmasından dolayı işaretlere riayet ederler. Polis olmadığı zaman genellikle riayet edilmez.
Bürokratik yaşantımızdaki katı merkeziyetçilik de yine otoriteye bağlılığın başka bir belirtisidir.
DEVLETLE İLİŞKİLER:
Devlet, daima saygı duyulan bir varlıktır. Baba niteliğindedir. Türk ve devleti birbirinden ayrılmaz, bir bütünün iki parçası gibidir. Örneğin dört köyde yapılan bir araştırmada devlete adeta kayıtsız şartsız itaat etmenin farz olduğu inancına sahip olanların büyük bir çoğunluğu oluşturduğu görülmüştür.
Askerliğin kutsallığı, devlete bağlılığın kökeninde özgürlük, dindarlık ve namus değerlerinin varlığını görmekteyiz. Çünkü devlet, düşmana karşı dini, namusu ve özgürlüğümüzü korumakta olan bir araç durumundadır.
YURTSEVERLİK-KAHRAMANLIK, CESURLUK VE ŞEHİTLİK DEĞERLERİ:
Daha önceden incelediğimiz devlete saygı, askerlik görevinin kutsallığı, aynı zamanda kahramanlık, yurtseverlik özelliğimizi yaratmıştır. Yine daha önceden incelediğimiz erkeklikte aranan nitelikler arasında cesurluk, mertlik de vardı. Erkek çocuk yetiştirilirken özellikle bu nitelikte olmasına dikkat edilir. Cesurluk ve atılganlık, erkek çocuğa öğretilen değerlerdir. Arslan Ali, Arslan Mehmet derken çocuk gururlandırılır ve bununla onun cesurluğu, yiğitliği belirtilmiş olur. Sadıklık ise hem aileye, hem de devlete bağlılık olarak yine çocuğa öğretilen değerdir. Yurtseverlik, esas itibariyle toplumumuzda bir temel normdur. Yurtseverlikle ilgili değerlerin tümü dinsel kökenlidir.
ŞEHİTLİK DEĞERİ:
Yurt savunmasında şehit olmak çok yüksek bir değere sahiptir. İslam dini, din ve yurt savunmasında ölenlere “şehitlik” unvanı vermiştir. Bu yüzden “Şehit” ve “Peygamber” dereceleri birbirine eşit sayılmıştır. Savaşta sağ kalanlara “Gazi” denilir. Bu da yeryüzünde kazanılan büyük bir unvandır.
KONUKSEVERLİK DEĞERİ:
Eski stereotiplerde belirtildiği gibi, konukseverlik özelliğimiz halen devam etmektedir. Bu, hem köy, hem de kent ailesi bakımından söz konusudur. Aziz Nesin, adı geçen incelemesinde diyor ki:
Dünyada En Güzel Şey
Fransız için Esprili genç kadın
İngiliz için Gemi
İtalyan için Akılsız güzel
Alman için Askeri geçit resmi ve tören
Amerikan için Dolar için iş
Türk için Buyrun oturalım
Yeri gelmişken burada, halkımızın bir entelektüel özelliğine işaret etmek istiyoruz. Gerek bu ziyaretler sırasında, gerekse çeşitli sohbetlerinde halkımız, genellikle olayları değerlendirirken sık sık atasözlerine başvurur, düşüncesini bir takım belirli fıkralarla açıklayarak ortaya koyar, çeşitli olaylar karşısındaki tutumunu, manilerle, deyimlerle, şiirlerden parçalarla açıklamaya çalışır.
Bu konuda Prof. Tütengil “Toplumun ve zamanın hazırladığı düşünce formlarının, Türk halkının düşüncelerini ifade etmekte, ona bir kolaylık sağladığı, adeta hazır bir reçete rolü oynadığı görülür. Kişinin bu yola başvurması, onda, kişisel bir düşünceden çok, ortaklaşa belli kalıplar ve ölçüler içerisinde bir düşünce eğiliminin ağır bastığını ifade etmektedir” diyor. Gerçekten hem entelektüel, hem de halk tabakasının böyle folklorik ürünlere çeşitli konuşmalarında başvurması, bu ürünlerin onun düşüncelerini pekiştirmesi, desteklemesi bakımından önem taşımaktadır. Hala sözlü kültürün egemen olduğu toplumumuz bakımından bu usulün yaygınlığını ve önemini doğal karşılamak gerekir.
YÜZEYSELLİK-DUYGUSALLIK:
Olayların açıklanmasında nedenlere inmeyiz. Genellikle yüzeysel tartışırız. Derinliğine inceleme yapılmadan yüzeysel kararlar alırız. Bunda eğitim sisteminin de rolü var. Çünkü. Neden-sonuç ilişkileri açısından olayların ele alınması alışkanlığı verilmemiştir. işte bu yüzden davranışlarda duygusallık egemen olmuştur. İlişkilerinde nesnel düşünceden çok, duygusallık egemendir. Dostluk düşmanlık, ilişkilere egemen olduğu gibi objektiviteden uzaklaşılır. Taraflar çeşitli kamplara ayrılır. Bunun sonucu, “Bizim grup”, “Onun grubu”na göre davranışlar biçimlenir. Resmi ilişkilerde dahi duygusallığın ön plana geçtiği çeşitli durumları günlük yaşantımızda her zaman gözleyebiliriz.
NEŞE-KEDER İKİLEMİ:
Türk insanı hem neşeyi, hem de hüznü çok sever. En ufak bir fırsatta eğlenmek için çaba harcar. Aslında neşe-hüzün bir karşıtlığı ifade eder. Yoksulluklar, savaşlar, gurbet, çaresizlikler, Türklere hüznü sevdirmiştir. Evlenen kızın, “Hem ağlarım, hem giderim” sözü bu karşıtlığı çok iyi dile getiriyor. Yine, “Düğüne giden oynar, ölüye giden ağlar” sözü de bu konuya ilişkindir. Türk’e göre eğlenirken bile hüzne başvurulmayınca o eğlencenin tadı mı olur?
Düğünde, gazinoda, eğlenceli bir yerde, neşeli coşkun bir ortamda, ya sanatçı, ya da orada şarkı türkü söyleyen kimse, bir uzun hava (hüzünlü türkü) söyler. İyi uzun hava söyleyemeyen bir halk türküleri sanatçısı meşhur olamaz. Hüzün, Türk insanının yüreğine işlemiştir. Yerli filmlerde, Türk’ün bu özelliğini, yapımcılar bol bol kullanmışlardır. Hem ağlayıp hem gülmek, yaşamın en önemli, vazgeçilmez öğeleridir. Türk’e göre, son yıllarda hüznün önemi “Göç” etmeni ile artmıştır. Savaşın yerini alan göçler (Yurtiçi ve dışı) aileleri birbirinden koparmakta, manevi yaşamda kederi arttırmaktadır.
ORTA YOLCULUĞUN BENİMSENMEMESİ:
Kişiliğimizin bir özelliği de orta yolculuğun benimsenmemesidir. Bunun temeli katı, hükümlerin benimsenmesi biçimindeki medrese mantığıdır. Bu mantığa göre bir şey ya ak, ya da karadır. Bu anlayış bugünkü yaşamımızda da hala geçerlidir. Genellikle iki alternatiften başka üçüncü bir alternatifi düşünmemek alışkanlığındayız. Ya hayır, ya şer, ya melek, ya şeytan, ya ilerici ya gerici olarak değerlendirmeler yaparız.
İngiliz yazarlardan Hotham, bu konuda şöyle der; “Aslında, Türklerin ya dostu, ya da düşmanı olabilirsiniz. Nesnel olmak imkânsızdır. Öyle bir şeye kalkışacak olursanız, hele kritik dönemlerde, ya kaypak, ya da ikiyüzlü olmakla suçlanırsınız. İngilizler, Amerikalılar, Kıbrıs sorununun çeşitli dönemlerinde böyle suçlanmışlardır. Gerçekten günlük yaşamda ya sağa, ya sola mensup olacaksınız. Eğer objektif kalırsanız, yadırganırsınız, ya da içtenliğinizden kuşku duyulur. Mutlaka bir yandan olma ve o tarafın tüm ilke ve düşüncelerine katılma zorunluluğu, kolaycı bir tutumumuzdur. Bu tutum, yaratıcılığı, birleştiriciliği engellemektedir.
ÇABUK UNUTMA , OLAYLARDAN DERS ALMAMA:
Özellikle tarihten ders almama çabuk unutma da her zaman yakındığımız bir özelliğimizdir.
DOLAYLILIK, AÇIK OLAMAYIŞ:
İlişkilerimizde genellikle doğrudan olmayız. Hep dolaylı yoldan davranırız. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla örneğinde olduğu gibi. Özellikle olumsuz hususlarda yüze gelemeyiz. Doğrudan olunca o kişiyi kaybetmek korkusu oluşur. Hatta doğru söylendiğinde ve dobra dobur olan kişiler benimsenmez. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” deyimimiz boşuna söylenmemiştir. Olumsuz hususlarda karşısındaki kişi rengini belli etmemeye çalışır.
KISKANÇLIK:
Bu özelliğimiz, davranışlarımızın büyük bir kısmında hemen göze çarpan tipik bir özelliğimizdir. Politikada, sanatta, ilişkilerde yaygın olan kıskançlık, adeta başarının cezalandırılmasıdır. Çekemezlik, sivrilenin devrilmesini gerektirmektedir. “Meyva veren ağacı taşlarlar” sözümüz bu özelliğimizi çok güzel dile getiriyor.
MERAKLILIK:
Türkler aşırı derecede meraklıdır. Toplumsal ilişkilerde en göze çarpan hususlardan birisi budur. Kendisini ilgilendirsin, ilgilendirmesin, birisini tanısın, tanımasın, mutlaka ne olmuş, ne bitmiş, ne demiş, nereye gitmiş, ne söylemiş, bilmek isteriz. Bu özellik, toplumsal kişilik özelliklerimizden kaynaklanmaktadır. Dedikoducu oluş da bu özelliğimize dayanır. Kadını ile erkeği ile insanımız dedikoduya bayılır. İlişkilerimizde sözlü kültürün egemen oluşu da bu hususta etkili olabilmektedir.
GÖZLERLE İLETİŞİM:
Göz göze gelmek bize özgü bir davranıştır. Yabancı ülkelerde kimse kimseye pek bakmaz. Ama biz yabancı ülkede tanımadığımız birinin yanına giderek onunla konuştuğumuzda onunla göz göze gelerek kimliğini bulabiliriz.
Anadolu’daki otoriter babalar her şeye bağırıp çağırır. Örneğin sofra kurulmuş, sofraya bardak konulmamış. Sofrayı kuran genç kız, babasının bağırmasına meydan vermeden ağabeyinin ona, bardak yok gibilerden dikkatli bir bakışını anlayarak derhal bardağı getirir.
Değerler ve kalıp yargılarının gerçekleşmesini incelerken dikkatimizi çeken bir husus, bunların çoğunun dinsel kökenli oluşudur. Özellikle olumlu nitelikteki özelliklerimizin İslam dininde yer aldıklarını görmekteyiz. (Yurtseverlik, yardımseverlik, hayırseverlik, konukseverlik, dürüstlük, saygı-sevgi, kanaatkarlık vs. gibi). Bu nedenle İslam dininin Türk toplumsal karakter ve değer özeliklerini geniş ölçüde biçimlendirdiğini söyleyebiliriz. Değer ve karakter özelliklerinin biçimlenişi, başka koşullara da bağlı olmakla birlikte, Türk toplumu açısından dinin bu hususta geniş rol oynadığını belirtmeliyiz.
Türk halkının toplumsal karakterinin biçimlenmesinde kuşkusuz, yerleşme birimlerinin ve ekonomik etmenlerin de geniş rol oynadığı kanısındayız. Özellikle nüfusumuzun çoğunluğunun tarım toplumunda oluşu, kentsel toplum üyelerinden farklı değer, davranış, tutum ve toplumsal karakter değişmesine yol açmaktadır. Şimdi ise kent nüfusu, kırsal kesimle eşit duruma gelmiştir... böylece kentsel değerler ve tutumların gelişeceği kuşkusuzdur.
KÜLTÜR BENCİLLİĞİNE İLİŞKİN ÖRNEKLER:
Toplumdan uzak kimselerle bağlantı azaldığı ölçüde, bu husus, beraber olanların duygularında bir birliğe, bir yoğunluğa neden olacak ve toplumdan uzak olanlara karşı düşmanlık duygusu çoğalacaktır. Böylece her köy en iyi içme suyuna sahip olmak ister. Yolun kendi yakınından geçmesini ister. Bunlara sahip olmayınca bunlara sahip olmak isteyen diğer köylerle yarışır, onları karalar, damgalamaya çalışır ve onları kötüler. Kendileri en barışsever, kendileri onlardan daha konukseverdir. Kendi köylerindeki düğünler diğerlerinden daha parlaktır.
OLUMLU FOLKLORİK DEĞERLENDİRMELERDEN ÖRNEKLER:
İç Anadolu, coğrafi yönden cömert değildir. Step ve bozkırlarda yaşayan bu yöre insanımız, dek düze bir coğrafi ortamda yaşamaktadır. Böylece bu tek düzeliliği gidermek için iç dünyasını zenginleştirmiş, çeşitlendirmiştir. Bu hususun en güzel kanıtı ise, kilimler, türküler ve halayların güzelliğidir.