BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Yüzyılın Sonu - Aleksandr SOLZHENITSYN
 

KİTABIN ADI : YÜZYILIN SONU

YAZARI        :  ALEKSANDR SOLZHENITSYN

1.    YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILIN ŞAFAĞINDA ÖNCEKİ GECENİN DÜŞÜNCELERİ

Devlet adamları arasında, ahlaki güdüler her zaman siyasal güdülerden daha zayıf olmuştur ama bizim günümüzde bu kişilerin kararlarının yaratacağı sonuçlar çap olarak çok fazla büyümüştür.

2.    Bireylerin, ailelerin ve küçük grupların davranışlarına uygulanabilen ahlaki kriterler elbette ki devletlerin ve politikacıların davranışlarına transfer edilemez: Burada karşılıklı bir eşitlik yoktur, olayın çapı, hareketi ve hükümet yapılarının görevleri ortaya bir tür deformasyon getirmektedir. Ama devletleri politikacılar yönetmektedirler, politikacılar da sıradan insanlardır. Ama eylemleriyle diğer sıradan insanları etkileyebilen sıradan insanlardır.

3.    Eskiden SSCB olan yerde yetmiş yıl boyunca akıl durdurucu baskıların sürmesinden sonra birdenbire, apaçık, kontrolsüz bir hareket özgürlüğü geldiğinde, bu olay salt bir yoksulluk ortamı içinde ortaya çıktığında, sonuç olarak pek çok kişi, insan davranışlarının en kötü özelliklerini benimseyerek bir utanmazlık yoluna sürüklenmiştir. Bu bağlamda, yok etme sürecinin ülkemizde pek de rasgele uygulanmış olmadığı, dikkati çekecek zihinsel ve ahlaki değerlere sahip olanların üzerine yöneltilmiş olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu nedenle günümüzde Rusya’daki durum, olayın yalnızca insan yapısının genel kusurlarına dayalı olması durumuna oranla çok daha kötü düzeylere inmiştir.

4.    On sekizinci yüzyıl bize Jeremy Bentham’ın buyruğunu miras bırakmıştır: Ahlak, en çok sayıda insana mutluluk veren şeydir; insan hiçbir zaman, kendi varlığının bekasından yana olmayan bir şeyi arzu edemez.

5.    Tarih bizi Tanrı’nın yardımı olmaksızın adalete götürecektir.

6.    Gözden kaçırdığımız ve ancak son zamanlarda farkına vardığımız bir ayrıntı, “sınırsız İlerlemenin,” bizim gezegenimizdeki sınırlı kaynaklarla olamayacağıdır: Doğanın fethedilmekten çok desteklenmeye ihtiyacı vardır. Biz ise, bize tahsis edilen çevreyi başarıyla yiyip bitirmekten başka bir şey yapmıyoruz.

7.    Ömür süresinin uzamasından doğan sonuçlardan biri, yaşlı kuşağın çocuklarına bir yük haline gelmesi, uzatmalı bir yalnızlığa itilmesi, sevdikleri tarafından terk edilmesi, hayat tecrübelerini gençlere aktarma zevkinden acı biçimde yoksun kalmasıdır.

8.    İnsanlar arasındaki yatay bağlantılar da kopmaktadır. Siyasal ve sosyal hayatın cıvıl cıvıl ve capcanlı görünmesine karşılık, başkalarına karşı bir uzaklaşma, yabancılaşma ve duygusuzluk, insan ilişkilerinde çok daha güçlenmiştir.

9.    Yirminci yüzyılın ortaları hepimiz için nükleer tehdidin bulutu altında geçti. Bu durum, tüm günahları siler gibi göründü. Hiçbir şeyin önemi kalmadı; nasılsa yok olacaktık, o halde neden istediğimiz gibi yaşamayalım? Bu büyük tehdit aynı zamanda hem insan maneviyatının gelişimini durdurmakta, hem de hayatımızın anlamını düşünme işini ertelemekte işimize yaramıştır.

10.  Böylece yirminci yüzyılın sonunda bir dizi olay patladı. Ülkemizde insanların pek çoğu bunu zaten bekliyordu ama Batı’ya sürpriz oldu: Komünizm, kendi yapısında var olan geçersizlikler nedeniyle ve içinde birikmiş çürümüşlüklerin ağırlığı yüzünden çöktü. İnanılmaz bir hızla ve yaklaşık bir düzine ülkede birden çöktü. Nükleer tehdit birdenbire ortadan kalkmıştı.

11.  “Eğer bir kişilik, kendinden daha yüksek değerlere yönelmiyorsa, yozlaşma ve çürüme eninde sonunda hâkim olacaktır.

12.  Bir tek gerçek “İlerleme” olabilir, o da şöyle özetlenebilir: Her bir bireyin manevi ilerlemelerinin toplamı, hayat akışı içinde bu insanların kendilerini mükemmelleştirme dereceleridir.

13.    DİNSEL HAYALGÜCÜNÜN KADERİ  (CZESLAW  MILOSZ)

Çağdaşlarımızın zihinlerinde olan bitene nasıl ulaşabiliriz? Gerçi fikirlerini, kanılarını, inançlarını, dil yoluyla ilettikleri her şeylerini bilebiliriz. Ama dil de pek güvenilir bir şey değildir, çünkü genellikle çok daha derin bir düzeyde yer alan düşünce değişimlerinin, zihnin değişen dünyaya bilinçdışı uyumlanma faaliyetlerinin gerisinde kalır.

14.  Yüzyılımızda dinin kaderine hep hayranlıkla bakmışımdır; inananlarla inanmayanların söylediklerine değil de bu sözlerin arkasında var olduğunu tahmin ettiğim şeylere hayranlık duymuşumdur. Herhalde hepimiz aynı çağda yaşadığımıza göre, kafalarımızda evrenin de onun içindeki insanın da bir yeri vardır, bu imgeler bize şimdi de, geçmişte de dinsel hayal gücünün nasıl işlediğini göstermiştir. Günümüzde dinsel hayal gücü, Dante’nin zamanındaki gibi olamaz ama yüz ya da iki yüz yıl öncekinden de farklı olmak zorundadır. Bazı dış göstergeler bunun farkında olduğumuzu göstermektedir: Örneğin kiliseye giderken, vaazda cehennem alevleri arasında çile çekenlerin ıstıraplarını dinlemeyi beklemeyiz, oysa bir zamanlar kiliseye gidenlerin dinlediği bu olurdu.

15.    BAĞDAT KAPILARINDA MEDYA PATRONLARI  (AKBAR S.AHMED)

Gözü keskin bir siyasal haritacı, bugüne kadar süregelmiş küresel sınıflandırmaları, yani Birinci, İkinci, Üçüncü Dünya gibi, Kuzey-Güney gibi, Doğu-Batı gibi sınıflandırmaları hemen reddedecektir. 1990’ların dünya haritasını iki ana bölüme ayırmakla yetinecektir: Dışa doğru patlayan, yayılan, genişleyen, bilimsel fikirlerle, ekonomik planlarla, siyasal ihtiraslarla, kültürel ifadelerle kaynayan uygarlıklar, bir de içi doğru patlayan, çöken, ekonomik, siyasal ve sosyal krizlerle dolu, bu krizlerin önemli girişimlere dönük tüm ciddi çabaları engellediği uygarlıklar. Birinci grubun en önemli özelliği, iyimserlik dolup taşması, gözlerin geleceğe dikilmiş olmasıdır; ikincisininki ise tarihin, geleneklerin, “birtakım kesinlikler”in, etnik ve dinsel  nefretlerin altında ezilmesidir.

16.  Batı’ya dinamik enerjisini kazandıran şey, bireyciliği, tahakküm etme arzusu, tüketim felsefesiyle ne pahasına olursa olsun maddesel varlık biriktirme tutkusu ve hasisliğidir. Toplumu hareket altında tutan, işte bu telaş dolu enerjidir.

İslamda ise sabır, tempo ve denge vurgulanır. Acele işe şeytan karışır, diye uyarmıştır Peygamber. Ama postmodern çağ, hıza dayalıdır. Özellikle medya, hıza, değişime, habere susamıştır ve bununla sarhoş olmaktadır. Durmak bilmeyen gürültü, göz kamaştıran renkler, MTV kültürünün dinlenmeksizin değişen görüntüleri, çekici gelmekte ve zarar vermektedir. Sessizlik, içine çekilmek, meditasyon gibi şeyler, tüm büyük dinlerin savunduğu şeylerdir. Medya bunları hiç teşvik etmez.

17.  Afrikalıların ve Güney Asyalıların, Dallas ve Hanedan tipi bolluk ve zenginlik simgesi bir yığın diziyle gözleri kamaşmış durumdadır. Ama onların böyle bir gerçeği yaşama olanağı yoktur. Bu nedenle de bu kışkırtıcı görüntülerin, gezegendeki insanların çoğu için tehlikeli bir hayal olmaktan öte anlamı yoktur. Böyle şeyler hiçbir sorunu çözemez; ama kıskançlık ve imrenme duygusu yaydıkları için pek çok memnun hayatı mahvedebilir, sabrı ve dengeyi yok edebilir; oysa bunlar geleneksel toplumların değerleridir. O toplumların da artık yatıştırma, yumuşatma gücü kalmamış olur.

18.  MEDYA GÜÇ DEMEKTİR

Amerikalı politikacıların yapamadığını, Amerikan kitle iletişimi yapmış ve başarmış, Amerika’yı dünyaya egemen kılmıştır. Hollywood da Pentagon’un başaramadığını başarmıştır. İkisi arasındaki bağ, sinema filmleriyle savunma silahlarının, ABD ekonomisinin en büyük ihracat kalemleri olmasında yatmaktadır. John Foster Dulles’in rüyalarına bile giremeyecek bir başarı,  J.R.Ewing’e (Ceyar Yuing) nasip olmuştur. Dünya bugün hipnotize olmuş gibi Amerikan pembe dizilerinin tekrar tekrar gösterişlerini seyretmektedir: Dünyanın her yanında insanlar, “J.R.’ı kim vurdu? (Dallas) ya da “Laura Palmer’i kim öldürdü?” (Şahin Tepesi) gibi sorular sormaktadır.

19.  Bütün geleneksel dinler, bu arada Budist, Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan dinleri, sevabı, derin düşünmeyi, mistisizmi teşvik eder. Buna karşılık medyanın tam güç saldırısı, daha önce de belirttiğim gibi, edepdışı bir gürültü çağrısıdır, materyalizm, tüketicilik ve palavra çağrısıdır. Baştan çıkarıcı reklamlar, seksi yıldızlar, sevap ve kanaatkarlık düşüncelerini boğmaktadır. Ondan sonra da  insanların en değerli tacını, gururunu ellerinden almaktadır. Postmodern düşüncenin başıbozuk saygısızlığı ve titreşimleri arasında hiç kimseye gurur hakkı tanınmamaktadır.

20.  Batı medyası “uzaklardaki” uygarlıkları kalıplar halinde göstermektedir. İslamiyetin marjinalize edilmesi ve küçümsenmesi sürmektedir. CNN yayınının yüz saatlik bir dilimi içinde İslamiyete belki on dakika ayrılmakta, onda da Müslümanlar ya kitapları yakarken, ya da tehditkar  bir kalabalık halinde öfkelerini sergilerken gösterilmektedir. Hinduizm ile Budizm için, kutsal din adamları yarı çıplak meditasyon yaparken gösterilmekte, popüler medyada geçmişin egzotik kalıntıları olarak algılanmaktadır.

21.  Baskılar yozlaşmayı getirir, salt baskı ise kesinlikle yozlaştırır.

22.  Postmodernizme Müslüman cevabı ne yazık ki yüz yıl önceki cevabın aynısınıdır : Geri çekilme, yanı sıra da hırslı inanç ifadeleri ve öfke. Kuzey Afrika’daki Sanusi’den Sudan’daki Mehdi’ye, Swat’taki Akhun’a kadar, Müslümanlar hep Avrupalı emperyaliste meydan okur gözükmekte, ateş altında kalınca da hemen çöllerin, dağların derinliklerine çekilmektedirler. Dağlarda ve çöllerde, sömürgeci Avrupalıdan kurtuluş vardır; oralarda geleneğin gücü, âdetlerin dürüstlüğü, yenilenmenin vaadi vardır. Avrupalı için Müslüman, o sonsuz dağları ve çölleri arasında, ulaşılmaz bir yerdedir, oraya kendi yasalarını ve yöneticilerini götürmektedir; Müslüman da bu arada, sanki şimdiki zaman hiç yokmuş gibi yeniden geçmişe dönmüştür.

23.  Müslüman aşiret üyesinin gözü strateji konusunda her zaman keskin olmuştur. Onun gözü kentteki vatandaşından çok daha keskindir. Medyanın geleneksel hayatı bozma potansiyeline sahip olduğunu  hemen anlamıştır. Bunun sonucu olarak, daha birkaç yıl öncesine kadar, Pakistan’ın aşiretler bölgesi olan o girilmez alanda, modernliğin simgesi olan radyolar silahla patlatılıp parçalanmaktaydı. Bu reddetme olayı, kafaları değişim fikirleriyle dolu olan gençlere açık seçik bir mesajdı.

24.    ESNEK BATI’NIN ZAYIF SURLARI  (ZBIGNIEW BRZEZINSKI)

Octavio Paz da biraz farklı bir açıdan bakarak aynı gözlemde bulundu. Meksikalı şair, “İslamiyette inançla bilim barışmadıkça, bugün Asya’nın geniş kesimlerinde, Amerika kıtasında ve Avrupa’da yaygın durumda bulunan relativist (göreci) uygarlıkla büyük anlaşmazlıklar olacaktır” diyor.

25.  Hiç kuşku yok ki Batı’nın bu zaafı, İslamiyetin Sudan gibi yerlerde, Batı’yla arasındaki ekonomik uçurumu kapatamayan yerlerde, bu kadar cazip görünmesini de açıklayabiliyor. Belki de Afrika gibi yerlerde, önderliğini Amerika’nın yaptığı dünya düzenine alternatif olarak, manevi açıdan takviye edilmiş bir tür yaklaşım çıkabilir.

26.  Beni en çok kaygılandıran, siyasal uyanış içinde olan ve şimdi de örneğin daha militan bir İslamiyete yönelen insanların isteklerini tatmin edici bir cevap veremeyişimiz değil. Beni en çok kaygılandıran, kendi kendimizi kültürel açıdan çökertme durumumuzun, Amerika’yı sadece dünyanın siyasal lideri olmaktan uzaklaştırması değil, sonunda başkalarına örnek bir model olmaktan da uzaklaştırması.

27.  Günümüzde durum kesinlikle öyle, bunda da kitle iletişimi, özellikle de ailenin, okulun ve kilisenin (bu sıralamaya göre) yerini almış  olan televizyon büyük rol oynamaktadır, sosyalleşmeyi ve değerlerin aktarılmasını üstlenen esas araç durumuna gelmiştir. Değerlerin aktarılması ve sürekliliğin sağlanması konusunda esas olan, eskiden büyük önem taşıyan bu üç kurumun yerini alırken, televizyonu güden de Gresham kanununun bir benzeriydi: Kötü program, iyi programı kovuyordu, çünkü en büyük ortak cazibe, insanların en soylu yanlarına hitap edenlere yöneliktir. Böylelikle televizyon, yozlaşmış, ahlak bozucu, yıkıcı değerleri yayma aracı haline dönüşmüştür.

28.  Uygarlık tarihi boyunca tüm toplumlarca ve tüm dinlerce yıkıcı ve bozucu olarak görülmüş olan değerler, yani açgözlülük, sefahat, şiddet, sınırsız bencillik, ahlaki sınırlamanın yokluğu, çocuklarımıza her gün sunulan şeyler olmaktadır. Eğer bu gerçek bizi telaşlandırmıyorsa dünya düzeninin lider ulusu, artık onarılmayacak kadar bozulmuş demektir.

29.    ANLAŞAMAYAN UYGARLIKLAR   (SAMUEL P.HUNTINGTON)

Soğuk savaş sona erdikten sonra, uluslararası politika, artık Batılı evresinden çıktı. Bundan sonra küresel politikanın merkezi Batılı kültürlerle, Batılı olmayan kültürler arasındaki etkileşim olacaktır. Geleceğin anlaşmazlıklarının fay çizgileri Avrasya’da kolaylıkla görülebilmektedir. Avrupa’nın ideolojik bölünmesi ortadan kalkarken, bu sefer Avrupa’nın Batı Hıristiyanlığı, Ortodoks Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında kültürel bölünme yeniden ortaya çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın en bölücü çizgisinin, İngiliz bilim adamı William Wallace’ın dediği gibi, Batı Hıristiyanlığının 1500 yılındaki doğu sınırı olduğu söylenebilir.

30.  O çizginin bir yanında zenginleşen Protestanlarla Katolikler, feodaliteden Rönesans ve Reforma, oradan Aydınlanma Çağına ve Fransız İhtilaline, ardından da Sanayi Devrimine giden ortak bir tarihi paylaşmışlardır. Aynı çizginin öbür yanındaysa, ekonomik açıdan daha azgelişmiş olan Ortodoks ve Müslüman halklar vardı; bunlar Osmanlı ve Çar İmparatorluklarının halklarıydı. Batılarında kalan Avrupa’nın çağdaşlaştırdığı tecrübeleri bu insanlara pek değmiş sayılmazdı.

Her ne kadar Batı’nın kitle kültürü dünyanın çoğu yerinde rastlanamayan bir şeyse de, Batı kavramları olan bireycilik, liberalizm, insan hakları, eşitlik, özgürlük, hukuk, demokrasi, serbest piyasalar ve dinle devlet işlerinin ayrılması; gerek İslam, gerekse Konfüçyüs, Hindu ve Budist kültürlerinde geçerli olan sistemlere göre çok farklılık göstermektedir.

31.  Batı değerlerinin “evrensel” olarak sunulması, pek çok insan toplumunda köktedincilik gibi birtakım tepkileri tahrik etmiş, bunların güçlenmesine yol açmıştır. Tiananmen katliamından sonra Batı’dan gelen insan hakları baskısına tepki gösteren Deng Siaoping de Amerika’ya karşı “yeni bir Soğuk Savaş” tehdidinde bulunmuştur. Burada, Kishore Mahbubani’nin deyimiyle, “Batı herkese karşı” biçiminde özetlenebilecek bir anlaşmazlık dinamiğini görmek hiç de zor değildir.

32.    GELECEĞE YAPTIĞIMIZ ATIŞLARIN GÖLGESİ  (IVAN ILLICH)

 Norveç Başbakanı Brudtland’ın Çevre ve Kalkınma Dünya Komisyonu, “sürdürülebilir gelişme” çağrısı yaptığında, geleceğin gölgesinden söz  edilen dile hem bir şey eklemiş, hem de ondan bir şey çıkarmış oldu. “Sürdürülebilir” sözü, dengenin ve sınırlılığın dilidir, “gelişme” ise, daha çoğunu beklediğimiz ifade eden bir kelimedir.

33.  Bu sınai ilerleme fikrinin oluşmasına paralel olarak., “kitlelerin” gelişmişlik düzeyine yükselmesi anlamını taşıyan bir başka kavram da moda oldu: “Katılım.” Gelişme aslında gerekliliğin baskılarını azalttığına göre, insanların da kendi iyilikleri için, kendi müphem, hatta bazen belirsiz arzularını, “ihtiyaçlar” haline getirmeleri gerekmekteydi, o zaman o ihtiyaçların karşılanması, tatmin edilmesi gerekirdi.

“İhtiyaçlar”, “istekler”,”eksiklikler” haline getirmekte, bunların “kaynaklar”la doyurulmasını ileri sürmektedir. “İstekler” sınırsız olduğuna göre, kaynaklar “eksiklik”ten aldıkları değer nedeniyle “nadir” hale gelmektedir. İşte doymak bilmez isteklerin, hep dana fazlasını istemesinin temeli budur.

34.  “İhtiyaçlar” aslında “gereklilik” değildir. Bunlar toplumun kendi becerileri arasında olmayan birtakım mal yada hizmetlerin, dışarıdan bazı profesyoneller tarafından getirilip teslim edilmesine yönelik taleplere benzetilmiş “istekler”dir. Böyle olunca, son otuz yıl içinde “ihtiyaçlar”ın evrensel görünümü, gerek insani koşulların, gerekse “iyi” kavramından ne anlaşıldığının yeniden tanımını yansıtır hale gelmiştir.

35.     MİLLİYETÇİLİĞE KARŞI  (PIERRE TRUDEAU)

Geçmişte kanlı din savaşlarının sona erdirilmesi için, dinin devletin temeli olmaktan çıkarılması  gerekmiştir. Bugün milletler arasındaki savaşlara son vermek için de tek umudumuz, aynı şekilde etnik tanımları devletin temeli olmaktan çıkarmaktır.

36.  Nazi Almanya’sına, Faşist Japonya’ya, İslami İran’a baktığımızda, kendi işlevini etnik ya da dinsel esaslara göre tanımlayan devletlerin, eninde sonunda şovenist ve hoşgörüsüz bir tutuma büründüğünü görüyoruz. Milliyetçiler ister solcu, ister sağcı olsun, siyasal açıdan gericidir, çünkü ortak çıkarları “tüm insanlar için” yorumlayacakları yerde, bir etnik grubun ya da dinsel fikrin fonksiyonu olarak tanımlamaktadırlar. Milliyetçi hükümetin, yapısı itibariyle hoşgörüsüz, ayrımcı, sonunda da totaliter olması bu yüzdendir.

37.  Lord Acton’un daha 1862 yılında yazdığı gibi, ideal olarak kendine ırkı seçen bir millet: “Kendi halkının haklarını ve isteklerini dikkate almadan yönetir, onların farklı çıkarlarını hayali bir birlik içinde eritmeye kalkar; onların eğilimlerini ve görevlerini daha yüksek bir milliyet iddiasına feda eder, tüm doğal hakları ve tüm elde edilmiş özgürlükleri, kendini kabul ettirme uğruna ezer. Ne zaman bir devletin yüce amacı olarak bir tek boyut seçilse, o devletin o süre için mutlak devlet haline gelmesinden kaçınılmaz.”

38.    KENDİ KADERİNİN TAYİN HAKKININ SINIRLARI   (FELIPE GONZALEZ)

Ben Abraham Lincoln’un gerçek hayranlarındanım. Lincoln tek tek devletlerin ayrılma arzularını değil, demokratik ve hukuksal biçimde ABD Anayasası’nı izlemiştir. 1861’de Anayasa’yı okuyuş ve yorumlayış biçimi, ayrı ayrı çözülmek yerine bir arada kalmanın, herkese daha çok özgürlük getireceği ilkesine öncelik vermekti.

Bugün Amerika’nın bu kadar başarılı biçimde var olması bundandır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden hemen sonra Başkan Bush’la Dışişleri Bakanı James Baker’ın tutumlarını bu yüzden anlıyor ve destekliyorum. Tedbirli davrandılar, Avrupa’yı, parçalarının istendiği gibi oynatılabileceği bir yap-boz bulmacası olarak görmediler. “Dikkatli olmak gerek” dediler. “Bölünmelerle oynamayalım, çünkü sınır değişiklikleri ve anlaşmazlıklar çıkabilir.”

39.Ama her hegemonya biraz da tehlike içerir: Sonunda zayıf tarafta gücenik bir direnç yaratır. İnsanlar kendilerine manevi açıdan daha aşağı düzeyde olduklarının tekrar tekrar söylenmesinden hoşlanmazlar. Buna bir süre dayanılır, ama sonra bir an gelir, çocuklar artık babalarının kefaretini ödemeyi sürdürmek istemez, bunu reddederler.

40.  BOSNA VE DIET COLA UYGARLIĞI  (BERNARD HENRI-LEVY)

NPQ: Batı’nın Saraybosna’yı; Avrupa fikrinin simgesi olan kenti ölüme terk etmesi ne anlama geliyor?

LEVY: Pek çok anlama geliyor. Birincisi, bence yumuşamış, yatışmış, bir Avrupa’da, 1930’lu yıllarda “Münih zihniyeti” diye bilinen şeyin, kötülükle uzlaşma zihniyetinin dirilmesine tanık oluyoruz.

İkincisi, Batı çok dar görüşlü. Kendi çıkarlarının ancak petrol söz konusu olduğu zaman tehlikeye girdiğini sanıyor. Saraybosna’da petrol yok. Yalnızca Avrupa’nın ruhu olan bir fikir var: Hoşgörü ve bir arada yaşama. Ne yazık ki  bugün siyasal liderlerimiz, Batı’nın çıkarlarının Saraybosna’da karşılaştığı tehdidin, Körfez’deki petrol alanlarında karşılaştığından daha büyük olduğunu anlayamıyor. Açlık çeken, eziyet çeken Saraybosna’da, Avrupa fikri ölümcül bir yara almıştır.

Üçüncüsü, içimde korkunç bir şüphe var...İktidarın özüne uygun olarak, Avrupalı hükümetlerin etnik temizlik ve etnik ulus-devletlere bölünmeyi Balkanlar için nihai çözüm olarak gördüklerinden kuşkulanıyordum. Balkanlar yüzyılı aşkın süredir düzensizliği ve  kaosu yaşıyor. Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Balkan çatışmaları olmuştur.

41. Benim korkum diplomatların, hiç söylemeseler bile, aslında şöyle düşünmeleri: “Burada barbar, bir deli var, Miloseviç (Sırp Lideri). Ama bu katil işini yapıyor. Zalimce, çok fazla kan dökerek yapıyor. O halde gözlerimizi yumalım, ona engel olmayalım.”

42. NPQ: Ama harekete geçmemekle Avrupa’ya ihanet eden yalnız liderler değil. İnsanlar da inançlarının yaratacağı cesaretten yoksun. Birçok kişi arasında Milan Kundera’nın da dediği gibi, Avrupalılar artık ahlaki nedenlerle savaşmaya kalkmayacak kadar fazla rahattı.

43. LEVY: Evet, katılıyorum. Savaş fikri, gelişmiş ülkeler için akla gelmeyen bir şey oldu. Böyle bir şey düşünülemiyor.  Daha doğrusu, bir tek şartla savaşmaya razıyız: İçimizden hiç kimse ölmemeli. Bu düşünce, “Diet Cola” genel eğilimiyle tutarlı bir şey: Kalori istiyoruz, ama şekeri istemiyoruz. Tereyağı istiyoruz, ama içinde yağ olmasın. Doğumlar sancısız, ölümler olsun. O halde savaşlar neden ölümsüz olmasın?

44. Olumsuzluğu bastırmak; karanlıksız ışık: Bizim uygarlığımızın acayip yeni rüyası bu. Ama bu ölümcül bir hayal.

45. Bir suçluluk ya da şok duygusu hissedebilmek için, besbelli özgür düşünmeyi ve analiz yeteneklerini destekleyen bir gelenek gerekli.

46.   AMERİKA’DA LA RAZA COSMICA   (RYZSARD KAPUSCINSKI)

Rekabet halindeki kültürleri belli bir yerde uzlaştıran ortak amaç nedir? Yalnız daha yüksek bir yaşam standardı değildir. Göçmenleri Amerika’ya çeken şey, Amerikan kültürünün esas özelliğidir: Bir deneme fırsatı. İki önemli şeyin bir karışımı söz konusudur: Kültür ve yer. Kültür size, birisi olmaya çalışmak için izin veriyor; kendinizi, yerinizi, mevkinizi bulma fırsatı tanıyor. Yere gelince, o yalnız coğrafi anlamda değil, fırsat ve sosyal mobilite anlamında da düşünülecek bir şey. Kriz halindeki toplumlarda olsun, durağan toplumlarda olsun -hatta istikrarlı toplumlarda bile- deneme fırsatı yoktur. Daha önceden tanımlanmış durumdasınızdır. Kader sizin hakkınızdaki yargısına çoktan varmıştır.

 47. Diğer ülkeler, hatta İngiltere ve Fransa gibi açık ülkeler bile, bu gelişme dinamiğine sahip değildir. Gelişmeye yer yoktur. İşte Amerika’ya gelmiş göçmen, birinci seferde başarısızlığa uğrarsa, kendi kendine, “Yine denerim” der. Oysa eski toplumunda başarısızlığa uğrasa cesaretini kaybeder, kötümser olur, kendisine gösterilen yeri kabul ederdi. Amerika’da, “Bir şans daha bulurum, yine denerim” diyor. Devam etmesini sağlayan bu. İçi umutla dolu.

 48. Doğu Avrupalı biri için, yüzyılın başında Amerika’ya gelmek müthiş bir kültürel şoktu.  Kendi  vatanıyla, eviyle bağlantısı bir anda kesiliyordu. Hayatının geri kalanı boyunca, artık doğduğu ve ibadet ettiği o yerden tümüyle kopmuş durumda kalacaktı. Pek çok kişi kendisini bu şoktan tam anlamıyla kurtaramadı. Yeni kültüre dinamik biçimde girme yeteneği kaybetti. 

49.  Yeni göçmenlerin bu kültürel şoku yaşama zorunluluğu yoktu. Dünya artık çok daha şeffaf. Amerika’da yeni bir hayatı deniyor olabilirsiniz, ama geçmişinizle de hâlâ yakın bir ilişki halinde kalabilirsiniz. Bugün göçmenler fiziksel olarak bir yerde yaşarken, kültürel beslenmelerini başka bir yerden alabiliyorlar. Televizyonda Meksika dizilerini seyrediyorlar, Los Angeles Havaalanı’ndan gece yarısı kalkan ucuz  seferlere atlayıp ikide bir Meksika’ya gidebiliyorlar. Kore gazetelerini Seul’dakilerle aynı anda okuyorlar, her gün kalkan jumbo-jetlerle Kore’ye uçabiliyorlar. Bu tür teması sürdürme özgürlüğü, kültürel ve psikolojik açıdan çok sağlıklı bir şey. Evden yola çıktıkları anda kendilerini geçmişlerinden kesin olarak kopmuş hissetmiyorlar.  

50.  NPQ: Amerikan kitle kültürünün çekiciliği nedir, Mickey Mouse, McDonald’s, Madonna gibilerinin dünyanın geri kalanına yaptığı etki nedir?

KAPUSCINSKI: En azından sosyalist blokta, Amerikan kitle kültürünün çekiciliği, başlangıçta yasak olmasından kaynaklandı. Ben ilk Coca Cola’mı yirmi sekiz yaşındayken içtim. Ondan önce, Coca Cola’yı diğer yurttaşlarım gibi, emperyalist tahakkümün bir aracı olarak görürdüm. Zehirdi o. Resmi propagandaya inanmayanlarsa, Coca Cola’yı özgürlüğün bir simgesi olarak görmekteydiler. Bir rüyanın, başka dünyaların sembolüydü onlara göre.

51.  NPQ: Dünyanın geri kalanı, Amerika’nın temposuna nasıl uyabilecek? Bugün buraya gelen göçmenler dahi eğitimli ve daha okuryazar. Kendi ülkelerindeki hükümetleri onlara entelektüel sermaye yatırmış, şimdi bundan net kâr eden Amerika oluyor. Polonya’da bir siyasal kriz var; aydınlar kalkıp Amerika’ya geliyor. Bu ABD için net kazanç, Polonya için net kayıp, Hong Kong’un Çin’e iadesinden siyasal belirsizlik bekleniyor; sermaye de insanlar da ABD’ye akıyor. İran Devrimi’nden sonra eğitimli orta sınıf tası tarağı toplayıp, paralarıyla birlikte Los Angeles’a geldiler. Tüm mallar Amerika’ya akıyor; dünyanın geri kalanı da krizle boğuşuyor.

KAPUSCINSKI: Bu gidiş sürecek. Tarihin objektif bir kuralı bu. Durduramazsınız. Amerika için (ve dünyanın geri kalanı için) asıl tehlike, Amerikanın gelişiminin çok  dinamik ve yaratıcı olması nedeniyle, gelecek yüzyılın başında Amerika’nın aynı gezegen üzerinde farklı bir dünyada gibi olması. Dinamik Amerika’nın temposuna karşılık, tarihi toplumların felci; insanoğlunun geleceği için asıl büyük sorun bu.

52.  Amerika her gün, dünyanın geri kalanındaki uygarlıktan çok farklı yepyeni bir uygarlığın unsurlarını üretiyor, ötekilerden biraz daha uzaklaşıyor. Dünya yirmi birinci yüzyıla girerken, gelişmiş ve gelişmemiş halklar arasındaki fark, yirminci yüzyıl ortalarındakine göre daha büyük olacak. Farklar azalmıyor, çoğalıyor.

53.    ZENGİNLERİN İSYANI   (ALVIN VE HEIDI TOFFLER)

SSCB parçalandığı zaman, ayrılmaya en hevesli cumhuriyetler, Baltık devletleriyle Ukrayna olmuştur. Batı Avrupa’ya daha yakın olan bu devletler aynı zamanda en varlıklı ve sanayisi en gelişmiş olan devletlerdi.

“İkinci Dalga”nın fabrika bacalarına sahip olan bu cumhuriyetlerde, seçkinler (daha çok Komünist Parti bürokratlarıyla sanayi yöneticileri), Moskova’nın kendilerini kıskıvrak bağladığını, kendilerinden çok şey aldığını hissetmekteydiler. Batı’ya dönüp baktıklarında, Almanya’yı, Fransa’yı ve diğer milletleri görüyorlar, onların geleneksel sanayiden sıyrılıp “Üçüncü Dalga” olan enformasyon ekonomisine doğru geçmekte olduğunu fark ediyorlardı. Kendi ekonomilerini Batı Avrupa’nınkine bağlamak umudundaydılar.

Buna karşılık “Birlik”ten ayrılmakta en gönülsüz olan cumhuriyetler ise Avrupa’ya en uzak, en yoksul, en çok tarıma dayalı olanlardı. Dindar Müslüman olan bu “Birinci Dalga” cumhuriyetlerinde, seçkinler kendilerine komünist demekle birlikte, daha çok, hayli kişisel aile ve köy ilişkileriyle iş gören yozlaşmış derebeylerine benzemekteydiler. Himaye ve sadaka için, gözlerini Moskova’ya dikmişlerdi. “İkinci Dalga” ve “Birinci Dalga” bölgeleri birbirinden çok farklı yönlere doğru kaymaktaydı.

54.  Tüm taraflar, etnik köken, dil, hatta ekoloji bayraktarlığı yaparak kendi çıkarlarını maskelemeye çalışmaktaydılar. Ama ortaya çıkan çatışmaların ardında, birbirine çok ters düşen ekonomik ve siyasal ihtiraslar yatmaktaydı. Bu karşıtlıklar ortaya döküldüğünde, “Birinci ve İkinci Dalga” bölgelerinin seçkinleri, Gorbaçov’un uzlaştıramayacağı kadar güçlü çıktılar, büyük, Sovyet çatlaması da  bu yüzden gerçekleşti.

55.  Önümüzdeki onyıllarda göreceğimiz şey, dünya sisteminin adım adım üçe bölünmesi olacaktır. Bir yanda “Birinci Dalga” devletleri, hâlâ büyük ölçüde tarıma dayalı, diğer yanda “İkinci Dalga” devletleri, onlar da fabrika bacaları üzerine kurulu olacak, “Üçüncü Dalga” devletleri de kendi hayatı çıkarlarına dönük, kendi seçkinlerine, krizlerine, gündemlerine sahip gözükeceklerdir. Bugün savaşların giderek  sivilleri de içine alacak şekilde yayılmasını, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarla füzelerin çoğalmasını izlerken, içinde bulunduğumuz tarih tablosu budur.

56.  Daha önce eşi görülmemiş “Üçüncü Dalga” savaş biçimlerini, örneğin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması olayını, Tokyo’da metroya zehirli gaz saldırısını da aynı tablo içinde seyrediyoruz. Bu olaylar, devletin artık şiddetin tekelini elden kaçırdığını, onu ölümcül bilgilere sahip bağımsız aktörlerden oluşan küçük gruplara kaptırdığını açıkça göstermektedir.

57.  Gelecekteki tarihin acayip ve yeni bir dönemine doğru yarışıyoruz. Savaşı önlemek ya da sınırlamak isteyenler, bu yeni durumları hesaba katmak, aralarındaki gizli bağlantıları görmek, dünyamızı değiştiren dalgaları kabul etmek zorundadırlar.

58.  Önümüzdeki aşırı sarsıntılı ve tehlikelerle dolu bir dönemde sağ kalabilmemiz, iki yüz yıldır hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmamıza bağlıdır. Nasıl yeni bir savaş biçimi icat ettiysek, şimdi de yeni bir barış biçimi icat etmek zorundayız, o barış biçimi de “Üçüncü Dünya”nın şiddet biçimleriyle savaşabilmek için, gücün ve bilginin ademi merkezleştirmesinden yararlanmak zorundadır.

59.   SON MODERN YÜZYILDA KÜLTÜREL AKIMLAR TARİHİN SONU’NDA BATI DOĞU’YA DÖNÜYOR  (OCTAVIO PAZ)

Modern toplumun önemli bir düzenleniş ilkesi de “gelecek” fikri olmuştur. Her uygarlığın zaman konusunda farklı bir fikri vardır. Ortaçağ toplumları için önemli olan şey ebediyetti, zamanın dışındaki zamandı, bir de geçmişti. Onlar geleceğe inanmazlardı. Dünyanın çok geçmeden yok olmaya mâhkum olduğunu çok iyi bilirlerdi. Amaç insanın kendi ruhunu kurtarmasıydı, dünyayı kurtarmaya çalışmak değildi.

Ama modernlikte farklı bir kavram oluştu: Kurtarılması gereken, bireyin ruhu değil, insan nesliydi ve o da “ilerleme” ile kurtarılacaktı. Dünyanın geleceği, modern cennetti, o da herkesin aynı “Tarih” yürüyüşüne katılmasıyla gerçekleşecekti. Modernlikte biz kolektif, laik bir kurtuluş arıyorduk; zamanın içinde bir kurtuluş.

60.  Eğer bir Tanrı yoksa, her şeye izin var demektir. Böyle yüksek bir birliğin olmaması durumunda, farklılıkları hoş görüşümüz, kendimizin de herkesten ve her şeyden farklı olmamızdan kaynaklanabilir.

61.  NPQ : Belki tarihin sonunda Doğu, Batı’yla buluşuyor olabilir, ama İslamiyet, o kesin monoteizmi ve “Mutlak”a olan inancıyla, tek başına bir uygarlık olarak dışarıda kalıyormuş gibi gözüküyor.

PAZ : İslamiyet bugün monoteizmin en inatçı biçimidir. Biz monoteizme pek çok harikulade şeylerimizi, nice katedrallerimizi, camilerimizi borçluyuz. Ama nefreti ve baskıya da yine monoteizme borçluyuz. Batı uygarlığındaki en kötü günahların –haçlı seferlerinin, sömürgeciliğin, totalitarizmin, hatta ekolojik bozulmanın- kökleri izlendiğinde, bu izler monoteizme dayanabilir.

Bir putperest için, gerçeğin bir tek halkın, bir tek inancın tekelinde olması saçmaydı. İslamiyet dışında, dünya yine bunu böyle görmeye başlamıştır. İslamiyet tek başınadır. Günümüzde dünyadaki en direnici güçtür.

Batı uygarlığının en harika yanı, dini felsefe ve mantık silahıyla eleştirebilmemizdir. Sonra da felsefeyi ya da rasyonaliteyi, bu sefer felsefe  silahıyla eleştirebiliriz..

62.  İslamiyet her ne kadar Yunan geleneğini bizden önce tanımışsa da, (onlar Aristo’nun çevirisini bizden erken yapmışlardır) kaderin mantıktan güçlü olduğu inancını hiçbir zaman reddetmemiştir. Yunanlılarla ilgili bilgileri bize aktaran İslambilimciler sayesinde, biz Thomist felsefeye ulaşabilmişizdir. Ama İslamiyette böyle bir şey yoktur. Eğer İslamiyet’te inanç ile bilim uzlaşmazsa, bugün Asya’nın, Amerika kıtasının ve Avrupa’nın büyük kesimlerine yayılmış durumdaki izafiyetçi uygarlıkla arada çok büyük uyuşmazlıklar çıkacaktır.

63.    ORMAN UYGARLIĞI: ESKİ JAPONYA, POSTMODERNİZME YOL GÖSTERİYOR

(TAKESHİ UMEHARA)

1945 yılında savaşı kaybetme tecrübesini yaşamak, Japonya’yı geçmişte desteklemiş ve ona rehberlik etmiş olan değerler yapısının apansız çöküşüne yol açmıştı. Nietzsche’yle Dostoyevski, kendi çağlarının Avrupa’sının “Tanrı’nın ölümü çağı”nı yaşamakta olduğunu ciddi ciddi düşünmüş, Avrupa’nın ciddi bir tehlikeye doğru sürüklendiği konusunda acı duyduklarını seslendirmişlerdir. Kanımca onların korkusu şimdi gerçekleşmektedir. İnsanlar birey olarak “kendi kimliklerine” ne kadar sıkı sarılırlarsa sarılsınlar, eninde sonunda bu “kendi” kavramı sınırlıdır ve kaderi de ölmektir. Eğer ölümden sonra hiçbir şey yoksa, o zaman eldeki kısacık ömürde kendini koyverip zevk ve safaya kaptırmanın ne sakıncası vardır? Öbür dünyaya olan inancın kaybı, modern Batı toplumuna ölümcül bir ahlak sorunu yüklemiştir.

Modern Avrupa uygarlığı bu ölümden sonraki hayat kavramını, bilimsellik dışı bir hayat olarak reddetmiştir. Bu durumda insanlar öbür dünyaya inanmaz olmuş, zaferin ancak bu hayatta kazanılabileceğini düşünmüştür. İşte Batılıların modern çağda dünyayı fethetmesi, böylesine güçlü bir biçimde gerçekçi olan bu düşünüş sayesinde mümkün olmuştur.

64.  Japonya ise ruhunu kaybetmeksizin bu kadar başarıyla modernleşmiş, belki Batılı olmayan diğer kültürlerden (örneğin Güney Amerika ormanlarında yaşayan Kızılderililerden) daha iyi duruma gelmiş, modern çağ sonrası insanına bir rehberlik sunmuştur. Bir bakıma bizler hâlâ eski ilkeleri sürdürerek modernleşmişizdir, bir yandan da ritsuryo, yani hukuk toplumu haline gelmişizdir ki bunu da Çin’in yedi ve sekizinci yüzyıllardaki etkilerine borçluyuz.

65.  Bence tektanrıcılık, doğanın sömürülmesini, doğanın fethedilmesini haklı göstermeye yaramıştır. Çoktanrıcı kişi, dağları, ırmakları Tanrı olarak görürken, tektanrıcı, bir tek  Tanrı’ya inanmaktadır, dağların, ırmakların tanrılarını reddetmektedir, o zaman doğayı sömürmekte serbest kalmaktadır. Ayrıca bence tektanrıcılık, diğer insanları fethetme konusunda da güçlü bir dürtü sağlamaktadır.

66.    JAPONYA’NIN BOŞ ÇEKİRDEĞİ  (SHUİCHİ KATO)

NPQ: Japon dünya görüşünün bir tür grup varoluşçuluğu olduğunu, onu durumsal etiğin ve ahlaki göreceliğin güttüğünü söylemek kolay geliyor. Ama merkez nerede? Mutlak değerler hangileri? Fukian Fabian’ın on altınca yüzyılda laikleşen Budizme karşı çıkarken kullandığı polemiği biz de kullanırsak, “kötülüğü cezalandırarak ahlakı koruyan Tanrı nerede?”

KATO: Dışarıdakiler için mutlak bir değer yok. Grubun içinde bir zihinsel tutum var, dürüst olmak, temiz fikirli ya da samimi olmak, davranışlarda bencil olmamak, ahlaken iyi sayılıyor. Dışarıdakilere karşı etik davranış ise farklı bir kritiğe bağlı. Japonlar için en geniş iç grup, Japon milletidir. Bizim için tüm insan nesli iki alt kategoriye ayrılmıştır: Japonlar ve Japon olmayanlar. Yazık ki Japonların çoğunun Japon olmayanlara pek sevgisi yoktur. Hiroşima büyük bir anlayış duygusu yaratmıştır, çünkü acıyı çeken Japondur. Ama bir tek örnek alırsak, 1970’lerde Japon sularında dolaşıp duran Vietnamlı tekne halkına gösterilen tepkisizlik akıl durdurucu olmuştur. Japonlar aslında Japon arabası almak için gereken parayı petrolden kazanmayan ülkelere pek ilgi duymazlar.

            AMERİKAN KÜLTÜRÜNÜN İHRACAT FAZLASI

NPQ: Amerika’nın Japonya karşısında büyük bir ticaret açığı olmakla birlikte, Mickey Mouse’tan Madonna’ya kadar her türlü popüler kültürün ihracatında ticaret dengesi büyük bir artı veriyor. Bizim kitle kültürümüzün, Japon televizyonundan, stereolarında ve walkman’lerinden bu kadar çok yayınlanmasını sağlayan güçlü çekicilik nereden kaynaklanıyor?

KATO: Amerikan kültürü insanlık tarihinde ulusal sınırları aşabilmiş ilk kitle kültürüdür. Geçmişte tabii Almanya, Fransa, İngiltere de yüksek kültür ihraç etmişti. Shakespeare, Manş Denizi’ni geçmeyi başardı, ama İngiliz popüler kültürü, belki Amerikan türü müzik çalan Beatles’ı istisna sayarsak, hiçbir zaman o daracık denizi aşamadı.

Amerikan kitle kültürünün dünyaya çekici gelmesinin üç nedeni var. Birincisi, Amerika son kırk yıldır bir dünya imparatorluğu durumunda. Buna karşılık Sovyetler Birliği’nin kültürel etkisi sınırlı olmuştur. Doğu Avrupa dışında, hemen hemen sıfırdır. Ama ABD’ye bütün dünya ilgi duymaktadır.

İkincisi, kendisinden önce gelen İngiltere İmparatorluğu’ndan farklı olarak, Amerika dünyaya kitle iletişiminin ilk çağında, özellikle televizyonla egemen olmuştur.

Üçüncüsü, Amerikan popüler kültürü, mültietnik bir toplum tarafından yaratılan ve kabul edilen bir kültürdür. ABD kendi sınırları içinde bile zaten bir dünya kültürüdür. Popüler kültür herhangi bir yerden ihraç edilirken, göçmen kitleleriyle Amerika’ya akmıştır. Eğer bütün etnik gruplar,  “Amerikan Hayat Biçimi” denilen sembolik bir alanda yaşayabiliyorsa -beyzbolu, süpermarketleri, rock ya da country müziği, otomobil kültürü ve Disneyland’le yaşayabiliyorsa- dünyanın geri kalanı niye bunu yapmasın?

67.  Dünyanın geri kalanı, Amerikan halkının olağanüstü özgünlüğünü ve yaratıcı dehasını görüyor. Bu yüzyılda Amerikalılar, daha önce hiç var olmayan şeyler yaratmışlardır! Amerikan filmleri, yepyeni bir sanatsal ifade biçimi sunmuş, daha önceki kültürel başarıları hiç taklit etmemiştir. Eski kültürler duraklamayla boğuşurken, Amerika cazı ve rock’n roll’u icat etmiştir. Dünyanın çoğu yerinde popüler kültürler hiç de yaratıcı değildir, tersine, geleneğin ağırlığını taşır. Amerika’da iki birey bir araya gelse bir şey yaratabilir. Yeni bir başlangıcın yolunu hiçbir şey tıkayamaz.

68.   “ÜTOPYA”DAN  SONRA: GELECEĞİN İLKEL TOPLUMU  (JEAN BAUDRILLARD)

NPQ: Siz Amerika için, “Geleceğin ilkel toplumu” dediniz. Ne demek istiyorsunuz?

BAUDRILLARD: Tıpkı geçmişin ilkel toplumları gibi, Amerika’nın da bir geçmişi yok. Yüzyılların anlamını biriktirmiş, gerçeklik ilkelerini geliştirmiş bir “atalar diyarı” yok; ama bunu söylerken bir toprak parçasından değil, sembolik bir diyardan söz ediyorum. Kısacası, Amerika’nın kökleri ancak gelecekte. Bu nedenle de, kendisini nasıl hayal ediyorsa odur, başka bir şey değildir. Sürekli bir simülasyondur. Amerika somut anlamda neyse, tek bağlamı odur. Tarihsel bir bakış açısından, Amerika bir ağırlığa sahip değildir...

69.  İMAJIN BİR TARİHİ: SAHTE OLAYLARDAN ASIL GERÇEĞE

                                                                                                    (DANIEL J.BOORSTIN)

Televizyonun bir sonucu da, bize toplum olmanın yeni yollarını sunmak. Demokrasiler ritüel konusunda çok zayıftır. Ritüel, insanları bir toplum olarak bir araya getiren şeylerdendir, toplumun simgesidir, herkesin bir arada olduğu, aynı tecrübeyi yaşadığı ortamdır. Elbette ki dinsel ritüel de her zaman vardır, ama o artık toplumumuzda silinme yolundadır. Bazı kiliseler artık ritüele hiç dikkat etmemektedirler.

70.  Totaliter toplumlar kendi sevaplarını abartmaya fazla eğilimlidir. Özgür toplular ise kendi günahlarını abartırlar. Günahlarımızı abartmak her zaman için daha  güvenlidir. Bu özgür toplum olmanın kendi kendini garantiye alan niteliğidir. Demokrasimizin nihai sınavı, bilim ve teknolojideki ilerleme paradoksuna izin verirken toplumumuzda sağduyuyu korumaktadır.

Normal olarak, siyasal liderlerle iş dünyası liderlerinde, derin ruhların ya da büyük beyinlerin derinliği beklenmez. Ama içinde yaşadığımız dünyayı biçimlendirme işindeki deneyimleri onlara konuşma hakkı tanımaktadır.

71.     ASYA USULÜ  (LEE KUAN YEW)

1980’de Çin orta kesimlerindeki Wuhan’da., harikulade, modern, Alman yapımı bir çelik fabrikasını ziyaret etmiştim. Avrupa’nın pek çok yerinde rastlayamayacağınız, en son teknolojilerle donatılmış bir fabrikaydı. Ama verim düzeyi bir felaketti. Yüzlerce, belki binlerce işçi, yapacak iş bulamayıp öylece duruyordu. Fazla kadrolar alınmıştı, kârlılık yoktu, yönetim de tepeden aşağıya doğruydu.

Şimdi bunu, Tayvan’daki aynı derecede modern bir çelik fabrikasıyla karşılaştırın. Tayvan fabrikasının başına, Singapur’da çalışmış bir Çinli getirilmişti. Japonların kalite kontrolü çemberlerinin Tayvan’ a uyumlanmış biçimin uyguladı, tüm işgücünü küçük, kendini yöneten birimlere böldü. Her birim fikirler buluyor, onları uyguluyor, alabileceği sonuçlar içinde ödüllendiriliyordu. Verim bir anda fırlayıp yükseldi, çünkü mühendisler kendi çalışma hayatlarını kendileri yönetiyorlardı. Çin’in de dünyayla rekabet edebilmek için yapması gereken budur.

Peki ama kendini yönetmeyi ve eleştirel düşünmeyi öğrenen bu insanlar fabrikanın kapısından çıkıp evlerine gidince ne olacaktır? Düşünebilen, rasyonel insanlar olarak, “Bu kasabada bana ne yapıyor bunlar?” diye soracaktır. “Trafik neden şöyle gidiyor da böyle gitmiyor? Liderler neden öyle davranıyor da böyle davranmıyor?”

Doğal olarak, fabrikada bu kadar iyi sonuçlar veren süreçlerin dışarıda da  uygulanabileceği düşüneceklerdir. Belediye sorunlarıyla ya da diğer yurtiçi sorunlarla ilgili olarak da aynı süreçleri isteyeceklerdir. Bu durumda kendi belediye başkanlarını, kent danışmanlarını seçme talebi gelecektir. Bu durumlar Tayvan’da çevre hareketlerini doğurmuştu, Çin’de de öyle olacaktır, üstelik Çin’de kirlilik durumu çok daha beterdir.

72.    Demek ki ekonomik ilerleme süreci,  katılım istiyor. Ama insan, eğitimli bir işgücünden, fabrikadan çıkar çıkmaz düşünmeyi kesmesini isteyemez. Daha geniş toplum  içinde katılım gerçekleşmezse ekonomik çabaların tümü çöker.

73.   NPQ: Demek ki elli yıl kadar sonra, Batı’nın Çin’deki insan haklarıyla ilgili beklentileri biraz daha gerçekçi olabilir, öyle mi?

74.   YEW: Çin’in elli yıl sonra Amerikan usulü insan haklarını kabul etmiş olacağından o kadar emin değilim. Ama yoksulluk düzeyinin üzerine bir kere çıkarlarsa, doğru dürüst yargılamadan insan kafası kesme, sırtından kurşunlama gibi barbarca olaylar azalacaktır.

75.   Biliyor musunuz, bazen kendimizi Deng Siaoping’in yerine koymamız da gerekiyor. Gençliğinde Fransa’nın Lyon kentinde dört yıl öğrenim görmüş olar Deng, 1920’li yıllarda Marsilya’ya giderken gemiyle Singapur’dan da geçmiş. Buranın ne kadar geri bir yer olduğunu bana kendisi söyledi. Kaydedilen ilerlemeden ötürü beni kutladı ve şöyle dedi: “Ben bir tek Şanghay’la uğraşıyor olsam, orası da sizin Singapur’u değiştirdiğiniz gibi değiştirdi. Ama öyle geniş bir alanda, öyle ağır bir köylü nüfusu var ki, her şeyi yavaşlatıyor.”

76.   Deng’le konuşurken, bu adamın nelerden geçmiş olduğunu asla unutmam. İlk ailesini Kuomintang (KMT) kıyımında kaybetti. Çin’i özgürlüğe kavuşturmak için savaştı. Binlerce yoldaşı KMT tarafından, Japonlar tarafından öldürüldü, hastalık ve açlıktan kırıldı gitti. Japonlar Çin’in yüreğini ele geçirmek üzere kuzeydoğuya yöneldiğinde, Çinliler onların ilerlemesini durdurmak için Sarıırmak baraj kapaklarını açtılar. Ertesi yıl kıtlık oldu, milyonlarca insan açlıktan öldü! Ama Japonları durdurmak için ödemeleri gereken bedel buydu.

77.   Yani insan Deng’le ve diğer liderlerle, belki bin kadar öğrencinin öldüğü Tiananmen hakkında konuşurken, bu zemini bilerek konuşmalı. Deng, Çin’e düzen ve istikrar getirebilmek için büyük bedel ödemiştir, şimdi Çin’in istikrarını bozup onu kaosa sürükleyecek fasa fisoya tahammül edemez. Ona bu hakkı kim mi veriyor? Kendisi aldı o hakkı. Bu, Çin kültürünün bir parçası. Halk deyimleri bile vardır, “Dünyayı fethettim, dünyayı yönetirim”. Birisi ona meydan okumak istiyorsa silahı alır, planı kurar, onun hakkından gelir! Çin’de insan haklarını böyle düşünmek gerekir.

78.   NPQ: Filipinler Meclisi ülkedeki ABD üslerini kapatma konusunda oy verdiğinde, Singapur, ABD filosuna üs teklif etmişti. Yirminci yüzyılın şu son on yılı içinde Amerikan askeri varlığının Asya’da hâlâ bulunmasının mantığı nedir? Amerikalılar giderse Japon tahakkümünden mi korkuyorsunuz?

79.   YEW: Doğa hiçbir zaman boşluklardan hoşlanmaz. Bir boşluk varsa, birilerinin onu dolduracağı kesindir. Japonların, kendi ticaret yolları, Körfez petrolüne ulaşma olanakları tehdit altına girmedikçe, bu boşluğu doldurmak isteyeceklerini pek sanmıyorum. Ama eğer Amerikalılar ortalıktan çekilirse, Japonlar kendi petrol tankerlerini kimin koruyacağından emin olamaz,  kendileri bir şeyler yapma gereğini duyabilirler. Bu sefer Korelilerin tetiği çekilmiş olur, çünkü onlar Japonlardan korkarlar. Derken onları Çin izler. O zaman da Hindistan, iki uçak gemisiyle bizim denizlere gelir mi acaba?

Bunlar son derece istikrar bozucu olaylardır. Öyle olunca da, bugüne kadar iyi sonuç vermiş bir düzeni neden sürdürmeyelim? ABD’nin varlığı 1945’ten beri Pasifik denizlerinde barışı koruyabilmiştir. Benim kendi görüşüme göre Amerika’nın varlığı, Doğu Asya’da uluslararası hukukun devamı için şarttır. Biz burada savunma konusunda konuşurken, bir güç boşluğu olduğunda ortaya çıkabilecek tehditlere bakıyoruz.

80.   NPQ: Japonlar Körfez Savaşı sırasında mayın tarayıcılarını yolladıklarında, Asya sularındaki seyirleri çok kuşku çekmişti. Japonya’da son zamanlarda gündeme gelen, yabancı ülkelerdeki barış güçlerine Öz-Savunma Kuvvetleri gönderip göndermeme tartışmaları da, söylentilere göre sizi kaygılandırmış. Kaygılı mısınız?

81.   YEW : Japonya’nın yabancı ülkelere kuvvetlerini yollamasına izin vermek, bir alkoliğe likörlü çikolata ikram etmeye benzer. Japonlar bir kere perhizi bozdu mu, onları durdurmak çok zor olur. Japonlar ne yaparsa iyi yapar. bu onların kültürünün bir parçası. Yapılacak iş ister Samuray kılıcını bilemek olsun, ister Sony marka tape-recorder üretmek olsun, ister compact disk imal etmek olsun. Demek ki silahlı kuvvet oluşturmaya başlarlarsa, onlarınki en iyisi olacaktır ve en ileri silahlarla donatılacaktır.

82.   Her ne kadar genç kuşağın değer yargılarının değiştiği kanısındaysam da, onların kafa kesip sırığa dikmeyeceğine inanıyorsam da, çaresiz bir duruma düşerlerse, örneğin petrol piyasalarına erişimleri tıkanırsa, dedelerinin hışmıyla harekete geçmeyeceklerinin bir garantisi var mı?

83.   Amerikan güvenlik ittifakı sürerse, Japonları da high-definition televizyon üretmek serbest bırakırsa, hepimiz daha mutlu olabileceğimiz gibi, şimdiki kuşak Japonlar da daha mutlu olur.

84.   NPQ: Sizin bakış açınızdan, Amerika’nın varlığı hem güvenlik boşluğu doğurmamak için, hem de açık küresel ekonomik entegrasyon için hayati bir şey, öyle mi?

YEW: Evet, öyle. İşbirliği ve rekabetle herkesin refahının arttığı bir Asya’da, barışın hüküm sürmesi, kimsenin silah sarılmaması, esas norm olmuştur. Bu çeşit bir Asya, bu çeşit bir Pasifik, Amerika’nın önemli ekonomik ve güvenlik varlığı olmadan var olamaz. Doğu Asya refahı, Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurup geliştirdiği küresel sisteme göre büyümüştür. Biz tam belli derecelere ulaşmaya çalışırken şimdi Asya’yı kapatmak, çok büyük gücenikliklere, sonunda da çatışmalara dönüşebilir. Kendi sınırlarımız içerisinde sakin sakin yaşadığımız o eski, yavaş dünya, artık geri dönmeyecek biçimde bitmiştir.

85.   Savaş sonrası dönemde Amerikan idealizmi, Japonya’yı da, Asya’nın büyük kesimlerini de, eskiden bize kapalı olan bir dünyayla entegre etmiştir. Gerçekten de şimdi içinde yaşamakta olduğumuz entegre olmuş dünyayı anlatan, Amerikan gücü olmuştur, tam Soğuk Savaş kazanılmışken onun çökmesine izin vermek de çılgınlık olur.

86.   Amerikan gücüne ne olursa olsun, artık geri dönmemiz söz konusu değildir. İcat edilmiş olan uçakları, uyduları, icat edilmemiş sayamayız. Amerikalıların yarattığı küresel bilinci de yok sayamayız.

87.    ADAM SMITH HAKLIYMIŞ   (MICHEAL MANLEY)

 Bir çıkar ya da kâr amacı olmayınca, günde on altı saat boyunca elinden gelenin en iyisini yapmakta diretecek çok az insan var. Bu insan psikolojisinin temel gerçeklerinden biri. Dokuzdan beşe kadar çalışmaya meraklı, gün boyu hep paydosu bekleyen insanlarla, ne Jameica’nın, ne de başka bir gelişmekte olan ülkenin yoksulluktan kurtulması mümkün olabilirdi.

88.   DOĞU’DA VE BATI’DA KAPİTALİZM: BİR DİYALOG

(AKİO MORİTA VE DAVID ROCKEFELLER)

                                                KÜLTÜREL FARKLAR VE JAPONYA’NIN YENİ DÜNYADAKİ ROLÜ

MORİTA : Japonya’da ve Amerika’da toplumun kökleri de çok farklıdır. Amerikan kültürü esas olarak Hıristiyan bir kültürdür. Zor duruma düşmüş birini görünce, otomatik olarak, yardım etmeniz gerektiğini hissedersiniz. Japon kültürüyse Konfüçyüs geleneğinden gelmedir, o felsefe esas olarak özdenetime ve davranış kontrolüne dayanır. İnsanın mütevazı olması, fazla şey beklememesi beklenir. Konfüçyüsçülüğün başka insanlara nasıl muamele ettiğinizle pek ilgisi yoktur, konu daha çok kişisel ahlakla ilgilidir. Sonuç olarak, Japonlar kendilerinden olanlara, dostlara cömert davranma eğilimindedir, ama yabancılara öyle davranmazlar. Amerikalılar ise herkese karşı cömerttir.

89.   “Millet” kavramı da çok farklıdır, Japon halkı Japon olarak doğmuştur. Amerika ise Amerikalı olmak için kendi kıyılarına gelip duran göçmenlerden oluşmuştur. Geniş ve açık bir alan üzerinde düzen yaratmak için, kendine güvenen toplumlar kendi kurallarını koymuş, bunları uygulayacak bir şerif tutmuşlardır. Demek ki tarihsel açıdan Amerikalılar, kendi çıkarlarını kollayacak kuralları yaratmasını bilirler. Özyönetim tecrübesi sayesinde, kuralların başkalarının iyiliği için değil, kendi çıkarları için konulduğunu bilirler. Japon zihniyeti böyle bir deneyimden etkilenmiş değildir. Binlerce yıldan beri bizi hep bir hükümet yönetmiş, o hükümet kendi kurallarını bize kabul ettirmiştir.

           PEARL HARBOUR’I HATIRLAMAK   

O sıra ben Osaka Üniversitesi’nde, fizik bölümündeydim. Profesörüm Japon donanmasına ileri silah teknolojisi geliştirilmesinde yardımcı oluyordu, ben de ona yardım etmeye gönüllü oldum. İşim ısı-güdümlü füzelerin geliştirilmesine yardımcı olmaktı. Atom fiziğine de giriyorduk. Ben bir makale yazmış, atom enerjisinin teorik olarak bomba amacıyla da kullanılabileceğine değinmiştim, ama (o zamanki teknolojinin düzeyiyle) buna yetecek uranyumu biriktirmenin yirmi yıl süreceğini söylemiştim. Buradan da, atom bombasının içinde bulunduğumuz savaşta kullanılmayacağı sonucuna varmıştım.

90.   Bazen bir B-29 düşürüldüğünde, parçaları bizim laboratuvara, analize getiriliyordu. Bu makineleri görmek,  karşımızdaki teknolojik uçurumu görmemi sağladı. Donanmada askerlik yaparken, hava fotoğrafları bölümündeydim. Fairchild marka bir fotoğraf makinesi kullanıyordum. Japon makinelerinin hemen hemen tümü Faircild’ın kopyasıydı. Bunun yalnız fotoğraf makinelerinde değil, her şeyde böyle olduğunu, bizim her şeyi ABD’den öğrenmekte olduğumuzu o zaman anladım. Yani Japonya savaşın ilk aylarında, Havai’de olduğu gibi bazı zaferler kazanmış olsa bile, bunun çok tehlikeli olduğunu, nedeninin de Amerika’nın teknolojideki ileri durumu olduğunu biliyorduk.

Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının düşmesi bir şok oldu. Benim fizik bilgime göre,  ABD’nin bilimde yirmi yıl sonraya sıçramış olduğu ortadaydı. Bombadan sonra hiçbir şansımız kalmadığına kesinlikle inandım. Daha sonra, savaş bitince, duygularım karmaşıklaştı. Kazanmayı istemiştik ama teknolojik açıdan bu kadar gerideyken hiçbir şansımız olmayacağı belliydi. Bu üzüntülerime rağmen, artık daha yeni bombalar atılamayacağına, daha fazla zarar verilemeyeceğine de seviniyordum.

91.   O sırada haberler askeri kontrol altında olduğu için, atom bombası atıldığını duymuştuk ama, ne kadar zarar verdiğini, kaç kişiyi öldürdüğünü bilmiyorduk. Ayrıca unutmayın ki Japonya’da halk, aslında hiçbir zaman Amerikalılarla düşman olarak karşı karşıya gelmedi. Havadan bombardımanlar elbette oluyordu ama bu da doğanın getirdiği deprem felaketlerinden farklı değildi. Düşmanla yüz yüze gelemediğimiz için, biz Japonlar pek de Amerikan düşmanı duygular geliştirmedik.

92.   AMERİKAN İŞGALİ VE SAVAŞ SONRASI ONARIMLAR

Tabii General Mac Arthur’un garnizonunda daha geniş bir gündem vardı. Onun niyeti, Japonya’nın sistemini tümden değiştirmekti. Aslında bugün bize Japonya’nın geleneksel usulü diye tanıtılan pek çok şey, örneğin ömür boyu tek müessesede çalışmak ve idari rehberlik gibi şeyler, aslında Amerikan politikasının sonuçlarıydı. MacArthur, Japonya’ya, totaliter sistemin yanlış olduğunu söyledi. Demokrasiyi benimsememiz, ifade özgürlüğüne izin vermemiz gerektiğini söyledi. O nedenle de komünistler ve sol kanat sendikacıları cezaevlerinden serbest bırakıldı, siyasal sürece katılmaları sağlandı.  

93.   KENBEİ VE JAPON DÜŞMANLIĞI

ROCKEFELLER: Amerikalıların, Çöl Fırtınası Operasyonu’nda Japonların yardım etme konusundaki geç cevabından rahatsız olduğu bir gerçektir. Ama sonunda Japonya 13 milyar dolar verdi, yani savaş giderlerinin dörtte birini karşılamış oldu. Bu bana büyük bir cömertlik gibi göründü. Ama sonucu gölgeleyen, Japonya’nın bu karara varma işini o kadar uzatması olmuştu. Zaten Japonya hep öyledir. İster siyasal nedenle, ister başka nedenlerle olsun, Japonya genellikle bir sonuca çok uzun sürede varıyor, bir taahhütte bulunmakta, özellikle tatsız bir taahhütte bulunmakta kararsızmış gibi gözüküyor. Ama sonunda her seferinde iyi bir kararla ortaya çıkıyor.    

 
 
  Bugün 1540404 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol