KİTABIN ADI : SÜRGÜNDE ON YIL
YAZARI : DEMİR ÖZLÜ
1. Şiddet alanına, politikada silahların konuştuğu alana girdiniz mi, sonundu ağır basacak olan elinde en güçlü silah olandır. Bu da kuşkusuz “Devlet” olacaktır.
2. Türkiye, tarihinde temel toplumsal-ekonomik (maddi) yapısına ilişkin hiçbir radikal reform yapılmamış bir ülkedir. Modernleşme tarihinde de bu böyledir.
3. Ama bizde, Türkiye’de rastlandığı gibi, kendini methetmek gereksinmesine duymayan yazar türü kadar tadına doyulmaz insanlar yoktu. Başka ülkelerin yazarı pek böyle bir gereksinme duymuyordu. Hatta tersi bir espri içindeydi. Bizdeki bu tavrın, ulusal ya da kişisel bir küçüklük duygusundan, kimbilir –belki de– tarihsel ve güncel bir doyumsuzluktan geldiğini sanıyordum.
4. Gözü yıldırılmış kuşaklardandı. Türkiye’de uzun yılardır bu böyleydi. Her kuşaktan gözü biraz yılmayanları, mutlaka bir kargaşalıkla tepelemişlerdi.
5. Genç cumhuriyet ya despotik yapıda insanların, ya da oportünistlerin (onların deyimiyle “kâselislerin”, “çanak yalayıcıların”) eline geçmişti.
6. Yetişen yeni kuşaklarını yurt yönetimine katmayan, ancak onların içinden alıp, özel yetiştirdiği bazılarını katan (Osmanlı “devşirme” usulü) bir idare yapısına sahipti Türkiye. Sadece bu açıdan bakılsa bile onun demokratik bir toplum olmadığı anlaşılır. 1968 sarsıntısından sonra da genç kuşaklarını sadece baskı altında tutmakla yetinmedi; ürkerek, onları tenkil etti (tepeledi).
7. Ya susmak, kendi bireysel hayatını elden geldiğince iyi yaşamaya çalışmak, ya da konuşmak; aynı Türkiye’de yaşarken yaptığım gibi düşünce ve söz özgürlüğümden vazgeçmemek, bunun getireceği sonuçlara da katlanmak.
8. 1981 Şubat’ında Vatandaşlık Kanunu’nda yapılan bu keyfi değişiklik duyulunca çok derin bir sıkıntı, üzüntü duydum. Ayrıca Türkiye’nin yurtdışında kullandığı istihbarat ağı da hiç de gereği gibi değildi. Bu ağ, konsolosluklara gönderilmiş bazı MİT görevlilerinin oluşturdukları ilkel bir ispiyoncu ağından başka bir şey değildi. Bu çeşit bir ispiyonculuğu kabul edenlerse, ya zayıf karakterli, anormal insanlar ya da dış ülkelerde kaçakçılık, uyuşturucu suçları işleyip de kendilerini temiz göstermek isteyen kişiler, ya da bakkal, manav gibi bu alanda yetişkin olmayan insanlardı. Türkiye onca tarihsel ve kültürel birikimine karşın yurtdışında kendini tanıtmayı beceremediği gibi, kadrolarında giderek azalttığı değerli “hariciye” yerine yerleştirdiği, gölgesinden korkan memur anlayışıyla, elbette istihbaratı da en ilkel biçimde yürütüyor; adeta bindiği dalı kesiyordu.
9. Tabi asıl sorun, muhalifleri kötü vatandaş ya da vatan haini, muvafıklarıysa iyi vatandaş sayan, Ankara’da oluşan zihniyetten doğmaktadır. Hangi görüşte olursa olsunlar, bütün insanlarımıza eşit vatandaşlar gözüyle bakan yönetimlere modern tarihimiz içinde kaç yıl kavuşabildik? İlkel despotik zihniyet her yerimizden akıyor.
10. 1971’de yurtdışına gidenler olmuştu. Ama az sayıdaydı bu. Şimdi 1980 darbesinden sonra, çok sayıda insan yurtdışına atmıştı kendisini. Sol, fraksiyonlar, aynı Türkiye’deki gibi davranıyorlar; fraksiyon dergilerini çıkarıyorlardı. Ne de çok tartışılacak şeyleri varmış... Ama hepsi söz kalabalığı içinde, temellere inmeyen şeylerdi. Zaten, yeni Türkiye insanının, edinmiş olduğu sağlam analiz yöntemleri yoktu. Akıl çağından, rasyonalizmden geçmemişti Türkiye. Sorunlarının birikmesi, bir yandan da tarihi içinde hiç radikal reform yapmamış olmaması yüzünden ara sıra böyle patlamalar oluyor; daha da çok bu patlamalar, otoriter bir rejim getirmek, toplumun reform isteklerini bastırmak için kullanılıyordu. Reform isterken, kendilerini “devrim” ortamında bulan gençlerse hazırlıksız, kültürel donanımsızdılar. Buna bir de toplumun ilkel toplumsal örgütlenmesinin, insan ilişkilerindeki basitliğin yarattığı kaba bir bireycilik ekleniyordu. Bu kaba bireyciliği, yozlaşmış bir feodal ahlak besliyordu. Sanırım Türkiye’de feodalite de görkemli olmamıştı. Feodalizmin şatoları ile kültürel belirtileri yoktu bu ülkede. Bu feodalizm, daha çok bir aşiret feodalizmini andırıyordu.
11. Bazı konularda kendimizden o ölçüde eminiz ki, önyargılarımızı dahi bilgi sanıyoruz. Analiz gücünden, bazen o derece yoksunuz ki ABD dış politikasıyla Arthur Miller’i birbirine yakın görebilenler çıkabiliyor Bazen de, sanırım bazen değil, hemen hemen her zaman kendimizi dünyanın merkezinde sanıyoruz. Oysa kıyısındayız dünyanın. Dünyanın merkezinde olmak için. elimize geçen fırsatları kullanamıyoruz.
12. Eila Karhu Türkiye’yi çok sevmişti. Yemekte, Türkiye’deki şarkılarla, türküleri de çok sevdiğini anlatıyordu. İyi bir biçimde Helsinki’nin gece yarısının tenha sokaklarına çıkınca, benden mutlaka bir şarkı söylememi isterdi. Ne şarkı söylemeyi bilirdim, ne de şarkı söylemeye elverişli bir sesim vardı. Hiç giriştiğim bir iş değildi bu. Ama orda dayanamayıp söyledim. Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin. İşte o zaman ne kadar derinden özlediğimi anladım Beyoğlu’nu; sarsıldım. Ayrı bir kültüre ait olduğumu hissettim. Dünyanın bu ilkel duygularından, ilkel milliyetçi eğilimlerinden sıyrılmış, kültürlü, insancıl, bana sevgiyle davranan insanlarının arasında iyi hissediyordum kendimi. Ama ne de büyük bir eksiklik taşıyordum içimde: Kendi kültürümün bana her an verdiği mesajlardan yoksunluk, kendi kültürümü –her an başka kültürden birşeyler almaya çalışsam da– kendi başıma yaşatmanın bana yüklediği ağır duygu, ağır yük. Buydu içsel dramım.
13. Demokrat Türkiye gazetesinde, demokratik devlet biçimi, Danışma Meclisi, anayasa tasarısı üzerine yazdıktan sonra, Türk solunun eleştirisini de yaptım. 1980 çevresinde “marksist sol” kendisini “yenilmiş” hissediyor ya da öyle göstermeye çalışıyordu. İktidar alternatiflerinden biri olmamıştı ki yenilmiş olsundu. Türkiye’de sol, tarihe uzanan iyi bir analizini de yapabilmiş değildi. Yakın siyasi tarihi, İttihat ve Terakki döneminin tarihini bile bilmiyordu. Bir takım gruplara bölünmüştü ve bu bölünmelere fikirler değil, bireycilikler; dinsel kültürden, feodal ahlaktan gelme otoriter eğilimler neden oluyordu. Türkiye’nin yeni dönemleri üzerine yaptığı analizler de yanlıştı. Sınıfların konumu, sınıf gerçeği başka türlüydü Türkiye’de. Devlet kurumunun tarihsel konumunun da başka türlü olduğu gibi. Öte yandan Türk solu ithalciydi. En kötü iki eğilim de vardı: Bunlardan biri “kırlardan şehirlere, şehirlerden kırlara” gerillacılığın başarıya ulaşacağını sanan eğilim, ki bu Latin Amerika’dan ithal edilmişti (bu eğilimden en çok yararlanan geleneksel güçlerle merkezi otorite olmuştu); ikincisi de demokratik olmayan, kapalı kapılar ardında illegal yollardan sol politikaların yapılabileceğini sanan, her şeyi yukardan, fısıltıyla idare eden eğilimdi. Öte yandan Türk solunun giriştiği eylemlerle mücadeleler, çok fazla fedakarlık, iyi niyet, hatta çok insan canına mal olmuş olsa da, bu sol esas yönetimi açısından içten değildi. Çünkü demokratik değildi: Hem genel olarak topluma bakışı açısından, hem de kendi partilerinin ve gruplarının iç ilişkileri açısından. Tarih ve gelenek buydu zaten; sol bilmeden, bu geleneği sürdürüyordu.
14. Temmuz ayından başlayarak da devamlı bir işe girmiştim. Üniversite’deki İsveç dili kurslarından sonra başvurduğum İş Piyasası Kurumu (AMS) beni, küçük bir işçi organizasyonunun çıkardığı dergiye “redaktör” olarak atamıştı; orda danışman gibi çalışıyordum. Maaşımın %90’ını kurum, bir bakıma devlet veriyordu. AMS’ye başvurduğumda otobüs şoförü olmak istiyordum. Genç kadınların da çalıştıkları bu mesleğe özeniyordum. Ama bana böyle bir iş vermediler. Eğitim düzeyimi, eskiden yaptığım işleri göz önüne aldılar. Maaşımı da çalışma yıllarıma göre hesapladılar. Daha Stokcholm’e yeni gelip de bu kuruma bağlı dil okulunda (AMU) okurken, okulda bulunan AMS görevlisi dosyama bu yönde birşeyler yazmıştı. Bu zat -Alfons- eski kuşak İsveçlilerindendi. O çalışkan, ciddi, özverili kuşaktan. Onun derin kavrayışını, nezaketini, ruh yüksekliğini unutamam.
15. Ama babamın ölümü, cenaze töreninde bulunamamam, bende sanki gerçek bir psikolojik sorun olmaya doğru yol alıyordu. İnsanları sürgüne göndermek ya da kendi ülkelerine sokmamak eski çağın en ağır cezalarından biriydi. İlkçağ sistemlerinde de uygulanıyordu bu. Vandalların uyguladıkları tribüden atma cezası, bu cezanın öncüllerindendir. Sanırım özellikle Osmanlı, büyük kente –İstanbul’a– yerleştikten sonra da hep kullanıldı bu ceza. Dünyanın en büyük hafiye örgütlerinden birini, belki Rus Çarlığı ile birlikte en büyüğünü kurmuş olan Sultan Albülhamid de bu cezayı çok uyguluyordu. O zaman, kim bilir kaç tanesi sonradan anayurdunu görebilmiş olan Beyaz Rusları, yurdundan sürülmüş kavimleri, zorunlu göçmenleri, onların iç dramlarını anladım. 1924’de Osmanlı hanedanını ülkeden göndermenin ardında yatan trajediyi de düşündüm. Çünkü bu hanedanın kadın üyeleri 1950 affından, erkek üyeleri ise 1974 affından sonra yurduna gelebilme hakkını elde edebilmişlerdir. Oysa 10. yıl affıyla bu insani sorun çözülebilmeliydi.
16. Büyük insanlar alçak gönüllüydüler; tersine, gurursa küçük insanlara özgüydü.
17. Rita Sartorius bir şişe büyük şarap ikram etti. Zaten okuma sırasında içmiştik. Orda çok yalnız olduğumu hissettim. Sadece Berlin’de değil, Stokcholm’da da. Berlin kentinin yalnızlığı, kışkırtan ama insana esin veren tuhaf bir havası –belki de iklimi– vardı. Bu yalnızlık sadece yurdundan ayrı düşmüş insanın yalnızlığı değildi. Sadece fiziki bir yalnızlık da değildi. Bunların hepsinin ötesine gidiyordu. Çoğunlukla Almanya’ya geliyordum ama Alman dilinin, kültürünün içinde değildim. Daha önemlisi, Almanya ile ilgili eski anılarım yoktu. Küçük bir tarihim de yoktu bu ülkede. Ama asıl en önemlisi bunlara eklenen “düşünsel” bir yalnızlıktı. 1980 darbesi ile birlikte Türkiye’den birçok insan çıkmış, Avrupa’nın çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Bunlar kendilerini sadece “politik” hisseden insanlardı. Daha doğrusu, şurasından burasından bulaştıkları politikanın ötesinde hiçbir kişilik aramamışlardı kendilerine. Başka bir kişilikleri de yoktu. O politik kişilik de sanki entrika üzerine oturtulmuş tatsız, kuru kişilikler haline dönüşmüştü.
18. Türkiye’de milliyetçiliğin temellerini atan, yarattığı milliyetçi ideoloji bilinçli ya da bilinçsiz olarak hâlâ etkili olan İttihat ve Terakki Partisi de, Batı’yla olumlu ve olumsuz ilişkiler içindeydi. O dönemin yükselen Batılı ülkesi Almanya’dan yararlanarak ülkeyi kurtarmak istiyordu. Bir yanıyla koyu milliyetçi, bir yanıyla da güncel emperyalizmin kucağında. Ama attığı adımlar yanlıştı.
19. Kuşkusuz İttihat ve Terakki’nin bir muhalifi olan ama gene o günlerin, o hareketin içinden gelen Mustafa Kemal’de, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir ulus-devlet kurarken antiemperyalizm konusundaki görüşlerini iki yanlı –diyalektik– olarak ortaya koyuyordu: O Batı’nın emperyalist yanlarını reddediyor, fakat gene Batı’yla dostluk arıyor, Türkiye’yi Batı’nın çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek istiyordu. Daha sonra bu görüşünün ikili yanı, bir yana bırakıldı. Özellikle Türkiye’ye sosyalist görüşler gelir gibi olunca, Batı’yı toptan emperyalistleşmiş gibi gören yalınkat –diyalektik olmayan– bir görüş ortaya çıktı. Bu bizim kendi ilkelliğimizden, yalınkat düşünme biçimimizden başka bir şey değildi. Geniş olarak Batı’yı ele alırsak, bu ortamdan bize salt emperyalist amaçlarla –askeri, ekonomik– yaklaşanlar elbette vardır. Bu öğeleri bir bir ortaya çıkarabilmeliyiz. Ama tümüyle Batı’nın yaklaşımı budur diyemeyiz. Batı, Türkiye’nin Batı’yla bütünleşmesini, Avrupa’yla geniş köprüleri olmasını, orda hümanist kültürün yayılmasını, Türkiye’nin Batı’nın barışçıl bir uzantısı olmasını da istemektedir.
20. Yönetime el koyan askeri konseyin 1981 şubat ayında, Vatandaşlık Kanunu’nda yaptığı değişiklikler sırasında duyduğum derin sıkıntıyı düşündüm. Ne yurt içinden, ne de yurtdışından, herhangi bir ilişkiye izin vermeyeceklerdi. Kendilerinin bir programı vardı, bu program Türkiye’ye ilerde neye mal olacaksa olsun, onu uygulayacaklardı. Ama şimdi konsoloslukta çalışanlar, bir süre sonra çağrıdan haberdar olacaklar, pasaportumu da, nüfus cüzdanıma da, bir daha vermemek üzere el koyacaklardı. Harç parasını, posta masrafını keserek geri gönderdiler ama daha sonra bir dilekçe verdiğim, nüfus cüzdanımda kimliğimle ve babamla ilgili, benim için anı değeri çok yüksek kayıtlar olduğunu bildirerek, onu geri istediğim halde, geri vermediler. Anılara saygının ne gereği vardı ki günümüz Türkiye’sinde. Ancak Alman hukuku ya da herhangi bir yabancı hukuk değer verirdi böyle şeylere. Anılara değer vermek bir uygarlık belirtisiydi. Bizim Beyoğlu’ndaki Markiz, Lebon, Baylan pastanelerini düşündüm. Bilmediğimiz bizzat yaşamın değeriydi. Tükenmez bir kabalık, sertlik, para ve mal canlılığı. Herşeyi tahrip eden bir hırs.
21. 1985 yılının sonunda, 7 Şubat 1982’de, Türkiye’yi, insan haklarını çiğneyerek, imzaladığı Roma sözleşmesine aykırı davrandığı için İnsan Hakları Mahkemesi’ne (Lahey Divanı) veren beş Avrupa ülkesi bu şikâyet geri aldılar. Bu ülkeler, Fransa, Danimarka, Hollanda, Norveç ve İsveç’ti. Ardından da Avrupa’da, Türkiye’ye şikâyet etmiş olan bu beş devletin, Türkiye’de büyük ihaleler alarak, şikâyetlerini geri aldıkları duyuldu. Oysa, şikâyetin geri alınmasında başı çeken İsveç’ti. Böylece insan haklarının uygulanmasını bir baskı öğesi olarak kullanan bazı devletler, bunu ekonomik çıkarları için bir araç haline getirmiş oluyorlardı. Bu devletler içinde, sanırım, sadece Fransa’nın Türkiye ile ilişkileri tam olarak düzelmedi. Ötekiler, ticari ve ekonomik ilişkilerini geliştirmek yolundalar.
22. Uçakla yolculuk yaparken, zaten hiç istemediğim bir durum içine sürüklendiğimi hisseder, zaman zaman da panikler gibi olurdum. Hayır, eskiden beri değil, son yıllarda edinilmiş bir psikolojik durumdu bu. Ama bu defa uçak düşse de aldırmayacaktım. Hayatın sonu, bütün bütüne anlamsızdı. İnsan, yaşamı boyunca çok iyi şeyler yapmış olsa dahi, yaşamının sonunda doğa ya da kader onu hiç de bir şey, iyi bir şey sunmuyordu. Herkese sunulan buydu işte: Ölüm. Ne çalışmakla, ne bilgelikle, ne de iyilikle aşabilirdin onu.
23. 29 Ekim tarihinde Türkiye’de incelemeler yapan Helsinki Komisyonu çok önemli, temel bir sorunun da altını çiziyordu: “...ceza uygulamasının geçmişe dönük olarak uygulanmasının, Türkiye’deki aydın tabakanın sosyal ve politik hayatta rol almasını engellediğini belirtir, bunun bir rastlantı olmadığına inandığımızı açıklarız...” Bu derin ve çok önemli gözlemi Kopenhag Üniversitesi’nden Profesör Erik Siesby, Helsinki Komisyonu’nun İsveç yürütme kurulu başkanı Gerald Nagler, İngiliz Muhafazakâr Partisi’nden Jerry Hayes yapıyordu; bu Avrupalı gözüyle yapılmış derin gözlem üzerinde, Türkiye’de pek kimse durmuyordu.
24. Oysa tekrar tekrar üzerinde durulması, ayrıca da ortadan kaldırılması gerekli kalleşçe bir engeldi bu. Türkiye’de o içine nüfuz edilemeyen merkezi Devlet’in politika yapılmasına –elbette belli sınırlar içinde– izin verdiği dönemlerde ortaya çıkan “politikacılar”da, hemen aydınlara cephe alıyorlar, partilerine giren aydınları temizliyorlar, ayrıca halkın önünde de aydın karşıtı düşünceleri yayıyorlardı. Böylesine, halkın cahil kesimlerinde bulunan aydın düşmanlığına yaslanıyorlardı onlar da. Ama gene aynı temel düşünceyi, doğal olarak çok kaba ölçülerle, askeri dönemin sözcüsü General Evren de bol bol savunmuştu. Bu kaba tezin yakınında ki bitişik tezlerse, çeşitli milliyetçiliklerle körüklenen Batı düşmanlığıydı. Tam bir bilgisiz körlükle, analiz gücünden yoksun toptancılıkla. Oysa halkın arasındaki aydın düşmanı eğilimler, tam tersi bir yerden 200 yıldır başlamış olan yenileşme hareketlerine karşı onun duyduğu ürküntüden geliyordu. Türkiye’de aydın düşmanlığı yapanlar bu gerici çizgiye, bilerek ya da bilmeyerek, hizmet ettiklerini elbette düşünmüyorlardı.
25. Paris Konferansı, temelde, Türkiye’de düşünce suçları davalarının durdurulmasını, ölüm cezalarını da kapsamak üzere genel af, düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüğü istemekteydi. Dört küçük paragraftan oluşan “Türkiye İçin İnsan Hakları” adlı verilmiş, çok kısa bir bildiri çevresinde toplanıyordu. Bu bildirinin üçüncü paragrafı şöyleydi: “Biz, bazı çevrelerin, Türkiye halkının, çağımızın vazgeçilemez bazı demokratik kazanımlarını elde etmekte kapasitesiz olduğunu ileri sürmeye cesaret ettiklerini saptamaktayız.Bunu kabul edemeyiz.” Konferansın düzenleyicisi ve destekleyicisi Avrupa’nın tanınmış aydınları, politikacıları, sanatçıları, bazı çevrelerde oluşan bu görüşü reddediyorlardı ama o günden bugüne, geçen zamanla, sanırım Türkiye’nin çağdaş bir demokrasi kurmakta kapasitesiz olduğu görüşü daha çok yaygınlık kazandı. Buna neden olanlar da herhalde, yurtdışında demokratikleşme konusunda fikirlerini açıklayanlar, Batı’nın en seçkin çevrelerince kabul gören Türkiye’nin insanları değil; Türkiye içinde demokrasiye aykırı ne varsa onu gerçekleştirenlerdir. Bunun yanında, hemen Batı dünyasını hiç anlamayan bir kısım Türkiye’ye özgü aydınlarla, yarı aydınları, olup biten sorunlar karşısında sessiz kalan halkı da bunun yanına yerleştirmek gerekir.
26. Ardından, bir gece gene Frankfurt’ta kaldım, arkasından da Köln kentinde Ömer Özerturgut’un önayak olduğu, Türklere yönelik okumayı gerçekleştirmeye gittim. Ömer Özerturgut’la geçirdiğim geceyi, birlikte olduğumuz saatleri unutamam. Eskiden bu yana ismen tanıdığım 1968’lerin bu öğrenci lideri, bence yurtdışına atılmış, Türkiye’nin yitirdiği iyi bir kafaydı da. Ama okumada bulunan kitlenin önemli bir bölümü için böyle düşünemeyecektim. Bunların bir bölümü, edebiyatın değil, herhangi bir kültürel parıltının yakınından geçmemiş, “keskin devrimciler”di. Bunların sorularını cevaplandırırken, derin bir sıkıntı duydum. Ondan sonra da Almanya’daki Türk kitlesiyle –eğer toplantı salt Türklere dönükse– okuma yapmamaya karar verdim. Hiç sözümü saklamadan belirteyim ki, Avrupa’nın ortasında yaşayan bu cahillik karşısında insan, kendi ulusundan da utanıyor gibi oluyor. Utanıyor daha doğrusu. O yıl başka kültürel toplantılar da oldu. O toplantılarda kitlenin karşısında yalnız değildim. Öte yandan da bu kültürel toplantıların gerçekleştirdiği Mainz’la, Nünrberg’de çok daha iyi bir Türk kitlesiyle karşılaştık. Elbette istisnaları vardı.
27. Bizim halkımız biraz da görerek düşünüyordu, yazarları görünce kitaplarını daha çok satın alıyordu ama büyük ölçüde düşünceye, fikre de susamışlığı vardı bu halkın. Nitekim böyle bir toplumsal olgu, başka hiçbir pavyonda olmadı. Bir yanıyla henüz ilkel gibi görünse de, bir yanıyla da yüceliği vardı. Düşünsel açıdan çok gelişmeye hazır bir halk, arka arkaya yaşadığı baskı rejimleri, yarım yamalak siyasal etkinlikler dolayısıyla bundan mahrum ediliyordu. “Biliyor musun?” dedim, “ben hayatın daha kolay olmasını, sanatın da hiç olmamasını tercih ederdim.” Ama gerçek hiç de öyle değildi. Hayat zaman zaman oldukça zordu, bazen de çok zor; sanatsa hep vardı, bitmez tükenmez bir uğraşı istiyordu insandan. Kim bilir, belki de, böyle olması iyiydi. Bu açıdan bakılırsa, en gerçekçi temaları yazarken bile, insan kendi kendini yazıyordur. Kendi kendini yazmaya mahkûm olmak, böyle yeni bir kente gelmişken de, ne taşınması güç bir çileydi. Ama yazar, kendi kendini yazarken, belki, kendi yaşamında var olan boşlukları doldurduğunu sanabiliyordu; oysa öyle değildi derindeki gerçek. O boşluklar bütün bir hayatta vardı, yazarın kendi dışında var olan somut hayatta da, hayat –herkesi ilgilendiren, içini herkesin doldurduğu hayat– büsbütün “tam” bir şey değildi.
28. Bu anlattığım öykü, sonuçta bireysel bir öyküdür; içinde de hiç de kahramansı öğeler taşımıyor. İnsanlar kahramanlıktan kurtuldukları zaman, öyle sanıyorum ki, yeryüzünde çok daha mutlu olacaklardır. Bu kahramanlığa yönetim alanında ki, siyaset alanındaki bütün –olumlu, olumsuz– kahramansılıkları da kattığımı da belirtmeliyim. İnsanoğluna gerekli olan sonsuz bir özgürlüktür, her an alanı genişletilen, genişleyen bir özgürlük. Kazanılan, durmadan da kazanılması gereken özgürlük. Demokrasi de, bu özgürlüğün, yönetim alanında ki tanımından başka bir şey değil kuşkusuz. Bu öyküyü bitirirken, yurtdışında, daha binlerce, binlerce sürgün olduğunu hatırlatırım.
Ben onları unutmuyorum, Türkiye’nin insanları da unutmamalıdır.