KİTABIN ADI : BİR RÖNESANS ADAMI; “DOĞAN KUBAN KİTABI”
YAZARI : MÜJGAN YILDIRIM
1. Okul kitaplarında okursunuz ya, “savaştan sonra Anadolu’da inanılmaz fakirlik vardı” diye. Öyle miydi Anadolu?
Anadolu hep fakir olmuş. Herkes fakir olunca insan onu hissetmez. Aslında Anadolu’nun köyü ile şehri pek farklı değildir.
2. Okulların, eğitimin ideolojik başlangıcı doğal olarak Kurtuluş Savaşı idi, “Yunanlıları denize dökmüşüz” şeklinde. Cumhuriyet tam manasıyla ideolojik ortamını yaratmıştı. Bir grup insan için: Bürokratlar, askerler, öğretmenler ve okumuşlar. Yeni toplumun temsilcileri devletin memurları idi. Ama halk yeni uyanıyordu. Fakat okumuşlar katında, çağdaşlığın temsilcisi olmak bağlamında, Cumhuriyetin yöneticisi Osmanlının da elitidir.
3. Çünkü 1950’den sonra bir Amerikan kazığı yedik; “Karayolları da önemli” dediler. Kuşkusuz karayolları da önemli fakat otomobil, benzin dışarıdan geliyor. Daha pahalı bir sistem. 1950’den sonra Türkiye’deki bütün ekonomi, dışarıyla iş yapıp avanta almak üzerine kurulmuştur. Müteahhitlerin avantası. Ondan sonra gelen bütün partiler, hep müteahhitlerin partileridir. Türkiye’de iş adamı yoktu doğru dürüst. Fabrika da yoktu, para hep müteahhitlikten kazanılırdı. Büyük zenginler hep, demiryolu, yol, inşaat müteahhitleridir. Hala da toprak yağması ya da ucuz işçi çalıştırma üzerine kurulu müteahhit sistemi Türkiye ekonomisinde ağırlıklıdır. Ve bir ekonomik bataklıktır.
4. Hocalarımızın içinde her çeşit ideoloji yanlısı vardı, solcu, sağcı, ırkçı, gelenekçi. Ama hepsi milliyetçi idi. Bugün orada-burada milliyetçilik karşıtı düşünceyi tırmandırıyorlar. Ama çağdaşlık bağlamında değil, ortaçağ yobazlığı paralelinde. Bir ülkenin gelişmesini sağlayabilen başka bir siyasi örgütlenme yoktur. Dünya ulus devleti aşamadı. Amerika gibi bir uluslar çorbası bile bizden daha ulusçu. Avrupa da öyle. Biz ulus bilincini yeren, ümmet bilincini zorlayan ilkel bir toplumuz hala. Kanımca milliyetçilik bir örgütlenme aracıdır. İslamın çağdaşlaşamamasında cemaatten ulusa ulaşamamasının rolü vardır.
5. Aslında Türkiye’nin okumuşları, bu hastalığı biliyorlar ama Türkler söz rüşvetini çok verirler. Şarklı insan, Müslüman insan, çok fazla söz rüşveti verir. Pohpohlar karşıdakini, ya da kolaylıkla yerin dibine batırır. Yani iki uç.
6. Ordu 18. yüzyıldan başlayarak Türkiye’yi çağdaşlaştıran tek güçtür.
7. Türkiye’nin temel sorunu Ortaçağ bağnazlığı ile kavganın her planda sürmesidir.
8. Lise üç yıldı. Çok iyi hocalarımız vardı. Hatta bizim matematik hocalarından Süleyman Bey, Sorbonne’da doktora yapmıştı. Ve o sıradaki kültür ortamı farklılığını açıklayan Sosyoloji kitabını hatırlıyorum. Nurettin Şazi’nin kitabının “Tanrı Toplumsal Ruhtur” a benzeyen bir adı vardı. Bize dağıtmışlardı. Bir lise hocası, Tanrı’nın toplum ruhunun ifadesi olduğunu yazabiliyordu o zaman.
9. Osmanlı sistemi Avrupa gibi değildi. Hükümdar dinden üstündür. Sultan otoritesi ile din arasında bir anlaşma var. İkisi de birbirlerini kabul ediyorlar.
10. Osmanlı’da ulus yoktu. Ulus bilincini Osmanlı’da yitirdi Türkler. Türk kendisinin Türklüğünü ancak yan yana gelince anlar, hani böyle iyi göremeyen insanlar vardır da şoför testine girdikleri zaman yeşille kırmızıyı ayıramazlar. Anadolu’da “ben Müslümanım” derlerdi, benim çocukluğumda öyle idi. Şimdi belki biraz değişti. Fransa’da “Fransız”ım” der, “Ben Hıristiyan’ım” demez, çünkü zaten Hıristiyan.
11. Ulusu, milleti tanımlayan bir tek şey vardır; o da dildir.
12. Konya şehrinin halkı, Türklüğü değil, Müslümanlığı kabul eden Rum ağırlıklı bir halktır, örneğin. Erzincan ve Divriği ermeni kentleri. Ama sonradan hepsi Müslüman olmuş. “Ben Müslüman’ım” sözü din değiştirenlerin gerçek kimliğidir. Ama yüzyıllar içinde dille birlikte yeni bir kimlik oluşur.
13. Mübadelede çok yaşanmış, İzmir’deki Rumlar Türkçe konuşuyorlar, Girit’teki Türkler Rumca. Ve mübadele yapılırken limanda toplanıyorlar. Rumlar Türkçe konuşuyorlar, Türkler Rumca. Birbirlerini anlayamıyorlar.
14. Bence anadili Türkçe olan, dünyayı Türkçe algılayan, Türkçe anlatandır Türk. Bütün duyarlıklar dil çevresinde oluşur.
15. Osmanlı Sultanlarında da Türk kanı kalmamış. Çünkü Türklerle evlenmiyorlar.
16. Halkın Türkçesi gelişmemiş bir Türkçe. O Türkçeyi bilen adam okuma-yazma da bilmediği zaman, Osmanlı’nın yazdığı ne şiir, ne tarih, ne yazılı herhangi bir şey onu ilgilendirmiyordu. Camilerin içine giren, okumamış yazmamış adamları düşün. Onlar için Arapça yazılı levhalar sırlı şeylerdi. Allah ile Muhammedi okumasını bilemiyorlar. Ama duvarlar, kubbeler yazı dolu. Arapça sureler, ayetler… resim ve heykel olmadığı için hep yazı. Halk için hiçbir şey ifade etmiyor o sırlı şeyler. Onun için bizim halk, eskiden yazılı bir kağıt gördüğü zaman, gazete, kağıt parçası gibi, onu yerden kaldırıp ulaşılması zor bir yere koyardı. Çünkü Arapça yazıyı Kuran ile eşleştiriyor. O zaman yazı mistik, sihirli bir şey, muska gibi.
17. Türkçe’ de selam yoktur, biliyor musunuz? Şehirliler birbirine, “sabah şerifleriniz hayırlı olsun” derlerdi. Anadolulu “Selamünaleyküm” der. Bunlar basit, fakat köklü kültür sorunlarıdır. Ama ciddi bir tartışma konusunu olduğunu hala görmedim.
18. Kanımca o dönemde devlet, Türkiye’yi eğitmek için seferber olmuştu. Bunu havada koklardınız. Şimdi sadece pis bir para kokusu geliyor. Eğitimden bile.
19. Türkiye sadece Osmanlı zamanında değil, hiçbir zaman bizim hayal ettiğimiz gibi Türk olmamıştı.
20. Evet, gerçi simgesel davranışlar, imgeler yaratmak toplumsal eğitimde çok önemlidir. Atatürk bunun üstün örneğidir. Türkiye’nin bütünleşmesi kolay olmamıştır. Sadece üst katta simgesel bir bütünlük. Güçlünün simgesi bir yerde. Merkeze kafa tutarsanız bir yeniçeri ordusu geliyor, kafalar kesilip hizaya getiriliyor. Herkes köyüne dönüyor, isyan bitiyor. Celali İsyanları daha köktenci, bitmek bilmiyor. Fakat bütünleşmemiş dış çevrelerden, periferiden gelmiyor. Türk’ten kaynaklanıyor. Genelde İstanbul daha güçlü. Mahallenin kabadayısı gibi. Eyaletler ona küfür de etseler, kızsalar da, istediklerini yapmasalar da aslında İstanbul mahallenin namusunu koruyan, mahalleyi dışarıya karşı temsil eden, sıkışıldığı zaman yardım istenen güç.
21. Ben çok mutluydum. Ben zaten kötü durumlarda da mutlu olabilen bir insanım, çünkü mutluluğu düşüncenin tatmini olarak tanımlarım. Duygusal içerik sınırlı. Herhangi bir durumun niye iti ya da kötü olduğunu anlayabiliyorsam ve kendime göre yorumlayabiliyorsam mutluluk dengem bozulmaz.
22. Evinde mutlu olursan, müziği de daha iyi dinlersin, daha iyi konuşursun. Daha rahat edersin. Barınak insanı tamamlayan bir şey.
23. Solculuk fikri temeli pek gelişmemiş, bulanık simgesellikler ve belki bir jargondan ibaretti.
24. Bir tane parti vardı zaten. II. Dünya Savaş’ından sonra her şey değişti. Hükümetler hoşgörülü değildi aslında. Eğer kendilerine karşı ufak bir şey hissederlerse hemen bastırırlardı. Türkiye tam bir polis devleti olmadı ama hükümetim demir elini her zaman hissederdiniz. Belki başka çaresi yoktu, onu bilmiyorum. O sırada dünyada da çok farklı olduğunu sanmıyorum.
25. Ben bir kimsenin ya da düşüncenin peşinden gitmedim. Onun için hiçbir ideolojinin militanı olmadım. Garip gelecek ama su katılmamış bir “kendimci”yim.
26. Sola karşı Türkiye’de her zaman bir şeyler olabilir de solun bir şey yapması olasılığı sınırlıdır. Daima azınlıkta kalmıştır. Solun, sosyalizmin içeriği bizim kültür seviyemizin üzerindedir. Taraftarları da çok fazla anlamamışlardır. Çünkü Marksist felsefenin Avrupa kültürünün derinlerine inen kökleri vardır.
27. Evet. Avrupa’da o düşünce bir ırmak gibi beslene beslene gelmiş. Marks sonuçta kendinden öncekiler üzerine kurmuş felsefesini. Bizde o temel hiç olmadı. Her şey gibi o da, halka hatta okumuşa düşünsel olarak inemeyen aktarma olarak kaldı. Türkiye’de maalesef düşünce akımlarının çoğunluğu aktarmadır. Bilim de öyle, ideoloji de.. hatta dini düşüncede de aynı köksüzlük var. Halka zaten inmez. 1960’tan sonra biraz daha bilinçlenme oldu. Bana kalırsa, Atatürk döneminin pratik, halkçı ilkeleri kadar hiçbir şey halka inmedi. Sosyalizm köye inemedi. Kolay kolay bu millet bilinçlenmiyor. Köy Enstitüleri devam etseydi belki olabilirdi. Türkiye’de Müslümanlık bile basit birkaç litürjik bilgi dışında gerçek bir tarihi bilgiye oturmaz. Halk birkaç dua öğrenir, peygamber hikayeleri öğrenir, ne Kuran okumuştur ne de İslam tarihini bilir. Bir toplumsal davranıştır. Köylü ve kentli arasında da İstanbul hariç, bir fark olduğunu sanmıyorum Türkiye kırsal bir toplumdur. Hala da o karakterini koruyor.
28. Kültürel olarak, şehirle köy arasında çok büyük bir fark olduğunu sanmıyorum, yani köylü daha az okumuş olabilir ama temel olarak kentteki okumamışla benzer eğilimler taşır. Kaldı ki Anadolu köylüsü artık kentlerde. Bugün de bizim dış dünya yorumumuz çok kısıtlı.
29. Bir kez tarihi birikim yok, dolayısıyla motivasyon, dolayısıyla bilime karşı ilgi, nesnel olarak dünyaya bakış gelişmemiş. Felsefe olmadığı için kavramsal boyut gelişmemiş. Eleştiri yok, gözlemcilik gelişmemiş. Bunlar olmadığı için de üniversite, üniversite olmakta zorlanıyor.
30. Atatürk, Gazi Mustafa Kemal olarak kalsaydı daha güzel olurdu bence. Bir dâhinin unvana ihtiyacı yok.
31. Toplumun yerleşik kurumları ve düşünsel geleneği her zaman yeniliklere direnir.
32. Savaştan yılmayan, fakat sonunda ringi mağlup olarak terk eden bir Osmanlı İmparatorluğu var. Bütün 19.yüzyıl boyunca dayak yiyen bir boksör gibi. Çözüm önce şeriatta gibi gösteriliyor. Bu, sürekli kendini afyonlamaktır. Sonra yapılan şey, her şeyi ithal etmek. Silah alacağız, fizik öğreneceğiz, ondan sonra da modern tıp. Ama Avrupa’daki dev gibi 300 yıllık bir matematiğin içine koyacak bir tek adamımız yok.
33. Kendi ülkesinin tarihini yazan adam bile, eğer yabancı bir dergide makale yayımlamamışsa profesör olamıyor. Bundan daha alçaltıcı bir durum olabilir mi? Hadi diyelim ki doğa bilimleri, matematik vb. dallarda bu biraz gerekli. Kendi tarihimizde en büyük otorite neden biz olmuyoruz?
34. Özellikle II.Mahmut’tan itibaren hep kopyadır. “Kopya” deyip geçmeyelim. Dolmabahçe Sarayını yaptık. Mimarlarımız Osmanlı ama genelde Müslüman değil; Ermeni, Rum… 19.yüzyılda garip bir şekilde Ermeni egemenliği var. Balyan ailesi neredeyse bütün önemli yapıları yapıyor.
35. 1957 yılında açılan Ankara Kocatepe Camii Yarışmasını Vedat Dalokay kazanmıştı. Sonradan başlanan inşaat durduruldu, temelleri dinamitlendi, Dalokay’ın projesi yerine Hüsrev Tavla ve Fatih Uluengin’in projesi uygulandı.
36. Bizim arkamızda güçlü bir klasisizm geleneği olmadığı için biz gerece hızlı modernist olduk.
37. Yeni zamanlardaki gibi köyü kentten kesin olarak ayırmak doğru değil. Çünkü tarımla uğraşan bir toplumun kentleri zaten köyden çok farklı değil. Kaldı ki Türkler, sur içinde yaşamışlardır. Eski surlu kentleri ele geçirdikleri zaman, göçer halk şehrin dışına yerleşirmiş; atı, koyunu, sığırı var, şehirde oturamaz. Bütün eski Türk şehirleri sur dışındadır ve tarımla uğraşan bir halk var.
38. Sosyal değişmelerin köktenciliği her geleneği değiştirir. En kolay halkın konutu değişiyor. Halkın taşıdığı kültür verileri çok sınırlıdır. Dün köyünde toprakla uğraşan adam İstanbul’a geldiğinde ne görürse onu yapar. Almanya’ya giderse Alman gibi yaşar. Almanya’dan gelip köyüne apartman yapıyor. Yani din hariç, hiçbir şey, hiçbir biçim onu ilgilendirmez. Ne bulsa onu giyer.
39. Halkın kültürü günlük yaşamın en basit öğelerinden oluşur. Yemek, içmek, yatmak, namaz kılmak.. şiir söyler, saz çalar veya eskiden bildiği kilimi dokur. Onun için her şey basittir ama bir adım yukarısı için dış etkiler ister.
40. Karşılaştırmasız bir bakış kendini övmekten başka hiçbir işe yaramaz.
41. Osmanlının insan yapısı çevre konusundaki tutumu kültürünün tanımlanması bağlamında önemli bir veridir. Avrupa’ya gittiğiniz zaman, sıradan bir şehirde bir gotik katedral görüyorsun, o gotik katedralin üzerindeki emek, işçilik inanılmaz boyutlarda. Reims Katedralinin üzerinde üç binden fazla heykel var. Oraya yatırılan para ve emeği düşünürsen, bütün Osmanlı camilerini toplasan o kadar emek harcanmamıştır. Ama Reims Katedrali 150-200 senede yapılıyor. Bizde padişahın camisini beş-on yılda bitiriyorlar.
42. Kanımca asıl Ayasofya etkisi sadece büyük yapı ve iç mekanın tümel etkisidir. Ayasofya o açıdan gerçekten olağanüstü bir yapı olduğu için ondan etkilenmemesi (Mimar Sinan’ın) mümkün değil. Mimar etkilenmezse zaten mimar bile sayılmaz.
43. Türkiye dışına ilgi neden sınırlı? Anlaşılan kendi tarihimiz bizi büyülüyor. Bir tür narsizm ya da kolaya kaçış. Avrupa sanatını anlatan hoca var ama Avrupa sanatıyla ilgilenmiyor. Örneğin Semavi Eyice Bizantinist’tir, çok okuyan bir bilim adamıdır. Korkunç bir hafızası var. Gerçekten Türkiye’de belki Bizans’ı en çok bilen, okuyan adamdı. Ama dünya çapında Bizantinist olamadı. Neden? Çünkü Osmanlı onu Bizans kadar ilgilendiriyordu. Belki de daha fazla. Türk tarihçileri Osmanlı dışında başka bir ülkenin tarihi, coğrafyası, dili ile neredeyse hiç ilgilenmemişlerdir. Eğer Türkiye’de bir tane adam, ünlü bir Ermeni tarihçisi, dilcisi olsaydı, şimdi kolay kolay Türklere laf söyleyemezlerdi.
44. Sizce niye uzmanlaşamıyoruz? Biz hala kendi kimliğimizi tanımlamaya uğraşıyoruz. Osmanlı’da Türk kimliği yok. Osmanlı kimliği ise Osmanlı kimliği ile tanımlanan bir şey. Hiçbir sultan çıkıp, “Ben Türk’üm” dememiş. Kaldı ki 1683’ten sonra Osmanlı sürekli yenilen bir pehlivan. Onun içinden Türk kimliğini çıkarmak zordur. Arap değildir, Anadolulu değildir. Müslüman’dır ama yarısı da Hıristiyan. Balkanlı mı, Akdenizli mi? Anadolu’nun nesini özümsemiş, neyini etkilemiş? Osmanlı ilginç bir varlıktır. Osmanlı koca bir imparatorluk; sanatı, edebiyatı var, kendini anlatmış bir şekilde, adamakıllı örgütlenmiş, ama arkaya bıraktığı mirasın kimliği yok. Çünkü bir parçasını kesmişiz, “Bu Türk” demişiz. Daha önce de değindik, bir toplumu bağlayan şey, temel, dildir. Anadolu’yu bağlayan hala dil. Bizim asıl ikilemimiz, “biz kimiz, neyiz” den başlıyor. Türkçe konuştuğumuza göre en fazla tutunacak en önemli varlığımız. Geriye doğru gidip, Osmanlıdan Türk’ü toplamamız gerek.
45. Türkiye’de kente akın çok büyük bir hızla gerçekleşti. Gecekondu yapanlar topraksız halk; onlar para verip de arsa alamazlardı, işgal ederlerdi. Ben onları tarihi olarak haklı da buluyorum. Neden? Çünkü yüzyıllarca ağaların adamı olarak topraksız yaşamışlar, büyük şehre geldikleri zaman zorla işgal ettiler. Garip de olsa, bu demokratik sürece paralel bir gelişmeydi. Demokrasi oy demek olduğu için onların oyunu alabilmek amacıyla bu gecekondu olayına partiler göz yumdular. Hatta nemalandılar.
46. İtalya’da dolaşırken anladık ki, uygarlık sadece anıtlarda değil, bütün ülkeye sinmiş bir davranışlar demetindedir.
47. Celal Bayar-Menderes dönemi Türkiye’nin bugününü hazırlayan ve Amerikan sultasının kurulduğu on yıldır. Bugün ne kadar geri kalmışlık vurgusu varsa o zaman bir şekilde kapısı açılmıştır. 1958’de Celal Bayar’ın Said-i Nursi ile seçim gezisine çıkması son elli yılın en büyük simgesel olayıdır.
48. Mimari ve şehircilik açısından Menderes döneminin ondan sonrası için bir prototip oluşturan davranışların sergilendiği, plan yerine politik iradenin geçirildiği dönemdir. Türkiye ondan sonra iflah olmadı.
49. Türkiye karşılarındakine çok kolay yafta yapıştıran yarım aydınların çok bol olduğu bir ülkedir.
50. Hükümete, yani gericiliğe, yobazlığa, uygunsuz uygulamalara karşıydık. Türkiye’de zaten gericiye karşı koydun mu, “komünist” damgasını yiyordun. Bu kolay ve ucuz bir Amerikan yaftasıydı.
51. Türkiye’de sol aydınlar katında etkili oldu, okumuşlar katında. Avrupa’da Amerika’da da okumuşlar katında etkili oldu, hatta zengin ailelerin katında etkili oldu, fakir halk katında olmadı. Tepeden inme bir şeydi. Ama bütün dünyada da öyle.. Köylüden solcu olmaz. Rusya’da da öyle olmadı. İşçi sınıfı hikayesi de öyle, bizde işçi sınıfı da yoktu. İşçi sınıfı bizde çok geç geliştiği için, gelişmiş bir sosyalist doktrin temsilcisi değildir. Devrim sahipliği bilinçle olur.
52. Bizde entelektüel düşünceye çok az yer verildiği için, öteki dinler gibi yoruma açık değil. “Tanrı Kelamı” olarak kaldığı için küçük bir mollamsı egemenliği sürüp gidiyor.
53. Her disiplinde ideolojik yaklaşım olur.
54. Selçuklular resim-heykel yasağına pek kulak asmamışlar. Anadolu 19.yüzyılda çok yobazlaşmış Selçuk çağına göre. Sorun idarecilerin yetersiz kültürü.
55. Üniversite daha üst düzeyde düşünme odağıdır. Şöyle ya da böyle bilime ve çevresine olumlu hizmet verecektir. Sonunda üniversite hocalarını molla gibi yetiştirmek isteseniz bile, üniversitenin uluslar arası ilişkileri de varsa, özellikle fizik, kimya, tıp, mühendislik bilimlerinde İslam usulü öğretim olmaz. Sosyal bilimlere politika bulaştı. Bir de ilahiyat fakülteleri gibi bir sürü medrese kurdular. Bizde ilahiyat fakültesi, Avrupa’daki gibi bütün dünya dinlerini değil, sadece Müslümanlığı öğrettiği için medreseye dönüşüyor. Sayıları anormal, felsefe, antropoloji yok. Bilim yetersiz. Bu Türkiye’deki gerici politikanın ifadesidir. Ülke için acıklı bir manzaradır.
56. Para yok, binalar yeni, kitap yok, kentin tutucu gençliği her yeniliğe komünistlik diye bakıyor. Üniversite gençlerini kızlı-erkekli görünce kabadayılık taslıyorlar. Genç hocaların kimisi sağcılardan tedirgin oluyordu. 70’li yıllarda baskı giderek arttı.
57. Türkiye’de kavramsal düşünce gelişmiyor, yalnız mimarlıkta değil hiçbir alanda. Felsefe yok, hiç olmamış. Felsefe olmayınca sorunlara genel perspektifler içinde bakmak alışkanlığı olmuyor. Pratik bir yaşam geleneği kavramsal düşünceyi geliştiremez. Onun için her şey birbirine karışıyor. Türkiye’de bu bağlamda bilgi sadece çeviri kanalıyla gelişiyor. O da kötü bir çeviri.
58. …Yani tıp, tarikatçı olmaz, ya tıptır ya değildir. Matematikçi de mühendis de tarikatçı olabiliyor, ama iyi bir mühendis ise mühendistir, değilse değildir. Bu çelişkiler sadece Türkiye’de değil Avrupa ve Amerika’da da olur, dünyanın en meşhur bilim adamları içinde her akşam İncil okuyanlar da var. Fakat oradaki, “kendim için okuyorum” diyor, bizimki ise “dünyayı böyle kurarım diye düşünüyor. Arada fark var, ama insan sadece rasyonel bir varlık değil. Bilim ile iman da yan yana olur. Rasyonel ile irrasyonel insan doğasında yan yana.
59. Sinan Kayseri Ağırnas köyünden Rum devşirmesi. Güzel, yakışıklı, uzun boylu, sağlam, güçlü kuvvetli, sağlıklı bir adamsan, iyi bir aileden geliyorsan, bir de meslek sahibiysen devşiriliyordu. Sinan da herhalde o sıralar bir marangoz çıraklığına başlamış olmalı. Kendisini çok kısa bir sürede gösteriyor. Yükseliyor, yeniçeriler içinde yüzbaşı oluyor. Belli ki mekanik işlere eli yatkın. Nitekim mimar başı olmadan evvel köprüler, binalar yapıyor. Bu yüzbaşı aynı zamanda bir mühendis. Sinan’ın kimin yanında yetiştiğini bilmiyoruz ama asker olarak yetiştiğini biliyoruz. Bir mühendis ve istihkamcı olmalı.
60. Her toplum kendi yarattığı liderlerin peşinde gelişir. Yani Çin Maoist olabilir. Türkiye’de de yine kendisinin yetiştirdiği bir komünist olabilir ama Mao’nun peşinde Türkiye’de bir şey olmaz. Ulusal bir lider olması lazım. Atatürk gibi bir lider olması lazım.
61. İslam kültürü Ortaçağ kültürüdür. Orada da kalmıştır. Ondan sonrası kölelik, aktarma. “Tanrı her şeyin doğrusunu söylüyor” deyip, bilimsel şüphe ortadan kalkınca, tartışma bitmiş. İbn-i Rüşd’ün, Aristo’nun yeni bir yorumu ile İslam felsefesi sonlanmış; bir daha felsefe yok. Felsefe olmayınca da hiçbir şey olmamış. Oysa gerçekten önemli bir bilim geleneği yaratılmıştı.
62. 13. yüzyıldan itibaren aşağı yukarı 700 yıllık bir körelme, yerinde sayma durumu var. Felsefe yasak, bilim ortaçağı geçememiş, Avrupa’ya takılmamış, teknoloji aktarma. Avrupa onu Rönesans’tan sonra aşmış, tekrar antik kaynaklara dönerek. Bizim döneceğimiz bir antik kaynak kalmamış. Bizde her şey yasaklı, bilinçli ya da bilinçsiz yasaklı.
63. Güzel ve doğru çağdaş olacak. Gerçi bu bir formül değil ama oldukça geçerli.
64. Arabistan’da on ay süre ile ders verdim. Kızlara ayrı, erkeklere ayrı. Kızların okulu başkaydı. Komik şeyler oluyordu orada. Erkek hocaların kız öğrencileri görmemesi gerekiyordu. Öğrenciler hocayı görebiliyor ama erkek hoca “şeytanları” göremeyecek. Görmemesi için araya bir cam pano koymuşlar. Kızlar seni seyrediyor ders verirken ama sen onları görmüyorsun.
65. Müslüman düşünürlerin çözmesi gereken bir sorun var: Kadının statüsü. Sen nüfusun yarısını peçe altında, evde tutmaya kalkarsan, okuma yazmasına aldırış etmezsen, onların yetiştirdiği çocuklardan hayır gelmez. Sayısal olarak şans yok. Ya kadına çağdaş bir statü vereceksin, ki Atatürk bunu yapmış, ya da yaşamı cehalet kontrol edecek. Bu pratikte entelektüel kölelik demek. Oysa İslam dünyası kendisini kölelikten kurtarabilir.
66. Amerika’da dini kurumlar hep güçlüdür ama hiçbir kilise, “Ben iktidara geçeyim de imam-hatipliler profesör veyahut reisicumhur olsun” diye uğraşmıyor. Yani politik iktidar peşinde değil. Alt planda yönlendirici olabiliyor ABD’de, Türkiye’de iktidara gelmek istiyor. İktidara geçmek istediği zaman tasarladığı dünyanın düzeni, bugünün dünyası ile uyuşmuyor. İmam, okulda da okusa papazdan geri bir öğretim sisteminden geliyor. İslam ülkelerinin şanssızlığı.
67. Mimari açıdan 20.yüzyılın başında dünyanın en en güzel konutu kabul edilen Hasip Paşa Yalısı 1972’de yanmış, yangının ardından uzun yıllar restore edilmemişti.
68. Kendinden sürekli emin olmak bir budalalıktır, diye düşünürüm.
69. Öğrenmekten öteye hiçbir tutkum yok. Anlamak ve öğrenmek dışında.ne dernekçi, ne particiyim; ne şiir, ne müzik tutkunu oldum, ama pek çok şeyi severim, daha çok öğrenmeye çalışırım. Ama hiçbir şeye ölesiye, vazgeçemeyecek kadar tutkulu olmadım. Ne insanların, ne kuruluşların, ne ideolojilerin ne de herhangi bir olgunun benim özgür irademi etkilemesine izin vermedim. Onun içim özgür bir adam olduğumu söyleyebilirim.
70. Katı olan, dayatan her şeye direnirim. Belki koşullara göre düşünmek yerine, ilkelerime göre her durumu yeniden değerlendirmek anlamına geliyor bu. Duruma göre düşünmek gerektiğine inanan bir adam olduğum için çok kavgacı biri de değilim. Kavga etmiyorum dünyayla. Gerçi gerektiği zaman kavga edileceğine de inanırım. Korkak da değilim.
71. Bugünün insanı mesela bin yıl öncekinden daha akıllı değil ama daha bilgili. İnananlar bağnaz olmayınca onlara anlayışla bakarım.
72. Ben dindar bir adam değilim. Ancak dinler gerçek ve köklü olgulardır. İnsanoğlunun büyük bir çoğunluğu bugüne kadar dine inanmaya devam ediyor. 18 yaşındaki futbolcu top oynamaya çıkarken haç işareti yapıyor, kimisi “bismillah” diyor. Bunlar var olan gerçekler, yani ister beğen ister “doğru değil” de, hiç fark etmez. Dolayısıyla din bir gerçektir ama insanların hepsi için bir gerçek değildir.
73. Herkes hayata kendi başına başlıyor ve kendi başına bitiriyor.
74. Sorumluluğu yerine getirmek gibi bir durum varsa onu yerine getirmek “titizlik” bence. Onu yerine getirmek için ciddi çaba sarf ederim, o manada titizim.
75. 10 bin ya da üstünde kitabım var. Fakir bir adam için övünülecek bir şey.
76. Dünya erken kalkanlarındır, ben ona inanırım.
77. Disipline inanırım, insanın en entelektüeli disiplinli olanıdır, fiziksel disiplini de olmalı. Dolayısıyla ben hiçbir zaman hiçbir şeyi fazla yapmadım. İçkiyi sevmedim, az içerim. Herkes gibi içerim ama az içerim. Sigara sevmedim. Bir marifet demiyorum. Ben öyleyim. Herkesin yaptığı şeyi yapmam. Sürü içgüdüsü yok bende. Hiç kimseyi model olarak almadım. İnsanlarla ortak işler de pek yapmadım, dernek , partiye girmek gibi. Herkesin imza attığı şeye ben imza atmam. Grup halinde bir şey yapmam. Hiç kimse benim liderim olmadı. Hayran olduğum insan o9lmuştur ama peşinden gitmek içimden gelmez.
78. Bilimsel tavır ve bilinç bilgiden önce gelir.
79. Venedik çok ilginç, eşsiz bir kent. Bir kez sürekli olarak Türk/Osmanlı ile kapışan bir kent. Osmanlı koca bir imparatorluk, Venedik bir şehir cumhuriyeti. Aralarında çok büyük boyutsal farklılık olmasına rağmen Venedik gelip Çanakkale boğazını kapatmış ama Osmanlı hiçbir zaman Adriyatik’i kapatamamış. Mütemadiyen Akdeniz egemenliği için çarpışmış.
80. Aslında kitap yazmak, insanın kendi ilgi duyduğu, yani bildiği alanda düşüncelerinin sentezini yapmasından ibarettir.
81. Şovenizm karşısında bir adamım ve hiçbir kültürün kendi içinde bağımsız olmadığına inandığımdan, karşılaştırma yapılmazsa doğru dürüst tarih yazılamayacağına da inanırım.
82. Evet, toplum öyle bir şey istemiyor ki çıksın. Türkiye’de yaratıcılar az, çünkü toplum kültürü ilkel. Kültürü gelişmeyen bir toplumun büyük mimarı ya da sanat yaratması diye bir şey olmaz. Büyük roman da yazılamaz, büyük mimari de olmaz.
83. Bir toplumun kimliğinin en önemli göstergesi dildir. Bu milliyetçilik için en doğal çerçevedir. Türkçe bence dünyanın en güzel dillerinden bir tanesi. Türkçenin tanımladığı toplum genelde az eğitilmiş. Bizde bilinçlenmemiş bir milliyetçilikle geleneksel dindarlar karşıtlaşıyor.
84. Osmanlı kültürü zengin bir kültür, ama entelektüel içeriği oldukça sınırlı. Sanatı var, mimarisi var, kendine özgü çevre yaratmış, örgütlü. Fakat alıcı bir kültür, yaratıcılığı sanatıyla sınırlı. Her alanda ithal, taklit. Felsefe yok. Din Arap’tan, edebiyat İran’dan sonra Avrupa’dan. Bilim, Ortaçağ İslam’ının üzerine bir şey koymamış. Folklor, diyelim ki bir Yunus Emre olmasa dünya edebiyatında yeri yok Osmanlı’nın. Ortaçağ’dan sonra düşünce ve bilim dili olmayan Arapça, bilimsel yazına egemen Türkçe yerine halkın hiç sahip çıkmadığı Farsça-Arapça-Türkçe karışımı bir Osmanlıca. İslam tarihinde yeri olan bir bir Osmanlı teolojisi bile yok. Şerhten başka bir şey üretmemiş Osmanlı. Ortaçağ’a asılıp kalmış. Bu söylemime kızarlar ama ansiklopedilere açıp bakmak kanıtlamak için yeterli. Bu durumun farkında olan çok ama egemen değil. Türkiye’de egemen tavır değişmiyor. Din bir noktada özgün düşünceyi engellemiş. Kuran’da her şey yazılı, düşünmeye gereksinim yok. Ortaçağ’dan beri böyle, felsefe hiç gelişmemiş. Felsefenin gelişmesi ile kavramsal düşüncenin gelişmesi paralel. Bu da dünyaya merakla bakmak ve sorgulamak demek. Sorgu yoksa bilim de yok.
85. Kişi uygar oluyor, toplum uygar olmuyor. Çelişki aklın yarattığı bir düşünme kuralıdır.
86. Bölüşebildiğin şeylerde, kültürel kimlik var. Bu da basit bir ilişki değil. Toplumun homojen bir kimliği yok. Sen şimdi Hakkâri’de oturan, okuma-yazma bilmeyen insanla hangi kültürel kimlikte buluşacaksın. Onu tanısan ne olacak, tanımasan ne olacak? Olmuyor, anlaşamıyorsun bir kere. Anlaşacak dil olduğu zaman da dilin katları var. Bir adam bir sözcük biliyor, diğeri on bin sözcük.
87. İnsanların çoğunun yaşamlarını yönlendiren pek çok şeyden haberleri yok. Toplumun değişik katlarında algılananların niceliksel ve niteliksel farkları var. Toplumun katlarının garip bilgi hörgüçleri var. Hiç tiyatroya gitmiyor adam, sinema seyretmiyor, gazete okumuyor, hiçbir resim sergisinden haberi yok, ne bileyim, şimdi ben yabancı bir dergiye bakıyorum, birisi de gazetenin resimlerine bakıyor. İlişki kurarsak da oluyor, kurmazsak da.
Her gün piyasaya bin bir bilgi dökülüyor. Bu taşan bilgi selinde boğulunabilir. İletişim insanları birleştirdiği kadar da bölüyor. Toplum zaten seni çalışma hayatından dolayı, mütemadiyen sınıflara ayırıyor, bölüyor, bölüştürüyor. Arada kesişen noktalarda anlaşıyor gibi oluyorsun. Bereket dil var: “Nasılsın hemşerim?” “İyiyim” diyor. “Hava güzel” diyorsun. “Hava sıcak” diyor. Bu basit şeylerde birleşiyoruz. Günlük yaşamın basit olguları birleştirici. Ayırıcı ise sonsuz. Çevre, algılayabildiğin her şey. Fakat ona ait bilgi altyapısı çok büyük. Bilgi altyapısı çok büyük mimara da, politikacıya da erişemiyorsun. Politikacı “popülist” diyorsun. Neden? Çünkü, adam ne kadar çok adama hitap ederse, o kadar çok oy alacak. Çok adama hitap edebilmesi için ortak paydayı bulması lazım, o da birkaç kavram. Adamlar sadece orada buluşabiliyorlar.
88. Seferde alıp verdiğimiz kale adları ile kafası giden komutanları tarih diye yazıyoruz.
89. Anadolu nüfusu Roma çağından Osmanlı’nın sonuna kadar 8 milyon civarında.
90. İstanbul kozmopolit. Tabii İstanbul başka bir tarihi olgu. İnsanlarıyla, eğitimiyle, Avrupa ile etkileşimiyle İstanbul farklı. 18. yüzyıldan öteye büyük kültürel değişimlere sahne oluyor. İmparatorluğun yücelme devri başka, Avrupalılar ne derse onları yaptığı dönem başka. 18. yüzyıldan başlayarak, hocasından ara sıra dayak yiyen çömezlere benziyoruz. Tıbbı da ordu getirmiş, eczacılığı, haritacılığı, mühendisliği ve bilimleri de. Matematik, ordunun okullarında gelişmiş! Ressamlık bile Türkiye’de askerle başlamış. Ordunun özel statüsü bundan kaynaklanıyor, Avrupa’yla karşılaştırılamaz. Bizimki İmparatorluğu ayakta tutmak üzere örgütlenmiş bir ilginç sistem. Batıran da o olmuş. Bugün de hala Cumhuriyeti kurtarmanın onun ödevi olduğunu düşünüyoruz. Toplumun kendisi cehalette dirençli. Fakat örgütlü değil. Örgütlenmeyi Batı’da commune (belediye) ve kilise sağlamış. Bizde bunlar yok. Sultana bağlı bir agglemera (insan kalabalığı, yığın) var, sadece ordu ve medrese baş kaldıracak güçte.
91. Osmanlı Bizans’tan daha büyük bir alanı kapsayan imparatorluk kurmuş. İstanbul’un statüsüne bir politik coğrafyanın devamı (M.Ö. 7. yüzyıldan, 21. yüzyıla) olarak bakılabilir. 2700 yıllık bir yerleşme alanı. Üç büyük imparatorluk başkenti. Dünyada bu statüde bir yer yok. Dünyanın en büyük Yahudi şehri, Ortaçağ’dan sonra… İmparatorluğun koskoca bir Ortodoks nüfusu var. Ermenilere de bir şey yapmamışız, onların da patriği var, yani bu dünyada olacak şey değil. Roma’da bir Müslüman müftü söz konusu olabilir miydi? Ya da 16. yüzyıl İspanya’sında..
92. İstanbul dünya kültür başkenti olamaz. Çünkü bizim kültürümüz bugünkü dünya kültürünü temsil etmiyor. Bizim kültürümüzü temsil ediyor. Her kültür burada oluşmuş ama biz sahip çıkmamışız. Bizde hala Bizantinist yok. Antik devir lisanlarını, Ermeniceyi bilen Türk Tarihçisi yok. Türkler kendileri dışındaki başka kültürlere “bizim tarihi mirasımız” diye sahip çıkmamışlar. Çıkamamışlar. Osmanlı gibi Türkler de kendilerini doğrudan ilgilendirenden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar. Örneğin, bir Ermeni’nin Osmanlı hakkında yazdığı Ermenice kitabı biliyorsun da bir Türk’ün Ermeni hakkında yazdığı bir kitap söz konusu değil. Türk tarihini yazan Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Sırplar, Ruslar var fakat bunların hiçbirisinin tarihinin uzmanı olan Türk yok. Dillerinin uzmanı da yok. Türkler kendi ülkelerinin dışında, Cumhuriyet dönemi de dahil, hiçbir şeyin uzmanı olmamışlar. Akıl almaz bilinçsiz bir toplum o açıdan, dolayısıyla bilgisiz.
93. Sana bir şey söyleyeyim, sufice bir şey: Dünyada insanlar var, gönüller var. Bu gönüller kalabalıkta bazı insanlarda ışıldar. Dünyayı aydınlatan onlardır. İnsan ne kadar bilgili ve akıllı olsa da kinden uzak, alçakgönüllü, sevgi dolu bir gönlü olmazsa, huzursuzluk tohumudur. Kişisel mutluluk aklı tatmin etmekse, toplumsal mutluluk, ışıldayan gönüllerin varlığıdır.