KİTABIN ADI : OSMANLI KİMLİĞİ
YAZARI : TANER TİMUR
1. F.Braudel, Fransız kimlik sorunu ile ilgili bir yazısında bu sorunu "geçmişle bugün arasında bir uyum sağlama" olarak görüyordu. Bu sözler Türkleri düşündürmelidir.
2. Çünkü, insanlar, genellikle çocukluklarından itibaren, kendilerine geçmişlerini öven ve yücelten bir ideoloji içinde büyürler. Günümüzün dünyasının toplumsal birimlerini teşkil eden Ulus-Devletlerin kurumsal yapıları da, bu eğilimi besler ve güçlendirir. Böylece insanlar, doğal ve kendiliğinden bir süreç içinde, toplumlarının tarihini kendi hayatlarının bir parçası gibi görmeye alışılar. Toplumsal yapılar bireylere asgari bir hayat düzeyi ve mutluluk sağladığı sürece böyle bir düşünce yapısı büyük bir sorun yaratmaz. Doğal bir korunma içgüdüsüyle insan nasıl kendiyle hoşnutluk içinde yaşarsa, içinde yaşadığı toplumu da sever ve benimser. Buhran, iktisadi çelişkilerden ve toplumsal sarsıntılardan doğar. Bu gibi durumlarda insanın kendi hemcinsleriyle, toplumun da dış dünyayla kurduğu ilişkilerdeki göreli ahenk bozulur. Tarih boyunca buhranlar, toplumsal ilişkilere ve iktisadi altyapılara göre değişik biçimler almıştır. Fakat birey açısından hepsinin yarattığı duygular aşağı yukarı aynıdır: Korku, kötümserlik ve geleceğe karşı güvensizlik. Bu duygularla yoğrulmuş bir psikolojik ortam, insanlarda birbirine ters yönde iki türlü tutum yaratır. Buhran içindeki toplumlarda insanların bir kısmı -somut tarihi gözlemlere göre çoğunluğu- bakışlarını ve özlemlerini geçmişe çevirirler. Kendi toplumlarının tarihinde insanların ahenk ve mutluluk içinde yaşadığı dönemler arar ve bulurlar. Ayrıca böyle bir dönemi düş alemlerinde büsbütün idealize eder ve kutsallaştırırlar. Artık tüm amaçları sarsılmaz bir inançla ve inatçı bir bağnazlıkla sarıldıkları bu "altın çağ"ı yeniden yaşamaktır. Bu konuda katlanmayacakları fedakârlık, göğüs germeyecekleri tehlike yoktur.
3. Bir kriz içinde bulunuyoruz ve bunu bir kültür krizi, bir kimlik sorunu olarak yaşıyoruz. Evrensel tarih içindeki yerimizi ve hangi uygarlığa mensup olduğumuzu, kendi kendimizi ikna edecek ölçüde ortaya koymuş değiliz. Gözlerimizi geçmişe çeviriyor ve tarihimizle hesaplaşmaya çalışıyoruz.
4. Tarihimizle ilgili ilk gözlemimiz, bugünle geçmişimiz arasındaki rahatsız edici kopukluk olmaktadır. Gerçekten kimlik sorunumuzu yaratan husus da açıklamasını yapamadığımız kopukluktur.
5. Tarihimize rasyonel düşünce tarzıyla bakıyor ve görüyoruz ki; aşağı yukarı son dönemine kadar Osmanlı kültüründe egemen düşünce tarzı akılcılık değildir. Modern düşüncenin aksine, Osmanlı düşüncesinin temelinde şüphe değil, inanç yatmaktadır. Bu inanç kutsaldır ve şüphe insanları küçülten, toplumdan uzaklaştıran ve cezalandırılan bir duygudur. Osmanlı toplumunda 19. yüzyıl sonlarına kadar süren bu düşünce tarzı, aslında Batı geleneğinde skolâstik düşünceye verilen isimdir. Batı, kendi tarihinde skolâstik zihniyetle kopuşu Rönesans'ta, daha da belirgin bir şekilde, 17. yüzyılın bilimsel devrimleri ve 18. yüzyılın Aydınlanma hareketi sayesinde sağladığı kanısındadır. Bu tarihlerin ve dönemlerin göreli niteliğini unutmayalım. Fakat yine de "zihniyet" açısından bakıldığında, Osmanlı ortaçağının çok yakın tarihlere kadar sürdüğünü kabul etmek zorundayız.
6. Demek ki düşünce tarzımız itibariyle geçmişimizle kopuş halindeyiz. Bununla beraber bu kesintinin mutlak olduğunu ve günümüzde geçmişten hiçbir kalıntı bulunmadığını söyleyebilir miyiz? Sanırım bunu hiç kimse savunamaz. Günümüzde geçmişimiz yaşıyor; fakat rasyonel bir şekilde, bilincine varılmış olarak yaşamıyor. Daha ziyade nesilden nesile devredilen ve bir çeşit "kolektif bilinç altı”mızı teşkil eden bir duygu birikimi şeklinde yaşıyor.
7. Tutucu çevreler açısından durum oldukça açıktır. Onların en büyük endişeleri "geçmişimizden kopmamak", "benliğimizi kaybetmemek" ve "tarihimizi inkar etmemek"tir. Ne olduğunu kendileri de pek anlamadan sık sık "değerlerimizi kaybetmeyelim!" diye haykırırlar. Bu yüzden tarihimize kritik bir yaklaşımla eğilen analizleri şüpheyle karşılar ve çoğu kez "geçmişimizin kötülenmesi" olarak reddederler. Türk tarihini evrensel tarihten koparıp kendine özgü ve kendi kendine yeten bir bütün olarak ele alırlar. Tarihimizin övülmesi zorunluluğunu, ulusal tarih anlayışının baş ilkesi olarak görürler. Böyle bir tutum, bilim dışı niteliğinin dışında, kendi içinde de çelişkilerle doludur.
8. Osmanlı Devleti'ni "Şark Meselesi" sorunsalı içinde ele alınca, meseleyi kavramak için 19. yüzyılın temel toplumsal ve siyasal güçlerini analizle işe başlamak gerekir. Sanayi devrimi; modern sınıfların doğuşu; devrim ve karşı-devrim hareketleri; ulusal hareketlerin ortaya çıkışı; anayasa hareketleri ve demokratik ilkeler için verilen kavga vb. gibi sorunlar, bu bağlamda incelenmesi gereken sorunlardır. Bu konularda tarihi yapan dinamizm 1830, 1848 ve 1870 ihtilallerinde ifadesini bulan düzen değiştirme özlemi ile Metternich, Guizot, Palmerston ve III.Napolyon gibi isimlerin temsil ettiği tutucu güçler ve özlemler arasındaki kavgaya dayanmaktadır. Bu evrensel kontekst içinde ele alınınca, Osmanlı devlet adamları tarihin yapıcıları olarak değil; epeyce mütevazı figüranları olarak görünmektedir. Çağımızda egemen olan uygarlık, bu çelişkili taban üzerinde gelişmiştir ve bugünün Batılı insanı değerlerini bu düzey ve referans çerçevesi içinde oluşturmaktadır. Çağdaş olma iddiasındaki Türk aydını da değer ve ölçütlerini bu düzeyde yaratmalıdır.
9. Çağdaş aydınımızın ilk temsilcileri 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki buhranlı ortamda şekillenmiştir. Oysa bu nesiller geçmişten, bilinçli bir bilânçosunu yapamadıkları ve kendilerinin bir çeşit 'kolektif bilinçaltı'nı" meydana getiren bir miras devralmışlardır. Kemalist dönem umutsuzluk dalgalarını dağıtmış, yeni bir heyecan ve yeni bir ruh getirmiş; fakat geleneksel değerlerle çağdaş değerleri, düşünce yapımızla, duygu yapımızı uyum haline sokan bir kültür devrimine dönüşememiştir.
10. Modern anlamıyla aydın sorumluluğu taşıyan herkesin en büyük özlemi ve en büyük çıkarı özgürlük ve hoşgörüdür. Aydın kendi çıkarını, hatta kendi varlığını savunmak için özgürlüğü savunmak zorundadır. Aksi takdirde son derece bilgili olabilir, fakat "katip" ve " kapıkulu" olarak kalmaya mahkumdur.
11. Bugün bizim tarihimizde "Batılılaşma" olarak sunduğumuz değişikliklerin benzerini, hatta bazen daha kapsamlılarını İngiltere ve Fransa sömürgelerinde yapmışlardır. Fakat oralarda sürecin niteliği apaçık ortada olduğu için, hiçbir sömürge aydını, bu dönemi "Batılılaşma" olarak övmemiştir.
12. Bu üretim aygıtını incelemek, bir bakıma asıl altyapıyı teşkil eden üretim biçimini incelemekten daha kolaydır. Bu bağlamda en önemli üretim aracı okul, en yaygın ürün de kitaptır. Bunları incelememiz, bir toplumun üretim güçlerini, üretim tekniklerini, vergi sistemini vb. öğrenmemizden daha kolaydır.
13. Batı'yı çağdaş uygarlık haline getiren düşünce akımları, gözlerini önce geçmişe, sonra geçmişten alınan ilhamla geleceğe çevirmişlerdi. Rönesans düşünürlerinin, doğal hukuk kuramcılarının ve 17. yüzyıl İngiliz düşünürlerinin, eserlerinin büyük bir kısmını, eski Yunan düşünürlerinden aktarmalar teşkil etmektedir. Osmanlı uleması ise, 20. yüzyıla girerken, giderek egemen olacak yeni bir gelenek yaratmış ve eskiler nasıl "otorite"leri naklediyorsa, aynı şekilde batılı yazarları nakletmeye başlamıştır. Ancak etkilendiği yazarı bütün boyutları içinde tanıyabilecek bir kültürel konumda olmadığı için, aslında nakilciliği belli bir tutuculuğa çekilen kılıf olmaktan öteye gidememiştir.
14. Osmanlı toplumu İslam yüzünden geri kalmamıştır. Osmanlı toplumunu geri bırakan unsurlar, aynı ortam içinde, dini de geri bırakmıştır.
15. Fıkıh, Kuran'a, Hadislere, İcma-ı Ümmet'e ve Kıyas'a dayanıyordu.
16. Ayrıca yukarda anlatılan İmamlık teorisine göre, esas olan yönetimin adalete dayanmasıdır. Halkın isyanı o kadar kötü bir şeydir ki, İmam'ın zulmü halinde bile bu yola başvurmamak lazımdır. Bu fikir Abu Hanife'den itibaren İslam düşüncesine egemen olmuş ve sadece Al-Şafi ve izleyicileri tarafından reddedilmiştir. Gerçekten Al-Şafi'ye göre, zulüm yaptıkları takdirde bizzat İmam'lar da herhangi bir kadı veya kumandan gibi azledilmeliydiler.
17. Emeviler devrinde, merkezi örgütlenme çabaları içinde, adalet dağıtma mekanizması da kurumsallaştı ve "kadı"lık işlevi yaratıldı. Başlangıçta her türlü hukuki ihtilafa bakan kadılar zamanla uzmanlaştılar ve Abbasi döneminde, muhtemelen Sasaniler'den kalan bir sistem olan "Başkadı" görevi yaratıldı. Aynı dönemde, yine İran etkisiyle, kadı kararlarına itirazı inceleyecek üst mahkemeler örgütlendi.
18. Felsefi düşünce geleneğinin olmadığı bir topumda belli bir tarih anlayışı toplumsal bir harç rolü oynamış ve Türk milliyetçiliğinin de temelini oluşturmuştur.
19. Osmanlılarda tarih ilmi, toplumsal konuları ilgilendiren tüm disiplinlerde olduğu gibi "kutsal" nitelikteydi ve kutsal tarihi anlatıyordu. Bu demektir ki tarih, insan tarafından değil, Allah tarafından yapılıyordu ve fertler bunun sonucuna "kader" şeklinde katlanıyorlardı. İnsanlar özgür ve sorumlu bir şekilde tarihin yapılmasına katılmıyorlardı. Bu yüzden tarihi gelişimi de doğrudan doğruya ve rasyonel bir şekilde anlayamıyorlardı.
20. Geleneksel Osmanlı kaynaklarında Türkler iki şekilde ele alınmışlardır. Bunlardan birincisi, "Kutsal Tarih"i teşkil eden "silsilename"nin bir halkası oluşlarıdır. Bu anlamda İslam uygarlığı tarihinde onurlu bir yer işgal etmişler ve İslam’ın kılıcı olarak daima övgü konusu olmuşlardır. Osmanlılar da bu bağlamda Türk kökenli olduklarını hiçbir zaman unutmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı toplumu klasik çağın kurumsal istikrarına kavuşurken, Türklük sorunu ikinci bir şekilde daha ortaya çıkmıştır. O da yerleşik bir uygarlığın geri kalmış, göçebelik halini korumuş unsurları oluşlarıyla ilgilidir. Burada söz konusu olan elbette ki Türklerin bir kısmıdır; Türkmen ve Yörük aşiretleridir. Fakat yönetici zümre hem çeşitli karışımlarla etnik saflığını kaybettiği; hem de daha önemlisi kendini dini terimlerle tanımladığı için Osmanlılarda "Türk" terimi giderek küçültücü bir anlam kazanmaya başlamıştır. Gerçekten 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı vakayinameleri Türkleri aşağılayıcı sıfatlarla doludur. "Kaba Türk", "cahil Türk" vb. gibi nitelemeler Osmanlı kroniklerinde bol bol rastlanan ifadelerdir. Ancak tekrarlayalım ki bu sıfatlar göçebe ve yarı göçebe hayat tarzından yerleşik uygarlıklara geçiş sürecinde ortaya çıkmış ve geçişe uyum sağlayamamış unsurlar için kullanılmışlardır.
21. 18. ve 19. Yüzyıllarda Osmanlı geri kalmışlığını açıklamak için, iki yöntem bazen de tamamlayıcı bir biçimde kullanılıyor. Bunları çok geniş bir şekilde alt-yapı ve üst-yapı yaklaşımları olarak niteleyebiliriz. Bu yaklaşımlardan birincisine göre Osmanlı geri kalmışlığı, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin dar ve donmuş kalıpları kırılamadığı ve bir sanayi devrimi yaratılamadığı için doğmuştur. Sivil Toplum"un ve "Ulusal burjuvazi"nin gelişmemiş bulunmaları, bu görüşün başlıca kaynaklarını teşkil ediyor. Üst yapı yaklaşımı ise Osmanlı çöküşünü bir kültür ve zihniyet sorunu olarak ele almakta ve Batı'da Rönesans'tan itibaren gerçekleşen kültür devriminin Osmanlı Devleti'nde karşılığının bulunmadığını vurgulamaktadır.
22. Bu iki bakış açısının somut planda kesişme noktaları yok mudur? Maddi üretim eksikliği, hangi durumda aynı zamanda kendini manevi üretim eksikliği olarak da hissettirebilir? Sanıyorum ki bu sorulara yanıt aramak, Osmanlı geri kalmışlığının şimdiye kadar pek incelenmemiş boyutlarını görmeye ve açıklamaya yol açacaktır.
23. Rönesans’tan itibaren Batı gelişmesi ile Osmanlı gelişmesini karşılaştırmalı bir şekilde ele alırsak, arada birçok formel benzerliklere rağmen, Osmanlı toplumunda Avrupa'da ortaya çıkan ve giderek Batı düzenine damgasını vuran bir unsurun bulunmadığını görürüz. Bu unsur "bağımsız aydın" kategorisidir. Bu kavramla, siyasal iktidardan bağımsız, kritik espri sahibi ve özgür düşünceli bireyleri kastediyoruz.
24. Modern çağlara kadar "aydın"ların başta gelen işlevi, içinde yaşadıkları toplum düzeninin meşruluğunu ve işlerliğini sağlayacak dünya görüşünü üretmekti. Bu görüş genellikle dini bir karakter taşıdığı için okullar da daha çok ibadet yerleriyle bir arada bulunuyordu. Sümer'de tarihin kaydettiği ilk okullar bu amaçla ve mabetlerin içinde kurulmuştu.
25. Osmanlı devlet ve eğitim düzenini, biraz sonra anlatacağımız gibi, çok uzun sürmüş bir ortaçağ şeklinde düşünebiliriz. Bu bakımdan Batı'da Ortaçağ kurumları yıkılıp, kapitalist düzen kurulduğu ve bu düzenle birlikte yeni bir "aydın"tipi ortaya çıktığı dönemde bile Osmanlı toplumu geleneksel "alim"lerini üretmeye devam etmiştir. İki uygarlık arasındaki bu kesinti, bir yönüyle kapitalizmin temel bir özelliği ile açıklanabilir. Bu özelliği kapitalizme damgasını vuran "mal bolluğu", "kitap bolluğu" şeklinde ortaya çıkıyor. Gerçekten kitap üretimi ve onunla ilgili olarak basın ve yayın faaliyetleri kapitalist işletme şeklini alınca, kültür de kitle boyutları kazanmış ve "aydın" için yeni olanaklar, yeni işlevler doğmuştur. Batı'da Aydınlanma çağını yaratan yeni "aydın" tipi bu ortamda ve bu evrim içinde ortaya çıkmıştır.
26. Batı'da da Osmanlı Devletinde de Ortaçağ boyunca okul ve eğitim dini sistemin bir parçasıydı. Avrupa'daki Kilise Okul ikilisine de Osmanlıların Cami-Medrese ikilisi tekabül ediyordu.
27. Batı Rönesans’ını, ortaçağda kültür tekelini elinde bulunduran Kilise-Okul aygıtının dışında yer alan yeni unsurlar sağlamışlardır. Bu unsurlar ise, kapitalizmin gelişmesi, matbaanın icadı ve basın yayın faaliyetlerinin önce manifaktür, daha sonra da kapitalist işletme biçiminde örgütlenmeleri ile ortaya çıkabilmişlerdir.
28. Osmanlı toplumunda bu ortamı yaratabilecek bir sosyo-ekonomik evrime tanık olamadığımız için bu gibi "yeni aydın"lara rastlayamıyoruz.
29. Rönesans’tan itibaren artan refaha paralel olarak, Batılı merkezlerde zihniyetler ve adetler değişmeye ve zevkler incelmeye başlamıştır. Bu dönemde halka ve çocuklara uygarca davranışları öğrenmek amacıyla birçok "adabı muaşeret" kitapları yazılmıştır. Lüks ihtiyaçların arttığı ve sanatı zenginleştirdiği bir ortamda Rönesans aydınları "insanı, süslenmesi gereken bir sanat eseri" gibi ele almaya başlamışlardır. Böylece kapitalizm kültür ve sanatı, bunlarda kapitalizmi destekleyen araçlar olmuşlardır. Bu sürecin aynı zamanda yeni toplumsal sömürü mekanizmalarının ve modern sınıfların doğmasına yol açması, evrimin ilerici yönünün gözden kaçmasına neden olmamalıdır.
30. Sosyo-ekonomik azgelişmişlikle bir arada giden kültürel bir azgelişmişlik içinde bulunan Osmanlı aydınları, bu kültür kıtasında düşünmeye başladılar. Eğer sabırlı bir çalışma ile batı kültürünü özümleyebilseler ve buna kritik bir biçimde bakabilselerdi, sorun çok daha ileri bir çözüme kavuşabilirdi. Oysa, bunun önkoşulları yoktu. Osmanlı aydınları devletten bağımsız değildiler ve hepsinin de ortak amacı "devleti kurtarmak" idi. Bu yüzden Batı düşüncesine selektif bir biçimde ve savunma içgüdüsüyle baktılar.
31. Kendi tarihlerini yazmayan, uygarlıklarının nesnel ürünlerini geriye bırakmayan ulusların tarihini, başka ulusların tarihine dayanarak yazmak güçtür. Bu yüzden Orta Asya tarihimiz, efsaneler ve destanlarla karışık bir biçimde bilinmeye devam etmiştir.
32. Irkla ilgili çalışmalar yapan birçok antropolog ve filozof, Avrupa uluslarını nasıl bir etnik sentez ürünü olarak görüyorsa, Türkleri de öyle görmüşlerdir. Irk temeli bulunamayan Batı, kendi uygarlığını "kültür" temelinde savunmaya başlamış ve diğer uygarlıklarla farkını orada görmüştür. Gerçekten 18. yüzyılda, bir yandan ırkçılık icat edilirken, öte yandan da "halk egemenliği", "kuvvetler ayrımı" ve "fikir özgürlüğü" gibi ilkeler geliştiriliyordu. Batı, egemen düşünce olarak Doğu'yu, düşük bir ırka mensup olduğu için değil, halk egemenliğine dayanmadığı, özgür olmadığı, kısaca "despotik" ve "skolastik" olduğu için eleştirmiştir. Elbette bu düşünce her zaman objektif ve dürüst bir şekilde ifade edilmemiştir. Fakat, Batı'nın resmi felsefesi bu olmuştur. İşte Osmanlı aydınları, kendilerine bu felsefeyi muhatap alarak, Osmanlı toplumunu demokrasi ve özgürlük açısından eleştireceklerine, ırkçıları muhatap almışlar ve tarihte Türklerin, her türlü etkinin dışında, bir çok uygarlıklar kurduklarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır ve bu makalenin konusuna girmeyen birtakım sosyo-ekonomik etkenlerle, Osmanlı aydını devletten bağımsız hareket edememiş, Kapıkulu olmuş ve muhalefeti de hemen daima yönetici zümre içinde "hizip muhalefeti" olmuştur.
33. 17. yüzyılda bilimi Hıristiyan teolojiden ayıran devrimci gelişim Aydınlanma çağında egemen çizgi haline gelince, Batı dünyası diğer ülkeleri farklı bir şekilde değerlendirmeye başladı. Gerçekten 17. yüzyılın son çeyreği ile 18. yüzyıl, bugün bütün dünya tarafından paylaşılmasa bile, bütün dünyaya egemen olan değerlerin yaratıldığı dönem oldu. Hiç kuşkusuz bu değerlerin yaratılmaları ile iktidarlar tarafından benimsenmeleri eşzamanlı olmadı. Batılı değerlerin zaferi büyük kavgalar ve hatta bazen iç savaşlarla birlikte gerçekleşti ve bu süreç sonunda Batı, artık kendini "Kutsal Devlet-Kutsal Düzen" olarak değil, "özgür ve akılcı" bir düzen olarak görmeye başladı.
34. Batı kendi uygarlığına evrensel bir nitelik veren değerleri yaratırken, "doğu"yu da yarattı. Başka bir deyişle kendisini, antinomik bir şekilde "Doğu"ya göre tanımladı. Bu şekilde "Batı" üstün bir değer olurken, "Doğu"da giderek küçültücü ve horlayıcı bir sıfat haline gelmeye başladı. Oysa Haçlı seferlerinden 17. yüzyıla kadar giden bir dönem içinde Batı, başka bir dünya olarak gördüğü "doğu" tarafından etkilenmiş ve hatta biraz da büyülenmişti. Bu dönemin büyük bir kısmında, Batı, İslam’ın başlıca temsilcisi olarak Türk'ü gördü. Türk'ün, Batı gözünde İslam’ın ve giderek Doğu'nun temsilcisi oluşu esas itibariyle Osmanlı devrinde ve İstanbul'un fethinden sonra gerçekleşti. Bu şekilde Türk, yüzyıllar boyunca batılı saraylara korku ve endişe salan bir güç oldu. Fakat batı duyarlılığının bu olumsuz yönü, Türk'e karşı bir saygı, hatta bazen pek de gizlenemeyen bir hayranlık duygusundan bağımsız değildi. Batı Türk'ü bu gelişim süreci içinde incelenmeye ve tanınmaya değer bir düşman olarak gördü. Osmanlı, Batı'yı yüzyıllar boyunca küçümserken ve onun ne dilini, ne örf ve adetlerini ve ne de siyasal sistemini incelemeye gerek duymazken, batı Türk'ü her yönüyle inceledi ve bir "Türk imajı" yarattı. Hiç kuşkusuz bu imaj, katı ve kesin değildi, Doğu-Batı ilişkilerinin seyrine ve bu iki dünyanın niteliksel değişmelerine paralel olarak o da değişti. Osmanlıların 19. yüzyılda geleneksel kültürlerinin artık pratik sorunları çözemez hale geldiğini iyice anlamaya başladıkları bir sırada, Batı'da da "Türk imajı" uygarlığa ve özgürlüğe ters düşen, olumsuz bir içerik kazanmaya başlamıştı. Paradoksal olarak Türkler, Batı'nın üstünlüğünü kabullendikleri bu son dönemde kendi kimlikleri üzerinde yeniden düşünmeye başladılar. Bir ölçüde kendilerine karşı yaratılmış düşünceler ve değerler ortamında "Medeniyet" yollarını bulmaya çalıştılar. Böyle bir çabanın yaratacağı güçlükler ve doğuracağı çelişkiler ortadaydı.
35. 15. ve 16. yüzyıllarda Batı'da yaygın bir Türk düşmanlığı olduğunu söylemenin de zor olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyan âlemini bölen din ve hanedan kavgalarında, askeri gücü temsil eden Türkler, çoğu kez kimi yönetici zümrelere potansiyel bir müttefik olarak görünmüş; yerel aristokrasinin ezdiği fakir köylü kitleleri de yer yer onlara kurtarıcı olarak bakmıştır.
36. Batı egemen düşüncesi; insan haklarını, özgürlüğü ve demokrasiyi "Batı"nın yarattığını gururla ileri sürerken ırkçılığın ve en mükemmel despotizm teorisinin de batının ürünü olduğunu vurgulamaktan kaçınmıştır. Hiç kuşkusuz otoriter rejimler Doğu'da da yüzyıllar boyunca mevcut ve meşru olmuştur. Fakat bu rejimler meşruluklarını tanrı iradesinden, dinden ve düzenin kutsallığından alan teokrasilerdi. Oysa Hobbes, modern çağlarda fiilen iktidarı ele geçirerek egemenliğini kuran her zorbayı meşru kabul eden ve ona itaati öneren bir teori geliştirmiş ve bu düşünce Batı siyasal felsefesinin bir halkasını teşkil etmiştir. Batı'da yarattığı rahatsızlık da buradan ileri gelmektedir.
37. Montesquieu'ye göre "Cumhuriyetçi hükümet bütün olarak halkın veya onun sadece bir kısmının egemen güce sahip olduğu; monarşik hükümet yalnız bir kişinin, ancak yerleşik ve sabit kanunlarla idare ettiği; despotik hükümet ise yine bir kişinin; fakat kanunsuz, kaidesiz ve sadece iradesi ve kaprisine tabi olarak yönettiği bir hükümet şeklidir.
38. Montesquieu'ye göre Cumhuriyet "erdem" ilkesine, monarşiler "şeref" ilkesine, despotik devletler ise sadece korkuya dayanırlar. Despotun keyfini frenleyecek tek olgu dindir. Fakat bu hükümetlerde bizzat din de "korkuya ilave edilmiş bir korkudur."
39. İnsanların temel tercihlerini geniş ölçüde sınıfsal kökeni ve yaşantısı belirlemektedir.
40. Turgot'a göre "despotik devletlerde eğitim tamamen cesareti kırmak amacına yöneliktir. Korku ve saygı duyguları muhayyileye egemen olur." Osmanlı Devletini Roma İmparatorluğu ile karşılaştıran Turgot, bu sonuncunun eyaletlerde beledi idareler sayesinde göreli bir özgürlük sağladığını; buna karşılık Osmanlı Devletinde her eyalette paşaların bir despot olduğunu ve kanunsuz vergilerle halkı soyduğunu yazmaktadır. Kısaca Osmanlı devleti kanunsuzluğun ve keyfiliğin timsali bir "despotik devlet"tir.
41. 19. yüzyılın sonlarına kadar, Osmanlı aydını Rönesans ve Aydınlanma dönemi aydınları gibi özgür ve devletten bağımsız olamamış ve gitgide tortulaşmakta olan İslami kalıpları, el yordamıyla yeni koşullara uydurmaya çalışmıştır. Bu noktanın tespiti, Batı'daki siyasal gelişmeyle, Osmanlı devletindeki "ıslahat hareketleri" arasındaki nitelik farkını kavramak bakımından zorunludur. Batı'da tüm 19. yüzyıl boyunca devrimci ve karşı devrimci atılımlar arasında kendini kabul ettiren bir gelişim, "birey" etrafında çerçevelenen bir siyasal felsefenin oluşumuna ve "kamu gücü"ne karşı bireylerin haklarını ve özgürlüklerini savunan bir "aydın" tipinin istisna olmaktan çıkarak, kaide haline gelmesine yol açmıştı. Oysa Osmanlı devletinde buna benzer bir gelişmeye rastlayamıyoruz.
42. 19. yüzyılın başlarından itibaren dini inanç temeline dayanan Osmanlı kurumları giderek işlevlerini ve saygınlıklarını kaybettiler. Askeri yenilgiler, iktisadi ve mali çöküntüler ve iç huzursuzluklar bu gelişimde başlıca rolü oynadı. Gerçekten geçen yüzyılın ortalarına doğru, en bağnaz devlet adamları ve ulema çevrelerinde dahi bir değişme zorunluluğu kendisini hissettirmeye başlamıştı. Bununla beraber evrensel tarihte, köklü toplumsal dönüşümler ve uygarlıklar değişimleri daima yönetici zümrelerin değişmesi ile birlikte gerçekleşmiştir. Batı'da geleneksel düzenden, modern toplumlara geçiş, evrim ya da devrim yoluyla burjuva sınıflarının aristokrasiyi tasfiyesi sayesinde mümkün olmuştur. Soylu sınıftan yeni iktidar yapısıyla uzlaşanlar, ancak eski ayrıcalıklarını kaybederek ve en iyi durumda "burjuvalaşarak" bunu sağlayabilmişlerdir. İşte Osmanlı İmparatorluğunda "modernleşme" denilen değişikliklerin farklı niteliği burada kendisini gösteriyor. Osmanlı düzenini başta sultan ve sadrazam olmak üzere, geleneksel yönetici zümre "değiştirmek" istemiştir. Geleneksel kurum ve aygıtların ürünü olan bu zümrenin kendisi nerede ve nasıl değişmiştir de, sonradan düzen değiştirmek kararı alabilmiştir? Bu soru pek sorulmamaktadır. Oysa, altını çizerek belirtelim ki, Osmanlı yönetici zümresi, tarihi akış içinde kesintisiz bir şekilde düzenle tam bir çıkar birliği içinde bütünleşmişti. 19. yüzyılda, Devletin fakirleşmesine rağmen, Osmanlı yöneticilerinin Batı'da bile benzeri sık görülmeyen bir lüks ve refah içinde yüzdüklerini unutmayalım. Saraylarda ve konaklarda yaşayan ve sanayi devrimiyle çeşitlenen Batı üretiminden en üst düzeyde yararlanan bu yönetici zümre "düzen değişikliği"nden yana olamazdı ve kendi çıkarlarına en uygun düşen kurumsal yapıyı kendi elleriyle yıkamazdı. Denilebilir ki bu zümre reformlara imparatorluğun, dolayısıyla kendi çıkar düzeninin çöküşünü önlemek için sürüklenmiştir. Böyle bir öneri sadece "reform" adı altındaki girişimlerin yetersizliğini ve yapaylığını açıklar. Çünkü gerçek reformlar, yönetici zümrenin çıkarlarına, imparatorluğun çöküşünden çok daha önce son vermeliydiler. Bu yüzden imparatorluk bünyesinden çağdaş bir devlet çıkaracak reformlar yerine, yönetici zümre palyatif önlemlerle yetinmiştir.
43. Sözünü ettiğimiz "gerçek reformlar"dan ne anlıyoruz? Bunu ortaya koymak için, önce günümüzde çok yaygın olan bir açıklamanın eleştirisini yapmamız gerekiyor. Osmanlı devletinde 19. yüzyılın "modernleşme" hareketleri konusunda en sık karşılaşılan açıklama şöyle özetlenebilir: Osmanlı toplumunda, Batı ülkelerinde olduğu gibi bir "sivil toplum" ve bir "ulusal burjuvazi" ortaya çıkmadığı için onun işlev ve görevini devlet ve bürokrasi yüklenmiş ve modernleşme operasyonuna girmiştir. Böyle bir açıklama iki temel eleştiriyi davet ediyor. Önce belirtelim ki burjuvazi ile bürokrasi, özlemleri, dürtüleri ve çıkarları çok farklı olan iki ayrı sosyal kategoridir. Batı'da, tarihi gelişim içinde, burjuvazi iktisadi gücü dolayısıyla siyasal iktidarı da ele geçirmiş ve devlet aygıtına damgasını vurabilmiştir. Fakat bu sürecin tersine tanık olunmamıştır. Özellikle geleneksel Osmanlı devleti gibi bir iktidar yapısından, Batı'daki sanayi devrimine Marx'ın deyimiyle "iktisadi ajan" olarak katkıda bulunmuş bir devlet tipinin işlevi beklenemezdi. Nitekim Osmanlı "reform"ları böyle bir beklentinin gerçekçilikten uzaklığını açıkça ortaya koyuyorlar.
44. İkinci yanılgı şuradadır: "Ulusal"lık kavramı 19. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı yönetici zümresine yabancıydı. Osmanlı düzeni Şeriat'a dayanıyor ve idareci sınıf kendisini dini terimlerle tanımlıyordu. Osmanlılarda olmayan "ulusal burjuvazi" değil, "Müslüman burjuvazi" idi. Buna karşılık kapitalizmin ilk koşullarından biri olan parasal sermaye sahibi Hıristiyan ve Yahudi burjuvazi mevcuttu. Yüzyıllardır Osmanlı devletinde yaşayan ve çoğu kez Türkçeyi ana dili olarak konuşan bu insanlar, yönetici zümre ne kadar Türkse, o kadar Türktü. Cemaatçilikten ulusçuluğa geçildiği ve modern ulusların kurulduğu bir dönemde reformcu kadrolar, Müslüman yönetici zümre ile Hıristiyan-Yahudi burjuvazinin sentezinden oluşmalıydı. Böyle bir sentez ise ister istemez Osmanlı kast ayrıcalıklarını ortadan kaldıran ve kanun karşısında eşit bir "vatandaş" statüsü yaratan laik bir hukuk düzeni gerektiriyordu. Ne var ki Şeriat düzeni Osmanlı devletinin sonuna kadar ciddi bir tehditle karşılaşmamış ve varlığını korumuştur. Oysa 19. yüzyılda dini inançların eski katılığını kaybetmesi böyle bir değişimi kolaylaştırıyordu. Öte yandan sözünü ettiğimiz sentezin ürünü olan yönetici zümre köklü reformlar için gerekli motivasyona sahip olabilecekti. Oysa bu gelişim yönünde bazı adımlar atılmışsa da, bu sentez gerçekleştirilememiştir. Neden? Burada tarihi sorumluluk derecelerini sıralamanın fazla bir anlamı olduğunu sanmıyoruz. Bununla beraber, kaçırılan tarihi fırsatın baş sorumlusunun da bizzat Osmanlı yönetici zümresi olduğunu düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Elbette Batılı devletlerde, Osmanlı devletindeki "millet sistemi"ni kendi çıkarları açısından körüklemiş ve bölücü eğilimleri desteklemiştir. Bununla birlikte "Şark Meselesi" çerçevesinde çatışan çıkarlar, Osmanlı devlet adamlarına yine de belli bir özgürlük marjı bırakıyordu. Bu hareket sahasını Osmanlı yöneticileri kullanmamışlar ve yerli burjuvaziyi güçlendireceklerine, çoğu kez yabancı elçiliklere dayanmayı yeğlemişlerdir.
45. Osmanlı devlet adamları tüm iktisadi ve mali sıkıntıların nedenini 1860'lardan itibaren kapitülasyonlarda görmüşler ve Batılı ülkelerden yakınmışlardır. Oysa modern ve laik bir hukuk sisteminin kabulü, kapitülasyonların yarattığı sakıncaların çoğunu ortadan kaldıracaktı. Böyle bir girişimi Batılılar önlemek şöyle dursun, tam tersine kuvvetle önermişlerdir. Oysa bu değişime yönetici zümre ne fikren hazırdı; ne de "Şeriat düzeni" ile bütünleşmiş çıkar sistemleri bu radikalizme olanak verebilirdi. Hiç kuşkusuz kapitülasyonlar Batılı tüccarlara çok özgür bir biçimde ticaret olanakları sağlıyordu. Ancak aynı kapitülasyonlar, Osmanlı yöneticilerinin, bu ayrıcalıkların daha da fazlasını yerli tüccarlara sağlamasını önlemiyordu. Bazı batılı yazarlar, kapitülasyonlardan şikayet eden Osmanlı devlet adamlarına bu noktayı hatırlatmışlardır. Bununla beraber, Osmanlılar, devletin genel çıkarları yönünde bu gibi koruyucu önlemler almayı hiç düşünmemişlerdir. Neden? Çünkü Osmanlı yöneticilerinde "iktisadi politika" değil, "mali politika" fikri egemendi. Başka bir deyişle, ticaret ve sanayiyi desteklemek; genel bütçeyi bu yolla arttırmak ve gelirleri zorunlu harcamalarla yatırımlar arasında taksim etmek fikri Osmanlılara yabancıydı. Sadece artan harcamalar karşısında yeni vergiler koymayı ya da vergileri artırmayı düşünüyorlardı. Vergicilikte kullanılan "havale" sistemi, imparatorluğun sonuna kadar yürürlükte kalmıştır. Toplanan gelirler ise, çok büyük bir kısmı itibariyle üst yönetici zümrenin tüketim harcamalarına gitmekte, çoğu kez küçük memurların maaşları bile ödenememektedir. Abdülaziz zamanında mücevher ve saray inşaatı için milyonlar harcanmış, Abdülhamit ise bendelerini ve "hafiye ordusu" nu beslemek ve muhaliflerini, yabancı gazeteci ya da politikacıları satın almak için çok büyük paralar harcamıştır. Kısaca Osmanlı yönetici zümresi, geçici bazı önlemler dışında, çıkarlarıyla bütünleşmiş Şeriat düzenini sonuna kadar korumuştur. Bunu her şeyden önce bir çıkar sorunu olarak görüyoruz ve çoğu kez yapıldığı gibi dini bağnazlıkla açıklamıyoruz. Çünkü devlet çıkarları için ticaret burjuvazisini koruyarak güçlendirmeyen ve sanayiye yöneltmek için önlemler almayan Osmanlı yöneticileri, özel çıkarları için banker ve sarraflarla tam bir uyum içinde yaşamışlardır. Biliyoruz ki başta bizzat sultan ve sadrazam olmak üzere her Osmanlı devlet adamının bir Ermeni, bir Rum ya da bir Yahudi bankeri vardı. Kişisel çıkarlar açısından çok verimli olan bu ilişkiler, hiçbir bağnazlık konusu olmamışlardır. Çünkü her Osmanlı paşası tayinler, iltizam ve havale beratlarının satın alınması, konak ve yalı inşaatları gibi konularda bankerlerin kredilerine muhtaçtı. Bu durum yerel (fakat Müslüman olmayan) burjuvazide de kötü alışkanlıklar yaratmıştır. Müslüman olmadıkları halde, Şeriatın egemen olduğu bir düzende yaşayan ve bu yüzden bütün zenginliklerine rağmen kendilerini tüm haklara sahip bir vatandaş gibi hissedemeyen gruplar da, kısa vadeli spekülatif karlar peşinde koşmuşlar ve sermayelerini de en küçük tehlike karşısında Avrupa'ya aktarmışlardır. Gerçekten, Batı'da sanayi devrimi gerçekleşirken, Osmanlı halklarının sırtından kazanılan paraların ne ölçüde Avrupa'ya aktığının hesabı yapılmamıştır.
46. Osmanlı yönetimi 19. yüzyılın ortalarından itibaren bir "Han-ı Yağma" halini aldığı dönemde, dinci dünya görüşü de zayıflıyor ve yerini farklı nitelikte iki ayrı ideolojiye, "milliyetçilikle” "batıcılık"a bırakıyordu. Düzen değişikliği yönünde bir özlemde bu sıralarda kendini hissettirmiş ve yeni ideolojiler yayılma sahalarını, çürümüş rejimin yüksek katlarında değil; orta sınıflarda, küçük memur ve subay kitlelerinde ve giderek çıkarları Saray ve Babıâli’nin bitip tükenmeyen istemleriyle çatışan halk tabanında bulunmuşlardı. Bu iki ideoloji belirlediğimiz zümrelerde çoğu kez yan yana, hatta Ziya Gökalp'in meşhur formülünün ifade ettiği gibi ılımlı bir İslamcılıkla da bütünleşerek yaşıyorlardı. Bununla beraber bu üç ideolojiden giderek güçlenen ve etkileri itibariyle, 20. yüzyıldaki gelişmelere damgasını vuran hiç kuşkusuz milliyetçilik olmuştur.