KİTABIN ADI : POLİTİK PSİKİYATRİ
YAZARI : KAAN ARSLANOĞLU
1. “Tarihte ilk sınıf uzlaşmazlığı tek eşli evlilikteki erkek ile kadın arasındaki uzlaşmazlıkla birlikte ve ilk sınıf baskısı kadınların erkeklerce baskı altına alınmasıyla birlikte ortaya çıktı” (Engels)
2. Gerçekte normal demek, olması gereken ve iyi demek değildir, büyük çoğunluğun benimsediği, yaptığı demektir, alışılmış olan demektir. Ya alışılmış olan aptallık, delilik ya da pisikopatlıksa?
3. Konu toplumsal ise, toplumsal hastalıklara toplumsal ölçekli tedaviler gerekir.
4. Evet, siyaseti en çok etkileyen üç psikiyatrik durum: Zekâ yetersizliği, kişilik bozuklukları ve paranoyadır.
5. Psikiyatri tıbbın bir dalı olarak hastalıkları iyileştirmek, acıları dindirmek zorundadır. Bacağı kırılmış bir insanı tedavi etmek nasıl bir ortopedistin göreviyse, ruhu incinmiş bir insanı tedavi etmek de psikiyatrinin işidir.
6. Olgunun Amerika’da ilk ortaya çıkışı Amerika’ya göçün hızla arttığı 20. yüzyıl başlarındadır. Eski Amerikalılar muhafazakar bir tavırla toplumlarını, kültürlerini korumaya çalışmışlar ve yeni gelenlerin kültürsüz olmakla kalmayıp geri zekalı ve akıl hastalıklarına eğimli olduğunu da kanıtlamaya uğraşmışlardır. İlk zeka testleri de bu amaçla kullanılmaya başlamıştır, ordunun Birinci Dünya Savaş’ında askere alma işlemlerinde kullanmasının yanı sıra. Söz konusu testler yeni gelenlerin hakikaten geri zekalı olduğunu kanıtlamış, ama yerli Amerikalıların onlardan pek ilerde olmadığını da göstermiştir. Akıl hastalıklarının kalıtsallığı üstünde çok durulmuş ve bazı aşağı ulusların akıl hastalıklarına başka uluslardan daha yatkın olduğu psikiyatrik bir söylemle kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Ancak ciddi psikiyatrik çalışmalar böyle bir kanıt sağlamamıştır.) Öjeni (iyi doğum) denilen kavram yaygınlaşmış, akıl hastalarının, sakatların kısırlaştırılması yönünde görüşler kuvvetlenmiş ve Amerika ve İngiltere’de bunun uygulamaları başlatılmıştır.
7. Nazilerin ve sonra da Komünistlerin aşırı akılcılığı, geniş bir muhalif kesimde akıldışıcılığın yüceltilmsi sonucunu doğurmuştur.
8. Beyin yıkama adıyla anılan uygulamalarda buna benzer uygulamalardır. İlk kez Kore Savaşı’nda esir düşen Amerikan askerlerine Çinlilerce uygulanmıştır. Uzun süre tecrit edilen, fiziksel ve psikolojik olarak sürekli aşağılanan, kendine ve diğerlerine yabancılaştırılan kişi, bu umutsuzluk durumunda eski değerlerini inkar etmeye, ona zorla yüklenen yeni değerleri benimsemeye başlar.
9. Bunlardan çıkardıkları sonuç bazı yönleriyle ve özetle şöyledir: İnsan aklı doğuşta boş bir bilgisayar gibi değildir. Belli özel alanlarda yaşamsal sorunları çözmesi için yapısal olarak programlı modüllerden oluşur. Tıpkı hayvanlardaki bir bölümü doğuştan ve öğrenmeye bağlı olmayan, bir bölümü ise kısa bir öğrenme sürecini sonunda hatta bir kez gördükten sonra hemen gelişen türe özgü davranış-yetenek kalıpları gibi, insanın da türüne özgü doğuştan refleksleri, akıl kalıpları vardır. Bunun hayvanlardakilerden farkı, yetenek repertuarının çok daha geniş olmasının ve öğrenmenin öneminin çok da kuvvet kazanmasıdır. Örneğin insan doğuştan belli fizik ve geometrik bilgilerle yüklüdür. Yapılan deneyler göstermiştir ki, bebek öğretilmeksizin seviye farklılıklarını ayırt eder, kendini düşmekten korur, eşyaların hangi durumlarda hangi hareketlerle birbirinin üstünden düşeceğini, hangi durumlarda düşmeyeceğini sezer, geometrik şekilleri tanır ve birbirinden ayırır. Bebek şekil, kenar ve açı bilgisiyle dünyaya gelmiştir. İnsan dünyaya doğal bir dil edinme, “dil kapma aygıtı”yla (Chomsky) gelir. Bu yüzden bilinçli bir öğrenme, uzun süre bir çaba olmaksızın, -başka konularda pek az gelişmiş zekasıyla- dilin karmaşık kurallarını kendiliğinden öğrenir ve bunları kullanır. Diller ne kadar farklı da olsa temel kuralları ve bebeğin bunları öğrenme ve yöntem, şekil ve sırası büyük benzerlik gösterir üstelik zekaca belirgin derece geri çocuklarda (zeka gerilikleri çok ileri boyutta değilse) gecikmeli de olsa dili öğrenebilmektedirler. Bunlar dil aygıtının beyinde öteki bölümlerden hayli bağımsız bir bölüm olduğu tezini desteklemektedir.
10. Ancak son zamanlarda “beş büyük” denilen beş temel özelliğe göre insanları gruplamak daha yaygın kabul görmektedir. Bunlar şunlardır:
§ İçe dönüklülük veya dışa dönüklülük ya da utangaç-konuşkan, sessiz-sosyal, çekinik- maceracı, dikkatli, gösterişçi-gölgede kalıcı.
§ Nerotiklik (gergin, çabuk umutsuzluğa kapılan, dürtülerini iyi kontrol edemeyen, karamsar çabuk kaygılanan).
§ Saldırgan (çabuk öfkelenen, söz yada davranışla bunu belli eden).
§ Vicdanlılık (sorumlu- sorumsuz, ısrarcı- çabuk vazgeçen, kararlı- çabuk karar değiştiren, düzenli- umursamaz, vicdanlı- vicdansız).
§ Deneyimlere açık (yeni deneylere, değişikliklere, fikirlere yatkın olup olmamak).
11. Genetik ve kalıtım konusunda bir yanlış anlama da, insanlarda genel olarak istatistik bilgisinin ya da istatistik sonuçları yorumlama yeteneğinin bulunmasından kaynaklanır. Bu durum, olgularla karşılaştırılmalı olarak değil, tek tek bakmak alışkanlığıyla birleşince, çoğu kişi kolayca mantıksız çıkarsamalarını gerçek bilgi sanarak onları yeniler. Örneğin, dedem günde iki paket sigara içerdi, seksen beş yaşında öldü, denir. Demek ki, sigara içmekle erken ölmek arasında bir ilişki yoktur. Önermenin iki ayağı da bir gerçeğe dayanır, dedesi sigara içmektedir ve uzun yaşamıştır. Ama dede belki seksen beş yaşında değil, doksan beş yıl yaşayacaktı. Bu düşünülmemektedir. İkinci olarak iddiayı ortaya atan kişi, sırf sigara içtiği için erken yaşta ölen çok sayıda başka akrabası ve tanıdığını burada unutmaktadır.
12. Buna göre bilimsel kalabilmek için şunları yapmak gerekir:
a- Soru sor, merak etmeye istekli ol.
b- Problemi tanımla.
c- Konuyla ilgili bilgileri, kanıtları incele.
d- Konuyla ilgili eğilimleri, görüşleri çözümle.
e- Duygusal bakmadan kaçınmaya çalış.
f- Olguyu ve sonuçları fazla basitleştirmekten kaçın.
g- Başka yorumları dikkate al.
h- Bazen kesin bir sonuca, yargıyla varılamayabilir, o zaman belirsizliğe uyum göster.
13. Bilim bizim doğal beklentilerimize uymaz, sağduyu karmaşık bir süreçtir ve insanın dünya hakkında edinilmiş olduğu çok büyük bir bilgi birikimini yansıtır. Gündelik yaşamda gerekli olan, çoğu son derece mantıklı, pek çok pratik kural içerir. Bunlar o kadar çok günlük yaşamımıza girmişlerdir ki genellikle üstünde düşünmeyiz. “Hemen hemen kesinlikle söyleyebilirim ki eğer bir şey sağ duyuya uygunsa büyük olasılıkla bilim değildir... çünkü evrenin işleyiş biçimi ile bizim sağ duyumuzun işleyiş biçimi birbirinden tamamen farklıdır. Bizim beyinlerimiz, dolayısıyla davranışlarımız yakın çevremize uyum sağlamak için evrimleşmiştir. Belirli düşünce biçimlerinde özellikle basitten son derece karmaşığına kadar her çeşit teknolojiyi geliştirmede ve yakın çevremizi kontrol etmede çok başarılıyızdır. Ama bilimsel düşünce yalnız doğa dışı değildir, insanlığının gelişmesinin bir çok alanında gereksizdir de, zira teknoloji bilime dayanmamaktaydı. Kısacası bilimin doğa dışı karakteri, tarihte onun bu kadar ender rastlanan bir şey olmasına yol açmıştır.”
14. Wolpert insanın bir çok pratik işi ve birçok ilişkiyi sağ duyusuyla az çok başarılı biçimde kotardığını, ancak bilimsel düşünce ve bilginin sağ duyuya tümüyle ters olması, dolayısıyla kolay ilerlemediğini savunur. Bir çok bilimsel ilerleme insanın sağ duyusunu yanıltmalarına karşı binlerce yıl mücadele edilerek sağlanabilmiştir. Pratik konularda insana yol gösteren sağ duyu bilimsel konularda insanı genellikle yanıltır ve bilimsel düşünce engeller. İnsan birçok şeyi öğrenir ve uygular, ama öğrenip uyguladığı şeyleri çoğunu anlamaz, derinlemesine bilmez. Pek çok insan nedenlerini bilmeksizin dünya ve çevresi hakkındaki görüşlerini doğru kabul etme eylemindedir.
16. “Nobel ödülü sahibi James Mead mezar taşına şu sözlerin yazılamasını istemiştir.: “Bütün yaşamı boyunca ekonomiyi anlamaya çalıştı ama sağduyu her zaman onu yolundan alıkoydu”
17. Toplumda çoğu normalden sapmada görüldüğü gibi zekâ dağılımı ve bundan sapmalar da istatistik olarak “çan eğrisi” denilen bir tablo ortaya koyar. Toplumlarda nasıl ileri derecede zekiler ve dahiler küçük bir azınlıksa, ileri derecede geri zekalılar da küçük bir azınlıktır. Böylelerin zaten yasal olarak “kısıtlı” bulunmaları gerekir, dolayısıyla politikaya katılma, oy verme gibi yetenek ve hakları yoktur. İleri derecede geri zekalılıkla oligofreni ve embesiliteyi kastediyorum ki, bunların halleri zaten sosyal yaşamda belirgin özel bir yerdedir. Belirttiğim gibi böylelerinin toplumdaki oranı hayli düşüktür. (% 2-3 kadar). Ancak hafif geri zekâlılık (IQ:55-70) toplumda yaygındır. Bunların her toplumda %10-20 arasında bir oran oluşturduğu ileri sürülür. Üstelik söz konusu gruptaki ki kişilerin bir bölümü yasal olarak kısıtlı da değildir. Ana-baba konumunda, hatta işli güçlü olanları da çoktur. Bu tür insanlar politika için en azından kolay kandırılabilir oy deposu olarak işlev görürler. Politik alanda enerjilerinden sıklıkla faydalanılır. Eğer saldırgan kişilik özellikleri de gösteriyorlarsa radikal-uç akımlar veya hâkim güçler (devlet) böylelerini politik saldırı gücü olarak kullanır.
18. IQ: 70-90 arası grup donuk zekâlılardır. Daha da büyük orandadırlar. Öyle ki geri zekâlılarla donuk zekâlıların toplamının her toplumda çoğunluğu oluşturduğu ileri sürülmektedir. Hesaplamalar bu iddiayı desteklemektedir. Bu durum başlı başına derin bir politik sorundur.
19. IQ’ları 90’ın üstünde seyredenler normal zekâlılardır. Bunların da önemli bölümü karmaşık siyasi ve felsefi problemleri çözebilecek kadar zeki değildir. Bazı araştırmalar soyut düşünebilme yeteneği ve diyalektik çözüm üretebilme potansiyeli bulunanların toplumun en çok % 30-40’ını oluşturduğunu göstermektedir. Bu bile iyimser bir değerlendirmedir. Çünkü o % 30-40’ın da önemli bölümü, kişilikten kaynaklanan nedenlerle veya çevresel olumsuzluklarla zekalarını gereği gibi kullanabilecekleri eğitimi almamış durumdadır. Ayrıca zekalar çok değişiktir, her zeki insanın aklı felsefeye veya siyasete çalışmamaktadır. Wolpert’e göre, önemli oranda insan alışkanlıklarına göre düşünür, çok az sayıda insan irdeleyici, sorgulayıcı ve bilimsel düşünebilir. Bu oran yaklaşık %15’tir. ’’Gerçek böyleyken psikiyatristler veya siyasetçilerin gerçekliği değiştirme olanakları da sınırlıdır. Eğitim düzeyinin yükseltilmesi sorunu bir dereceye kadar çözer, asıl sorun insanın sınırlarıdır. Söz konusu gerçeği kabullenerek hareket etmekle, onu bilmeden ya da inkar ederek hareket etme arasında dağlar kadar fark bulunur.
20. Verdiğim oranlar ve çizilen genel tablo tüm toplumlar için geçerli tablodur, eğitim düzeyinin düşük olduğu toplumlarda doğaldır ki zekâ geriliği ve donukluğunun yol açtığı sorunlar katlanarak büyür. Aziz Nesin’ in. Türk halkının şu kadarı aptaldır yolundaki bir sözü toplumda geniş bir kabul görmüş, sağ kesimden insanlar da içinde olmak üzere pek çok insan karşılaştığı pek çok sorun karşısında bu sözü yineler olmuştu. Söz konusu ifade de, onun toplumda algılanışı da yanlıştı. Bir kere sözü tekrarlayan herkes kendini akıllılar grubu içinde değerlendirmektedir ki, bu yanlıştır, aptallık sanıldığından daha yaygındır. İkincisi ve daha önemlisi bu gerçeklik bizim toplumumuza özgü bir gerçeklik değildir, evrenseldir. Dolayısıyla bizim özel kültürümüzle, eğitim düzeyimizle, genetik yapımızla vs. doğrudan bir ilgisi yoktur. Kültür ve eğitim düzeyi artışı donuk zekâlıları veya aptalları ileri zekâlı hale getirmez, yalnızca sosyal yaşamdaki ve iş yaşamındaki performanslarını artırır. Bunun siyasi yaşama da etkisi de olur ama bu etki sınırlıdır. Örneğin ileri kapitalist ülkelerde yaşanan durumdur. Bu ülkelerde sosyal sistem iyi oturduğu, eğitim düzeyi yüksek bulunduğu, mali olanaklar geniş olduğu, her şey bir kurala bağlandığı, iş yaşamı genelde iyi işlediği için donuk zekalı çoğunluk bayağı zeki gibi görünmektedir. Ancak böyle insanlarla biraz konuşulduğunda, bu insanlar biraz karmaşık bir problemle karşılaştıklarında veya genel olarak estetik tercihlerini (dinledikleri müziğe, okudukları kitaplara) veya politik yeğlemelerine, felsefi duruşlarına, dünyadaki başka toplumlarını nasıl gördüklerine bakıldığında asıl gerçek ortaya çıkmaktadır .
21. Kişilik bozukluğu ve politika denilince ilk akla gelen psikopatlığın (anti-sosyal kişilik bozukluğunun) politikayla ilişkisidir. Anti-sosyal kişilik bozukluğu, aşırı tepkisellik, yasalara–kurallara uymada güçlük, saldırganlık, sorumsuzluk, düzenli çalışamama, suça eğilim, aşırı benmerkezcilik gibi belirtilerle kendini gösteren bir aşırı kişilik tablosu, bir kişilik bozukluğudur. “Kişilik bozukluğu” terimi zaten bazı belirgin kişilik özelliklerinin ciddi sorun yaratacak boyutta olduğunu gösterir. Kişilik bozukluğu değil, “kişilik sorunu” ndan söz edildiğinde ise bazı kişilik özelliklerinin sorun yarattığı ama çok ciddi boyutta yaratmadığı anlatılmak istenir.
22. Bu bozuklukta da sosyal yaşamla ciddi - keskin bir çatışma söz konusudur. Her kişilik bozukluğu tipinde olduğu gibi anti- sosyal kişilik bozukluğunda da olgu ağır, hafif veya orta şiddette seyredebilir. Ağır psikopatlar normal bir yaşam sürdüremezler, ceza evine düşerler, ölürler, öldürürler. Bunların her türlü otoriteyle ve disiplinle de sorunları çıktığı için genellikle siyasi alanda uzun süre tutunamazlar. Yinede zaman zaman bu tür unsurlar siyasi olarak saldırgan amaçlarla kullanılabilirler veya geçici olarak siyasi yapılanmalarda belli yerlere gelebilirler. Onları kullananlar devlettir, resmi ve daha çok gayrı resmi militarist kurumlarda geçici görevler verilir; ya da aşırı uçtaki siyasi örgütler tarafından kullanılırlar. Fakat psikopatı çok ağır boyutta değilse ve başka bazı görece olumlu kişilik özellikleri ile birleşmişse bu tür kişiler siyasi arenanın vazgeçilmez unsurları olurlar.
23. Bunlar devlet kademelerinde ve askeri örgütlerde de yükselebilirler, ama üst kademelere ulaşmaları daha zordur, nadirdir. Çünkü gerçek bir psikopat zeki bile olsa çoğu zaman yeterince akıllı değildir. Akıl, zeka ve kişiliğinin birleşmesi oluşur, bu tür kişiler fevri, saldırgan, kural tanımaz tutumlarını bir noktada dizginleyemezler.
24. Bir de “histriyonik” kişilik bozukluğu ve histriyonik kişilikten bahsetmek gerek. Duygularını, heyecanlarını kolay dışa vuran, oyuncu kişiliklerdir bunlar. Çabuk (ama çoğun yüzeysel) duygusallığa sürüklenir, aşırı gösterilerle sevgiye kapılır ve bunu gösterirler. Birilerine hayran olmak ve birilerini kendilerine hayran etmek sanki yaşamdaki baş amaçlarıdır. Ergenlik döneminin histriyonik karakteri ile birleştiğinde bu dönem histriyonik zirvelerine neden olur, ancak histriyonik kişi genelde yaşamı boyunca histriyoniktir. Daha çok kadınlarda görünmekle birlikte erkeklerde de rastlanır. Pop yıldızlarının fanatikleri genellikle böyleleridir. Bu tür insanlar politik liderlerin veya akımların da duygusal taraftarları olurlar. Bağlılıkları gösterişçi ama sığdır. Histriyonik zaman zaman toplumda artar, bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır. Başka deyişle toplumda yığınlar halinde bir yere doğru kaymalar yaşanır, ama bu kaymalar moda gibidir, heves ve yüzeysel abartılı duygulanımlar ön plandadır. Bu kişiler veya histriyoniye kapılmış yığınlar bir düşünceye, felsefeye kalıcı demirler atamazlar. 68‘de tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol bir histriyoni dalgası yayılmıştı (68 kuşağının önemli bölümü).
25. Paranoyanın esasları abartılı kuşkuculuktur. Kuşkucu kişi alıngandır, tedirgindir, tetiktedir. Duygulanımı genellikle katıdır, dışa yeterince açık değildir. Bir veya birden fazla konuda abartılı kuşkuları yoğunlaşmıştır. Şişmiş bir benlik duygusu yüksek bir özseverlik bulunur. Bunlar genellikle altta yatan bir eksiklik, yetersizlik, aşağılık duygusunu yenmek için gelişmişlerdir. Paranoyaklarda kötülük görme, çekilememe, kıskanma ve bu yüzden hakkında kumpas kurulma saplantıları bulunur. Kötülük görme saplantısının “yansıtma” düzeneğinden kaynaklandığı ileri sürülür. Kişi başkalarına duyduğu, kini, nefreti, düşmanlığı başkalarından kendine yönelmiş gibi görür. O yönde davrandığı, hissettiği, baktığı için de zaman zaman kuşkularını doğrulayan karşılıklar bulur, bu da kısır döngüye yol açar. Kişi tüm çevresinin, bazen de tüm dünyanın odak noktasında kendini görür. Her şey onun çevresinde dönmekte, onun için yapılmaktadır. Bu tür akıl yürütme, önemsizlik duygularının bertaraf eder.
26. Paranoya genellikle genç yaşlarda ortaya çıkar (40 yaşından sonra); kişi mesleğinde veya sosyal yaşamda bir yere gelmiştir ve söyledikleri çoğu maddi temellere, kanıt sayılabilecek olgu ve olaylara dayanır, o yüzden ilk anda bir akıl hastalığına yorulmaz. Kişi söylediklerine ve kendine olan güveniyle (eğer bilgi ve zekası da buna uygunsa) çevresindekileri etkiler ve paranoya paylaşılmaya başlar. Buna “paylaşılmış paranoya” denilir. Paranoyayı kişinin eşi, ailesi, akrabaları paylaşabilirler. Kişinin etkinliği büyükse sorun aynı zamanda toplumsal bir sorun haline gelir, pek çok insan paranoyaya kapılabilir.
27. Paranoyanın kaynağı nedir?. Birçok kaynak ileri sürülür. Sosyobiyolojik yaklaşıma göre evrimsel süreçte insanın hayvanlardan aldığı genetik temel ve bunun bin yıllar süren sürü düzeninde yaşama evresinde kültürle, üstüne katılmış uzantıların paranoyanın genetik temelini oluşturur. Hayvanlarda bile aldatma yaygındır. Sahte alarm verme, tuzak kurma, duygularını gizleme ve sonra zayıf anı bekleme, cinsel yönden ilgisizmiş gibi yapma gibi her alanda bir çok aldatma tavrı vardır. Aldatmalara ve düşmanlıklara karşı güvenmeme ve kuşkulanma, tetikte olma tavırları gelişmiştir, doğal seçilimle böyle tavırları geliştirebilen türler hayatta kalmıştır. Örneğin, yabani hayvanlar insana güvenmezler, ne kadar sevecen davransanız da uzak kalmayı yeğlerler. Ancak bu sayede türlerini koruyabilirler, koruyabilmişlerdir. Tüm bu aldatma ve kuşku anlayışları insana da geçmiş, üstelik kültürle daha da pekişmiştir. İnsanlar ilk çağlardan beri birbirlerini öldürmekte, köle edilmekte birbirlerinin haklarını zorla veya hileyle ele geçirmektedirler. Bunu yaparlarken uyguladıkları yöntemlerden biri doğrudan zorsa, öbürü aldatmadır. O zaman, insan da kuşku gelişmesi de doğaldır.
28. Çocuklukta “kötü ötekileri” yaratmak belirgin bir kimlik edinme yoludur. Benlik duygusu yaratmak için herkese doğuştan itibaren “bizler ve onlar” duygusu aşılanır, bizim değerlerimiz iyidir, onlarınki kötüdür... Tüm kötülükler dışarıda, tüm iyilikler içerdedir! İçinde bulunan grubu idealleştirmek ve dışarıdaki grubu şeytanlaştırmak doğal bir eğilim gibidir. Başkalarına karşı hissedilen bu kötü duygular onların bize düşmanlık yapacağı endişesine dönüşür. Bütün dinler ve milletler bu tür duygularla birliklerini pekiştirir.
29. Hiyerarşi insanlar arasındaki eşitsizlikten kaynaklanır. Siyaset daima felsefeyi ve etiği yolundan kovmaya, kendi kurallarını işletmeye çalışır ve bunda da başarılıdır. Siyaset günlük işler peşinde koşar, pratik ve faydacıdır. O yüzden radikal örgütlerin içinde ve bunların kendi aralarında da çekişmeler, çatışmalar eksik kalmaz. Sıklıkla ilkesiz ittifaklara gidilir, sıklıkla ilkeler değiştirilir ya da günlük gereksinimlere göre yeniden yorumlanır, uzun önemli sağlam duruşlar kısa vadeli güçlenme hesaplarına rahatlıkla kurban edilir. Rejim karşıtı radikal örgütler içinde bile rejimin kuralları işler. Siyasette iyi, doğru yoktur; bu gün için faydalı, bu gün için güçlendirici vardır. Siyaset yapan insanların büyük bölümünün kafası derinlikli konulara, etik değerlere çalışmaz, yalnızca belli bir kanaldaki mücadeleye çalışır. O yüzden günübirlikçi, kendini güçlü gösteren ve ilkeleri çiğneyebilen liderler güçlü olduklarını hissettiriyorlarsa, her türlü örgütte çoğun taban tarafından ötekilere yeğlenir. Bürokrasinin doğuşu neredeyse kaçınılmazdır. Aldatmaca, kandırmaca siyasete güç ve taraftar toplamanın hâlâ en etkili yollarındandır.
Siyaset hızlıdır. Düşünmeye fırsat bırakmaz. O yüzden siyasetçi kalıp yargılarla düşünmek zorundadır. Kalıp yargılar beyni dumura uğratır, kişiliği yozlaştırır.
30. Devrimci pratik olmadan, devrimci teorinin de olmayacağı kesinlikle doğrudur, ancak devrimci pratik bir süre sonra devrimci teoriyi boğmaya başlar, bunun çaresi bulunamamıştır.
31. Lider neden ortaya çıkar? Evrim sürecinden akrabalarımız olan memeli hayvanların çoğu sürü düzeninde yaşarlar ve bir liderleri bulunur. Kurtlar, aslanlar, maymunlar vs... Buradaki liderler aynı zamanda cinsel liderliktir. Lider veya şef baş dölleyici (ya da döllenen), harem sahibidir. Lider sürünün çocuklarının da babasıdır. Çoğu kez ortak baba ve lider aynı hayvandır, bazı sürülerde lider dışındaki erkeklerin de sürü içinde cinsel ilişkiye geçmesini izin verilir. Lider kararları verir, düzeni sağlar, hiyerarşiyi korur. Aynı zamanda dışa karşı sürünün savunmasında başat rolü oynar. Muhtemelen bu yapı primatlarda ve ilk insanlarda da benzer şekilde korunmuştur. Belirli zorunluluklar ve evrimleşme sonucu insan tekeşliliğe geçtikten sonra da topluluk düzenini korumuştur. Topluluklar (kabileler) içinde de bir hiyerarşi oluşur. Şef, lider gereksinimi bu yaşayış şeklinden ve ayrıca kalıtsal olarak doğar. Kabilenin hayatta kalması için iyi yönetilmesi şarttır. Bunun için çabuk, yerinde, doğru kararları verilmeli alınan kararlara kesinlikle uyulmalıdır. Karar alma ve uygulamayı denetleme düzeneğinde herkesin eşit fikir ve oy hakkı bulunması ve son bir karar verici makamın bulunmaması karışıklığa yol açar. O yüzden böyle bir makamın bulunması kabilenin yaşamını sürdürmesi için mutlak önemlidir.
32. İnsanlar başarıyı veya başarısızlığı kişilere bağlamak eğilimindedir. Faturanın son olarak kesileceği bir baş mutlaka bulunmalıdır. Osmanlı padişahı ayaklanmalardan kurtulmak için kötü gidişten sorumlu gösterdikleri bir sadrazamın başını isyancılara verirlerdi. İsyancılar da bu başla tatmin olurlardı. Aynı şekilde tüm başarılar da liderlerden bilinir. Lidere tapınma kabile düzeninden kalan bir alışkanlıktır. Lider Tanrının sözcüsü, uygulayıcısıdır, hatta kendisidir. Bütün olumlu özellikler ona aittir, bütün güzellikler ondan gelir. İnsanın lider bulma ve ona tapınma ihtiyacı neredeyse içgüdüseldir. Zekâ ve eğitim düzeyinin artmasıyla oran bir ölçüde düşer ama çoğunluk yine tapınma gereksinimi duyar. Baskıcı sistemlerde liderler daha da sivrilir ve tapınma artar. Durum, otoriteye itaat duygusunun hem sonucu, hem nedenidir. İnsanlar bir otorite isterler, sonra onu bulup tapınmaya başlarlar. Lider her yönüyle taklit edilir. Liderin akıl yürütme yöntemi toplumun ya da o grubun akıl yürütme yöntemi olur. Lider liberalse herkes liberalleşir, lider paranoyaksa herkes paranoyaya kapılır. Liderin mimikleri ve jestleri bile taklit edilir, binlerce milyonlarca lider karikatürü doğar. İnsanlar liderle özleşirler, kendilerinde bulunmayan nitelikleri, gücü onda görmekle o gücü, niteliğe erişmiş gibi hissederler.
33. Liderlik kavramı din gibidir; o olmadığında her şeyin birbirine gireceği, her şeyin mahvolacağı düşünülür; ama olduğunda yararından çok zarar getirir, yine de kaçınılmazdır.
34. Otoriteye karşı tavır alabilmek hem sorgulayıcı bir akıl yapısı, hem cesaret ister. Bazı kişiler üstlerindeki baskının, istenen abartılı şeylerin, verilen emirlerin keyfiliğinin farkında bile değildir. Aslında büyük bir çoğunluk bu durumdadır. Kendi düşünme yöntemlerini ve çıkarsamalarını otoritenin istediği doğrultuda kolayca değiştirebilirler ve üstelik bunu fark bile emeksizin kendi üzgün düşünceleri sanabilirler. Bazı insanlar ise emirlerin keyfiliğinin, üstlerindeki baskının farkındadırlar, ama buna karşı çıkacak cesareti bulamazlar. Bu noktada da insanları ikiye ayırabiliriz kabaca. Bazı insanlar tehdit hafif, risk düşük de olsa sinme eğilimindedir, bunlar çok düşük cesaretli kişilerdir. Her durumda itaat edeceklerdir. Bazıları ise tehdide ve riske bakarak bazı durumlarda başlarını kaldırabilme potansiyeli gösteren insanlardır. Bir de üçüncü grup olarak, her koşulda doğru bildiği gibi davranma cesareti gösteren insanlar bulunur ki, böyleleri toplumlarda çok küçük bir azınlığı oluştururlar. İnsanın doğası farklı olsaydı ve bu tip kişilikler çok küçük azınlık değil, toplum içinde hiç değilse yüzde on beş-yirmi oranında bulunsaydı, tarih boyunca dünyadaki siyasi mücadelelerin seyri bütünüyle farklı yürütecekti.
35. Ama bazı kişilerin mizacı taşkındır. Onlar benimsedikleri değerleri dolu dolu yaşamak isterler. Hem duygusal anlamda ona tümüyle kapılmak, hem de tüm akıl düzeneklerini benimsedikleri değerlere göre işletmek isterler. Böyleleri eğer siyasi konulara ilgileri de fazlaysa, genellikle uç akımları yeğlerler. Bu tip unsurlarda toplumu, milleti, vatanı, dini düşünmek, bireysel çıkarların üstünde yüceltilmiş değerler için bir şeyler yapabilmek tutkusu doğuştan fazladır ve çevre koşulları da bu yönde eğilimleri desteklemiştir. Kısaca böyle eğilimler için “idealist” eğilimler diyebiliriz. Kendi çıkarlarını yüceltmiş, daha üst çıkarlara feda etmeye ya,da onun için eritme, kendine adama ve özveri diye tanımlayabileceğimiz bazı özellikler doğuştan bazı kişilerde daha yüksektir. Kişinin ailesi, eğitim aldığı çevre, yakın çevre veya okul, arkadaş çevresi, model aldığı kişiler arasında onda bu tür değerleri geliştirecek etmenler varsa, tüm bunlar da çevresel koşullar anlamında kişideki uç eğilimleri, eğilimi güçlendirir. Ama kişide uçlarda yaşamak yönünde genetik itkiler güçlüyse, o zaten kendini motive edecek bir çevreyi bir yolla bulacaktır.
36. Öte yandan özveri gösterme, kendini feda etme davranışları, aslında kişisel ruhsal yapıda yüceltilmiş daha üst bir ahlakın, daha üst bir insanlığın göstergeleridir.Ancak bireyin başka türden kişilik özellikleri ve çevre koşullarının etkisiyle yaptığı politik seçim sonucu, sözünü ettiğim üst insani değerler, doğru, az çok doğru ya da tümüyle yanlış bir yönde kullanılabilir. O yüzden yüceltilmiş bu tür davranış kalıpları rahatlıkla insanlık dışı (sağcılarca, solcularca veya devlet eliyle gerçekleştirilen) eylemlerin itici gücüne dönüşebilir, sözünü ettiğimiz durum çok da yaygın yaşanır.
37. Durum psikolojide iyi bilinir: Justification of Efford.(Kabaca “gayreti aklama” diye çevrilebilir, daha doğrusu gayretin boşuna sarf edilmediğini kendine inandırma etkisi.) Kişi o konuma büyük uğraşlar sonucu gelmiştir, o konumda bulunmak için çok şeyi gözden çıkarmıştır ve o konumun hakkını vermek ister, o konumu ölesiye sevmek ister. Hemen her ülkedeki sıkı askeri eğitimlerde, eğitim görenlere abartılı baskı ve eziyet uygulanması en çok bu yüzdendir. Kişi daha eğitim aşamasındayken bin bir eza cefaya katlanmak zorunda kalır, onca eza cefadan sonra ulaştığı konuma bağlanır, o konuma aşık olur. Başka türlü, katlanmak zorunda kaldığı kötü muameleleri ancak kendi enayiliği olarak kabullenecektir ki, bir çok insan bunu onaylamaktansa bulunduğu konumu yüceltmeyi yeğler. İşte o yüzden uçtaki siyasi hareketlerin, içlerindeki bireylerin göze aldıkları tonla risk, katlandıkları yığınla zorluktan sonra kendilerini eleştirmeleri öteki siyasi akımlar için olduğundan da güçtür.
38. Ama sonunda herkes kendi mizacına uygun bir kuramı benimseme eğilimindedir ve bunu kendi mizacına uygun olduğu için benimsediğini inkar eğilimindedir.
39. Yaşlanmayla giderek cesaret azalır. Bu genel kuraldır. Bazılarında hızla, bazılarında daha yavaş azalır, ama istisnalar dışında kural yürür. Yine kişinin bir takım maddi ve manevi kazanımlar içine girmesi, birtakım kalıcı ilişkilere girmesiyle de cesaret azalır. Bu durumda insanların giderek terfi etmesi ve riskli işlere daha az sıklıkla girmesi gerekir. Üst kademelere ilerlemekle risk alma sorunluğu bir bakıma seyrekleşmiştir, ama ciddiliğini korur. Giderek erozyon görülür, belli örselenmelerden sonra veya kendiliğinden örgütten ayrılma sık yaşanır.
40. Ahlak nedir? Bu soruya okumuş insanların bile çoğunluğu yeterli bir yanıt veremeyecektir. İnsanların aklına gelen son derece yüzeysel bazı kurallardır ve bu kurallar çoğun cinsellikle ilgilidir. Oysa ahlak insana yön veren, insanı insan yapan ya da insanlıktan uzaklaştıran, topluluğu insan topluluğu yapan veya ondan koparan temel bir duruştur. Yüzeysel bazı kurallardan ibaret değildir. Bazı insanlar hiç okumamış olsalar da kişiliklerinden ötürü çok ahlaklı davranabilmektedirler, ama onlar küçük bir azınlıktır. İnsan insan olmak istiyorsa, felsefe bilmeli, onun içindeki temel bir disiplin olan etiği de bilmelidir.
Kabaca en üst ve en genel ahlak kurallarını şöyle özetleyebiliriz:
· Kimseye zarar verme, yoksun bırakma,
· Zarar verilmeye ve yoksun bırakılmaya karşı korun,
· Zara gören ve yoksun bırakılana yardım et.
Kabaca dedim, bu ilkeler genişletilebilir, bunlara ekleme yapılabilir, her biri temelden eleştirilebilir. Yine de toplumu değiştirme, düzeltme iddiasındaki her akımın temel bir ahlak sistemi geliştirmesi, benimsemesi gerekir.
41. İnsanlar bir sanat eserine pek çok konuda, alanda olduğu gibi temel üç niteliklerine göre tavır alırlar: Zekâ, bilgi ve kişilik. Hemen her toplumda o toplumun eğitim ve refah düzeyi ne olursa olsun genelde en çok, ortalama düzeyde, hatta ortalamanın altında düzeyde eserlerin geniş kitlelerce tutulmasının, beğenilmesinin nedeni, bu temel üç özellik bakımından o tür eserlerin kitlelerin-toplumların ortalama ve ortalama altı düzeylerine seslenmesidir. Şöyle ki, toplumun çoğunluğunun – büyük çoğunluğunun – zekâ düzeyi ortalama ve ortalama altı düzeydedir. Bu nedenle ortalamanın eğitim düzeyi ne olursa olsun onların değişik alanlarda ve bu arada sanat alanında ve sanatın alt dallarındaki bilgi ve değerlendirme düzeyleri hiçbir zaman üst düzeye yükselmeyecektir. O yüzden bu geniş kesimlerin sanata ilgisi çok yüksek bile görünse, derinlemesine zevk düzeyleri hiçbir zaman gelişmeyecektir. (İnsanın genetik yapısında bir değişim gerçekleşmedikçe.)
42. İnsan daha çok kas gücüyle işlemesi doğrultusunda yapılmış bir organizmadır. Modern yaşam giderek daha çok sayıda insanı bedensel çalışmadan uzaklaştırıyor. İnsan henüz bu edilgin yaşantıya uyarlanacak biçimde evrimleşmediğinden yeni yaşam tarzı ayrıca en önemli etkenlerden biri sayılmasa da, kansere yol açar. Buna karşı alınacak tek önlem, yeterli ölçüde bedensel çalışma içinde bulunmayan büyük bir kesim için yalnızca spor yapmaktır.
43. İnsan ciddi şeylerden çok gayri ciddi şeylere eğilimlidir. Yaşam zaten insanların sırtına hangi ülkede olursa olsun çok ciddi sorunlar bindirmektedir. Yaşam zaten çok ciddi ve sıkıcıdır. Kapitalizm insanları kendine yabancılaştırmakta, birbirine yabancılaştırmakta, kitlesel bir depresyona neden olmaktadır. Bu durumda boş kalan, boşluk duyan insanların çoğu ciddiyetten kaçmak eğilimindedir. Ciddiyetten kaçmak kadınlar için daha çok modayı izlemek, alışverişe çıkmak, dedikodu yapmak, televizyonlarda en düzeysiz magazin ve dedikodu programlarını izlemek yoluyla gerçekleşmektedir. O yolları izleyen erkeklerin sayısı da az değildir. Ancak erkeklerin büyük bölümü gayri ciddi kaçışı sporla, özellikle futbolla gerçekleştirmektedir.
44. Birçok insanın (istisnalar dışında) çocukken tuttuğu takımı daha sonra istese de bir türlü değiştirememesi, olayın en garip yanlarından biridir. Bu bile insan soyunun akıldan çok akıldışlığa yatkınlığının, damıtık insan kültürüyle, korteksin gelişmiş bölümleriyle değil, özdeşleşmelerle, duygularla, alt beyinle düşünme alışkanlıklarının sonucudur. Aynı zamanda benlik denilen şeyin ne derece nesnellikten uzak durduğunu, öte yandan kendini her fırsatta nasıl başkalarından ayırdığını veya ortaya koyduğunu da göstermektedir. İnsanın bireylerle kendini bir tutması, birilerini sanal da olsa yenmesi, birileri üstünde gücünü ispat etmesi gibi duygular herhalde evrim sürecinden, sürü yaşantısından gelen kendini kabul ettirme ve yaşamda var olabilme mücadelelerinin bugünkü en uygar kalıntıları, dışa vurumlarıdır.
45. Çok sonraları da çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiliyor. İlk tek tanrı anlayışı Mısır’da, daha sonra Mezopotamya’da ortaya çıkıyor. İlk tek tanrılı dinlerin geniş bir ülkeyi hakimiyet altında bulunduran tek bir kral döneminde ortaya çıkması ilginç. Pek çok kabilenin pek çok kabile şefi, pek çok tanrısından, giderek güçlü bir hükümdarın tüm kabileleri yönetimi altına aldığı dönemlere geçiliyor. Bunun sonucu oluşan tek devletin, birçok kabilenin tanrısını ortak olarak tanrı kabul etmesi ve bunun evrimleşmesi sonucunda tek tanrı anlayışının güçlenmesi.
46. Din çoğun gericiliğe hizmet ediyor. Neden? Çünkü din, insanlar arasında var olan eşitsizliği kabul ediyor ve meşrulaştırıyor. İnsanlar arasında güç yönünden, iktidar yönünden, servet yönünden büyük farklılıklar bulunacağını kabul ediyor ve bunun değiştirilmesini değil, buna katlanılmasını öneriyor. Zenginlere ve güçlülere düşen tek görev güçsüzlere ve yoksullara acımak ve onlara biraz yardım etmek. Hiçbir din yoksulluğu ve eşitsizliği tümüyle ortadan kaldırmak için bir sistem değişikliği önermiyor. İsyan edenleri harislikle, asilikle suçluyor, katlananları yüceltiyor. Tek telafi mekanizması olarak başka bir dünyayı, başka hayatları öneriyor. Din insanın doğasının kötü ve kusurlu olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini söylüyor. Yapılacak tek şey günahlara, kusurlara karşı Tanrıdan af dilemek. Din, Tanrı korkusu olmaksızın insanların hiçbir kurala uymayacağını, birbirini boğazlayacağını söylüyor. Düzenin korunması için en etkili gücün dinsel eğitim ve Tanrı korkusu olduğunu vurguluyor.
47. Son olarak bir de şunu belirtmek gerekir ki, kendi insanı değerler doğrultusunda bilinçli olarak eğitip denetlemeyen, bilinçli bir çabayı sürekli olarak göstermeyen bireylerde siyasi olarak kayma doğal olarak sağadır. Bu, sağcıların kötü insan olduğu anlamına gelmez. Ama birçok bakımdan sağcılar (gerçekten iyi niyetli olanlarını kastediyorum), kendini koy vermiş, kendini zorlamayı bırakan, eşitlik ve adalet değerleri, bilim değerleri doğrultusunda toplumu değiştirme, insanlığı ileri götürme idealini perspektif olarak yitirmiş insanlardır.
Solculuk çok daha fazla özveri, çalışma, değiştirme ve değişme enerjisi ister; çünkü solcuların, hatta aşırı solcuların da büyük kısmı bu değerler anlamında solcu değil, sağcıdır. Sol ve sağ gibi siyasi kavramların günümüzde pek az şey ifade etmesinin nedeni, on yıllar içindeki uygulamada bahsi çok sık geçen o kavramların içinin, uygulamada büyük ölçüde boşaltılmasıdır.
48. İnsanın uyum yeteneği olumlu anlamda olduğu kadar olumsuz anlamda çok geniştir; ortamın, koşulların, görevlerin, alışkanlıkların etkisiyle bazen son kertede “normal” ve “ sıradan” kişilik özellikleri gösteren insanlar da işkence ve benzeri uygulamalara katılabilirler. Ama herhalde çevresel etkenlerden kaynaklanan değil de, kişiliğinden kaynaklanan ahlaki değer yargıları çok güçlü bireyler, hiçbir koşulda işkence yapmayacaktır.
49. Nietzsche’nin söylediği gibi, belki burada amaç hedef değildir, amaç yoldur, o yolda yürümektir.
50. “Düşünce özgürlüğü” fazlasıyla önemli hale gelmiştir; ortada pek az özgün düşünce vardır, ama çok sayıda düşünce özgürlükçüsü dolaşır; olmayan şeyin özgürlüğünü destekleyenler, hele Ahmet Altan gibi görece etkin biçimde destekleyenler el üstünde tutulurlar.
51. Zeki ve kültürlü olmak! Herkesten değişik düşünmek... Kişi ileri derecede zeki ve kültürlüyse zaten kendiliğinden herkesten değişik düşünür. Görünüm, ses tonu, konuşma tarzıyla bütünleşmiş bir değişik düşünce, doğrudan doğruya karizma olarak dışa yansır.
52. Hayli yüzeysel bir mantıkla iş gören ve bayağı az kelime ve kavram hazinesiyle düşünmeye alışkın, buna koşullandırılmış geniş izleyici (okur) kesimi de gösteriyi çoğun hayranlıkla izler, hayranlıkla olmasa bile en azından ağzı açık izler.
53. Güçlüden yana olmak her zaman kazanım getirir.
54. Bir çok insan zaten televizyonlardaki bir çok programı, gizli veya açık, mazoşistlik doyumsuzluktan ötürü izler. İnsanlar bazen bir programa, o programdaki bir kişiye nefret duydukları için, onu acı çekerek baştan sona zevkle izlerler.
55. Görüntülerin arkasındaki hakikat yoktur onlar için. İşte tutucu, sağcı zekanın sınırlılığı bundan ötürüdür. Tutucu, sağcı zeka gerçekle yüzleşmek istemez, gerçeği görmek istemez. Gerçekle bağlantısını sınırlamış zeka gerilemeye başlar. Bir çok otoritenin her şeyi bildiği, her şeye muktedir olduğu izlenimi vermesine karşın akılca son kertede sığ işler yapması o nedendedir.
56. Kendini iyi pazarlayabilmek sonra “seçkinci” boş muhabbetle yazar olarak, yorumcu, hatta entelektüel olarak nerelere gelinebileceğinin bir örneğidir. Uluç ve “geyik muhabbetiyle” tatmin olan sıradan insanlarda bu yönde özlemler kışkırtan bir idoldür. Uluç dışavurumlarını çözümleyebilmek için üstünde durulması gereken anahtar kavramlar, zekâ, gerçeği yadsıma, karizma, tutuculuk ve güçlüden yana olmaktır.
57. Başarıyı yakalamış insanlar belli bir ün aşamasından sonra kendilerine ve yaptıklarına iyice hayran olurlar ve her ellerinden çıkanı güzel, kusursuz ve doğru görüp eleştirileri küçümser, uyarılara kulak tıkarlar. Pamuk’a göre dili düzgün ve “güzel” kalıplar içinde kullanmak pek de önemli değildir. Bu, özellikle post-modern ideoloji ve onun açımlandığı biçimlerde hiç önemli değildir. Pamuk‘un dili her ne kadar dilcilerce çok eleştirilse de kendine özgü bir dildir ve bu özensizliği bir ölçüde Pamuk bilerek seçiyor olabilir.
58. Hürriyet‘i veya buna benzer gazeteleri ciddiye alarak okuyanlar için gerçeğin araştırılması hiç mi hiç önem taşımaz. Onlar gerçeği işlerine geldiği gibi bilmek isteyenlerdir. Güçlüden yana olanlardır, güçlünün artıklarından pay kapmaya çalışanlardır. Ertuğrul Özkök onların baş yazarıdır. Bu kesimler oligarşinin belli kanatlarının çıkarları doğrultusunda haber ve yorum kampanyalarına girişirler. Belli siyasi partileri zaman zaman öne çıkarır zaman zaman yerin dibine batırırlar. Bazen rakip gazetelerle kıyasıya rekabete girişir, rekabeti en ileri boyuta suçlama ve hakaretlere taşırlar, bazen rakipleriyle anlaşır belli konularda işbirliğine girişirler. Gazetelerin haber politikalarından onların hükümetle ne şekilde mali veya siyasi olarak anlaştığı veya anlaşmadığı, uzun veya kısa vadeli ne gibi planlar yapıldığı, ne gibi beklentiler içinde bulunulduğu, gazetenin hangi sermaye gruplarınca desteklendiği, hangilerince kösteklendiği kolayca anlaşılır.
59. Büyük gazeteleri alan insanlar çoğun altta yatan bu gibi ilişkilerin farkında değildir, farkında olanların da umurunda değildir. Gazeteler ve büyük medya toplumu aptallaştırır, zekâsı kısıtlı toplum çoğunluğu büyük medyayı ortaya çıkarır. Veya zekası kısıtlı olduğu için daha az kafa çalıştırmayı yeğler. Bu tür büyük gazeteler ve televizyonların her ülkede birbirine pek benzer örnekleri vardır. Bunlar için bir yerde temsil ettikleri güçlerin çıkarları önemlidir, bir yerde medya olarak gazetelerinin tirajlarının artması, televizyonlarının raytinglerinin artması. Onlara başyazarlar, yazarlar sunucular gerekir. Bu kişilerin özgün yaratıcılık göstermelerine hiç gerek yoktur, sıradanlığı en iyi biçimde temsil etmeleri yeterlidir. Kültürel ve siyasal iktidarın distribütörüdür (dağıtıcısıdır) bu tür organlar. Ellerinden tuttukları herkes onların satışını artırır, üstelik başka yönden de güçlendirir organları. Bu tür gazeteler sallapati yönetilir gibi görünür, ama her taş yerli yerindedir, hesapsız tek adım atılmaz, sansürden hiçbir haber, hiçbir çıkıntı kişi her nasılsa kaçamaz. Bir şekilde kaçan çıkıntılar da sanki izinli kaçmıştır, dişleri sökülmüş ya da zehirleri akıtılmıştır. Ya da bu dişle ve zehirler de genel sistemin zararsız bir parçası haline gelmiştir kendiliğinden. Orada en karşıt tavırlarını bile sergileseler, seyredenler, okuyanlar onu da eğlencenin, gösterinin parçası zannederler. Seyredenler, okuyucular zaten onlardandır. Metinler iktidara teslim olarak girerler ve iktidardan pay kaparak çıkarlar.
60. Bugün gazete yazarlarını kabaca şöyle sınıflayabiliriz. Bugünkü düzende ve devletten yana liberal yazarlar birinci grubu oluştururlar. Ne denli liberal oldukları tartışmalıdır; bunlar merkez sağ ve merkez soldaki yazarlardır. Büyük medyanın büyük yazarlarının çoğu gibi. İkinci grubu yine düzen yanlısı (kapitalizm yanlısı), ama bugünkü şekliyle düzeni ve devleti eleştiren yazarlar oluşturur, devleti sertçe eleştiren yazarlar). Bunlar üçe ayrılırlar. a) Siyasal islamcı yazarlar b) “2. Cumhuriyetçi”, dincilerce ittifak içinde, fakat zaman zaman dincileri de eleştiren yazarlar c) liberal aşırı sol yazarlar. Üçüncü grubu, devlet yanlısı sol ve milliyetçi sağ yazarlar oluşturur, etkileri sınırlıdır. Dördüncü grubu bağımsız yazarlar oluşturur; etkileri iyice sınırlıdır.
61. Tüm İslamcı yazarlar gibi Koru da Hıristiyan aleminin en büyük gücü ve İslamın en büyük düşmanı olarak ABD’ye karşı olmak zorundadır, nitekim yazılarında ABD’yi sıklıkla sertçe eleştirmektedir; öte yandan Koru kapitalizm karşıtı değildir, bu yönde tutarlı bir duruşu yoktur; patronlarının ve desteklediği politik güçlerin ABD ile hem iş ilişkileri, hem politik ilişkileri sıkıdır; yazılar da bu açık sürekli sırıtmaktadır. (Irak kriziyle birlikte İslamcılar arasında ABD’ye karşı olanlar ve ABD yandaşları olmak üzere ayrım ve çatışma artmıştır. Koru ABD’ye karşı olanlar safında yer almıştır. Bu kuşkusuz onun için olumlu bir puandır.) İkinci olarak, İslam, liberal ve demokrat bir din değildir; yaşama ve siyasete doğrudan karışmak, özünden kaynaklanan bir zorunluluktur. Öte yandan bireysel olarak da İslami kurallara harfiyen uyma ile çağdaş yaşamın gerekleri, biçimleri birbirleriyle çelişir. İslamı tüm kurum ve kurallarıyla uygulamak isteyen kişi bir bakıma gerçek müslümandır. Bu samimi bir tutum olarak değerlendirilebilir. (Hem koyu dindar olduğunu, hem de çağdaş yaşamın gereklerini yerine getirdiklerini söyleyenler ise tutarsızlığa düşerler. Bu tutarsızlık doğrudan insanın doğal ruhsal yapısından kaynaklanan ve bu yüzden doğallıkla kabullenip doğallıkla yaşanan bir durumdur.)
62. “İnsanın bilincini, dolayısıyla toplumların yapısını içinde yer aldıkları maddi koşullar belirler”
63. Bir arkadaşıma “Dünyada ve Türkiye’de sosyalizm yenildi, çünkü insanın zekası bu işi kaldırmıyor” dediğimde tepki göstermişti bu sosyalist arkadaşım, anımsıyorum. Aradan yirmi yıl geçti, binlerce insan tanıdım ve konuyla ilgili yüzlerce kitap okudum; görüşüm iyice sabitleşti. Halkı eğitmeye çalışanlar da halkın içinden çıkmışlar veya hala içindeler yığının, ayrıca durumları onları eğitmeye, örgütlemeye çalışırken uğradıkları terör nedeniyle halkınkinden kat ve kat zor. Ama o büyük yığın eğitilmiyor. Çok çeşitli alanlarda, küçüklü büyüklü, siyasi olsun olmasın; bilimin, felsefenin, edebiyatın geniş kesimlere yayılamaması da dahil olmak üzere, yaşanan pek çok sorunda altta yatan temel etmen zeka yetersizliği.
64. Aslında zeka yetersizliği yerine akıl yetersizliği de diyebilirdim. İkisi bazen aynı anlamda kullanılabiliyor. Ama zekayı daha özel bir akıl bölümü olarak kabul etmek gerekir. Zeka artı kişilik eşittir akıl diyebiliriz. Olumlu bir kişilik olmaksızın iyi bir zekayla akıldan (akıl olumluluğu daha çok içeren bir kavramdır.) söz etmek olanaklı değildir. Uygun kişi özellikleri olmadan sadece üstün bir zekayla kişisel başarı bile sağlanamaz.
65. Dulit (1975) yetişkinlerin yalnızca %30’la %40’ı arasında değişen bir oranın, düşünmede formel işlemler düzeyine gelebildiğini ortaya koymuştur.
66. Aynı konuda Zipf’in ortaya attığı sorunların çözümünde “en az çaba ilkesi” (1948) de önemlidir. Hayvan atalarımızdan ve ilk insan atalarımızdan miras kalan, farklı sorunları tek bir kalıp düşünceyle en az enerji harcayarak düşünce alışkanlığı bu günkü dar görüşlülüklerimizin de kaynağı olabilir.
67. Dille düşünce arasındaki bağlantı açısından öne çıkmış dört tür görüş bulunmaktadır:
a. Düşüncede gelişim dil gelişimi için belirleyicidir. (Piage)
b. Dil ve düşünce gelişimi ve işlevi açısından birbirinden tamamen bağımsızdır (Chomsky)
c. Dil ve düşünce kökende bağımsızdır, zaman içinde karşılıklı bağımlılık gelişir. (Vygotsky)
d. Dil düşünceyi belirler (Sapir-Worf)
66. Toplumsal ilişkilerimiz, belli bir dereceye kadar, biz onları belirleyecek duruma gelmemişken oluşmaya başlar.
67. Erkek çocuklarda yoğun bir iğdiş edilme korkusu, kızlarda benim neden penisim yok kederi. Her iki cinste anne ve babaya karşı yoğun bir ensest arzusu. Psikozun bile nedeni bu Oidipus karmaşasıdır!
68. Bizde durum çok daha zordur. Zekaya ilişkin evrensel probleme bir de cehalet eklenir. Öyle ki bu seçimde on altı parti barajı aşamamıştır ama ”okuma yazma bilmeyenler partisi”nin böyle bir endişesi olmamıştır. Seçmenlerin çok büyük bir çoğunluğunu yaşamları boyunca herhangi bir klasik romanı, Atatürk’ün Nutuk’unu ya da Kuran’ı bir kez olsun baştan sona okumamış insanlar oluşturmaktadır. Öte yandan ülkemizdeki kayıt ve denetim yetersizliği sonucu akıl yönünden kısıtlı olanlar da (zekaca belirgin ölçüde geri olanlar, ağır akıl hastaları ya da bunaklar) oy kullanabilmektedir. Kısıtlı yurttaşlarımızın oy sayısı tahminen TKP ve ÖDP ‘nin aldığı oyların toplamından fazladır.
69. Halkın ezici çoğunluğunu oluşturan çok sayıda grubun, psikolojinin diliyle sola karşı “tutum”u katı ve olumsuzdur. Kalıp yargılar oluşmuştur ve bu yargılar elli-altmış yıldır değişmemiştir. Dahası sol, sol olduğu oranda insanlardan daha çok değişmelerini ister. Sağ ise insanı olduğu gibi kabullenir. İnsanların çoğun seçim yapması gerektiğinde ne denli kötü durumda bulunsa bile durağanlığı seçer, değişime karşı koyar.
70. Din insanın yetersiz bilgi düzeyi ve kısıtlı muhakeme yeteneğinden doğmuştur ve halen aynı düzenekler üstünden egemenliğini sürdürür. İnsan, çevresindeki herkes aynı şeyi söyleyip aynı tutumu alınca kolayca etkilenir. Buna “norm” oluşumu denilir. Bir çok ülkedeki bir çok parti öbürlerine göre daha çok dindar olduğu izlenimi yaratarak seçim kazanmaktadır. Dini akımlar bugün milyarlarca insanı peşinden sürüklemektedir. Her dine göre o din en üstün dindir, tanrıya giden tek dindir. Burada muhakeme yetersizliği ileri boyuttadır, rastlantı eseri belli bir toplumda dünyaya gelen ve kendiliğinden o toplumun dinini benimseyen kişi kendi dininin, mezhebinin neden başka din ve mezheplerden üstün olduğunu hiç sorgulamamaktadır. Özgür iradeleriyle din değiştirenlerin oranı belli bir dine ömür boyu bağlı kalanların yanında devede kulaktır. Eğitim düzeyinin artmasıyla din merkezci siyasi düşüncenin zayıfladığını araştırmalar göstermektedir. Bu seçimde Ak Partinin daha çok oy aldığı il ve semtlerin eğitim düzeyinin daha düşük olduğu il ve semtler olduğu görebilmekteyiz.
70. İnsan evrim sürecinde on binlerce yıl, sürü düzeninde avcı toplayıcı olarak yaşadı. Sürüler kabilelere dönüştü. Kölelik oluştu. Sonra şehirler kuruldu, bir yandan kölecilik yakın zamana dek yasal anlamda devam etti. Kölelik sistemini Feodal sistem izledi. Feodal sistem altında kabile yapısı tümüyle bozulmadı. Bireyi merkez alan kapitalist sistemin egemenliği ise son birkaç yüz yılın olgusudur. İlk ciddi sosyalist kalkışmalar 1848’de yaşandı, sosyalist sistem ise 1917’de kuruldu ve şimdilik hayal kırıklığıyla bitti. Dolayısıyla insanın genetik yapısını (en azından “homo sapiens”ten başlatırsak) yüz elli bin yıllık geçmişi belirlemektedir. Kültüre, bilime dayanan bağımsız düşünme alışkanlıklarının kitlesel olarak güçlenmesinin tarihi ise en çok beş yüz yıllıktır. O yüzden geniş yığınlara hem genetik, hem kültürel bağlamda kabile kültürünün değerleriyle seslenildiğinde kolay yanıt alınmakta, tersi ise dirençle karşılaşmaktadır. Bunda şaşıracak fazla şey yoktur. Pek çok insanın bilinci istenmeyen uyarılara karşı (potansiyel olarak anlama yetisi bulunsa dahil) tam kapalıdır. Kişilik özellikleri nedeniyle kapalıdır. İstenmeyen uyarılara karşı bu kişilikler “yadsıma, yansıtma, bölünme, karşıt tepki kurma, bastırma” gibi değişik savunma düzenekleri geliştirmektedir. Değişmeyi gerektiren etkilere açık olma özel bir kişilik yapısı istemektedir ve ne yazık ki bu tür kişilikler azınlıkta kalmaktadır.
71. Günlük yaşamlarında hiç de cesarete sarılamayacak yığınların bir savaş çıktığında akın akın cepheye gitmesinin, hatta orada kahramanca ölmesinin en önemli iki nedeninden biri, otoriteye itaat duygusuysa, ikinci nedeni milliyetçiliktir ve bu duygunun belli zamanda kolayca galeyana getirilmesidir.
72. Milliyetçilik (yurtseverlikten ayrı bir kavram olarak) en çok içselleştirilen niteliğiyle, kendi milletinin başka milletlerin haklarına gasp etmeye hakkı bulunduğunu savunmadır. Milliyetçiliğin bu yaygın normları bize sürü ve kabile düzeninden miras kalmış kalıplardır.
73. Sağcı milliyetçiliğin oligarşi açısından değil ama tabandaki ezilen yığınlar açısında geniş kabul görme nedenlerinin birisi, bilgi ve muhakeme eksikliği ise, başka bir nedeni otoriteye itaat gereksinimidir. Otoriteye itaat duygusu güçlü otoriteyle daha kolay tatmin bulur. Milliyetçiliğin kökeninde güçlü bir paranoya yatar. Bizdeki söylemiyle “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” üstelik herkes bizi, özellikle bizi açık düşürmek için kumpas kurmakta, kendi aralarında birlikler oluşturmaktadır. Burada “yansıtma” düzeneği işler; başka tüm milletleri, etnik grupları yok etmeyi, sindirmeyi kendine amaç edinen anlayış, tüm öbürlerinin de aynı anlayışta olduğunu var sayar. Üstelik her ne kadar kat be kat abartılsa da bunun haklılık payı yok değildir. Somut kanıtlar bulunan paranoya gittikçe azar ve saplantılarını herkese bulaştırıp yayar. Milliyetçilik daima güçlü bir aşağılık karmaşasıyla birlikte büyür. “Avrupa Avrupa duy sesimizi” sloganı aşağılık duygusunun tipik açığa vurumlarından biridir.
74. Bazı aklı başında insanların DEHAP’a oy vermesi insanın değerleriyle çatışan eylemleri desteklemek için kendini güdülebilmesine örnektir. Belki de bu insanlarda söz konusu değerler güçlü değildi veya bir değer yitimi söz konusudur. Sözü geçen kitle ortalama olarak AKP’ninkinin ardından en az eğitimli, okuma yazma oranının en düşük olduğu kitledir. Psikiyatrik açıdan da en heterojen kitle. Düzene karşı öfke duygusu en yüksek kesimdir. Öfke daha çok etnik renklidir. Aşağılık duygusu tüm etnik heyecanlarda olduğu gibi güçlüdür. Yoğun yadsıma düzeneği nedeniyle içlerindeki eğitimlilerin bile bilinç alanları hayli kısıtlıdır. Bir bölümü gerçekten iyi niyetli barış yanlısıdır, ama bu iyi niyet saflık boyutundadır.