KİTABIN ADI : MODERN MAHREM
KİTABIN YAZARI : NİLÜFER GÖLE
1. Örtünün dışında hiçbir sembol, İslam’ın Batı’ya göre “ötekiliğini” böylesine çarpıcı bir şekilde yeniden canlandıramaz.
2. Günümüzde müslüman kadınların örtünmeleri, bir anlamda, İslam ve Batı medeniyetleri arasındaki sınırların aşılamazlığını akla getirir.
3. Dahası, kadınların İslamcı hareketlere katılımı, yeni bir ait olma duygusunu sembolize ettiği gibi yeni bir müminler topluluğunu somutlaştırır. Geleneksel örtünme, “halk” giysileri noktasında bir müslüman ülkeden ötekine değişse bile, çağdaş İslamcı giyim tarzı tüm müslüman ülkelerde aşağı yukarı aynıdır: Kadınların örtünmelerinin sembolizmi sayesinde bir kimlik ortaklığı kazanılmakta ve ümmet kavramı, ulus ötesi bir düzeyde yeniden kurgulanmaktadır.
4. Bu nedenle İslamcı kadınlar için kolektif bir kimlik oluşumu, ancak onların laik kadınlarla, İslamcı erkeklerle ve aynı zamanda diğer İslamcı kadınlarla kendi aralarında kurdukları ilişkiler üzerinden okunabilir.
5. Modernliğin yerli kültürden ve gelişimden kaynaklanmadığı toplumlarda tarih yaratmak siyasi ve entelektüel seçkinlerin arzularıyla şekillenen sürekli bir modernleşme ve Batılılaşma (ya da daha sonra bunun reddi) çabasına dönüşür.
6. Başka bir ifadeyle, Doğu’nun Batı dünyasıyla karşılaşması iki kültür arasında karşılıklı bir alışverişe değil, İslami kimliğin zayıflamasına yol açar.
7. Kadının İslamcı harekete katılımı, beklenmeyen sonuçlar doğurmuştur; kadınların gizliden gizliye bireyselleşmeleri söz konusudur. Kamusal ve profesyonel görünürlükleriyle bir kere güçlenen kadınlar artık bir yandan kişisel yaşam stratejileri geliştirirken öbür yandan anne ve eş kimliklerinin önceliğini reddetmeseler de anımsatarak İslam ideolojisini eleştirmek durumunda kalırlar. “Mahrem” alanın dışına çıkmak kadınlara geleneksel cinsel kimlikler ile “meşru” ve”gayri meşru” olanın erkeklerce yapılmış tanımlarını sorgulatarak İslamcı erkek ve kadın arasındaki iktidar ilişkilerini gözler önüne serer. Müslüman erkeklerin “sahte korumacılıklarını” eleştiren örtülü müslüman kadınlar “kişilik edinmek”, yani “kendilerine ait bir yaşama sahip olmak” haklarını talep ederek İslamcı cinsiyet ve kimlik tanımlarında bir sarsıntıya neden olurlar.
8. Doğu-Batı dünyaları arasındaki farklılık, hatta karşıtlık, ifadesini, kadının toplumsal konumunda bulmuştur. Osmanlı-Türk modernleşme hareketleri, kadın haklarını esas alarak, müslüman toplumlarla Batı arasındaki bu karşıtlığı aşmaya çalışmıştır. İslamcı hareketler bugün de kadını ön plana çıkararak Batı dünyası karşısındaki farklılıklarını sergilemektedirler. Hatta, kadının toplumdaki konumunun bir yandan siyasi projeleri temellendirmekte olduğu, diğer yandan da Doğu-Batı arasındaki farklılığı simgelediği öne sürülebilir. Üstelik, kadın konusu sadece Müslüman-doğu toplumlarının Batı’yla ilişkilerini değil, Batı dünyasının Doğu’ya bakışını da belirlemiştir.
9. Tanzimat’la başlayan modernleşme olgusu, Batı kültürel modelinin bir izdüşümüdür. Batı, Aydınlanma çağının fikirleri ve sanayi medeniyeti ile modernliğin tanımını ve liderliğini üstlendikçe, Doğu toplumları iktidarsızlaşmış ve kendi yerlerini ve tarihlerini Batı modeline göre belirlemek zorunda kalmıştır. Tarihselliği zayıf bu toplumlar, modernliğin tanımına kendi pratiklerinin damgasını vuramamış, yani değişimi ve yenilenmeyi içsel ve yapısal bir süreç olarak üretememişlerdir. Modernliği, yani “yeni” olanı keşfedememiş olan bu toplumlar, tarihlerini sürekli olarak Batı modernliğinin izdüşümünde yakalanmaya çalışmıştır. Hatta, İranlı felsefeci Daryush Shayegan’a göre artık Batı medeniyetinin çevresinde (periferisinde) kalan bu toplumlar, “değişim şenliklerine” katılamadıkları için tarihin ve bilginin gerisine çekilmişler ve bu da onlarda “kültürel şizofreni” yaratmıştır.
10. Türk düşünce tarihi, İslamcılar ve Batıcılar ile onların iki farklı toplum tasarısı arasındaki tartışmanın bir aynasıdır. Kadının konumu ise bu tartışmanın merkezinde yer almaktadır. Zira, müslüman ülkelerde toplumun gidişatını ve modernleşme hareketlerinin sınırlarını belirleyen, kadının toplum içindeki yeridir. Bu nedenle, “kadın meselesi” sadece kadınların yaşam koşullarına ilişkin olarak tanımlanmamakta, bir “kültür meselesi” ”medeniyet meselesi” haline gelmektedir.
11. BATILILAŞMA’NIN MİHENK TAŞI: KADIN
Türkiye’de kadının konumu, modernleşme atılımının tarihsel gelişme süreci içinde biçimlenmiştir. Gelenekler ve özellikle İslam karşısında Batı evrenselciliğini seçen modernleşme düşüncesinde kadın, merkezi bir yer tutar. Batıcı seçkinler Batı evrenselciliğine ulaşmanın tek yolunun kadının İslami gelenekten koparak özgürleşmesi olduğunu savunurken, muhafazakar akımlar kadına ilişkin geleneklerin bozulması, “liberalleştirilmesi” girişimlerine kuşkuyla, yer yer tepki göstererek bakmışlardır.
12. Bugünden geriye dönerek baktığımızda, Türkiye’deki modernleşme tarihini, bu tarihi çok basitleştirme pahasına, bu iki kültürel model ya da iki akım arasındaki mücadelenin tarihi olarak yorumlayabiliriz: Batıcı akım ve İslamcı akım. Tabiatıyla, zaman içinde değişen sorunlar karşısında bu düşünce akımlarının da muhtevası değişmiştir. Tanzimat dönemi reformculuğu ile Cumhuriyet dönemi Batıcılığı’nın aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak şimdilik çok genel bir tanımla yetinirsek, Batıcı hareketlerin “ilerleme” ve reform için Batı kültürel modelini evrensel referans noktası olarak aldıklarını, İslamcı hareketlerin ise, “kurtuluşu”, İslam’ın bir bütün olarak “yeniden” hayata hakim kılınmasında aradıklarını söyleyebiliriz.
13. Gelenekçi düşüncenin temsilcilerinden Mahmut Esat, şeriat yasasını ve çok karlılığı geri kalmışlığın nedeni olarak gösteren reformcu aydınları eleştirir. Bu geleneğin insan doğasında bulunan bir eğiliminden kaynaklandığını, yani doğa kanunu olduğunu, şeriatın ise sadece bunu meşrulaştırdığını ileri sürer. Çok karılılığı doğa yasasıyla uyumlu olan, hatta fuhuşu engellediği için toplumsal yaşamın yararına bir kural olarak savunan Mahmut Esat, İslam uygarlığının hıristiyan uygarlığına olan üstünlüğünü de manevi dünyada, ahlaki kurallarda aramak gerektiğini belirtmektedir.
14. İslam terbiyesinden çıkmak ve Batı’ya yönelmek tenselliğin, cinselliğin uyarılmasıyla eşanlamlıdır. Kadının mahremiyetini korumak esastır. Bu bağlamda Namık Kemal, “Dans etmekle, şeytanla flört etmek arasında hiçbir fark yoktur,” ve “Eğer sizin medeniyet zannettiğiniz şeyler karıların açık saçık sokağa çıkması ve meclislerde dans etmesi ise onlar ahlakımıza mugayirdir. Biz istemeyiz, istemeyiz, bin kere isteyemeyiz,” diye yazarak Batı’ya yönelişin sınırlarını cinsiyetler arası ilişkilerin sınırlarıyla belirlemiştir.
15. II. Meşrutiyet dönemi, kadının giderek daha fazla kamusal alana katılmasının, kentsel mekânlarda dolaşmasının,”toplumsal görünürlük” kazanmasının ve buna karşı gelişen tepkilerin gözlendiği bir dönemdir. II. Meşrutiyet döneminde kadının eğitime, çalışma yaşamına katılmasıyla, dernekler kurmasıyla, modayı takip etmesiyle, kadının mahrem dünyasını belirleyen-örtünme, cinslerin ayrılığı, dışarı çıkmama-simgeler yara almıştır. Kadınlar “mahrem” yaşamın dışına taştıkça, devlet kadının dış yaşamını disiplin altına almak için ardı ardına fermanlar çıkarmış, hatta polisiye önlemler almıştır.
16. Çarşafı Avrupa modasına göre uyarlamış, peçe takma konusunda esnek davranan kadınlar, kocalarının eşliğinde sokaklarda boy göstermeye, faytonlarda dolaşmaya, hatta “sokakta erkeğe hitap” etmeye başlamışlardı. Kadınların “Avrupai”leşmesi karşısında tutucular tavırlarını sertleştirmişler, kadınları taciz etmeye başlamışlar, hatta hocalar peçesiz kadınların yüzüne tükürmeyi, faytonlarını taşlamayı bir “din borcu” addetmişlerdir. Aydın’daki yetkililer tutumlarını “bir kadınla konuşurken suçüstü yakalanan kişiye 100 kuruş para, kadına ise falakaya yatırma cezası” verme kararını alacak kadar sertleştirmişlerdir.”
Bu tepkileri en çarpıcı biçimde Eylül 1917’de polis tarafından İstanbul duvarlarına yapıştırılan bir afiş sergilemekteydi:
“Son aylarda Başkent sokaklarında utanç verici modalar görülmektedir. Tüm müslüman kadınları eteklerini uzatmaya, korse giymekten sakınmaya ve kalın bir çarşaf giymeye çağrılmaktadır. Bu emirnamenin buyruklarına uymaları için onlara azami iki gün süre tanınmıştır.”
17. Foucault’ya göre “itiraf” üzerine kurulu Batı medeniyeti, söylenmesi en zor şeyleri en açık biçimiyle söylemeye çaba göstermektedir; adalet, tıp, aile ilişkileri, gündelik yaşam itiraf alanının içine girer; suçlar, hastalıklar, günahlar, istekler, dertler itiraf edilir. İslam kültürü ise mahrem alanın kadının görünmezliği ile sınırlanması kadar, mahrem alana ait konuların “dile getirilmemesi”, “giz” üzerine kuruludur; “söylenmeyenler” toplumudur, bu anlamda anti-liberaldir. Toplumsal dokuyu muhafaza eden “ahlak”ın sorgulanması mümkün değildir, çünkü bu ahlak inanç üzerine kuruludur. Kadının örtünmesi, mahrem alanı ve gizliliği dile getirdiğinden, İslam toplumları ile Batı arasındaki yaşam alanlarının örgütlenme biçimine ilişkin farklılığı, asimetriyi simgelemektedir.
Bu nedenle, Batı’ya yönelişin mihenk taşı kadının görünürlük kazanması, mahrem alanı terk etmesi olmuştur. Kadın bir yandan medeniyete katılımın ölçüsü, öte yandan cemaatin koruyucusudur. Kadının örtünmesine, Batıcılar’ın göz önünde “asrileşmenin” önünde bir engel, İslamcılar’ın göz önünde ise “yozlaşmanın” önünde bir set olarak önem atfedilmektedir.
18. Her ne kadar geleneksel giyim kuşamın kökeninde İslam’ın bulunmadığı ileri sürülse de, kıyafet değişikliğine verilen önem fes ve çarşafın “dini ve ananevi” kültürü temsil etmesinden kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal “şapka inkılabıyla” Türkler’in Osmanlılık’la kurmaya devam ettiği bağı kesiyordu. Nitekim o zamanın gözlemcisi Ernest Jackh, “Alelade kepleri veya fesleri attırmak suretiyle Atatürk Türkler’i Osmanlılık’tan ayırmış oldu,” diye yazmaktadır. Milli farkları silen, Osmanlı ile özdeşleşmiş fes yerine Batı medeniyetinin simgesi şapkanın kabulü, kadın tesettürünün de kalkmasını hazırlamaktaydı. Şapka ile Osmanlı kimliğinden sıyrılacak olan Türkler, kadınların peçe ve çarşafı atmalarıyla da dini otoritenin, şeriatın sınırladığı mahrem yaşam dairesini kırmaktaydılar.
19. Kemalist hareketin, özellikle Marksist analizlerde olduğu gibi, ekonomik üretim ilişkilerinden bağımsız, üstyapısal yüzeysel değişimler ile sınırlı kaldığını ileri süren yorumlar çoktur. Ancak, Kemalizm belki de dünyada devlet iradesiyle medeniyet dönüşümünü hedefleyen ilk harekettir. Siyasal alandan çok yaşamsal alanın derinliklerini, kolektif kimliği ve cinsiyet ilişkilerinin tanımını, Batı kültürel modelinin manyetik alanına sokmuştur. İslami Doğu ile modern Batı dünyası arasındaki en bel vermez farklılığı, yani kadınların tecrit edilmesini hedef almıştır. Kadınların görünürlük kazanması medeniyet değişimi teşhir edecektir.
20. Kadınların gerek gövdesel (peçe ve çarşafın kaldırılarak), kentsel ve kamusal (kadın erkek bir arada) olarak, gerekse yurttaş olarak (eşit siyasi haklar elde ederek) görünürlük kazanmasını Kemalizm teşvik etmiş, meşrulaştırmış, bunun hukuksal temellerini atmıştır. Yeni Medeni Kanun bu duruma bir örnektir.
21. Müslüman ülkelerde Batılılaşmaya en çok direnç gösteren alana, aile hukukuna el atması açısından, Kemalizm kendi türünde benzersizdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Osmanlı dönemindeki Batılılaşma tartışmaların odak noktası, aile kurumunun dinsel düzenlemelere, yani İslami yasa olan “Şeriat”a tabi olmasıydı. Tanzimat döneminde laik ilkelere göre hazırlanmış yeni bir düzenlemeye gidildi, ancak bu düzenleme borçlar hukuku, ticari hukuk ve sözleşmeler ile sınırlı kaldı; aile ve miras hukuku gibi kişisel statüye ilişkin olanlar ise İslam hukukunun denetiminde kalmayı sürdürdü.
22. Yasalar ve modernleşme arasındaki ilişki Türk deneyimini anlamak açısından önemlidir. Yasaların Batı ülkelerinde kültürel değişme ve toplumsal uzlaşmaları kurumsallaştırmak amacıyla çıkarılmasına karşılık, Türkiye’deki işlevleri modernleşme sürecini belirlemek ve hızlandırmak olmuştur. Bu yasalar Batı’da toplumsal aktörler arasında aracılık, uzlaşma vazifesini görürken bizde toplumsal değişmenin itici gücü olmuşlar, onun yönünü belirlemişlerdir. Medeni Kanun’un amacı adet ve görenekleri tercüme etmek değil, tersine modernliğin ilkelerine uygun yeni bir aile yapısı getirerek, bu adet ve görenekleri aşmaktadır. Başka bir deyişle yeni Medeni Kanun medeniyetçiliğin bir vektörü niteliğinedir.
Kadın-erkek ilişkilerini belirleyen adet ve geleneklerin hangi istikamette değişmesi gerektiğini gösteren, zorlayıcı bir vektördür. Cinsiyetler arası farklılık ve hiyerarşik ilişkiler üzerine kurulu İslami bir toplumda, Batı medeniyetinin “eşitlik ilkesi” ile yoğrulmuş bir Medeni Kanun’un hayata geçirilmesidir söz konusu olan.
Batı’nın toplumsal muhayyilesine egemen olan eşitlik ilkesinin yörüngesine sokmasıdır: Yurttaşların kanun önünde eşitliği (Fransız devrimi), ırklar arası eşitlik (köleliğin kaldırılması), ülkeler arası eşitlik (sömürgeciliğe karşı hareketler), emek eşitliği (sendikal hareket ve sosyalizm), ve son olarak cinsiyetler arası eşitlik (feminist hareket) Batı toplumlarının evriminin güzergahını çizmiştir. Batı’nın toplumsal muhayyilesinde eşitlik ilkesi vardır derken, gerçek dünyada mutlak bir eşitliğin var olmasına işaret etmekten ziyade, toplumsal değişimin yönüne işaret ediyoruz. Eşitlik ilkesi aracılığıyla, Batı toplumu kendi kolektif kimliğini tanımlamakta ve kendini aşmaya çalışmaktadır. Hatta eşitlik ilkesinin Batı toplumun tutkusunu ifade ettiğini belirtmiştik. Müslüman toplumlar ise kadın erkek farklılıkları, hiyerarşik ve dikey ilişki örüntüleri üzerine kuruludur. Türkiye’de Medeni Kanun ile cinsiyetler arası ilişkilere yapılmak istenen eşitlik aşısı, medeniyet dönüşümünün toplumsal muhayyile üzerindeki tezahürüdür.
23. İlk kadın hukukçulardan Süreyya Ağaoğlu, kadın arkadaşıyla başbaşa (babalarından izin alarak), Ankara’da sadece erkek milletvekillerinin olduğu lokantaya ilk defa bir öğle yemeği için gittiklerinde herkesin hayret içinde kaldığını, dedikodular çıkması üzerine de nasıl Atatürk’ün bizzat olaya müdahale edip onları diğer kişilere tanıştırarak lokantada yemek yemelerini kolaylaştırdığını anlatır.
24. Kadının kamusal alana çıkışı bir anlamda nasıl analık rolünün uzantısında gerçekleşmekteyse, kadın-erkek ilişkileri de akrabalık ilişkilerinin yasaklarıyla tanımlanmaktadır. Bugün dahi sıkça kullanılan “bacım, hemşire, abla, ana, yenge” gibi hitap biçimleri, kadınlarla kardeşlik, analık, akrabalık ilişkileri varsayarak cinsiyetler arası ilişkilere yasak getirdiği gibi, kamusal alana mündemiç “yabancılar arası”, “anonim” ilişki türlerinin baştan çıkarıcılığına karşı bir sınırlama getirmekte, savunma biçimi oluşturmaktadır. Kentsel mekanda olsun, kamusal (eğitim, çalışma, siyaset) alanda olsun, kadının özgürlüğünün bedeli, toplumsal düzeni tehdit olarak algılanan “dişiliğinin”, hatta bireyselliğinin bastırılmasıdır.
25. Kadının siyasi bir talep olarak yeniden “çarşafa” girmesi istenci, 70’li yıllardan itibaren tüm müslüman ülkelerde ortaya çıkmış ve bu ülkelerin modernleşmeci deneyimlerini sorgulamıştır. Müslüman ülkelerde, yükselen İslamcı hareketlerle modernist seçkinler arasında kadının toplumsal ve hukuki statüsü doğrudan siyasi kavga meselesi olmuştur. Başka bir deyişle, siyasallaşan İslam’ın bayrağı kadın olmuştur.
26. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nda gösteri yapan kız öğrencilerin şort giymelerinin mesele yapılması ise başlı başına anlamlıdır. 20’li yıllarda, spor bayramına katılan şortlu kızlar nasıl medeniyet dönüşümünü sergilemekteydilerse, 80’li yıllarda da türbanlı kızlar bu medeniyetin reddini dışa vurmaktadır. Kadının bedeni dün olduğu gibi bugün de toplumsal tercih meselelerine sahne olmaktadır.
27. Örtünen öğrenciler, İslam’ı geleneksel biçimiyle yaşayan, mütevazı Anadolu ailelerinden gelmekle beraber, kendilerini İslam’ın geleneksel yorumlarını reddederek, gerek İslam’ı yaşayış biçimleriyle, gerek eriştikleri yüksek eğitim düzeyleriyle ailelerinden ayrılmaktadırlar. İslam’ın kentli, okumuş ve militan yeni bir çehresini çizmektedirler.
Kırsal geleneksellikle özdeşleştirilen, cehalet ile bir tutulan İslamcılık, kabuk değiştirmektedir. İslamcı hareket, diğer birçok müslüman ülkede olduğu gibi Türkiye’de de geleceğin doktor, eczacı, mühendis, kaymakam, avukat, psikolog gençlerini etkilemektedir. Toplumun eğitimden yoksun kalmış, marjinal grupları değil, tam tersine yüksek eğitim imkanını elde etmiş, geleceğin profesyonelleridir söz konusu olan. Fadwa El-Guindi’nin deyişiyle, geleceğin en prestijli mesleklerini işgal edecek bu kişiler, toplumun dışında değil, “fevkalade içindedirler”.
28. Kadınların ev içine ilişkin geleneksel rollerini pekiştiren bu tartışma, bir adım daha öteye giderek, kadının eğitime yönelmesinin dahi meşruiyet zeminini “İslam’a hizmet”e dayandırır. İlginç olan, kadınlara eğitim yapmalarının “gerçek” nedenlerini erkeklerin hatırlatmasıdır. İslamcı bir derginin tek erkek çalışanının kadınlar adına grupta yaptığı ani müdahale, konunun akışını tamamen değiştirdiği gibi, kadınların bireysel mesleki arzularını da törpüleyerek İslamcı hareket içindeki kolektif ve siyasi kimliklerini yüceltir: “Arkadaşların okula gitmelerinin bir ana faktörü de herhangi bir yerde çalışmak değil de, sanıyorum İslam terminolojisinde tebliğ dediğimiz, İslam’ı bir başkasına aktarmak olayını gerçekleştirmektir... Toplumda değer atfedilen bazı meslekler var, doktorluk, eczacılık falan. Tesettürlü bir arkadaşımız doktor veyahut eczacı olarak vazife aldığında tebliğ dediğimiz hadiseyi biraz daha kolay gerçekleştireceğini sanıyor.” Kendileri adına konuşulmasını ve kendilerine hatırlatılan vazifeyi grup benimser ve asıl görevin İslam’a hizmet etmek olduğunu vurgular: “Diploma, okuma bizim için amaç değil, kesinlikle değil. Bir araç. İdealimiz için; bizim idealimiz tebliğ yapmak.”
29. Grup üyeleri, okumaya büyük bir heves duymalarına rağmen, çalışma isteklerini dile getirmekte bazı güçlüklerle karşı karşıyadırlar. Bu güçlükler bir yandan kızların eğitimine dini yaymak amacıyla yapıldığı takdirde izin veren İslam’ın erkekçi ideolojisinden, öte yandan kadını özel yaşama hapseden, ona yalnızca eş, anne ve ev kadını rolünü veren dini kurallardan kaynaklanmaktaydı.
30. İslamcı hareketlerin anlamını sadece siyasi düzeyde bir okumayla sınırlamakla kalmayıp toplumsal yaşamın ayrıntılarına indiğimizde, “şeriatçılık” etiketinin işaret ettiği anlamın çok ötesinde kültürel kırılmaların, toplumsal dönüşümlerin izlerini bulmaktayız. Böylece İslamcı hareketlerin anlam sistemini konu edindiğimizde, en makro ölçekteki tarihsel modernlik katmanından en mikro ölçekteki insan ilişkilerini kapsayan gündelik yaşam katmanına kadar inen değişimler zincirinin halkalarını takip edebiliriz. Siyasallaşan İslam, toplumsal tarihimizin yeni bir okumasını mümkün kılmaktadır. Kadın konusu, tarihsellikten gündelik yaşama uzanan toplumsal dönüşümün en ayrıcalıklı konusudur. Çünkü kadın, bir yandan altında bir medeniyet projesi yatan tarihsel dönüşümün, diğer yandan cinsiyet ayrımcılığı üzerine kurulu İslami toplumsal yapının en önemli mihenk taşıdır. Toplumun merkez değerlerinin üretilmesi kadar temel yaşam alanlarının biçimlendirilmesi de kadının toplumdaki yerinden bağımsız değildir. Yani, Batı medeniyeti ile özdeş-mahrem alan ile dış-kamusal alan arasındaki sınırların yeniden çizilmesi, kadının görünürlüğü ile mümkün olmaktadır.
31. Türk toplumu bir yandan modern mekanlara, yeni yaşam biçimlerine doğru evrilmekte, diğer yandan Kemalist “medeniyet” projesinin yaşamsal adabına yabancı kalmaktadır. Batı’ya yönelik seçkinlerin değerleri yeni yükselen sınıfların yaşamlarıyla devamlılık zincirini kuramamakta, toplumsal rehberlik edememektedir. Hatta bugünkü seçkincilik Osmanlı aristokratik nostaljisini de kapsayarak, bir yandan arabeskin diğer yandan İslam’ın simgelediği (ikisinin bileşiminin Anavatan Partisi tarafından temsil edildiği), “sonradan” yükselen toplumsal sınıflara, “Anadolu taşra kültürünün işgaline” karşı, yeni bir tür Kemalist ilericiliğe bürünmektedir.
32. Hatta İslamcı hareket, Batı karşı-kültürüne doğrudan göndermelerde bulunmakta ve 68’li yılların Fransız gençliğinin “Gerçekçi olun, imkansızı isteyin” sloganının müslüman gençler için de çok şey ifade ettiğini ileri sürmektedir.