KİTABIN ADI : ÜÇYÜZ YILLIK GECİKME
YAZARI : ERDAL İNÖNÜ
1. Dünyadaki İlerleme, kalkınma yarışında, eski çağları bir tarafa bırakırsak, yakın zamanlarda batı doğruyu ne zaman geçmeye başladı? Bu soruya Gutenberg’in on beşinci yüzyılda icat ettiği matbaayı İbrahim Müteferrika’nın Türkiye’ye ancak on sekizinci yüzyılda getirmesi üç yüzyıllık bir gecikme doğurdu ve aramızdaki gelişmişlik farkı buradan doğdu diye yanıt verenler olabilir. Bence doğru yanıt bu değildir. Çünkü matbaa mevcut bilginin yayılmasını sağlar, bu bakımdan çok etkilidir. Ama asıl önemli olan, insanı doğaya egemen kılan bilginin üretilme yolunun bulunmasıdır. Bu ilerleme 1600’lü yıllarda orta ve batı Avrupa’da, gözleme ve deneye dayanan, matematiksel ifadelerden yararlanan bilimsel araştırma ve geliştirme yönteminin birkaç araştırıcı tarafından uygulanmaya başlamasıyla gerçekleşmiş ve tüm batı Avrupa ülkelerine hızla yayılmıştır. Osmanlı dünyası ise bu yeni yöntemle hiç ilgilenmemiştir. Bilimsel araştırma yöntemi bir devlet politikası olarak Türkiye’ye ancak Cumhuriyet döneminde 1930’lu yıllarda geldi. Ama işte 1600 ile 1900 arasındaki üç yüzyıllık gecikme, batının Osmanlı dünyası üzerindeki kesin üstünlüğüne kurdu ve biz hala bu üç yüzyıllık gecikmenin doğurduğu olumsuz etkileri ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.
2. Toplum için en tehlikeli varlık, bilgisi olmadığı halde yetkisi olan kişidir.
3. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunu yıkan güçsüzlük, üç yüzyıllık gecikmenin zaman içinde getirdiği birikimin sonucudur. Kurtuluş savaşını kazanarak Lozan antlaşmasını Batılı devletlere kabul ettiren İdare ise bu üç yüzyıllık gecikmeye son veren karalılığın ifadesidir.
4. 1982 yılında, Paris’te Unesco yürütme kurulunda bulunduğum sırada dinlediğim genel müdür, ünlü eğitimci M.Bow bütün dünyada okuma yazma seferberliği başlatacak kampanyayı açış konuşmasında, okuma yazma bilmeyen insanların kent yaşamına katılamadıklarını, uygar toplumun dışında yaşamak zorunda kaldıklarını vurgulayarak, acıklı durumu aşağı yukarı babamın yaptığı gibi dile getirmişti.
5. Kitabın adı, “Osmanlı İmparatorluğunun bugünkü durumu” . Yazarı Ricaut, İstanbul’da İngiliz büyükelçisi Winchesley’in sekreteri olarak birkaç yıl bulunmuş bir insan. Tarihçilerimizin iyi bildiği üç ciltlik eserinde Osmanlı devletinin yapısı, hukuksal, sosyal, kültürel özellikleri hakkında bilgi veriyor. VI. Bölümde saraydaki gençlere verilen eğitimi anlatıyor. Öğrencilerin Arapça, Farsça öğrendiklerini, edebiyat dersleri gördüklerini söyledikten sonra şu gözlemleri ekliyor. “Bizim üniversitelerimizde okutulan mantık, fizik, matematik ve bütün öteki bilimlere gelince, bu bilgilerden tamamıyla yoksundurlar. Sadece müzik için gerekli matematik hakkında bir şey bildikleri söylenebilir. Çünkü Saray’da bir özel müzik okulu var. İstanbul’da astrolojinin bazı kurallarını öğrenmiş kişiler de bulunuyor. Bu bilgilerini kullanarak, örneğin sadrazamların ne zaman değiştirileceği gibi devletin geleceğini ilgilendiren konularda her fırsatta ama genellik kötümser tahminler yürütüyorlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyanın önemli bir kısmına yayılmış olmasına karşın, en bilgili bakanlarının ya da askerlerinin bile coğrafyadan haberi yok. Seyrüsefer sanatını Hıristiyanlardan öğrenmiş olan Berberiler dışında denizciler, kıyıları göremezlerse, nadiren denize açılırlar. Deniz haritaları o kadar yetersizdir, gösterdikleri kıyılar, burunlar o kadar yanlış çizilmiştir ki, İstanbul’dan çıkıp en zengin ticaret limanları İskenderiye’ye giden kaptanlar haritalarından çok gözlerine ve deneyimlerine güvenirler. Bir Türk ya da Yunanlı tarafından yapılmış olan güvenlikli sefere olanak verecek bir tek Karadeniz haritası görmedim. Geçmiş dönemler hakkında bilgisi olan ya da Osmanlı’dan önce hüküm sürmüş devletlerin ne yaptıklarını bilen pek az tarihçeleri var. Bu yüzden başka ülkelerde geçmişte meydana gelmiş olayları ya da onların ünlü kişilerini hep birbirlerine karıştırıyorlar. Buna karşılık kendi imparatorluklarında cereyan etmiş tüm olaylar hakkında ayrıntılı ve doğru kayıtlar tutmuşlar ve bu kayıtlar kurallar uymalarını kolaylaştırıyor, onlara yol gösteriyor.” Şimdi bakınız. Sarayda verilen eğitim herhalde zamanın en ileri eğitimidir. Buna karşın ve batı Avrupa’da onyedinci yüzyılda bilimde, özellikle matematik ve fizikte yeni çığırlar açılmış, Galileo, Descartes, Leibniz, Newton, Boyle, Huyghens gibi dehalar ortaya çıkmışken Türkiye’deki eğitimin bu gelişmelerden haberi olmuyor. Diniz aşırı yolculuklarla dünyanın bilinmeyen kıtaları keşfedilirken Türkiye’de coğrafyaya ilgi gösterilmiyor.
6. Bir toplumda bilisel ilerleme ortamının kurulması için başka bir önemli koşul, genel yaşam felsefesinin kadercilikten uzaklaşması, çok sayıda kişinin nedensellik ilkesine içtenlikle inanmasıdır. Osmanlı döneminden gelen kültürümüzde ise kaderciliğin davranışlara büyük ölçüde egemen olduğunu görüyoruz. Başımıza gelen çeşitli olayların kaderimizde yazılı olduğuna, onları değiştiremeyeceğimize inanmak, kaçınılmaz felaketlere uğradığımızda dayanma gücümüzü artırır. Bu bakımdan faydalıdır, ama bilinçli ya da bilinçsiz olarak her olayda öne çıkarıldığında, bilimsel araştırma yoluyla olayların nedenlerini ortaya çıkarma iradesini zayıflatır.
7. Bunlar da kuşkusuz, araştırıcı bir kültürün varlığını gösteren işaretlerdir. Bir toplumun böyle bir özelliği olduğunu gösteren en iyi kanıt ise patentlerdir. Bu açıdan ülkemizin durumu, yapılan karşılaştırmaya göre çok daha geride kalıyor. 1990’lı yıllarda patent başvuru sayıları Türkiye’de bin ile ikibin arasındaki iken, İngiltere ve Almanya’da yüzbinden fazladır. ABD’deki gelişmeye bir göz atmak faydalı olacaktır. Tübitak’ın yayımladığı “buluş nasıl yapılır*” adlı kitap bu olanağı sağlıyor. Oradan öğrendiğim bazı bilgileri size aktarayım. Orta çağ boyunca Venedik’te cam üreticileri patent almışlar. Ünlü fizikçi Galileo 1594’te sulama sistemiyle ilgili bir patent almış. İlk numaralanmış Britanya patenti 1617’de verilmiş. ABD’de ilk Cumhurbaşkanı George Washington 10 Nisan 1790’da ABD’nin bugünkü patent sisteminin temelini oluşturan yazısı imzalamış ve böylece tarihte ilk kez bir buluşçunun buluşundan kazanç sağlama hakkı yasayla tanınmış.
8. “Karşılandığında bir yaşam verilmemiş bütün davranışlar ve çabalar değersizdir”
********************************************
1997 ve 1985 Yıllarına Ait Toplam Yayın Sayıları ve 1997 Yılı İçin Sıralama
(Sosyal Bilimler Dışındaki Tüm Temel ve Uygulamalı Bilim Dalları İçin)
Ülke
|
Sıralama, 1997
|
Toplam Yayın Sayısı, 1997
|
Toplam Yayın Sayısı, 1985
|
ABD
|
1
|
303,308
|
258,146
|
İNGİLTERE
|
2
|
79,345
|
62,693
|
JAPONYA
|
3
|
73,841
|
42,793
|
ALMANYA
|
4
|
72,486
|
48,546
|
FRANSA
|
5
|
51,776
|
33,866
|
KANADA
|
6
|
37,214
|
28,704
|
İTALYA
|
7
|
34,149
|
16,515
|
RUSYA
|
8
|
27,124
|
|
İSPANYA
|
9
|
21,707
|
6682
|
AVUSTRALYA
|
10
|
21,310
|
12,992
|
HOLLANDA
|
11
|
20,715
|
11,932
|
ÇİN.H.CUM
|
12
|
16,949
|
3,520
|
HİNDİSTAN
|
13
|
16,561
|
13,150
|
İSVEÇ
|
14
|
15,495
|
10,932
|
İSVİÇRE
|
15
|
14,856
|
9,603
|
BELÇİKA
|
16
|
10,547
|
6,179
|
GÜNEY KORE
|
17
|
9,996
|
678
|
İSRAİL
|
18
|
9,925
|
7,428
|
POLONYA
|
19
|
8,846
|
|
BREZİLYA
|
20
|
8,797
|
3,087
|
TAYVAN
|
21
|
8,643
|
|
DANİMARKA
|
22
|
8,166
|
5,345
|
AVUSTRALYA
|
23
|
7,625
|
4,093
|
FİNLANDİYA
|
24
|
7,243
|
4,049
|
NORVEÇ
|
25
|
4,710
|
3,414
|
YUNANİSTAN
|
26
|
4,489
|
|
TÜRKİYE
|
27
|
4,410
|
547
|
YENİ ZELANDA
|
28
|
4207
|
|
ARJANTİN
|
29
|
4172
|
2083
|
ÇEK CUMH.
|
30
|
4071
|
|
MEKSİKA
|
31
|
4030
|
2296
|
GÜNEY AFRİKA
|
32
|
3950
|
3785
|
MACARİSTAN
|
33
|
3933
|
3455
|
UKRAYNA
|
34
|
3814
|
|
İRLANDA
|
35
|
2800
|
2489
|
SİNGAPUR
|
36
|
2487
|
|
PORTEKİZ
|
37
|
2412
|
|
MISIR
|
38
|
2215
|
1452
|
SLOVAKYA
|
39
|
1951
|
|
ROMANYA
|
40
|
1793
|
|
ŞİLİ
|
41
|
1721
|
|
BULGARİSTAN
|
42
|
1671
|
1443
|
SUUDİ ARABİSTAN
|
43
|
43
|
1647
|
BEYAZ RUSYA
|
44
|
1222
|
1093
|
SLOVENYA
|
45
|
1110
|
|
YUGOSLAVYA
|
46
|
1090
|
|
HIRVATİSTAN
|
47
|
1021
|
|
VENEZÜELLA
|
48
|
944
|
|
TAYLAND
|
49
|
886
|
462
|
NİJERYA
|
50
|
853
|
1145
|
FAS
|
51
|
791
|
156
|
LİTVANYA
|
52
|
733
|
273
|
İRAN
|
53
|
730
|
131
|
MALEZYA
|
54
|
694
|
256
|
PAKİSTAN
|
55
|
576
|
272
|
KOLOMBİYA
|
56
|
535
|
150
|
ESTONYA
|
57
|
513
|
229
|
TUNUS
|
58
|
479
|
102
|
ENDONEZYA
|
59
|
439
|
|
ÜRDÜN
|
60
|
374
|
2
|
BANGLADEŞ
|
61
|
366
|
174
|
ÖZBEKİSTAN
|
62
|
350
|
|
FİLİPİNLER
|
63
|
343
|
179
|
CEZAYİR
|
64
|
326
|
149
|
ERMENİSTAN
|
65
|
303
|
336
|
İZLANDA
|
66
|
292
|
119
|
KOSTA RİKA
|
67
|
264
|
1
|
GÜRCİSTAN
|
68
|
239
|
|
ZİMBABVE
|
69
|
221
|
154
|
KAZAKİSTAN
|
70
|
174
|
448
|
AZERBAYCAN
|
71
|
167
|
405
|
TACİKİSTAN
|
72
|
39
|
|
KIRGIZİSTAN
|
73
|
21
|
61
|
TÜRKMENİSTAN
|
74
|
12
|
|
1999 Yılına Ait Toplam Yayın Sayıları ve Sıralama
(Sosyal Bilimler Dışındaki Tüm Temel ve Uygulamalı Bilim Dalları İçin)
Ülke
|
Sıralama
|
Toplam Yayın Sayısı
|
Türkiye
|
25
|
6,066
|
1985 ve 1997 Yılları İçin Milyon Kişi Başına Yayın Sayıları ve 1997 Yılına Ait Sıralama
(Sosyal Bilimler Dışındaki Tüm Temel ve Uygulamalı Bilim Dalları İçin)
Ülke
|
Kişi Başına Yayın Sıralaması, 1997
|
Milyon Kişi Başına Yayın Sıralaması,1997
|
Milyon Kişi Başına Yayın Sıralaması,1997
|
Türkiye
|
46
|
69
|
11
|
1999 Yılına Ait Milyon Kişi Başına Sıralama
(Sosyal Bilimler Dışındaki Tüm Temel ve Uygulamalı Bilim Dalları İçin)
Ülke
|
Kişi Başına Yayın Sıralaması, 1999
|
Milyon Kişi Başına Yayın Sıralaması, 1999
|
Türkiye
|
42
|
95
|
1999 Yılına İçin Kişi Başına Yayın İle Kişi Başına Gelir Sıralarının Karşılaştırılması
(Yayın Sayıları ISI, SCI, 1999 Yıllığından, Gelir Sayıları (GDP / Capita, ppp US$, Birleşmiş Milletler, Human Developmeht Report, 2001’den alışmıştır.)
Ülke
|
Kişi Başına Yayın Sırası
|
Kişi Başına Gelir Sırası
|
Türkiye
|
45
|
47
|
Dengeli Ülkeler
Ülke
|
Kişi Başına Yayın Sırası
|
Kişi Başına Gelir Sırası
|
Türkiye
|
45
|
47
|
9. Başvurular, patent yönetimi tarafından kabul edildikten sonra tescil edilmiş patentler haline gelmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki durumla karşılaştırmak için şu bilgiyi vereyim. 1993 yılında Türkiye’de toplam başvuru sayısı 1239 iken, İngiltere’de 101,249, Almanya’da 117,768, İspanya’da 56,733 ABD’de 191,369, Fransa’da 82,141, Yunanistan’da 36,907, Japonya’da 380,035, Portekiz’de 42,932’dir. Yunanistan’da ve Portekiz’de Türkiye’dekinden bu kadar fazla olmasının bir nedeni, Avrupa Birliği ile ilişkilerin fazla olması dolayısıyla yabancı firmaların bir çok patent baş vurusu yapmakta olmasıdır. Ancak ülkemizde patent başvurularının çok fazla özendirilmesi gereği açıktır.
10. 1953 yılında ABD Cumhurbaşkanı Eisenhower bu imajı değiştirmeyi amaçlayan bir girişim başlattı. “Barış için atom”, (Atoms for peace) adını verdiği bir proje ile, atom enerjisinden sanayide, tıpta ve başka barışçı alanlarda yararlanmanın yollarını öğretmeye hazır olduklarını dünyaya ilan etti ve tüm devletleri bu alanda iş birliği yapmaya davet etti. Bu çağrı olumlu karşılandı. Uluslararası iş birliğini örgütlemek ve atom enerjisinin barışçı amaçlarda kullanılmasını denetlemek üzere Viyana’da, Birleşmiş Milletlere bağlı “Atom Enerjisi Ajansı” kuruldu. Bilgi alışverişi kısa zamanda sonuç verdi. 1950 ve 1960’lı yıllarda elektrik enerjisi üreten nükleer santraller İngiltere’de, ABD’de, Sovyetler Birliği’nde, Fransa’da ve başka yerlerde arka arkaya kurulmaya başladı ve nükleer enerji dünyaya yayıldı. Bugünkü, daha doğrusu 1998 yılı sonundaki duruma ait sayısal bilgi vereyim :
Dünyadaki enerji üretimi içinde nükleer enerjinin ağırlığı %16 mertebesindedir. Öteki enerji türlerinin ise; su kaynakları % 19, fosil yakıtları % 65, yenilebilir kaynaklar % 1’den az şeklindedir. Bölgelere göre nükleer enerji üretimi şöyle dağılıyor.
Kuzey Amerika
|
% 32
|
Batı Avrupa
|
% 36
|
Doğu Avrupa
|
% 11
|
Uzak Doğu
|
% 19
|
Güney Amerika
|
% 1
|
Afrika
|
% 1
|
11. 1998 yılı sonunda tüm dünyada işletme halinde 434, inşa halinde 36 nükleer enerji reaktörü bulunuyordu. Dünyadaki nükleer enerji reaktörleri dağılımına ait bazı sayılar ise şöyleydi.: ABD’de 104, Avrupa Kıtasında 172, Uzakdoğuda 77 reaktör işletme halindeydi.
12. Ortaklık belgesinde sayılan ilkelerin birincisi kopenhag kriterlerine uyma zorunluluğudur. Bu kriterlere göre sağlanacak üç koşul vardır :
a. Aday ülke demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü insan haklarına, azınlıklara saygıyı ve azınlıkları korumayı güvence altına alan kurumların kararlılığını sağlamış olmalıdır.
b. İşleyen bir piyasa ekonomisi var olmalı ve bu ekonomi Avrupa Birliğindeki öteki ülkelerin piyasa güçlerinden gelecek rekabet baskısına dayanabilmelidir.
c. Üyeliğin getireceği yükümlülükleri üzerine alabilmeli, bu arada Birliğin siyasal, ekonomik ve parasal hedeflerine uyum gösterebilmelidir.
13. Başka bir ilke, aday ülkeleri komşularıyla aralarında bulunabilecek sınır anlaşmazlıklarını ve başka benzer sorunları çözmek için her çabaya başvurmaya çağırıyor. Eğer çözemezlerse, fazla gecikmeden anlaşmazlıkları Uluslararası Adalet Divanına getirmelerini istiyor. Ayrıca, katılma ile ilgisi olan anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı tarafından çözülmesini özendirmek amacıyla, Konseyin en geç 2004 yılı sonundan önce, durumu gözden geçireceğini belirtiyor. Öyle görünüyor ki, bütün anlaşmazlıkların 2004 sonundan önce çözülmesini zorunlu olduğu bu cümleyle dolaylı biçimde ifade ediliyor. Son olarak da, Avrupa Birliği Türkiye’yi tüm taraflarla birlikte Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin, Kıbrıs’taki sorunları barışçı sonuçlara ulaştıracak kapsamlı bir çözüme varma çabalarını desteklemeye çağırıyor.
14. Milletlerin kuruluş aşamasında ilginç bir girişim ortaya çıktı. Churchill, Birleşmiş Milletlere bağlı, sürekli görev yapacak bir ordu kurulmasını önerdi. Önerisine göre bu ordu her devletin gücüyle orantılı katkılarla oluşacaktı ve görevi, Güvenlik Konseyinden alacağı emirlere göre dünya barışını korumak olacaktı. Barış zamanında kurulup göreve hazır beklediği için herhangi bir göreve, çıkabilecek karışıklıklara bir polis gücü gibi, derhal müdahale edebilecekti. Ne yazık ki savaşı kazanmış büyük devletler birbirlerine yeteri kadar güvenmedikleri için bu uluslararası barış ordusunun yapısı üzerinde anlaşamadılar. Öneri, Birleşmiş Milletler Tüzüğüne konan ama gerçekleşmeyen bir tasarı olarak kaldı. Sonradan baş gösteren çeşitli anlaşmazlıklarda, çarpışmaları durdurmak için her seferinde yeni katkılarla değişik barış güçleri kuruldu. Bazıları hala görev yapıyor ama bunların hiç biri Birleşmiş Milletler Ordusunun ortaya koyabileceği etkinliği gösteremedi. Herhalde bir gün böyle bir ordu kurulacak. Bir gün, uluslar geçmişin mirası olan kaygılarını aşarak ortak bir güvenlik amacı etrafında birleşecekler.
15. Bizim kuşağımız demokrasi içinde dünyaya gelmedi, bunu sonradan öğrendi. Çocukluğumuzda büyük Atatürk’ün devrimleri önümüzdeki en önemli gelişme idi. Hedefimiz devrimleri yaşatmak henüz benimsemeyenlere anlatmak ve durmadan çalışarak kendi meslek alanımızda çağdaş uygarlığa yetişmekti. Bu arada daima yeni şeyler öğrenmeye çalışırken bize verilen tüm ödevleri yapıyor, hükümete ve devlete içtenlikle güveniyorduk. Bu yaklaşım içinde yönetimi sorgulamak, hükümetinde yanlış işler yapabileceğini düşünmek gibi konular hiç olmazsa büyük çoğunluğun kafasında yer almıyordu. Bu ortamda tam anlamıyla özgür düşünme de yoktu. Özgür yaklaşımı bilim alanında bize vermişlerdi. Ama siyaset ve yönetim alanında söz konusu değildi. Böyle bir gereksinme duyuluyordu. Başarılı bir hükümet görevdeydi. Devletin halkın yararına çalıştığından kuşku yoktu. O yüzden aydınlardan beklenen sadece bu devlete hizmet vermekti. Bu çeşit bir tutumu bugün demokratik bir anlayış olarak kabul etmiyoruz. Ancak biz böyle yetiştik. Kuşkusuz o zaman da Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okuyla tanımlanan devlet düzenini kendi ideolojilerine uygun bulmayan, eleştiren gruplar vardı. Ama onların sesleri duyulmazdı.
16. Bana, “ne yapacaksınız?” diye sordu. Bende uzun boylu amaçlarımızı anlattım. “Demokrasiyi bu defa tam anlamıyla kurmak istiyoruz. Türkiye’de bir daha darbe olmayacak şekilde demokratik düzenin yerleşmesini hedefliyoruz.” Diye başladıktan sonra geçmişte yaşanan darbelerin nedenlerini açıkladım ve “Bu nedenleri ulusça iyi biliyoruz, onun için bir daha öyle durumlar düşmeyeceğiz, biz de, seçmenler de bu konuda iyice kararlıyız” diye bitirdim. Büyükelçi bu sözlerimi sonuna kadar sesini çıkarmadan dinledikten sonra dedi ki: “Acaba Türkiye’de böyle müdahaleler olmasının temel nedeni, bir ulusal karakter olarak Türklerin çok inatçı olmaları ve bu yüzden aralarında uzlaşma yollarını bir türlü bulamamalarından mı kaynaklanıyor?” Bu öyküden çıkardığım sonuç şu olmuştu: Özellikle bizim bölgemizde, demokrasiye bağlı güçlü bir orduya sahip olmak devletin varlığı ve sağlığı için şarttır.
17. Uluslararası saygınlığı olan hukukçu büyük elçinin böyle bir demokrasi anlayışını savunmak zorunda kalması beni uyarmıştı. Eğer bir ülkedeki seçmen çoğunluğu o ülkenin bir bütün olarak iyiliğini, gelişmesini isteyen, homojen, tutarlı bir yapıda değilse, orada demokrasinin tam anlamında işlemesine olanak bulunmadığını bu örnek gösteriyordu.
18. Büyükelçilerle yaptığım görüşmelerden öğrendiklerimi özetleyeyim. Bana verdikleri canlı örnekler gösteriyor ki, bir ülkede demokrasinin yaşayabilmesi için seçmen çoğunluğunun ülkenin bütünlüğünü koruma ve birlikte barış içinde yaşama iradesine sahip olması, aralarında çıkabilecek şiddetli çıkar çatışmalarını uzlaşmalarla çözebilmeleri, ülkede demokrasiye bağlı güçlü bir ordunun bulunması ve sosyal, ekonomik bunalımlar ortaya çıktığında basının, medyanın demokrasiden başka rejimler aramayı özendirmeyecek bir sorumluluk anlayışıyla görev yapması gereklidir.
19. Ortaçağ öğretilerinin ötesine geçen atılımı ilk önce Kopernik, astronomide, dünyanın o zamana kadar kabul edildiği gibi uzayda yerinde sabit durmayıp güneşin etrafında döndüğünü iddia eden teorisiyle başlattı. Kopernik’in eseri on beşinci yüzyılda ortaya çıktı ama bir süre etkisi görülmedi. Yeni teorinin ciddiye alınıp bilim ve kültür dünyasını temelinden sarsacak bir devrim gerçekleştirmesi ancak on yedinci yüzyılın başlarında İtalya’da Galileo’nun buluşlarıyla mümkün oldu. Galileo’nun kendi geliştirdiği teleskopuyla gökte yeni şeyler görmesi, örneğin Jüpiter’in uyduları olduğunu göstermesi, sonra laboratuarında yaptığı gözlem ve deneylere dayanarak hareket yasalarını matematiksel ifadelerle belirlemesi, yeni bilimsel yaklaşımın geçerliliğini herkese kabul ettirdi. Gerçi, bildiğiniz gibi Katolik Kilisesi, İncil’den çıkardıkları yoruma uymadığı için Kopernik’in teorisinin kabul edilmesine şiddetle karşı çıktı ve Galileo, Papa’nın kurdurduğu mahkemede dünyanın güneş etrafında dönmediği söylemek zorunda kaldı ama gene de kitaplarıyla, gerçekleri yayma olanaklarını buldu ve batı Avrupa bilim çevreleri kilisenin baskılarını aşarak yeni bilimsel yöntemi benimsediler. On yedinci yüzyılda İtalya’da, İngiltere’de, Fransa’da kurulan akademiler bu yeni yöntemlerle araştırma yaptırmayı başlıca amaç edindi. Gözlem, deney ve matematiksel ifadelere dayanan yeni bilimin teknolojiye yansıması da gecikmedi. Gemilerin açık denizde seyrüseferi sırasında yerlerinin bilinebilmesi için gök cisimlerinin ve özellikle Ayın hareketlerinin iyice incelenmesinin gerekli olduğu anlaşılınca, başlıca bu amaçla İngiltere’de Greenwich, Fransa’da Paris rasathaneleri kuruldu.
20. Türkiye’de bilimsel araştırma yönetiminin devletçe benimsenmesi ancak Cumhuriyet döneminde, 1933 yılında yapılan üniversite reformu ile gerçekleşti. Daha önce Osmanlı döneminde, on sekizinci yüzyılın sonlarında, batı ile güç dengemizi bozan, aramızı açan bir gelişme olduğu farkedilerek doğrudan doğruya askerlikle ilgili bazı mühendislik bilgilerini öğrenmeye girişildi. Ama bu bilgilerin kaynağına inmek, özgür araştırmaya girmek düşünülmedi ve aramız açılmaya devam etti. On dokuzuncu yüzyılda İstanbul’da mühendislik, askerlik, tıp ve devlet yönetimi alanlarında yeni okullar kuruldu. Bu okullarda Batı Avrupa’nın yüksek okullarındaki ders kitapları, türkçeye çevrilerek okutuldu. Gene araştırmaya girişilmedi, batı Üniversitelerine giden bazı gençler tarafından tek tük araştırmalar başlatıldı, ama bunların eğitim düzenimizde bir etkisi olmadı. Sürekli araştırma etkinlikleri Türkiye’de ancak 1993 yılında başladı. Böylece, araştırma yaşamının Türkiye’ye girmesi batı Avrupa’dan aşağı yukarı üç yüzyıl sonra olmuştur.
21. Fakat üç yüzyıllık gecikmenin başka etkileri var, onlar üzerinde biraz durmak istiyorum. Bilimsel araştırma, geliştirme yöntemini ilk kez uygulamak batı Avrupa uluslarına başka ülkelerde bulunmayan bir güç verdi. Kalkınma yarışında onları öne çıkardı ve bu sayede Batı Avrupa, dünyaya egemen oldu. Geride kalan ülkeler bu durumu farkedince ne yapabilirler. Onları da ileridekilere yetiştirecek yol, araştırma yaşamına girmektir. Ama bunun için araştırmacıların özgür düşüncelerine izin vermek, onlara yeterli mali ve fiziksel olanak ve zaman sağlamak, araştırma sonuçlarını da korkmadan uygulamak gerekir. Bütün bunlar yerleşik kültürün değişmesini gerektiren öğelerdir ve kolay kolay kabul edilemez. Bu değişme göze alınmayınca yapılan, sadece ileri ülkelerde görülen yeni teknolojik araçları, silahları alıp kullanmaktır. Bu yolda da hiçbir zaman ileride koşan ülkelere yetişilemez. Çünkü hep bir önceki dönemin teknikleri öğrenilir. Bu duruma bir batılı tarihçi şöyle anlatmış : “Osmanlı orduları da batılı ordular gibi silahlarını modernleştiriyorlardı, ama onların modernleşme diye aldıkları silahlar batılı orduların bir önceki savaşta kullandıkları silahlardı” diyor.