BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Disiplin - Ulrich BRÖCKLING
 
      KİTABIN ADI  :  DİSİPLİN

YAZARI            :  ULRİCH BRÖCKLİNG    

1.    Kendini askeri eğitim ve yetiştirmenin zorlayıcı, karşılanması imkansız taleplerine teslim etmeye ve bir savaşta kullanılmanın tehlikelerini göze almaya hazır ve istekli olma hali, askeri hizmeti eziyet verici, can sıkıcı olarak değil de kahramanca bir fedakarlık, bir yurtseverlik erdemi ve erkekliğin ispatı olarak gösterme başarısıyla doğru orantılı olarak artacaktır. Bu bağlamda, ideolojik düzlemde homojen bir “biz”in üretilmesi kilit rol oynar. Savaşmak, savaşı sevk ve idare etmek isteyenler, ister ulusun, ister bir dinin, isterse de etnik köken mitlerinin simgeselliğinde “hayali bir cemaat” kurmadan bu işin altından kalkamazlar. İşte bu nedenle, ordular kolektif şiddetin etkili bir tehdit oluşturmasını sağlayan ve bu şiddeti uygulayan organizasyonlar olmanın da ötesinde, ulusun büyüklüğünün ve devletin bağımsızlığının sembolik temsilidirler de. Örneğin, birliklerin resmi geçit törenlerinde olduğu gibi, askeri gücün kamunun gözü önünde sahnelenmesi, bizzat askerleri de etkilemeyi hedef alan bir gösteridir. Silahların gösteriş ve pırıltısından bir şeylerin onlara da geçmesi ve hem kudretli ve hem de aynı ölçüde şanlı şöhretli bir makinenin parçası oldukları duygusunu paylaşmaları istenir.

2.    Askerlerin bir vatana ihtiyaçları vardır; ama aynı zamanda da bir düşmana.

3.    Savaş durumlarında kendi başına buyruk kararlarla gerçekleştirilen hunharlıkların ve şiddet uygulamaları, zorbalık ve yağmalar, üstler tarafından zaman zaman savaşta görev almış olmanın getirdiği tehlike ve zorlukların bir telafisi, bir tür tazminatı olarak görülüp bunlara ses çıkarılmadığı gibi, düşmanın sivil halkının terörize edilmesi amacıyla bizzat kışkırtılsalar bile, bu tür taşkınlıklar askeri disiplin bakımından da sürekli bir tehdit anlamına gelir; çünkü bu “çığırından çıkmış şiddeti” askerin ne zaman kendi subaylarına yönelteceği hiç bilinmez.

4.    Osmanlı İmparatorluğu’nda egemenlik sistemi bakımından politik güç ile askeri gücün birbirine iki çarkın dişlileri gibi geçmiş olması olgusu temel bir önem taşımaktadır. Batı Avrupa’da ordunun devletleşmesi ancak adım adım, aristokrasinin şiddetli direncine rağmen gerçekleşirken; sultanların hakimiyeti kendilerine doğrudan tabi askeri birliklerin şiddet potansiyeline dayanmaktadır. Bu birliklerin, hanedanlığın merkezi iktidarı bakımından tayin edici bir önem taşıması, askerin olağanüstü politik etki kazanmasına yol açtı. Ne var ki, devlet gücünün merkezleştirilmesi devletin şiddet ve zor tekelinin benimsetilip kabul edilmesi anlamına kesinlikle gelmiyordu. En azından imparatorluğun sınır bölgelerinde isyanlar seyrek de olsa sürdü; ve sultanın askerleri hükümdarları için sadece yeni topraklar fethetmek ve sınırları güvence altında tutmakla yükümlü değildi; ordu aynı zamanda ülke içi silahlı çetelere karşı mücadele etmek ve boyun eğdirilmiş bölgelerdeki halkların ayaklanmalarını bastırmakla da yükümlüdür.

5.    Bir taraftan hanedanlığın hakimiyeti askeri aygıtı doğrudan kullanabilme imkanına dayalı bir hakimiyetti; ama diğer yandan da sultanlar, birliklerinin sadakatine tamamen bağımlıydı. Machiavelli 1513 yılında yazdığı Prens adlı kitabında bu olguyu daha o zaman işaret etmekteydi. Ona göre, Osmanlı Sultanı’nın güvencesi ve gücü, “halkın tepkisine aldırmaksızın, dostları olarak yanında tutmak zorunda olduğu yaklaşık 12 bin yaya ve 15 bin süvariye dayanmaktadır.” Ama Osmanlı Sultanı bunu her zaman başaramıyordu. İmparatorluğun yükselme devrinde Osmanlı ordusunun seçkin ve ayrıcalıklı birliklerini oluşturan yeniçeriler bir sürü saray isyanı ve ayaklanma çıkardıkları gibi bir çok sultanın tahta çıkarılmasından, tahttan indirilmesinden ve öldürülmesinden sorumlu oldular. En geç 19 ncu yüzyılda, yeniçeriler askeri ve politik gericiliğin odağı haline gelip gerek devlet gerekse ordu yapısının ihtiyaç duyduğu her reform hareketine şiddetle karşı çıkmaya başladılar. Gelenekçiler ile modernistler arasında ihtilaf 1826 yılında reformdan yana olanlar lehine çözüldü; yeni bir ayaklanmanın ardından yeniçeriler, kendi kışlalarında top ateşine tutularak imha edildi. Gelgelelim aydınlanmanın savunucuları ve daha sonra Türk milliyetçiliğinin yandaşları da eğitimli, aydın askeri yönetim kadroları içinden geldiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra da ordunun politik etkisinin sürüp gitme nedenlerinin biri, modern Türk ulus-devletinin önder kişilerinin subay kökenli olmalarıdır.

6.    Bir çok ülkede olduğu gibi askerlik görevine başlamak Türkiye’de de bir rite de passage, yani hayatın yepyeni bir safhasına adım atma özelliği taşır; dolayısıyla buna uygun uğurlama seremonileri düzenlenir. Askere gitme günü, popüler Yeşilçam sinemasında ve melodramlarında da vazgeçilmez ve sevilen konulardan biridir. Askeri görev, özellikle kırsal kesimden gelen genç erkeklere sosyal düzlemde kabul ve saygı görerek, en azından sınırlı bir süre için de olsa, ailenin ve köyün dar sosyal çemberini kırma, başka bölgelerden ve değişik sosyal ortamlardan gelen aynı yaştaki kimselerle bir araya gelme fırsatı tanır. Bir yandan onlara kazandırılan bu serbest hareket alanı, öte yandan, gündelik askeri hayatın bütün o düzenleme ve talimatlarıyla, katı kurallarıyla sınırlanır. Kışla hayatının çifte değerli duyguları askerlik hizmeti karşısında duyulan karmaşık duygulara tekamül eder. Mehmetçikler ordunun şan ve şöhretinden yararlanırlar. Onlar ulusal devletin bağımsızlığının en belirgin ifadesinin bulunduğu kurumun üyeleridir. Üniforma onlara saygınlık ve bütün diğer sivil kişilerin üstünde bir konum kazandırır. Her gün silahlarla meşgul olmak, erkek iktidarının fantezisini körükleyip durur. Öte yandan, özellikle bu öldürücü gücün  bu kadar yakınında bulunma duygusu, tedirginlik ve korkuyu da beraberinde getirir.

7.    Şiddete başvurma tekeli demek, şiddetin araçlarına sahip olmak ve bunları kullanan insanları denetlemek demektir. Dolayısıyla her zaman emre amade bir ordu yoksa, hükümdar da (egemen de) yoktur. Birliklere kim emir veriyorsa, olağanüstü durumun oluştuğuna hükmedecek olan da odur.

8.    İnsanı asker olacak şekilde itaatkar kılıp şartlandırmak, sadece ölmeye ve öldürmeye hazır ve istekli olmasını sağlamak anlamına gelmez; bu, aynı zamanda o kişinin denetimini de ele geçirmek demektir. Bireyin şiddet kullanma potansiyelinin önünü açıp bu potansiyeli serbest bırakmak  ne kadar zorsa, onu komutaya tabi kılmak da o kadar zordur. İşte bu kaygıyla her askere bir sürü kural koyucu ve sınırlayıcı düzenleme teknikleri uygulanırken, bu kurallara kısmen ya da bütünüyle uymama eğilimi ve niyetleri, başka herhangi bir kurumda olduğundan çok daha sert ve ödünsüz şekilde cezalandırılır. Askerlik kurumu, mensubundan itaat ve boyun eğme talep ederken, bu talebi dengeleyici telafi yollarına başvurur. “Yapacaksın!” emrine, “Bunu yapmaya yetkilisin!” anlamı eklenerek bu emir dengelenir. Askerlerin öteki (sivil) insanlardan çok daha fazlasını yapmalarına müsaade edilir. Kayıtsız şartsız boyun eğme ve itaat ile zamana, duruma ve yerine göre sivil normları ihlal edebilme esneklikleri, askeri kurumu öteki disipline dayalı kurumlardan ayıran başlıca özelliklerdendir. Ordu, itaatkar askerlerle birlikte güvenilir işçiler ve yasalara saygılı vatandaşlar üreten “ulusal okul” olmaktan da öteye, aile kurumundan, atölyeden ve de bürodan “tamamen farklı bir öteki” oluşuyla da çekicilik kazanır. Askerlik hizmeti, çok kararlı ve belirgin bir şekilde, askere alınanların kişisel özgürlüklerini sınırlar; ama buna karşılık, onların sivil hayatın gündelik dertlerinden, güçlüklerinden ve dayatmalarından en azından belli bir süre için uzaklaşmalarına da imkan verir.

9.    Askerlikte itaat üretimi, her itaat üretme hedefinin olduğu gibi, aynı zamanda itaatsizliği de mümkün olduğu kadar engelleyici önlemlerle birlikte yürütülmek zorunda olduğundan, disiplin ve itaatin üretilmesine yönelik normlar, aynı zamanda bu normlardan sapmaları da belirler. Askeri personeli disipline etmenin çeşitli biçimleriyle, bütün bu disipline etme çabalarının boşa gittiği girişimler adeta atbaşı yol alır. Ordular sadece, uysal, itaatkar, cesur ve teknolojik becerilerle donanmış askerler imal etmekle kalmazlar –asker olmaya hevesli olmasa da buna ses çıkarmayan; asker olmanın ille de savaşmak anlamına gelmediğini düşünüp savaşmayı reddeden ve askerlik hizmetini, mecburen, isteksiz yapan “gönülsüzler” ordusunu bir yana bıraksak bile- aynı zamanda firariler, pasifistler, isyancılar, düşman saflarına geçenler, kendi kendini sakatlayanlar, “savaş nevrotikleri” ve “sorunluymuş gibi yapanlar” da ordunun imal ettiği ürünler arasında yer alır. Bu arada itaat ile itaatsizlik arasındaki ilişkinin kesinlikle simetrik bir ilişki olmadığını da söylemek gerekir.

10.  Askerlik hizmeti yapmaktan kaçınanların ya da onu şu veya bu şekilde yerine getirmek istemeyenlerin ve de ona tümüyle karşı çıkanların, bir ülkenin “savunma ve askeri gücünü” önemli ölçüde “zayıflatıp” tehlikeye attıkları durumlar yok denecek kadar enderdir; nihayetinde askeri aygıt “insan malzemesi” ne duyduğu ihtiyacı, ilkece, her zaman yeterli sayıda ve gerekli nitelikte insanla karşılayabilmiştir. Askere alınacak kişiyi eskiden zor kullanarak  ya da yasal yollara başvurarak mecbur etmek bile gerekmezdi; gerek maaş, gerek sosyal düzlemdeki prestij ve statünün yanı sıra vatanseverlik duygusu, silahların çekiciliği, gerekse de sadece dışarıdaki sivil hayattan memnun olmama hali, insanların kendi rızalarıyla kışlalara girmelerine ve buradan savaş alanlarına sevk edilmelerine yetiyordu.

11.  Foucault bireyleri denetlemeye, onların kapasitelerini yükseltmeye ve koordine etmeye yönelik disipline dayalı gücün yeteneklerinin ve becerilerinin altını çizmeye çalışırken; Goffman’a göre “total kurumlar”, insanın rüştünü yok eden, onu, “vesayet” altına alan, onu aşağılayan mekanizmalardır; disiplin altına almak, kişi üzerinde sosyal denetim kurmakla eşanlamlıdır: Kurumun içine alma ve dış dünyadan tecrit etme; kişisel mal mülkün, eşyanın emanete alınması, saçların kesilmesi; üniformaya sokma gibi prosedürler, kurumun ritüelleriyle tamamlanırken, kurumun personeli ve eskileri, yeni gelenin kişiliğini ortadan kaldırmaya ve bir alt etme edimi içinde, onun kimliğini, özgün portresini parçalamaya çalışır. Eski ben’in öldürülmesi, kuruma bir tabula rasa sunar ve total kurum, “kurum içi düzenin ilkelerini” bu levhanın üzerine kaydettikten sonra, deneme süresi içindeki yeni adaya yeni bir kimliği zorla dayatır. Kişinin kuruma uygun şekilde reorganizasyonu, kişisel (özel) alanın yasaklanmasıyla gerçekleştirilmek istenir; hayatın bütün alanlarını tüzüğe bağlayıp düzenleyen bir talimatlar kataloğuyla, imtiyaz ve cezalardan oluşmuş, basamak basamak kademeleşmiş bir sistemle, aynı yerde bulunanların verdikleri bilgi ve ihbarlarla sağlanan bir denetimle ve askeriyeye özgü bir jargonla yapar bunu.

12.  Subaylar ile askerlerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaları; kışlaya sokma, üniformaya sokma ve kuruma ilk girişte karşılaşılan kuralların ve askeri geleneklerin yarattığı sarsıntı, askeri itaatin ayrılmaz öğelerini oluşturur. Bunların yanı sıra, kişinin askerleştirilmesi de, “normlar tuzağının oluşturduğu bir mekanizma üzerinden gerçekleşir: “Eğitimciye teslim edilmiş erkeklerin gündelik hayatı, ayrıntılarıyla belirlenmiş kuralların oluşturduğu bir sistem içine sıkıştırılır; ve bu kurallara uyulup uyulmadığı, sırf bu amaçla görevlendirilmiş bir subay tarafından denetlenir. Bu yoldan, askere yeni gelen kişinin karşılaşacağı her durum, daha baştan normlaştırılmıştır ve bu kişi, istese de, hepsini yerine getiremeyeceği normlardan oluşmuş geniş bir “liste” ile karşılaşır.

13.  İşte askeriyenin selamlamaya, temizliğe ve düzenliğe, tertipliliğe yönelik sayısız talimatının disiplin kurmaya yönelik anlamı da  burada yatmaktadır. Tek tek normların amacı, aslında kişinin iş yapma kapasitesini harekete geçirmekten, görevini yapmasını sağlamaktan çok, bu birbirleriyle ilintilenmiş normların sayısal çokluğu sayesinde normlar “kapanının” acemiyi yutmasını, onun kendini sürekli bir eleştirinin odağı, cezalandırılma olasılığıyla yüz yüze biri olarak hissetmesini sağlar. Söz konusu kişi, sonuçta normların öngördüğü bir işin üstesinden başarıyla gelmiş olma duygusunu, bu işin ustası olma duygusunu taşıma yerine, eleştirmekten ve cezalandırmaktan ”kıl payı kurtulduğu” duygusunu taşırken, kendisinin yetersiz bir kişi olduğu inancı güçlenir; önüne sürülen normlara uyacak becerileri ve ustalıkları edinme konusunda motive olur ve bunların meşruiyetlerini sorgulamayı aklının ucuna bile getiremez. Askerlikte disiplin sorunlarının, bir görevi başarma, bir görevi yerine getirme sorunları olarak tanımlanması boşuna değildir. Önemli olan kişinin bir asker olmayı başarıp başaramayacağıdır. Ya da silahla insanların üzerine ateş etmek isteyip istemediği değil, tam isabet ettirecek kadar iyi bir nişancı olup olmadığıdır.

14.  “Her şeyi kendine boyun eğdirmek istiyorsan, kendin akla boyun eğ. Akıl seni yönetirse, sen de kitleleri yönetirsin.”

15.  Vatana bağlılığın kökeni bencilliktir. Vatana duyulan sevginin kaynağı doğa olmayıp, teklerin iyiliğini sağlayıcı devletçi organizasyondur. Bu nedenle de soylular, yoksul ve alt tabakadaki insanlardan çok daha fazla vatana bağlıdır. Ve yoksulların bir çoğu, başka yerlerde daha iyi işler bulabileceklerini umdukları için vatanlarını terk etmiştir.

16.  Ancak, Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra “daha önce sadece ‘ihtiyaç durumunda’, bir savaş hali boyunca özel ilişki temelinde görevlendirilen ‘paralı asker yığınları’ (...) uzun vadeli ve süresi belirsiz sözleşmelerle daimi olarak, dolayısıyla da barış sürelerini de içerecek şekilde feodal beye bağlı hale geldiler.” İşte ancak daimi orduların ortaya çıkışına paralel olarak, o günlere kadar ikmal vasıtalarıyla, orduyla birlikte oradan oraya dolanan kadınlar da ortadan kaybolmaya yüz tuttu; ve ordu katıksız bir erkekler kolektifi, bir erkek topluluğu olup çıktı.

17.  Devletin müdahale istekleri ile müdahale imkanları arasındaki farklılık, özellikle askerlerin acemi olarak alınıp yetiştirilmesinde kendini gösteriyordu. Paralı asker kullanma uygulaması, daimi ordunun muazzam personel ihtiyacını karşılamaya artık yetemez hale gelmişti. I. Friedrich Wilhelm’in ölüm yılı olan 1713 yılında ordunun personel sayısı 38 binken, II. Friedrich’in ölüm yılı olan 1786’da 195 bine fırlamıştı. Ayrıca önemli savaş kayıplarının giderilmesi gerekiyordu ve askerlik mesleği, üstüne üstlük çekiciliğini yitirmişti; çünkü sosyal bir refaha ve kariyere imkan tanımıyor, sadece, en azından barış dönemlerinde, iyi kötü sağlam bir gelir sağlıyordu.

18.  On sekizinci yüzyılda orduda “insan malzemesi” bulunmaz Hint kumaşı olup çıkmıştı. Westfalya barışından sonra daimi ordular sisteminin yavaş yavaş oluştuğu yıllardaki ordular, hemen hemen büyük ölçüde, savaşçılığı en azından belli bir süre için profesyonel meslek olarak sürdüren paralı askerlerden oluşmaktaydı.

19.  Asker olmaya mecbur etmek demek, en başta askere alma yöntemlerinin sertleştirilmesi demekti. I. Friedrich Wilhelm’in tahta çıkışına kadar acemi ihtiyacı iki yoldan karşılanmaktaydı: “Ya subaylar, yüzyıllardır yapılageldiği asker topluyor ya da acemi asker adayları, zümreler, kasaba, köy idareleri, muhtarlıklar ve korporasyonlarca temin edilip eyaletlere, subaylara teslim ediliyor, bu insan malzemesinden nasıl yararlanacakları onlara bırakılıyordu. Tahta çıkar çıkmaz asker sayısını 10 bin artırma emri veren ve aynı zamanda asker adaylarının fiziki niteliklerine yönelik talepleri yükselten “Askerlerin Kralı”, önceleri bu düzenlemelere müdahale etmedi. Fakat gelecekte acemi askerlerin kalitesi konusunda sadece subayların söz sahibi olmaları gerektiğini ilan etti. Böylelikle, askere baskı yapma imkanlarına her türlü zemin de hazırlanmış oluyordu.

20.  Yerel yöneticilerin yeterli sayıda yetişkin erkek bulamadıkları durumlarda alay komutanları hile ve kandırmalarla, olmadı, zorbalıkla erkekleri askere alıyorlardı. Askere alma komandoları gerek bütün bir ülkede gerekse sınır bölgelerinde acemi avına çıkıp duruyordu. İrikıyım olup da acemi olarak kendisine ödenen avansı almakta direnen, dolayısıyla asker olmayı kabul etmeyen kişi, kaçırılmayı ve zorla sancak yemini ettirilmeyi göze almak durumundaydı.Büyük bir tazminat ödeyebilen ya da kendi yerine bir başkasını asker olmaya ikna edip kurtulabilen kişi, şanslı sayılırdı. 1713 yılında kral, posta arabalarının durdurulup içindeki elverişli yolcuların ya da hatta araba sürücüsünün “zorla alınmasını” yasaklayan bir emir çıkarmak zorunda kalmış; ama araba sürücüsünün topçu taburunda mermi sürücüsü olarak hizmet verebilecek kadar güçlü kuvvetli biri olması durumunda, bu yasak emrinin geçersiz olduğunu da açıklamasına eklemeden edememişti. Bizzat subaylar, sık sık şiddete başvurmakta tereddüt etmedikleri için, bu zorbalıklar karşısında, kralın baş muhasibi, askere almalar sırasında hiç değilse “çok kan dökmeden” kaçınılması gerektiğini bir genelgeyle talep etmek zorunda kalmıştır. Asker toplayıcıların “repertuarlarından”, bol miktarda alkol içirmek ve de fiziki şiddet uygulamaları eksik olmuyor; sahtekarlık, hile ve aldatmalar da işin tuzu biberi oluyordu.

21.  “Hızlı bir kariyer yapma imkanı ya da olağanüstü maaşlar vaadiyle kandırılan insanlar, “yeme” atlamadan edemiyorlardı. Kimi durumlarda, askerliğe teslim olma şartnamesi üzerindeki imzalar taklit ediliyor ya da söz konusu kişinin haberi olmadan antlaşmadaki hizmet süresi uzatılıveriyordu. Bu “hileli” askere almalarda ya da benzeri durumlarda, insanların fiziki zorbalıkla askere alındıkları durumlardan farklı olarak, hiç değilse başlangıçta askere alanlar ile adayın teması, kamunun gözü önünde, hiç de kuşku uyandırmayacak koşullar altında gerçekleşiyordu. Bu işin kotarıldığı ‘klasik’ vaka mahalli hemen her zaman bir meyhaneydi.”

22.  Barış dönemlerinde kantonlardan askeri hizmete çağrılanların oranı yüzde yediydi; Yedi Yıl Savaşları’nda seferber edilenlerin sayısı ise yüzde on. Kantonlardan askere alınacak birinin önce boyuna bakılırdı. Sınır bugünkü ölçümüzle 169 santimdi. Gerçi boyu daha kısa kimseler de askere alınmaktaydı, ama boy kısaldıkça, paçayı kurtarma ihtimali de artıyordu. Askere alınma kararı bölük başınındı; söz konusu kişinin ne zaman “teskere” alacağı gene onun iki dudağı arasından çıkacak karara bağlıydı. Gerçi pratikte toprak ağaları, köy yöneticileri vb. de bu konuda etkili olabilmekteydi. Bir bütün olarak bakıldığında, askere alınma ve tezkere, ülkenin sosyal düzeninin ve yapısının yansılarından biriydi. Bölük başları ve asker toplamak için kantonlarda görevlendirilen astsubaylar, işin kaymağını yiyip duruyorlardı; çünkü sözgelimi hali vakti yerinde köylüler ve çiftçilerde oğullarının askere alınma ihtimalini pek göz ardı edemiyor, bu durumda ortada bol bol rüşvet dönüyor; alayların karar mercileri, keselerini dolduruyorlardı. Özellikle o zamanki Almanya’da tam da toprak ağalarının çıkarlarına göre yapılmış “anayasalar” geçerli olduğu ve feodal bağımlılık ilişkilerinin etkilerini aynen koruduğu doğu bölgelerinin yoksul kırsal kesim insanının bu türden imkanları olmadığı için, ordunun büyük bir bölümü, onların çocuklarından oluşmaktaydı.

23.  II.Friedrich’in askeri disiplin hakkında söyledikleri, bir yandan da politik bir ikrardı: “Askeri disiplin, generallerden başlayıp trampetçilere kadar uzanır. Disiplinin temelini itaat oluşturur. Boyun eğmek zorunda olanların, astların, üstler karşısında akıl yürütme, mantık arama gibi bir hakları yoktur. Şef emredince ötekiler itaat etmek zorundadır. Subaylar görevlerine sımsıkı bağlı değillerse, sıradan askerlerden bağlılık beklemek zaten imkansızdır. Tek bir halkasının kopukluğuna tahammülü olmayan bir zincirdir bu. Askerlerin büyük çoğunluğu sertlikten ve ara sıra uygulanan zorbalıktan anlarlar. Onları disiplinle bir arada tutamazsanız, aşırılıklara kaçarlar. Askerler üstlerinden çok daha büyük bir kalabalık teşkil ederler. Onları sadece ve sadece korku, kendi sınırları içinde tutabilir.”

24.  Muharebe alanına sürülen askerlerin üçte biri genellikle muhaberenin sonunu göremiyordu. Düşman karşısında bir birliği sırasını bozmadan ve birbirine kenetlenmiş halkalarını parçalamadan tutabilmek için, firarı zor kullanarak engellemek gerekiyordu: Bölüklerin arkasında, geride kalmaya ya da kaçmaya kalkışanı, talimatlar gereği, “ellerindeki kılıcı ya da süngüyü kaburgalarının arkasına sokarak” durdurmaya çalışan hat gerisi subayları yer alıyordu. “Sıradan askerin kendi subayından korkusu düşmandan duyduğu korkudan” daha fazla olmalıydı; aksi durumda “karşısındaki, yeri göğü birbirine katan üç yüz topun gürültüsü altında, onu hücuma hiç kimse yöneltemezdi.

25.  Eğitimi ve şartlandırmanın teknolojileri on yedinci yüzyıldaki ilk disipline etme biçimlerine kıyasla iyice kusursuzlaşmış, asker maaşlarının ödenmesi de ilkece güvenceye alınmış olduğundan, isyanlar ordu yönetimi bakımından artık bir sorun teşkil etmeye başlamıştı. Ayrıca artık birliklerin bir seferlik savaş kampanyası boyunca bir araya getirilmesi durumu tarihe karışmaya yüz tutmuş, bütün devletler düzenli muvazzaf ordular kurma yoluna gitmeyi başlamıştı.

26.  “Almanya sadece bir arzunun tasarımı olarak var olduğu için, yani milli tutku açısından özdeşleşme hırsının yönelebileceği politik, reel bir nesne henüz mevcut değilken, kurtuluşçu milliyetçilik amansız düşmana karşı yürütülerek Haclı seferinde devlet birliği ve kolektif topluluk duygusunu oluşturabilmek için Fransız düşmanlığı tahrik eden bir kışkırtma hareketi karakteri taşıyordu. Talep edilen, vatan ve krala yönelik coşkun bir sevgi değil; yabancı düşmanlığı, Fransız düşmanlığı, Fransız süsüne, kibrine, diline, geleneklerine duyulan nefret, kısacası Fransızlara ait her şeye nefret duymaktı.” Daha net söylemek istersek : Vatan sevgisinin kendini kanıtlaması gerekiyordu ve kanıtlayabilmesinin yolu da ancak “Fransız haşaratı”nın, yani Fransızın, “öcü” diye kökünün kazınması boyutuna ulaşan bir yok etme hırsı içerisinde olmaktan geçiyordu. Kitlenin vatanseverlik duygularıyla harekete geçirilmesi söylemi de ölüm temasını işliyordu; ama söz konusu olan, vatan uğruna ölmek yerine düşmanın öldürülmesiydi.

27.  “Ulusun bugünkü ve gelecekteki asaleti, erdemi, liyakatinin garantisi, sadece ve sadece en eski hayatın kaynağıyla örtüşen, gözle görülemeyen ulusal hasletlerde yatıyor; karışım ve öğütleme sonucunda bunlara karşı ilgisiz kalınmaya başlanırsa, bu yavanlık, maneviyattan kopmaya, sıradan hale gelmeye ve yozlaşmaya yol açar.

28.  Fichte’ye göre “halklar üretmenin” aracı ve ortamına, dilde temizlikle başlanmalıydı. Dilde hem halk olarak bireyler üstü homojenlik, hem de diğer halklar karşısındaki özel farklılıklar kendiliğinden vardı, ama bunların politik ve askeri bir güç olarak zincirlerinden kurtarılmaları gerekiyordu.

29.  Prusya’da askeri yasalar ve sosyal sistem o derece birbirine bağımlıydı ki, birinde köklü değişiklikler olmadan, diğerinde reformların gerçekleşmesi mümkün değildi ve bu durum karşılıklı tıkanmaya yol açıyordu. Ancak 1806 Ekim’inde Jena ve Auerstedt yenilgilerinin ardından yavaş yavaş bir gevşeme ortaya çıktı. Bu yenilgiler, “ahlaki güçlerin” yetersiz olduğu durumlarda, düzenli bir ordunun disiplininin nasıl hızla bir kaosa dönüşebildiğini gösterdi. Bu savaşlar sırasında, yaşlı üyelerden oluşan genelkurmay, her şeyden önce karar vermekte zayıflık ve taktik geliştirmede beceriksizlik göstermiş, birliklerin büyük kısmı, subaylar da dahil olmak üzere, kaçmış ya da direnmeksizin düşmana teslim olmuş, kale komutanları düşmana sadakatlerini bildirmek için yarışa girmişti; hiyerarşinin her kademesinde Prusya’nın askeri gücü hakkında oluşturulmuş olan efsaneleri temelden sarsacak bir davranış söz konusuydu.

30.  Halk içerisinde “savaşçı ruhu” ve askerlik hizmetini kabullenme anlayışını geliştirmenin tek yolu, tebayı devlet vatandaşı haline getirmek ve onları “vatanın” bekasını savunmanın kendi çıkarlarının gereği olduğuna ikna etmekti. Bilincin ulusallaştırılması aynı zamanda bilincin politikleştirilmesi anlamına geliyordu. Scharnhorst’un kelimeleriyle ifade edecek olursak : “Şu anki durumda en önemli şeyin, ulusun yönetimle tek bir bütün haline gelmesi, yönetimin de, güven ve sevgiyi yasa haline getirecek ve ulus açısından bağımsız bir konumu değerli kılacak şekilde milletiyle ittifak kurması olduğu anlaşılıyor. Bu ruh bağımsızlığının korunması için gerekli araçların yaratılması ve hazırlanması da belirli özgürlükler oluşmadan mümkün değildir. Bu duyguların keyfine varamayan kimse, onlara değer veremez ve onlar uğruna kendini feda edemez.” Hukuki eşitlik ve ticaret özgürlüğü yoksa, askeri gücün yeniden kurulması da mümkün değildir. Reformcuların Fransız devriminde Napolyon ordularının başarılarından çıkardıkları ders buydu.

31.  Napolyon da ordularına asker toplama işini çoğu kez sadece şiddet kullanarak başarabildi ve firarlar sebebiyle önemli kayıplar yaşadı, ama neredeyse arka arkaya gerçekleştirdiği seferler ve başarılar sayesinde şerefine düşkün ve ona sadık profesyonel askerlere sahip olabilmişti ve bu askerler yeni zaferler elde etmek ve orduda yükselmek arzusundaydı. Fransız ordusu, monarşinin geri gelmesinden sonra da –tek tek kişilerin askeri hiyerarşideki konumları, sivil, sosyal dünyaya ait oldukları zümreye göre değil de, sahip oldukları eğitime ve gösterdikleri başarıya göre belirlendiği için- cumhuriyetçi bir nitelik taşımaya devam etti.

32.  Kendine “savaşçı bir inanç duygusu” telkin edilmek isteyen kişiye onursuz bir serseri gibi davranılmamalıydı.“ 16 yaşındaki yeni mezun her toy subay ve kaka ruhlu her astsubay, basit bir talim ya da temizlik hatası yüzünden yaşlı başlı erleri öldüresiye dövebildiği” sürece, vatanseverlik coşkusunun oluşması mümkün değildi.

33.  Aydın ve mülk sahibi burjuvaların oğulları silah altına alınmak isteniyorsa “kaba tabiatlar ve kaba bir çağ için icat edilmiş olan ceza türleri değiştirilmeli ve iyi yetiştirilmiş, genç erkeklerin üstleri tarafından kötü muameleye maruz kalmaları engellenmeliydi. Bu yüzden Gneisenau’nun ünlü makalesinde yazdığı gibi “askerlik hizmeti herkesi kapsayacak şekilde genelleştirilmeden önce serfler özgür olmalıydı. 1808 Ağustosu’nda yayımlanan yeni savaş tüzüğü maddeleri bu görüşleri dikkate aldı. Sopayla dövme, mızrak sapıyla vurma cezaları yasaklandı ve bunların yerine hücre cezası sistemi yerine getirildi.

Askeri itaatin oluşturulmasında “ahlaki güçlerin” harekete geçirilmesi artık nasıl  fiziksel terbiyeden önce geliyorsa, askeri cezalar da en başta askerlerin “ruhuna” etkide bulunmalıydı. Boyen bedensel terbiyeden hapis cezasına geçişin temelini oluşturan pedagojik öğretiyi şöyle özetliyordu: “bedensel acı, düzelme sözü verebilir, ama bu anlık olur ve kolayca unutulur; oysa çalışmayla dolu bir yalnızlık, kalıcı ve sürekli niyetler üretir.” “Yüz kızartıcı suçlar işleyen”, örneğin hırsızlık yapan ya da hücre cezalarından etkilenmeyen “kötü ruhlu” askerlerin rütbesi düşürülüp, bunlar “sopayla, özellikle ince borularla dövülecek” cezalandırılabilirdi. Ağır askeri suçların, örneğin üstlerine karşı mukavemetin, yağmanın ya da düşman saflarına geçmenin cezası hala ölümdü.

34.  Kuşaklar boyunca üstlerine karşı itaatkar olması gerektiği öğretilen Prusya halkı, askeri düzen ve otorite olmadan, başının çaresine bakması gereken bir direnişe örgütleyemeyecek kadar “polisleştirilmiş” bir düzene bağlıydı. “İsyancı ve gerilla-haydut değil, gerçek bir asker olmak isteniyordu. Bütün çabalar bu hedefe yönelikti. Savunma gücünü oluşturanlar zor kullanarak üniforma giymeye çalışıyorlardı. En büyük arzuları güçlü, kuvvetli oldukları duygusunu taşıyarak, bir bando birliğinin coşturucu ve ateşleyici tınılarının eşliğinde, kentin kapısından girip çıkmaktı. Çatışmaya hazırlanmak için açık arazide yapılan talimler ise bir felaketti. Gerçi gerekli nevalenin el altında olması için şişeler ve erzak sepetleri manevralarla birlikte götürülüyordu; ama büyükçe gruplar oluşturma ve grupları taktik bir düzene sokma çabaları her seferinde başarısızlıkla sonuçlanıyor ve öyle bir kaos meydana geliyordu ki, hiç kimsenin işin içinden çıkması mümkün olmuyordu.” Scharnhrost ve Gneisenau’nun defalarca talep ettiği “sadece düzenli orduyu değil, bütün ulusun fiziksel ve ahlaki güçlerini de harekete geçirmek için gerekli bir seferberlik” de, Prusya halkının teba mentalitesi kadar, kralın ve muhafazakar danışmanlarının devrim korkusu yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı.

35.  Ulusun ya da hayali birlikteliğiyle özdeşleşme, politik sisteme geleneksel bağların ötesinde içsel bir dayanıklılık kazandırmalıydı. Sadakat ve “vatan için ölmeye” hazır olma istekliliği, tek başına disiplinle ve polisin baskı önlemleriyle sağlanamazdı; çünkü bu ihtiyaç vatanseverlik duygularının sürekli uyarılmasını gerekli kılıyordu. Hiçbir araç bu uyarılmayı sağlamak bakımından özdeşleşmeyi sağlayacak nefretin hedefi haline getirilmiş bir hasmın ezeli ve ebedi milli düşmana dönüştürülmesinden daha elverişli olamazdı. Hıristiyanlığın şehitlik anlayışını miras alan ve “halkın sonsuza kadar yaşayacağını” hatırlatıp bunu bireyin dünyevi ölümsüzlüğün garantisi haline getiren bir milli ölüm kültü de aynı doğrultuda etkili oluyordu. Ancak “ulusal kurtuluş” uğruna çatışma çağrısı, özellikle alt burjuva kesimlerde hepsi hepsi biraz coşku yaratınca, askeri yönetim, denenmiş denetim ve ceza sisteminden bir süre daha vazgeçilmeyeceğini anladı.

36.  Fransız devrimi, kitlelerin politikaya girmesi için bir başlama sinyali vermişti, Carnot’nun levee en masse’ı ise bu gelişmeden askeri sonuçlar çıkarmıştı. Prusyalı askeri reformcular kitleleri savaş için hareket geçirmek istediler, ama devrim için asla. Bir kuşak sonra Almanya’da da devrimci kitleler ortaya çıktığında ise askerler tek bir şeyle uğraştılar : Onları denetim altında tutmakla.

37.  Devletin elinde tuttuğu şiddet tekelinin iki yönü vardır : Politik ve sosyal düzeni, hem dış düşmana karşı, hem de içerideki yasa çiğneyenlere ve asilere karşı güvence altına almak. Devletin baskı erki egemenlik alanının bütünlüğünü korumasını ya da büyütülmesine ve sınırlar içerisinde de toplumsal hareketliliğin pasifize edilmesini hedefler. Şiddet tekelinin tesis edildiği yerlerde devletin profesyonel infazcıları,  “toplumsal gündelik yaşamın sadece bir köşesinde, davranışları denetleyen bir organizasyon olarak nöbet tutuyor olsalar” ve fiziki şiddet sadece istisnai durumlarda bireyin hayatının ortasında aniden ortaya çıkıyor olsa da, “gündelik yaşamın kulisindeki bu depolanmış şiddetten, bireyin çoğunlukla tamamen alışmış olduğu için hemen hemen hiç hissetmediği, sürekli ve muntazam bir baskı” yayılıp durur. Devlet şiddet potansiyelinin bu gizlenmiş durumunda da etkili olabilmesi için kendini açıkta gösterebiliyor olması ve zaman zaman da göstermesi gerekir.

38.  Askeri silahlanma, savaş zamanları dışında da, dışarıya karşı caydırıcı bir işlev taşır ve bir devletin politik ağırlığını tayin eder. Aynı şekilde düzenin ülke içinde tesisinde de, silahlı gücün hiç değilse sembolik olarak görünür kalması şarttır. Çoğunlukla bu ikili göreve karşılık gelecek şekilde, askeri güç ve polisin gücü ayrı ayrı kurumsallaştırılır. Ancak bireysel yasa ihlallerinin önlenmesinin ve cezalandırılmasının ötesine geçen ve devlet organlarına göre kamusal güvenliğin tehlike altında olduğu durumlarda “iç düşmana karşı” ordunun müdahalesi ihtimal ve tercihi, daima mevcuttur.

39.  Askeri kıtaların konuşlandırılmamış olduğu kırsal kesimlerde ve kentlerde ise bir “kargaşa” durumunda, belediye başkanının, okul müdürünün ya da bir resmi makam yöneticisinin çağırdığı polisler ya da jandarma birlikleri biçiminde, öncelikle devlet gücü ortaya çıkıyordu. Bunların uyarıları ya da tehditlerinin yanı sıra tehditlerinin, kendisine haber verilmemiş olan kaymakamın girişimlerinden de bir sonuç alınmayacak olursa, bu sefer en yakın garnizondan askeri yardım isteniyordu. Birkaç saat sonra ya da hemen ertesi gün en az 80-100 adamdan oluşmuş bir askeri birlik boy gösterdiğinde, bunların hafif silahlarını daha şöyle ucundan bile göstermeleri, “kargaşayı yaratmış yığının” dağılmasına yetip de artıyordu.

Sadece korkutmanın işe yaramadığı durumlardaatlarla kalabalığın içine dalınıyor, kılıcın kör ama bazen de keskin yanıyla kalabalık dürtülüyor, hatta kalabalığın üzerine süngüyle bile gidildiği oluyordu. Süvari, kalabalığa üstten müdahalenin en tercih edilen askeri birliğiydi. 1848/1849 devrimine kadar ayaklanma ve isyanlarda ateşli silahlara nadiren başvurulmuştur. 1844’teki Silezyalı dokumacıların ayaklanması ise açıkça bir yenilgiyle sonuçlanmış, 11 işçi salvo ateşi sonucu ölürken 33’ü ağır yaralanmıştı. İsyancılara karşı topçu ilk kez 1848’de Berlin’de devreye sokuldu.

40.  Tek yumruk olmuş askeri gücün sergilenmesi, kolektif hoşnutsuzluk eylemlerinin kısa vadede bastırılmasına yetiyordu; ama bizzat birliklerin kaba kuvvete başvurarak göstericileri hizaya getirme alışkanlıkları asıl ve yeni huzursuzluklara yol açmaktan geri kalmıyordu. Dolayısıyla, baskıya başvurarak pasifize etme stratejisi, protestoların radikalleşmesine hatırı sayılır bir katkıda bulunuyordu.

41.  Halkın defterini “kısa yoldan dürme” ilkesine komutanların itibar etmelerinin önemli nedenlerinden biri, sivil halka karşı uzayan müdahalelerle birlikte askeri birliklerin güvenilirlik özelliğinin azalma tehlikesiydi. Gene de huzursuzlukları bastırmak için devreye sokulan askerlerin itaatsizliğine ilişkin raporların sayısı, 1844 devrimi öncesinde ve sırasında yok denecek kadar azdı. Wilhelm Weitling 1842 yılında, 1830’lu yıllardaki benzeri olaylar hakkında şunları yazıyordu: “Hanau‘da koskoca bir batarya birliği, halkın üzerine ateş açmamakta direndi. Bir başka seferinde Hannover’de bütün bir alay isyan halindeki kentin üzerine yürümektense, tam tersi yönde, üstlerinin buyruklarına karşı hareket etmeyi tercih etmişti. Prusya savunma kuvvetlerinin bir bölümü, Görllitz’de bir kez daha Polonya sınırına doğru yürümeyi reddetti; bir Prusya kalesindeki garnizona yerleştirilmek istenilen 400 Prusya Polonyalısı yarı yolda memleketlerine geri döndüler.

Bu türden  istisnalar bir yana bırakılırsa, her ne kadar, sivil halkın üzerine yollanan askeri birliklerin itaatkarlıklarına güvenmemek için bir neden yoktuysa da, gittikçe artan ölçüde toplumun alt kesimlerinden gelen insanlarla beslenen ordunun bekçilik etme ya da huzursuzlukları bastırma adına “kendi insanlarına” karşı kullanılmasının riski göz önüne alındığında, bu yol, söz konusu birliklere biraz fazla güvenmek anlamına geliyordu.

Bir Prusya ordu birliğinin komuta sorumlusu bir general 1844 yılında “alaylarda, muhtemel olayların ve aşırılıkların üzerine gerektiği gibi gidilmediğine ilişkin en ufak bir belirti bulunmamaktadır,” diye iç rahatlığını gösteren açıklamalar yaptıysa da, tam da bu ifade, söz konusu durumun tam tersinin beklenebileceği endişesini apaçık yansıtmaktadır. Kimi özel durumlarda, garnizonların yerleri kaydırılarak “huzursuz bölgelerde”, askerlerini bu bölgelerin dışından getirmiş birliklerin konuşlandırılması yoluna gidilmiştir.

Askeri müdahaleler sırasında askerlerin kendi insanlarıyla ittifak yoluna gitmelerini engellemek ve potansiyel olarak “güvenilmez öğelerin” kara listeye alınmasını mümkün kılmak için, askere alınanları memleketlerinden uzaklardaki garnizonlara sistematik olarak yerleştirme yöntemi, aslında yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaştı. Gerçi takımların kışlalara yerleştirilmesi alışkanlığı artıyor, bir zamanların manastır binaları kışla hizmetine veriliyordu; ama gene de askerin yarısı hala özele ait han ve benzeri yerlerde kalmaktaydı, bu yüzden de üstünün doğrudan denetiminden, belli süreler için de olsa uzak durabiliyordu.

42.  1839 tarihli Prusya hizmet yönetmeliğinin hazırlık taslağında, “Askerin herhangi bir politikaya sahip olması yasaktır, onun sadece subaylarına itaat etmesi mecburidir” deniyordu. Ve askeri yazar Louis Blesson “Ordunun Politik Meselelere Katılma Yetkisi Üzerine” başlıklı yazısında, “akıl yürüten, düşünen, tartışan” asker, “aslında artık bir asker değil, bir isyancıdır” diyordu.

43.  Mevcut mülkiyet düzeni, silahlı savunucularına ve koruyucularına kutsal bir düzen olarak görünmek zorunda olduğundan, “kargaşa ve ayaklanmaların” sosyal ve politik nedenlerinin sistemli olarak gizlenmesi şarttı. “Memnuniyetsizliğe yol açabilecek derinde bir sebep ortalıkta yoksa”, “toplumun bütün sınıflarında kendini gösteren hoşnutsuzluğun nedeni” Pönitz’in kategorik tespitine göre, ancak “dünyayı düzelteceklerini sanan ham fikirlerinin birçok insanın kafasını karıştırmış olmasında” aranmalıdır.

44.  Küçük bir bahane, lümpenleşmiş halk kitlesini ayaklandırmaya, sokağa dökmeye yetebilirdi, dolayısıyla huzursuzlukların, ayaklanmaların spontane uğrağı, bu kendiliğinden patlak veren huzursuzluklar, herhangi bir emir verilmeden hiçbir eylemin yapılmasına imkan bulunmayan ordunun herhangi bir temsilcisine, anlaşılmaz ve tuhaf gelecektir. Pönitz’e kalacak olursa, “iç düşman” ancak onu kendi imajımıza göre yeniden biçimlendirdiğimizde tanımlanabilir ve onunla mücadele etmek mümkün olabilir. Güvenliğin ancak polisiye önlemlerle sağlanabileceği düşüncesinin gerisindeki bu paranoid mantık, komplo ve ihanet teorileri kurgulamaksızın, söz konusu dağınık, belirsiz ama her yerde mevcut olan tehdidi, elle tutulur, çehresi ve adresi belli bir düşmana dönüştürmek zorundaydı. Dost ile düşman arasına net bir sınır çizgisi çekebilecek ve insanını kendi ülkesinin insanına karşı silah kullanarak ayaklanmasına fırsat tanımamak için, “iç düşman”, kısa yoldan dış düşmana  tahvil edilivermiş ve devrim (Fransa’dan) ithal malı ilan edilmişti.

45.  Gel gelelim birlik ve kıtaların asker ihtiyacı büyüdükçe, subay okul ve kurumlarında gençlik yıllarının başlangıcından itibaren törpüleyip uygun hale getirilmiş bu “malzeme” de bir ölçüde açığı kapatmaya yetmez hale gelmiş, 1890 yıllarında imparator bir bildiri yayımlanarak, tehdit edici boyutlara varmış subaylar açığı karşısında, bundan böyle soylu aileden gelme esasının yanı sıra “soylu ruh”’a sahip olmanın da tayin edici ve yeterli olacağını ilan etmek zorunda kalmıştı. Gerçi gene “sosyal bakımdan tercih ve arzu edilen çevrelerden” aday seçme ilkesi geçerliydi, ama şimdi bu “tercih edilen çevre” tanımını yeniden içeriklendiriliyordu; soyluların, subayların bürokrat ailelerin çocuklarının yanı sıra, “krala saygıda  kusur etmeyen, askerlik zümresine sevgiyle bakan, içinde Hıristiyan inancının kökleştirildiği ve bu inanca göre yetiştirilmiş, burjuva (yurttaş) yuvalarındaki evlatlara da” subaylık yolu açık olmalıydı.

Mesleki beceri ve yeteneklerin değil de sınıfsal kökenin ve politik bakımdan güvenilirliğin bir adaya ilişkin karar ve görüşleri belirlemesi, burjuva (kentsoylu yurttaşın) çocuklarının kadim espirit de corpus’ye (zümre ruhuna) uyum sağlamasına yol açtı. Böylelikle subaylar zümresi için gerekli olan subay adaylarının tabanını, bu zümrenin politik homojenliğinin bozmadan ve sarsmadan genişletmek mümkün oldu.

46.  Wilhelm Almanyası toplumunun militarize edilmesinde tayin edici asıl adımlarından biri de yedek subay kurumunun tesisiydi. Yeterince askeri “ruh ve inanca” sahip olma durumunda, yedek subaylığın prestijli ve kariyer sağlayıcı statüsüne ulaşabileceği umudu ve bu yöndeki imkan, zengin ve büyük burjuvazinin aristokratik militarist uzlaşmaya dahil edilmesi ve geleneklere tabi kılınmasındaki başlıca etmene dönüştü. Gel gelelim yedek kademesinde, sadece teğmen kademesine kadar tırmanabilen ya da hiç askeri hizmet yapmamış bir akademisyen, ikinci sınıf bir insan olmaktan kurtulamayacaktı. Eckart Kehr, “burjuva düşünme tarzını subayca düşünme tarzına tahvil ederek ve yedek subay onurundan pay alabilecek burjuva katmanına sosyal bir statü onuru sunarak burjuvaziyi orduya eklemleme” girişiminde, “mülksüz sınıfların kendini devirebileceği endişe ve korkusuyla, devletin mevcut iktidar organizasyonun peşine takılmaya çalışan” Alman burjuvazisinin nihai teslimiyetini görür.

47.  Komuta kademesinin temsil ettiği statüye karşı bir ağırlık oluşturabilecek aynı rütbedeki askerlerin arasındaki dayanışma, hatta arkadaşlık ilişkileri, cephede her zaman kopmaya, dağılmaya mahkumdu : “Bugün burada top ateşi altında kalmış ya da aynı yer altı sığınağında birlikte oturmuş insanlar ertesi gün birbirlerinden ayrılıyorlardı: Birisi vurulup ölüyor, ötekisi de yaralanıyor, bir üçüncüsü belki hastalık yüzünden onlardan ayrılıyor, ötekiler emirle başka yerlere yollanılıyorlardı vb.; böylece boşluklar, delikler ortayla çıkıyor; numara boşluklarına tekabül eden bu boşluklar gene yeni numara atamalarıyla dolduruluyordu. (...)

Ölüm ve yaralanma, günlük sıradan gürültülere dönüşmüştü; her gün gelenler ve gidenler oluyordu; çoğunlukla, bırakalım birisini kişisel olarak tanıyıp birbirine yakınlaşmayı, askerler birbirlerinin adlarını bile öğrenmeye fırsat bulamıyorlardı. Sonuç olarak, teklerin kendi hayatı, üzerinde yoğunlaşabildikleri biricik hayata dönüşüyor; insan en başta kendi canıyla uğraşmak, onu korumak durumunda kalıyor ve herkesin en yakını gene kendisi oluyordu.

Bu koşullar altında arkadaşlık bireyin hayatta kalma isteği ile belirlinmiş ve dikte edilmiş geçici bir mecburiyet ve maksatlı ortaklıktan, beraberlikten başka bir anlama gelemiyor; bu bir aradalık, mevcut taktiksel beraberlikleri sınırlı kalıyor ve bireylerin birbirlerine duydukları  doğrudan ihtiyacı, çizdiği sınırların elbette ötesine geçemiyordu.

Bu sınırlı arkadaşlık ilişkileri, sanayileştirilmiş kitlesel savaşın askerlerinin aynı zamanda radikal biçimde yalnızlaştırılmasını, onları tek başına bırakmasını engelleyememekle birlikte, bu atomlaşmanın, tekleştirilmenin bir yaşama biçimi olarak getirdiği sonuçları bir nebze olsun telafi edebiliyordu; ama arkadaşlığın bu işlevi, ne birliklerin, ne bölüklerin ve bölüklerin birbirine içten bağlanması, bir arada tutulması ne de “ahlaki” bakımdan taşıdığı önem ve anlam yeterince değerlendirilebiliyordu.

48.  Ama işte, dehşetin her şeyi kaplayan totalitesi içinde bile gene kaçacak, sığınacak köşeler, delikler vardı. Savaşta yaşanan olaylar arasında Tony Ashwort’ün “live and let live system” (yaşa ve yaşat sistemi) olarak tanımladığı sistem, böyle sığınılacak köşelerden birine örnekti. Ara sıra, karşılıklı haberleşmeler sonucunda siperler arasındaki çatışma birkaç saatliğine duruyor; az sayıdaki siperde ateşkes yaşanabiliyordu. Kimileyin de bu ateşkes iyice uzayabiliyor ve mevzilerdeki siperlerin çoğunu kapsayabiliyordu.

Hatta topçu ateşi başlamadan önce düşman siperindeki askerlerin karşılıklı olarak birbirlerini uyarmaları bile uyarması söz konusu olabiliyordu. I.Dünya Savaşa olarak bilinen bu savaşın Batı Cephesi’ndeki en dikkat çekici kardeşlik kurma çabalarına çarpıcı bir örnek, 1914 Noel’inde yaşanmıştı: “Askerler günlerce, karşılıklı mevzilerin ve siperlerin arasında kalan alanlarda buluşuyor, birbirlerine armağanlar veriyor, hatta siperlerde birbirlerini ziyaret ediyor; birlikte Noel şarkıları, ilahiler söylüyor; düzenli müzik icraatları gerçekleştiriyor; bayramlardan, şenliklerden kalma gösteriler yapıyor, oyunlar oynuyor; ve her iki tarafın ölülerini, birlikte topluca gömüyorlardı.

Yüksek rütbeli subayların cephenin önlerinde öyle pek sık görünmeyişlerinden yararlanarak organize edilen bu olayları, her iki tarafın komuta kademeleri hiç de hoş karşılamıyor ve ellerinden gelen her çareye başvurarak, bu tür kardeşlik geliştirme çabalarını önlemeye çalışıyorlardı; çünkü, ateşkesin siperlerdeki askerlerin kendi iradeleriyle gerçekleşmesi, hele hele, askerin ötekini “kardeşi” olarak görmek istemesi ve bunu gerçekleştirmeye kalkışması, o “dehşet saçan, alçak, sefil düşman” söylemi üzerine kurulu propagandanın dayandığı imajı yıkmakla kalmıyor, askerin “çarpışma isteğini” de yok ediyordu.

Karşılıklı olarak birbirini koruma ve yaşatmaya çalışma sistemi, zaten sınırlı iletişim imkanları yüzünden dar alanlara sıkışıp kalıyor; cephelere yayılmadan kısa erimli dalga misali kırılıp gidiyordu: Birliklerin yer değiştirmesi, bir saldırı emri ya da ani bastıran bir topçu sağanağı, uzlaşmaya dayalı çatışma aralarını bir anda bitirmeye ve savaş aygıtını yeniden hızla devreye sokmaya yetiyordu.

49.  Alman ordusundakine benzer savaşma isteksizlikleri öteki ülkelerin ordularında da yer yer görülmüştü. 1917 Mayıs’ında Fransız ordusunun kimi birlikleri isyan etmiş, aynı yılın yaz aylarında Rus birlikleri savaşmayı reddetmiş, İtalyan ordusunda Kasım 1917’de savaş yorgunluğu had safhaya ulaşmış ve nihayet 1918 Martı’nda İngiliz 5.Ordusu moral ve fiziksel yönden tamamen çökmüştü.

50.  Tahminler, savaşın son aylarında 750 bin ile 1 milyon arası askerin yeniden savaşa sürülme olasılığı karşısında “ortalıktan kayboldukları” varsayımından hareket etmektedir. Berlin emniyet müdürü, sonbaharın başlarında sadece Berlin’de 40-50 bin kadar asker kaçağının gizlendiği tahminini yapmıştır. Askeri tarihçi Wilhelm Deist’a bakılacak olursa, “kaytarıcılar, gözden, ortalıktan kaybolanlar”, bu tanımlardan da anlaşılacağı gibi, sadece doğrudan birlikten firarın söz konusu olmadığını gösteriyordu. “Aslında, cepheye yeniden yollanmaktan kurtulup o muazzam ordu organizasyonu içinde ortalıkta görünmemek için, akla hayale gelmeyecek çözüm biçimleri aranıp bulunuyordu.”

51.  Bedenin eğitilmesi ve şartlandırılması, ruhu hedef almaktaydı ve bu bağlamda dik (kaz) adımın Alman ruhunun ve özünün ifadesi olarak görünmesi oldukça ironik bir durumdur. “Bu yürüyüş tarzı, kuvvetlerin bir araya toplanmasını ve sonuna kadar harcanmasını gerektirdiğinden,” diye yazıyordu egzersiz yürüyüşlerinin “büyük eğitici etkisini” öven bir yazıda, bedenin dik ve gergin olmasını ve toparlanmasını sağlar; bunlarsa askerlerde güçlü olma duygusunun ve askerlik bilincinin önünü açan özelliklerdir. Bu dik (kaz) adımlarla yürüyüş egzersizleri, ayrıca erkeğin iradesinin, üstünün iradesiyle aynı yönde ve güçle çalışmasını sağlar ki, bu da bir disiplin okulu işlevi görür. Yaya birliklerinin resmi geçitlerinde egzersiz yürüyüşü psikolojik nedenlerle de vazgeçilmez bir şeydir.

Resmi geçit her hangi bir şekilde, kendi içinde vücut bulan topluluk iradesinin yoğunlaştırılmış, tırmandırılmış bir ifadesidir. Bu nedenle bütün devlet ordularında resmi geçit yürüyüşünün kendine özgü biçimleriyle karşılaşırız ki bu farklı biçimler, güçlerini açıp geliştirme ihtiyacı içindeki hakların ruhsal farklılıklarını yansıtır. Bizde özellikle egzersiz yürüyüşü, her bir kişiye en üst düzeyde güç harcamaya ve yoğunlaşmaya mecbur ettiği için, resmi geçit yürüyüşünün en üş düzeyini oluşturur. Bu yürüyüş, her katılan bakımından, en üst düzeydeki askeri güç bilincinin ve birliğinin sembolüdür.”

Fakat Mayıs 1942’de hava kuvvetleri de dahil olmak üzere bütün orduda  psikoloji bölümlerinin kaldırılmasının nedeni, ne partinin ne de Wehrmacht’ın ve psikiyatrinin psikolojiye yönelttiği saldırılar olmayıp Doğu cephesindeki büyük kayıplardan sonra oluşan önemli subay açığı ve değişen subay idealleriydi. Cephedeki ağır kayıplar, subay seçme prosedürünün kökten basitleştirilmesini zorunlu kılmıştı. İlk büyük yenilgilerden sonra giderek aranan subay tipinin tayin edici özellikleri sabır, dayanıklılık, serinkanlılıktı artık. Bunlar; “Üstünü az meşgul eden ve emrindeki askerlerin sevgisini, saygısını kazanmış, uğruna ölüme gidecekleri, ‘emret komutanım’ tipi subay”lardı. Bu tip milletleştirilmiş savaşçı figüründen esinlenmiş “Führer kişilikler”i tespit edilmek istendiğinde psikolojik yeterlilik sınavları artık işe yaramaz hale gelmişlerdi.

“Bilimsel subay seçme yöntemi barış koşullarındaki bir orduya göre tasarlanmıştı. Savaş koşullarında ise, subay adaylarının uygunluğu, temel kriterlerini daha çok pratiğin içinden alan bir yöntemle yani bizzat savaşın içinde ölçmek mümkündü; bu da kuşkusuz nasyonal sosyalizmin, mücadelenin sert şartları içinde insanları seçip ayıklama düşüncesine uygundu; dolayısıyla cephedeki başarı, ayakta kalma becerisi, giderek tek değerlendirme kriteri haline gelecekti. Savaş uzadıkça kayıplar da muazzam boyutlara ulaşmaya başlamıştı; subay adaylarında aranan nitelikler iyice basitleştirilmiş, aza  indirgenmiş olduğu halde, kayıpları telafi etmek gene de pek mümkün olamıyordu. 1943/44 yıllarına gelindiğinde ise artık şu bu niteliğe öncelik vererek “seçmek”ten söz etmek mümkün değildi.

52.  Wehrmacht mahkemeleri savaş bitiminde firarilik suçlamasıyla yaklaşık 23 bin idam kararı vermiş, bunlardan en az 15 bininin infazı gerçekleştirilmişti. Nizami askeri mahkemelerin sorumlu olduğu bu hukuki cinayetlere bir de silahlı SS mahkemelerinin verdiği idam kararları ve sadece savaşın son aylarında binlerce askeri, seri mahkemelerle yargılayan ve yıldırmak amacıyla “birliğin gözü önünde, anında” kurşuna dizdiren veya astıran divanı harbin (savaş mahkemelerinin) kitlesel cinayetleri eklenmelidir.

53.  Firarilere, savaşa katılmayı reddedenlere veya diğer, “Wehrmacht bozgunları”na karşı uygulanan teröre, bütün disipline edici uygulamalara ve propagandaya, yaygın bir muhbirlik ağına ve idam kararlarına rağmen, hatırı sayılır sayıda askerin, kendilerinden istenen, “hayatını feda edecek kadar özveriye” hazır olmadıklarını ya da buna ancak belli bir süre için hazır olduklarını belgelemektedir. Firari sayısının, ancak yaklaşık olarak tespit edilen tahmini rakamları bile II. Dünya Savaşı’ndaki firari sayısını aştığını göstermektedir. Fritz Wüllner, 1944 yılının sonuna kadar askeri mahkemelerde kayda geçen kişilerden yola çıkarak en az 300 bin kişilik bir firari sayısına ulaşmaktadır.

54.  Özellikle Sovyetler Birliği’ndeki işgal bölgelerinde Yahudi olmayan sivil halka karşı da amansız, acımasız bir terör uygulandı; “çete illetine karşı mücadele”, köy yakıp yıkmanın ve köylüleri katletmenin bahanesine dönüştürüldü. Sonuç olarak üç milyonu aşkın Rus savaş esiri Wehrmacht’ın dizginlenemez yok etme dürtüsünün kurbanı olmuştu. Bu esirler ya “komiser emri”yle veya diğer “düşmanın imhası”na yönelik emirler uyarınca idam edilmek üzere SS’in özel birliklerine teslim ediliyor, ya da bizzat Wehrmacht askerleri tarafından kurşuna diziliyordu; bu imhalar, özellikle yaralı Rus askerleri ve toplama kamplarına götürülürken uzun yürüyüşlerde yorgunluktan baygınlık geçiren tutsaklar için söz konusuydu. Yüz binlerce esir ise, esir kamplarında açlıktan, soğuktan veya salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybetmiştir.

55.  Omer Bartov, ortaklaşa işlenen cinayetlerin, nihayetinde dengeleyici bir işlev yerine getirdiklerine ve bu yüzden birliğin iç dayanışması için hiç de küçük görülmemesi gereken bir öneme sahip olduğunu işaret etmiştir: “Bazı generallerin umduklarının ve sandıklarının aksine, cephedeki askerler dikkate değer başkaldırma belirtileri göstermeden ya da en kötüsü isyana kalkışmadan, onları acımasız bir disiplin altına almak, birliğin ‘vahşileşmesine’ rağmen değil, tersine tam da birliğin ‘vahşileşmesinden’ dolayı mümkün olabiliyordu.

Başkalarına da zorbaca davranma hakkına sahip olunca, hem subayların zorbalığına dayanabilmek daha kolay oluyordu, hem de iradenin acımasızca uygulanması giderek kural haline geliyordu. Nihayetinde zorbalığın kısırdöngüsü, başlangıçta ideolojik argümanlarla karakteri meşrulaştırılmış olan bir savaşın nasyonal sosyalist yanını doğrulamaya yarıyordu sanki. Bu durum, askerlerin, Hitler’in dünya görüşü olan, savaşı mutlaka yürütmek ve kazanmak zorunda olma, inançları pekiştiriyordu. Demek oluyor ki, Doğu cephesinde ordu, savaş alanında gösterilecek sarsılmaz bir disiplin ve genel bir düşmana barbarca davranma serbestisinin bileşimi sayesinde ayakta tutuluyordu.

56.  Bu görüşten yola çıkıldığında, Wehrmacht’ın askeri durumunun ümitsizliğini, her bir askerin fark etmiş olması gereken bir dönemde bile, askerin mücadeleyi niçin bırakmadığını ve Alman ordularının Doğu cephesindeki savaşı “daha önce açık bir şekilde Wehrmacht tarafından yenilgiye uğratılan ordular dahil olmak üzere; diğer orduların büyük çoğunluğunun dağılıp çökmüş olacağı” koşular altında bile nasıl sürdürebildiğini kavramak kolaylaşacaktır. Alman birliklerinin düşmanlarını bile hayrete düşüren dayanma iradesi, bu birlikler tarafından işlenmiş eşi örneği görülmemiş cinayetlerin bir sonucuydu. Daha yalın bir ifadeyle dile getirilecek olursa: Wehrmacht’ın son ana kadar korunan birlik ve bütünlüğü, aslında kendi hiddetinden kurtulanların intikamından korkması için fazlaca ve anlaşılır gerekçesi bulunan bir ordunun, çaresizlik içinde mücadeleyi bırakamama zorunluluğundan başka bir şey değildi.

57.  SONUÇ TEZLERİ

(a)        Askeri itaat, devletin örgütlü şiddeti ile gönüllü ya da zoraki işbirliği yapmak demektir. Askerler öldürmek ve hayatlarını ortaya koymak suretiyle devletin şiddet tekelini güvence altın alırken, devlet gücü ve ölüm hakkındaki egemenlik hakkını elinde bulundurma talebini yürürlüğe koyar. Ordu için, bir asker, sadece görevini yerine getirme ölçütlerine göre bir anlam ve önem taşır. Disipline etmek birbiriyle değiştirilebilir, kullanılabilir hale getirmek demektir; “insan malzemesinin” olabildiğince ileri düzeyde bir işe yararlılık ve boyun eğiş sağlayacak şekilde işlenmesi demektir.

(b)        Askeri disiplin, davranışların ön görülebilir ve beklenebilir hale gelmesini amaçlar   -emirlerin yerine getirilmesi gerekmektedir-; ama askeri disiplin aynı zamanda daima öngörülemeyeni, beklenmeyen davranışları da hesaba katmak zorundadır. Askeri disiplin, elimine etmeye çalıştığı şeyi, davranış ve eylemlerin rastlantılar olabilme durumunu, önlenmesi gereken bir durum olarak da kabul eder, insan davranışı ve eylemleri, tepeden tırnağa belirlenebilir olsaydı, itaat üretimine gerek duyulmazdı; ama öte yandan belirlenmeye elverişli olmasaydı, ne davranış olurdu, ne de disiplin diye bir şey. Disipline etme talebi, hiçbir zaman gerçekleştirme imkanını bulamayacağı daima bir topyekün düzen ütopyasını içerir. Bu nedenle disipline etme eylemi kendini düzensizlik tehdidi ve tehlikesine sürekli karşı koyma eylemi olarak gerçekleştirilmektedir.

(c)        Askeri düzen özellikle istikrarsız, güvenilmezdir; Askeri itaat üretimi özellikle sert, katı, ödünsüzdür; çünkü her ikisi de bir ölüm-kalım savaşı şartları altında işe yarar, iyi olduklarını kanıtlamak zorundadır. Orduları öteki disiplin kurumlarından ayırt edici özellik, kişiyi, toplumsal işlevini gerçekleştirmeye zorlamaları değil, askerin toplumsal işlevinin öldürme ve ölmeye hazır olma şartlarını içermesidir. Geçirdiği bütün tarihsel dönüşümlere rağmen, askeri disiplin sürekli ve kalıcı olmasını sağlayan özellik budur.

(d)        Askeri davranış ve eylem biçimi iki uğrağın birleşiminden oluşmaktadır: Savaş, Clausewitz’in deyimiyle “genişletilmiş bir ikili mücadele” ve etkin bir şiddet uygulamasıdır (killing people and destroying things/insanları öldürmek ve nesneleri imha etmek). Bu iki uğrak kopmaz bir bütünlük oluşturmakla birlikte, her zaman aynı öneme sahip değildir. İtaat üretimi her iki beceriyi de kazandırmalıdır; ancak, bu her bir uğrak farklı birer itaat tipini içerir: Savaşmayı hedef alan disiplin “sıcak”tır ve bu disiplin şekli, duygu durumları, heyecanları harekete geçirmekte, bunların önündeki sınırı kaldırmakta ve bunları körüklemektedir. Etkin şiddet kullanımı hedefleyen itaat tipi ise “soğuktur”, ani duygu durumlarını, heyecanlarını denetler, düzene sokar ve dizginler. Soğuk ile sıcak arasındaki ilişki değişkendir ve askerleri disipline etme tarihi, daha çok “sıcak” ile daha çok “soğuk” olan evrimlerin yer değiştirmesi olarak yazılabilir.

(e)        Askeri disiplin güvenilir bedenler ve itaatkar, sadık bir “ruh” üretir; askeri teknik savaş aygıtı ile kaynaştırır. Daima orduların ilk dönemlerinde bedensel şartlandırma ve bedenin ıslahı, disipline etme çabalarının merkezinde duruyorken, on dokuzuncu yüzyılda ideolojik seferberlik tektipleştirme ön plana çıkmıştır. Yirminci yüzyılın sanayileşmiş savaş ortamında ise, geleneksel sıkı talim pratiklerinden ve “manevi, ruhsal donanım” sağlama önlemlerinden tamamen vazgeçilmeksizin, teknik ve en yüksek düzeydeki disiplin mercii konumuna gelmiştir.

Yaşanan değişme ve işlev kaymaları, itaat üretiminin tek tek askerlerce içselleştirilip kendiliğinden gerçekleştirilmesine ve somut teknik nesnelerle ilişkiyi düzenlemesine yol açmıştır. Eskiden sıkı bir talim altında bunaltılan paralı askere uygulanan disiplin, bu disiplini denetleyen ve cezai yatırımlara başvuran subayın varlığı sayesinde sağlanabiliyordu. Vatansever ideolojik şartlandırma “içten gelen kanaat ve inanca dayalı bir itaate” yaslanmaktaydı; teknik askerin işlevselliğini sağlayan disiplin ise, ondan, makinelerin bilimsel, uzmanca bakım ve kullanımını talep eden bir disiplindir.

(f)        Disiplinin tarihsel süreç içindeki dönüşümleri savaş yönetiminin teknik düzeyleriyle uyuşum halindedir ve buna bağlı olarak askeri işbölümünün derecesini de etkiler. Emir-itaat ilkesi içinde enikonu tespit edilmiş olsa da, emirlerin düzenledikleri ve uzandıkları alanların kapsamları değişkenlik arz etmektedir: Mutlakıyet döneminin ordularında hatlar halinde savaş biçiminde, birliğin eşgüdümlü hareket etmesini sağlayabilmek için, her bir el hareketinin ve her bir adımın, komut üzerine gerçekleştirmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyılda yaygınlaşan daha açık muhabere biçimlerine geçilmesinden ve piyade birliklerinin büyük ordu kitlelerini oluşturmaktan çıktığı günlerden bu yana artık çok sayıda teknik uzman, savaşın çehresini belirlemektedir. Bu yeni dönemde emirleri görevin tanımıyla sınırlandırılmak, emirlerin uygulanış tarzlarını ise emir uygulayanlara bırakmak zorunlu hale gelmiştir. Bunun için arkalarında elinde nişana hazır silahlı subayların bulunmadığı durumlarda da sadakatlerine ve savaşma istekliliğine güvenebilecek askerlere ihtiyaç vardır. Eski tip piyade askerinin eğitimi için ona sürekli olarak talim yaptırmak yeterli geliyordu; ileri derecede karmaşık silah teknolojilerinin ihtiyaç duyduğu mesleki beceri ve yetkinlikler ise ancak masraflı eğitim süreçleri sonrasında edinilebilmektedir. Askeri disiplindeki bütünsellik, teknik özel disiplinlerin kapsamlı çeşitliliğinde kaybolmaktadır.

(g)       Disipline etme, direnişi kışkırtmaktadır. Askerler başkaldırmakta, kaçmakta, düşman saflarına geçmekte, sabotaj eylemleri düzenlemekte ya da emirleri yerine getirmeyi reddetmektedir; hastalanmakta veya hasta numarası yapmaktadır; kendilerini yaralamakta veya intihar etmektedir. İtaat üretimi bu yüzden daima aynı zamanda itaatsizliğin önlenmesi ve cezalandırılması girişimleri anlamına da gelmektedir. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda paralı askerlere ücretlerin ödenmemesi ve gıda ihtiyaçlarının bir şekilde giderilmemesi sorunu, disipline etme çabalarına bir sınır koyduysa da, on sekizinci yüzyılın orduları, asker kaçakçılığının önlenmesi için eksiksiz denetim ve bedensel şiddet cezaları ve mal varlığına el koymayı içeren bir yaptırım sistemi yerleştirmiştir. 1848 döneminden itibaren, “darbeci unsurları” denetim altında tutmak için, ordu, “topyekün kurum” halinde geliştirildi. Genel zorunlu askerlik hizmetinin yürürlüğe girmesiyle birlikte, askeri aygıt için potansiyel “bozucu ve başarısız” öğeleri, daha silah altına alınmadan önce tespit etmek ve ayıklamak giderek önem kazanan bir önlem haline gelmiştir. Yirminci yüzyıla geçildikten sonra, “I. Dünya Savaşı” sırasında “savaş nevrotiklerine” karşı boşuna olduğu kadar gaddar bir mücadele veren askeri psikiyatristler, ayıklama uzmanları olarak görev almışlardı. Nasyonal sosyalist rejim, güvenilir olmayan unsurların ayıklanıp fiziksel olarak yok edilmesi derecesinde radikalleşmişti. Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ise savaş görevini reddetmenin meşrulaştırılması, orduya, isteksiz asker mükelleflerini ordudan uzak tutma ve bunları aynı zamandaki sivil alandaki hizmetlerde zorunlu görevlere yönlendirme yolunu açan ve başarıyla uygulanan bir imkandır.

(h)        Disipline etme sosyal teknoloji özelliği taşır. Disipline etme söylemlerinde kullanılan benzetmeler, makinelerin alanından alınmıştır; itaat üretiminin yaygın, farklı biçimleri her bir dönemin özgür makine tiplerinde karşılıklarını bulmaktadır: Mutlakıyetçi çağın disiplin ideali mekanikti; askeri birlik, “beden makinelerin” hareketleri bir saat mekanizması kadar kesin ve hassas olmak durumundaydı ve askerlerin eğitilmesi, çarkların kenetlenmesini sağlamaya benzeyen bir sanattı. Napolyon tipi savaşlardan II. Dünya Savaşı’na kadar enerjetik model hakimdi. Ordu ve ulusun mücadele potansiyelini artırmak için bir coşku ve heyecan kıvılcımı çakılıyor; böylece vatanseverlik ateşinin körüklenip askerleri yanıcı maddeye dönüştürmesi isteniyordu. İletişim çağının disiplini sibernetiktir; silah teknolojisi ile askeri birlik nasıl bir bütün olarak görülüyorsa, tek bir asker de karmaşık bir sistem olarak görülmektedir. Disiplin altına almak başarı yeteneğini mükemmelleştirmek için değişik sistem öğelerini ve alt sistemleri birbiriyle uyumlu hale getirmek ve tek bir kumanda devresi altında toplamak anlamına gelmektedir.

(ı)         Askeri eleştiri sadece, ordu organizasyonunun etkisizliğine karşı çıkmakla yetinmediği veya şiddetin skandallaştırılmasından; barış çağrıları yapmaktan öteye geçtiği yerde, askeri itaat üretiminin de eleştirisi olmuştur. Makine benzetmesi -vicdani retten ordu grevine kadar- savaş aygıtını durdurmayı ya da en azından frenlemeyi amaçlayan muhalif pratiğin modellerini de desteklemekteydi. İtaatkarlığın yıkılışını hala dişlilerin arasına kum kaçması metaforuyla ya da enerji krizi örneğiyle (Düşünün ki savaş çıktı ve kimse savaşa gitmiyor!) algılayan bir ordu eleştirisi, nesnelliğini çoktan yitirmiştir.

 
  Bugün 1467117 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol