Kitabın Adı : Bizim Duygusal Zekâmız
Yazarı : Erdal Atabek
1. Duygularını yönetemeyenler, duygularının kendilerini yönettiğini anlamak zorunda kalırlar, istek, tutku, korku, heyecan, sevgi, nefret, insan duygularıdır. Eğer bu duyguları biz yönetemezsek, bu duygular bizi yönetir. O zaman da biz duygularımızın bizi götürdüğü yerlere gideriz.
2. Azimle inat arasındaki fark, akıldan başka bir şey değildir. Akıla direnme azimdir, akılsız direnme inat.
3. Doğru seçilmiş bir hedefe yönelten hırs, gücün doğru kullanımıdır. Yanlış hedefe yönelten hırs ise gücün yanlış kullanımıdır ve felaketlere giden yolun taşlarını döşer.
4. Duygulu insan, duygularına önem veren, duygularını tanıyan duygularına değer veren insandır. Duyarlı insan, çevresinde olup bitenlere ilgi duyan, onlardan kendi payına sorumluluk duyan insandır. Duygusal insan, duygularıyla hareket eden, duygularını yeterince ölçemeyen insandır.
5. “İktidar hırsı”, güçlü olma dürtüsünün kontrolden çıkarak hastalıklı bir biçim almasıdır. Türkiye’ye, baktığınız zaman, bütün iktidar süreçlerinden, halkın içinden gelmiş, halk Çocukları’nın bir süre sonra, hanedan yaratma çabalarını görürsünüz. Özal ailesi, bu dönüşümün tipik örneğidir. Çiller ailesi de başka bir örneği oluşturmaktadır. Zamanında Süleyman Bey de bu dönüşümü yaşamıştır. Bu örneklerin hepsi de halk çocuğu olarak başlayan bir süreçte iktidar hırsını denetleyemedikleri için hanedan olma dürtülerine teslim olmuşlardır. Oysa bu örneklerde de, başka örneklerde de, büyük işler yaparak, başarılar kazanarak hayatlarına anlam kazandırmak isteği güçlü bir dürtü yaratmış, böyle bir başlangıçla yola koyulmuşlardır. Ama süreç içinde duygularını yönetemedikleri için artık kendilerini daha üstün, herkesten güçlü konuma getirmek hırslarını yenememişlerdir.
6. Para, koltuk, unvan, üstünlük hırsı. Az gelişmiş kültüre eklenen kapitalist değer sisteminin bilinen sonuçları budur.
7. Ne yaptığınız değil, neye sahip olduğunuz önemlidir,
Neye yaradığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir,
Ne olduğunuz değil, ne gördüğünüz önemlidir.
8. Oysa, içinizdeki küçük çocuk sadece korkularından kurtulmak istemektedir. Ama bu çarpık sistem, o küçük çocuğu tehlikeli bir yaratığa dönüştürmektedir.
9. İnsanlara öğretilmesi gereken ilk iş belki de “aklın ve duyguların gücünü tanıma” eğitimiyle kendisini anlama ve uygarlığı kavrama olmalıdır. Her derecedeki okul programlarına bu konu alınmalıdır. Bütün toplum örgütleri, sendikalar, meslek kuruluşları, şirketler, organizasyonlar bu konuda programlar düzenlemeli, sistemli bir eğitim yapmalıdırlar.
10. İnsanlar “aklın ve duyguların yönetimi” konusunda bilinçlendirilmelidir. Çünkü nasıl yurttaş olacakları, nasıl analar ve babalar olacakları, nasıl seçmen olacakları, hayatlarını nasıl yaşayacakları çok büyük ölçüde bu alandaki bilinçlerine bağlıdır.
11. “Kendisiyle hesaplaşamayan insan” rahatsızlık duyar ve süreli olarak “hesaplaşacak birilerini” arar. Bu davranış, içinde yaşayan rahatsızlığı başka birine aktararak rahatlama isteğinden kaynaklanır. Ama bu biçimde açıklanamadığı için, bu “kendi içinde rahatsız kişilik” kendi dışına “meselesi olan insan” gibi yansır. Bu durumdaki kişi hep “birileriyle uğraşır”, “bir şeyleri dert edinir”, “başkalarının dertlerini temsil eder.” Aslında “derdi kendisidir” ve kendisiyle hesaplaşmaktan kaçmaktadır.”
12. Kendi içinde hesaplaşamayan insan, kendi ailesi içinde hesaplaşamayan insan, bu alanların dışında görülecek hesapların peşinde koşmak zorundadır. Bu hesaplaşmalarda da ne denli acımasız, ne denli öfkeli, ne denli şiddetten yana davranırsa o ölçüde kendi sorununu unutmaktadır. Eğer bir noktada “kendisiyle hesaplaşmak zorunda kalırsa” durum "yengeç sepeti” ne dönmekte, işler karışmaktadır. Böyle bir durumda kalan kişi, kendi sorumluluğuyla başa çıkamamakta, çok üzüldüğü halde bir şey yapamayan, öfkesini ya kendine ya yakınındaki birine yönelten davranışlara girmektedir. İşte, bu insanların toplumu da “kendisiyle hesaplaşamayan toplum” olmaktadır.
13. Bizim toplumumuz, hiçbir gerçeğiyle hesaplaşamayan toplum olmaktadır. Hiçbir politik dönemin hesaplaşması yapılamamıştır. Hiçbir sosyal olayın hesaplaşması yapılamamıştır Türkiye sağı da, solu da kendi içinde hesaplaşamamıştır. İhtilaller, askeri darbeler yapılmış, hesaplaşılmamıştır. Siyasal partiler kendi içinde hesaplaşamamıştır. Susurluk çetesi ortaya çıkmış, hesaplaşılamamıştır. Toplumun temel eksenlerine ilişkin hiçbir konuda hesaplaşma yaşanamamaktadır.
14. Karşılaştığı ve karşılaşacağı sorunları anlamaya, çözmeye yönelik bir kişilik gelişimi olamayan insan, çaresizlikle bunlardan kaçma, bunları unutma, kendine başka bir dünya bulma gereksiniminde olacaktır.
15. İçinden gelen dürtüleri kontrol edememe insanların başına çok dert açmıştır. Bir şeyi yapmak için içinden, ‘dürtülen’ kişi gerginleşir, huzursuzlaşır. Eğer yapmak istediği şeyin yanlış olacağını ya da sonradan başına iş açacağını kavramışsa, daha önceki deneyleriyle anlamışsa yapmamak için döner dolaşır. Ancak gerginliği arttırdığından, başka türlü sakinleşemeyeceğini bildiğinden ayakları oraya giderek o işi yapar. İşi yapmaya başladığı andan itibaren gözü artık başka bir şey görmeyecektir. İşi yaparken haz duymaktadır, rahatlamaktadır. Sonrasında sakinleşmiş olacaktır. Hem rahatlamıştır, hem de hafiften başlayan bir pişmanlığı yaşayacaktır. Bir süre sakin ve rahat olacaktır. Dürtü yeniden harekete geçinceye kadar da bu rahatlık sürecektir.
16. Ruh sağlığı ve hastalıkları biliminde bu durumun adı "dürtü kontrolü bozuklukları" dır ve çeşitli alanlarda görülmektedir.
17. Saldırganlık dürtülerinin kontrol bozukluğu, kişinin saldırganlaşmasıyla kendini gösterir. Krizler arasında hiçbir saldırgan davranış göstermeyen kişi, dürtü kontrolü bozukluğu sırasında saldırganlaşmakta, kişilere ya da eşyalara karşı saldırgan davranışlar göstermektedir. Kleptomani (çalma hastalığı) da böyle bir dürtü kontrolü yetersizliğidir. Burada kişi çaldığı nesnelere gereksinim duymadığı, çaldığı şeylerin parasal değerini önemsemediği halde sadece "çalma dürtüsünü kontrol edemediği için" hırsızlık yapmaktadır. Patolojik kumar oynama da böyle bir dürtü kontrolü bozukluğunun sonucudur. Piromani (yangın çıkarma) , trikotillomani (saçını yolma) girişimleri de dürtü kontrolü bozukluklarının bilinen davranışlarıdır.
18. Ailenin toprak ve hayvan mülkiyetini sürdüren ‘erkek çocuk’ gereksinmesi, tarım toplumlarının üretim ilişkilerinden kaynaklanıyordu.
19. Buradaki en önemli sorun, geleneksel toplumun rol belirleyici kuralları etkisini kaybederken modern bir toplumun rollerinin aileler açısından bilinmemesi, benimsenmemesi, çocuk açısından da çelişkiler içine girilmesidir. Ama bu değişim, sindirilmesine zaman bırakmayan bir hızda olunca, değişen ‘kişilik rolleri’ yerine yeni ve belirgin kurallar konamayınca, hiç kimse ne yapacağını bilemez oldu.
20. Genç insanın kendine verdiği değer listesi ile ailesinin ve toplumun değer listesi arasındaki farklar da önem taşımaktadır. Ailelerin çocuklarıyla gurur duyma istekleri ile genç insanın kendisinde gördüğü eksiklikler çelişmekte, bir yandan gencin bu eksiklikleri tamamlamasının önü tıkanırken öte yandan aileye karşı yükümlenilen sorumluluk dengesiz olmaktadır. Genç insanların kendilerine nasıl değer verdikleri aileler tarafından iyi bilinmelidir.
21. Adrenalin egemen olduğu zaman içimizden gelen duygu en şiddetli olanı yapmaktır. Adrenalin gerilim hormonudur.
22. Her yeni günün başlangıcına öğrenilmiş çaresizlikle bakmaya alışkın bir yaşama kültüründe sığınma kaçınılmazdır. Binlerce yıllık insanlık serüveninde sayısız kere yaşanan çaresizlik – sığınma – rahatlama deneyimi artık insanoğluna çok seçenek sunmayı öğretmiştir.
23. Toplumlara dayatılan sistemin insanlara öğrettiği çaresizlik ancak bir ‘kurtarıcı’ ya sığınmakla katlanır olmakta, buna boyun eğmenin kederi de sonu şiddete varacak öfkeyi biriktirmektedir.
24. Yaşam kültürümüz içindeki “harekete geçirici etki”nin ( motivasyon) başında “ korku ve kaygı” geldiği için bu konu üzerinde durmalıyız.
25. Çocukları ceza tehdidiyle büyütüyoruz. Öğrencileri başarısızlık korkusuyla yetiştiriyoruz. Kadınları suçluluk duygusu altında tutuyoruz. Çalışanları işsizlik korkusuyla ürkütüyoruz. İnsanlarımızı sokakta kalma, yaşlanma, parasız kalma korkusuyla harekete geçiriyoruz. Bütün bunların etkileri genişleyen halkalar gibi insanlara yön veriyor, yol gösteriyor, onların hedeflerini belikliyor. Artık insanlar kendilerini neyi mutlu edeceğini düşünmekten vazgeçiyor, daha çok para kazanmanın peşine düşüyor. Nasıl olursa olsun başlarını sokacak bir evlerinin olmasını istiyor. Çocukların geleceği için kendi bugünlerinden vazgeçmeyi doğru buluyor. Sorumluluklarını sınırlandırıyor, yaşama alanlarını daraltıyor.
26. İnsanlar kendileri için “güvenli duygu adacıkları” oluşturuyor ve orada yaşıyorlar. Bu kimileri için “aile ve akrabalar” dır, kimileri için bir “tarikat”tır.”güvenli duygu adacıkları”, çevreleri izole bantla sınırlandırılmış bir yaşama bölgesidir. Kentler büyüdükçe bu adacıkların sayıları çoğalıyor ve buralarda yaşayan inanlar daha yalıtılmış bir hayat sürerek yitirdikleri güveni sağlamaya çalışıyorlar.
27. “Korku” içindeki insanlar yalnız kalmayı istemez, kendi durumundaki insanlarla birlikte olmayı yeğlerler. “kaygı” içindeki insanlar ise bunu paylaşamadıkları için kendi başlarına kalmayı seçerler. Kendine benzeyenle birlikte olmak, kendine benzemeyenden uzak kalmak isteği “ korku ve kaygı” nın ürünüdür.
28. Eğer bir toplumu “korku ve kaygı” yönetiyorsa orada hiçbir kurumu, hiçbir mekenizmayı bunun dışında tutamazsınız. Bu durumdaki bir toplumun yönelişleri, arayışları da buna uygun olacaktır. O nedenle de toplumun orduyu, parlâmentodan daha güvenilir bulması şaşırtıcı değildir. O nedenle de toplumun gazetelerin dağıttığı kuponlara koşması şaşırtıcı değildir. O nedenle de toplumun dinsel inançlara, milliyetçilik duygularına yönelmesi şaşırtıcı değildir. O nedenle de toplumun söylenen yalanlara bile bile inanır görünmesi, o yalanlara katılması, giderek o yalanların bir parçası olması şaşırtıcı değildir.
29. Bir toplumu “ korku ve kaygı” yönetiyorsa bütün kişisel ve sosyal davranışlar bu etkileşimin içinde, buna uygun biçimler kazanacaktır. Yeni “ güvenli duygu adacıkları” oluşturulacak, insanlar kendileri için yeni güvenli yaşama bölgeleri oluşturacaktır. Politikanın tıkandığı yeri de burada aramak gerekiyor.
30. Algı, bir uyarının kişi tarafından duyu organlarıyla (göz, kulak, burun, dil, deri ile) alınması ve merkezi sinir sisteminde değerlendirilmesidir. Uyarı, bir uyaran tarafından gönderilir; görme, işitme, koklama, tatma, dokunma yoluyla algılanır. Asıl önemli yanı da bundan sonraki işlemdir. Çünkü her an sayısız denecek kadar çok algı alınır ama, beyin bunlardan bir seçme yapar. Bu seçmeyi de yapmak zorundadır, eğer hepsini işleme koyacak olursa beyin işin içinden çıkamaz. İşte, bu seçme işlemine “seçici algı “ denir. “Seçici algı”, artık kişilerin kendi seçtikleri algı değildir. Daha önce öğrenilmiş yargılarla seçiciliği yönlendirilmiştir ve artık “güdülenmiş algı” dır. Bugün toplumun çok büyük bir çoğunluğu, hayatı “güdülenmiş algı” larla değerlendirmektedir. Bu “güdüleme”de yazılı ve görüntülü medya organlarıyla, gazeteler, televizyon kanalları yoluyla yapılmaktadır. “ güdüleme” ye yön veren büyük uyaran da her alana egemen olan sermaye gruplarıdır. Toplumlara ulaşan bilgiler de haberler de yorumlar da bu sermaye gruplarının süzgecinden geçerek yönlendirilmiştir. Ama sermaye grupları dünyadaki tek güç kaynağı değildir. Ulusal bilinç grupları, sivil toplum örgütleri, toplumlardaki aktif gruplar sermaye gruplarının dışında, kimi zaman da karşısında bir güç oluşturma mücadelesi vermektedirler. Sermaye gruplarının amacı olan “ en az giderle en çok kazanç” ilkesi, bunun için de “daha çok kişiye daha çok mal satmak” hedefi, ortaya bir “ tüketim uygarlığı” yanılgısı çıkarmıştır. Uygarlığı “ daha çok tüketim”le açıklama yarışı ise dünya kaynaklarının kurutulmasına, kaynakların yağmalanmasına, çevre kirliliğine yol açmaktadır. Buna bir çözüm bulunacak mıdır? Bulunursa, nasıl bulunacaktır ?
31. Bu durum Türkiye‘de din ile milliyetçiliğin neden yükseldiğini (ve giderek neden daha da yükseleceğini) göstermektedir. Neden – sonuç ilişkisine dayanmayan bilgi oluşumunun "güdülenmiş algıya” teslim edilmesinin başka bir sonucu olamaz. Çocuk eğitiminden başlayarak her yaşta insanın kendi özgür “seçici algı “sını yaratacak bir eğitim-kültür dönüşümünü gerçekleştirilmediği sürece gelecekte bugünlerimizi de çok arayacağız.
32. Toplumda bir “körleşme” olgusu yaşanıyor. İçine sürüklendiğimiz “psikolojik kamplaşma”, insanların birbirini anlama isteklerini engelliyor ve hiç kimse kendi dışındaki görüşleri anlamak istemiyor, anlamak bir yana işitmek bile istemiyor. Bu durum, giderek gruplar oluşturan insanların “kendi içine kapanma”, “grup kolonileri kurma”, “birbirine yabancılaşma” “ birbirine düşmanlaşma” biçiminde gelişmelere yol açmaktadır.
33. “Körleşme”, Nobel ödüllü ünlü yazar Elias Canetti‘nin bir romanıdır. Bu romanda “insanın körleşmesi” ustalıkla işlenmektedir. Körleşen insanın yalnız “kendi baktığı şeyleri görmesi”, onun dışında kalanlara karşı tam bir “körleşme” si anlatılmaktadır.
34. “ Körleşme”, beyin işlevlerini sınırlandıran, beyin çalışmalarını “şartlı refleks” kuralına göre biçimlendiren bir “şartlandırma” ile gerçekleşmektedir. Bu oluşumda, “şartlandırılan insan” artık kendi uyaranları ile hareket eder. Yalnız kendi uyaranlarına açıktır, onun dışında kalan uyaranlara hiçbir tepki vermez, onlara karşı “ körleşmiştir”. Körleşme’ nin yol açtığı ruhsal davranış gelişimine bakıldığı zaman:
· Kendi uyaranları dışındaki uyaranları görmeme,
· Görmediği şeylere karşı yabancılaşma,
· Yabancılaştığı şeylere karşı düşmanlaşma,
· Düşmanlaştığı şeylere karşı şiddet kullanma eğilimi, sistematiğini görürüz
35. Böylece, toplumda “körleşme” giderek “kamplaşma’ ya, kamplaşmada “düşmanlaşma’ ya dönüşmektedir. Bu durumun toplum için yarattığı tehlikeler de sürece uygun olarak büyümektedir. Daha önce yaşandığını belirttiğimiz ‘psikolojik parçalanma’ sürdüğü için ‘sosyal parçalanma’ aşamasını geçilmiştir.
36. Sosyal parçalanma, kendisi gibi olan, kendisi gibi yaşayan kişilerle birlikte yaşama isteği olarak koloni oluşumlarına yol açmıştır. Bu aşamadan sonra gelecek olan, siyasal parçalanmadır. Ve ülkemiz böyle bir parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Siyasal parçalanma, iç çatışmaya sürüklenmek demektir. Ve bu noktada hiç kimse ‘bu durum beni ilgilendirmez’ diyemez. Çünkü böyle bir durum, istesin istemesin, herkesi ilgilendirir.
37. Bu parçalanmanın ilk temel noktası eğitimin parçalanması olmuştur. Eğitim birliğinin parçalanması, laik milli eğitimin dışında kuran kursları ile başlayıp, imam hatip okulları ile devam eden ‘inanç eğitimi’ , bugüne gelişin ilk istasyonu olmuştur. Bu eğitimle amaçlanan da, insanlara dinlerini öğretmek değil, inanç eğitimi almış insanlarla toplumu ‘şeriat devleti’ ne ulaştırmak olmuştur. Buraya gelişin sorumluluğu da Demokrat Partiden başlayarak bütün sağ partilerdir. Bugünün cumhurbaşkanını da içine alan bu sorumluluğu doğru saptamak gerekiyor. 12 eylül yöneticileri de bu sorumluluğun içindedir.
38. Parçalanmanın ikinci temel noktası, ‘özü, laikliği redde dayanan inanç eğitimi’ almış kişilerin kamu yöneticiliği noktalarına getirilmesidir. Özellikle milli eğitim, sağlık, güvenlik ve kamu yönetimi yetkilerine sahip görevlere bu kişiler seçilerek doldurulmuştur. Bu noktada korunabilen tek kurum, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Bugün refah partisinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile zıtlaşmaya girmesinin nedeni budur, girebilmesinin nedeni de budur.
39. Parçalanmanın üçüncü noktası, Türkiye aydın kamuoyunun demokrasi özleminin şaşırtılması olmuştur. Demokrat aydın kamuoyu, islamcı görüşlerin kendini özgürce ifade edebilmesini demokrasinin bir kuralı saymış ve savunmuştur. Ancak bu kendini ifade edişin sadece kimlik arayışı değil, toplumu şeriat düzenine götürmek olduğunu zamanında algılayamamıştır. Bunları şimdi görmekte ve biraz şaşırarak, “neden böyle olduğunu" anlamaya çalışmaktadır.
40. Parçalanmanın dördüncü noktası, şeriat yandaşlarının militan davranışlarının aynı militanlık içinde karşılık görmemesidir. Toplumun laik kesimi, şeriat yandaşlarının militan, saldırgan, bağnaz tutumlarını anlayışla, konuşup tartışma istemiyle, sabırla karşılamıştır. Bu tutum da şeriat yandaşlarının şiddet eksenindeki sözlerini, davranışlarını, hareketlerini cesaretlendirmiştir.
41. Bugün gelinen ‘siyasal parçalanma’ noktasına bu aşamalarla gelinmiştir. Artık ya bu "körleşme", gözlerin açılmasıyla sonuçlanacak ya da "iç çatışma" nın herkes için kötü olacak sonuçlarıyla durumun gerçeği anlaşılacaktır.
42. Biz aklın yanındayız, Atatürk’ün yolundayız, gücümüzün bilincindeyiz. Hiç kimseye de ‘körleşmiş nokta’ dan bakmıyoruz. Ama böyle bakanların oyunlarına da, dalaverelerine de, uyutmalarına da aldanacak, kanacak değiliz. Elimizi uzatıyoruz ve bekliyoruz.
43. İnsanlar neden “itaat edecekleri bir şef” aramaktadır? insanlar neden “yetkin bir birey” olmak istememekte, “tanrı’nın imanlı bir kulu” olmayı yeğlemektedir. İnsanlar neden “gönüllü kul” olmak istemektedir? insanlar neden önyargılı olmakta, önyargılı davranmaktadır? insanlar neden “bilinç” ten kaçmakta, “inanç” a sığınmaktadır. Eğer insanların bu davranışları doğru anlaşılamazsa, bu davranışlara karşı, bu davranışları temsil eden toplumsal hareketlere karşı başka bir “karşıt tavır” gelişir, bu da çözüme yardımcı olmaz.
44. Abramam Maslow, Hümanistik psikolojinin bir temsilcisi olarak “gereksinme hiyerarşisi” ni bir piramit olarak tanımlamıştır. Piramit’ in tabanında “fizyolojik gereksinmeler” vardır. Bunlar açlık, susuzluk, cinsel dürtüler gibi fizyolojik gereksinmelerdir. Tabanın hemen üstündeki ikinci basamakta “güven gereksinmesi” vardır. Güven içinde olma duygusu, tehlikeden uzak olma gereksinmesi bu basamağı oluşturur. Yukarıya doğru çıkan üçüncü basamakta “bir şeye ait olma duygusu ve sevgi gereksinmesi” yer almaktadır. Dördüncü basamakta “saygı görme ve toplumsal değer kazanma” gereksinmesi vardır. Beşinci basamak piramidin tavanı olmaktadır. Bu basamakta “kişisel edimler ve özgün istekler “ gereksinmesi bulunmaktadır.
45. Teori, bu basamakların adım adım doyurulan gereksinmelerle insanın olgunlaştırdığı, yetkinleştirdiği, daha sonraki basamaklarda yer alan gereksinmelerin duyumunu arayabileceğini açıklamaktadır. Böylece karnı aç olan birinin güven gereksinmesini göz ardı edebileceği, güven içinde olmadan sevgi gereksinmesini doyuramayacağı gibi önemli bir davranış sistematiğini açıklayan Maslow, önemli bir saptama yapmıştır.
46. İnsanlar temel korkularına çözüm bulamayınca ”özel bir grup” içinde yer alarak bir şefe itaat ederek kendilerinde korkularını aşacak bir güç yaratmakta, bu gücü de sürekli çevrelerine kanıtlayarak var olmaya çalışmaktadırlar. Bu “özel grup”, kendine özgü eksenleri olan, ilkeleri olan, işaretleri olan, sloganları olan “güvenli alanlar” dır. Yaşanan hayatın sağlayamadığı güven, içinde bulunan toplumun yaratamadığı güven, bu “özel grup alanı” nda bulunmaktadır. Böylece “ait olma gereksinmesi” de “saygı ve toplumsal değer” gereksinmesi de bu özel grup alanında karşılanmaktadır. Grup içindeki güçlü bağlılıklar böyle oluşmaktadır.
47. Toplumların evriminde önce ses iletişimi vardır. Söz sonra çıkmıştır. Yazı ise evrimin son basamağıdır.
48. Şimdi toplumumuza bakınız. Ses sanatçıları (şarkıcılar, türkücüler, göbek atıcılar, kalça kıvırıcılar) en yüksek ücretleri almaktadır. Söz sanatçıları, TV dizilerinde rol alanlar, tiyatro, sinema vb. ikinci sıradadır. Yazı sanatçıları ise, yazarlar, şairler, metin yazarları sadece bu uğraşlarıyla zar zor geçinmektedirler. Toplumun evrim basamağı da budur. “Halk bunu istiyor” dendiği zaman da toplumda egemen kültürün neyi seçtiği söylenmek istenmektedir. Kültürün durumu da bu sonucu açıklamaktadır.
49. Artık kimse neyi niçin yaptığını bilmiyor, merak etmiyor, düşünmüyor. Önünden geçip giden hayat bandı başkaları tarafından doldurulup insanların önüne konuyor. İnsanlar da önlerinden geçen bu banttaki kodlara göre seviniyor, üzülüyor, alkışlıyor, yuhalıyor, seviyor, nefret ediyor, umutlanıyor ya da kara tasalara bürünüyor. Çağımızın insanı ustalıkla bir biçimde ‘anestezi-duyarsızlık’ işlemine girmiş, robotlaştırılmış durumda. Bütün yaşam, büyük fizyolog Pavlov’ un ‘şartlı refleks’ kuralına göre yönlendirilmiş, biçimlendirilmiş. Kimse olaylardaki çelişkileri görmüyor, merak etmiyor, düşünmüyor. Düşünme sistemleri felce uğratılmış, beyin kabukları işlemez duruma getirilmiş, duygular ve hareketler kodlanmış. insanlar uzaktan kumanda ile çalıştırılır duruma getirilmiş şimdi kalkacaksın, işine gideceksin, işinden başkalarını hoşnut edeceksin, çıkarı olduklarınının yüzüne güleceksin, çıkarı olamayanların yüzüne bakmayacaksın, hep ‘kimi geçiyorum’ diye çevreni araştıracaksın, sonra süper markete gideceksin, gözünün iliştiği şeyleri alacaksın, kredi kartınla ödeyeceksin, eve geleceksin, televizyonu açıp yemek masasına oturacaksın, yemekten sonra kalkacaksın, elini ağzını yıkayacaksın, çişini edeceksin, televizyonunun karşısına oturacaksın, bakacaksın, bakacaksın, bakacak....oracıkta dalıp kendinden geçtiğini sonra anlayacaksın. Ama hiçbir zaman senden istenmeyen hiçbir şeyi yapmayacaksın. Düşünmeyeceksin, eleştirmeyeceksin, irdelemeyeceksin. Bunları sadece kendi çıkarların için yapacaksın.
50. Her şey uluslar arası şirketlerin büyük çıkarları için hazırlanmış, paketlenmiş, servise sunulmuştur. Neyi izleyeceğiniz, neleri merak edeceğiniz, nasıl düşüneceğiniz, nasıl duygulanacağınız, her şey, ama her şey paketlenmiş, dünyanın her yanına gönderilecek duruma getirilmiştir. Çarkıfelek programı da dışarıda hazırlanıp gönderilmiştir, her yayınında programın sahibi olan kuruluşa pay ödenmektedir. Program yayımcısı, sunucusu, hostesleri olayın figüranlarıdır. İnsanların nelere gülüp, nelerle eğleneceklerine ilişkin olarak hazırlanmış bir paket programdır. Buraya göre gerekli uyarlamalar yapılmaktadır.
51. George Ritzer, bu duruma “toplumun Mc Donald’slaştırılması” diyor. Mc Donald’s zincirinin bütün dünyaya ‘nasıl beslenmeleri gerektiği’ ni öğreten ‘ hamburger – patates kızartması – koka kola ‘ bileşkesi nasıl bir ‘ beslenme paket programı’ oluşturdu ise, bütün alanlar da böyle ‘ dondurulmuş, hazırlanmış, paketlenmiş, ürünler’ le doldurulmuştur. Artık düşünceler ve duygular kitle iletişim araçlarıyla harekete geçirilmekte, durdurulmakta, yönleri değiştirilmektedir.
52. İnsanlar tek tek robotlaştırılırken toplumlar da toplum olmaktan çıkarılıp sürüleştirilmektedir. Böylece, kendi bilinci ile hareket eden insanlar ve toplumlar, bilinçleri körletilip yönlendirilen robotlar ve sürüler durumuna getirilmektedir.
53. Çeşitli sosyal gruplarda 329 çocuk üzeride yapılan araştırma, çocukların 10-12 yaş eşiğine kadar milliyetçi duygu ve ön yargılardan uzak olduklarını ortaya koyuyor. Çocuk zihninde toplum, millet, ırk, din gibi kavramlar ilk kez 10 yaşında belirmeye başlıyor. 12 yaşından itibaren toplumlar ve gruplar hakkındaki ilk hükümlerini oluşturuyorlar. Toplum içinde yaşayan her insanda 12 yaşından itibaren takım tutmak, taraf tutmak gibi görüşlerin belirdiğini söyleyen Dr. Rutland, ancak aşırı durumlarda, Sırp ve Almanlar'a karşı duyulan soykırım nefreti gibi ‘doruk duygular’ ın gerçekleşeceğini belirtiyor.
54. Konunun bizim için özel bir önem taşıdığı açıkça görülüyor. Bizim toplumumuzun insanında görülen, ‘ tutumunda bilişsel etkenlerden çok duygusal etkenlerin rol oynadığı’ bir kültürün içinde olmak, kolayca ön yargıların oluşmasında, kalıp yargılarla hareket edilmesinde, fanatizmin gelişmesinde büyük rol oynuyor. Din fanatizmi, mezhep fanatizmi, aşırı milliyetçilik, etnik köken fanatizmi geçmişte de, günümüzde de pek çok olayın nedeni olarak ortaya çıkıyor.
55. Ait olma duygusunun 10-12 yaşlarında başlaması ve taraf olmanın 12-16 yaşlar arasında biçimlenmesi çocukların ergenlik dönemine önemle bakmamızı zorunlu kılmaktadır.
56. Dün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ nı yaşadık. Bu arada “milli eğitim şûrası” toplantısı yapıldı. Her sistem kendi gençlik ideolojisini yaratır, her toplum ideolojisinin yarattığı gençliği yaşar. Bugün Türkiye, hangi ideolojinin gençliğini yaşıyor? Bu sorunun yanıtını bulmak çok kolay değildir. “Yozlaşmış Gençlik”ten söz edildiği zaman da örneklerini bulabilirsiniz, “Pırıl Pırıl Gençler” dendiği zaman da örneklerini görebilirsiniz. “Uçlarda yaşayan gençler” de vardır, “hedeflerini belirlemiş güçlü gençler”de.
57. Avrupa ülkeleri son yılların “X Generation – X kuşağı” üzerinde çok araştırma yaptılar. Bu kuşağın tanımında “hiçbir sosyal ideali olmayan, kendini hiçbir dünya sorunundan saymayan, sadece kendi çıkarına dönük amaçlar yaşayan kapalı devre bir davranış sahibi olma” özellikleri yer alıyordu. Ama bu kuşak kendiliğinden oluşmamıştı.
58. Toplumlar, gerek ulusal, gerekse evrensel kültür değerlerinden uzaklaştırılıp da “yükselen değerler” adı altında “bencil çıkarlar kültürü” ne aktarıldığı zaman sonucun bu olacağına ilişkin dürüst kaygılar ‘ dinozor masalları’ diye karşılanmıştı. Türkiye 1980’ lerden sonra “yeni dünya düzeni’ nin yerli versiyonu olan Özalizm dönemine geçtiği zaman da değişim rüzgârlarının önünde durulamayacağı çok vurgulanmıştı. Turgut Özal’ Atatürk’ ten sonraki en büyük lider olarak açıklayan pek çok kalem de bu görüşü paylaşıyordu.
59. Özgürlüğün en güçlü sosyal sorumlulukla var olacağını unuttuğunuz zaman karşınıza çıkacak olan "kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen" bir yaşama ideolojisinin temsilcisidir. 19 mayıs 1996‘ yı da Atatürk’le kutluyoruz. Özal’ın prensipleri ise bir bir mahkemelerde ihtilas ve rüşvet furyasının hesaplarını veriyor, veliaht prens ise kendi ülkesine dönemiyor. Öğretici sonuç budur.
60. “Barbie bebek” Amerikan bebeği. İnce uzun silueti, uzun bacakları, sarı saçlarıyla amerikan kültürünün bir ürünü. Ama “barbie bebek” kültürü bununla kalmıyor. Yazlık – kışlık evleri, arabaları var. Giysileri gardıroplar dolduruyor. Evinin yemek salonu, mutfağı, yatak odası, banyosu, makyaj takımı dillere destan, gözlere şenlik. Eğer küçük kızınıza bir barbie bebek alırsanız artık kesenin ağzını açmanız gerekiyor. Bebeğinizin bütün isteklerini karşılamanız, lüksünü, konforunu sağlamanız gerekiyor. Barbie bebeğin ne düşündüğünü bilmiyorsunuz, duygularıyla ilgili bir bilginiz yok, kitap okuyup okumadığını da öğrenemiyorsunuz. Ama onun nasıl yaşadığını biliyorsunuz, küçük kızınız da hayat öğretisine ilişkin bilgileri bu amerikan bebeğinden öğreniyor. Küçük oğlunuz için de “power rangers” modelleri hazır. Güçlü kaslarıyla, saldırıya hazır duruşlarıyla renk renk “power rangers” ler onu “süperman” olduğuna inandırmaya hazır bekliyorlar. Onun düşmanları var, o da düşmanlarını mahvetmek için hazır bekliyor. Oğlunuzun öğretisi de bir savaşçı amerikan bebeği tarafından tamamlanıyor. Böylece çocuklara verilen kültür amerikan oyuncakları tarafından yönlendiriliyor. Güzel kızlarla güçlü erkekler, nasıl sağlandığı pek bilinmeyen lüks bir hayatla kimler olduğu bilinmeyen düşmanlar arasında geçen bir geleceği hazırlıyor.
61. Çocuklarda görülen “okul korkusu” nun en önemli nedeni, çocuğun anneye karşı geliştirmiş olduğu aşırı bağımlılıktır.
62. Peki, “anne bağımlılığı” nın nedeni nedir ? Önemli konu budur ve anneye bağımlı çocukların annelerinin büyük bir bölümü de çocuklarına bağlıdır. Böyle durumlarda bağımlılık karşılıklıdır, aslında çocuğa verilen bağımlılık, annenin çocuğa olan bağımlılığıdır. Annelerin çocuklarına neden bağımlılık geliştirdiğine gelince, bunun arkasında bütün bir kültürü buluruz. Anne, kendi gelişiminde birey olmadığı için, güvensiz kaldığı için, duygusal doyumu yeterince sağlanamadığı için, bütün bu yetersizlikleri çocuğuyla karşılıklı bağımlılık gidermeye çalışmaktadır. (telafi “kompensasyon” davranışı). Bu sosyal mekanizma annelerin, elbette babaların da annelerinde aynı biçimde işlediği için de “anne – çocuk bağımlılığı”, kültürümüz içinde karşılıklı sevgi olarak benimsenmekte, ödüllendirilmektedir. Sevgisini bağımlılık biçimine olmadan gösteren anneler “sosyal onay” dışında bırakılmakta, “sevgisiz anne “ olarak nitelenmektedir. Bu olgunun gerisinde de “otoriter toplumsal yapı” vardır, bu yapıya özgü iletişim kodları vardır.