YAZARIN ADI: ORHAN SAKİN
KİTABIN ADI: OSMANLI’DA ETNİK YAPI
MÜSLÜMANLAR/ TÜRKMENLER, KÜRTLER, ARNAVUTLAR, BOŞNAKLAR, HIRİSTİYANLAR / ERMENİLER, RUMLAR, BULGARLAR, SIRPLAR / YAHUDİLER / SÜRYANİLER / KIPTİLER / SAMİRİLER
1914 NÜFUSU
ORHAN SAKİN, 1960 yılında Yozgat’ta doğdu. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü 1982 yılında bitirdi. Marmara Üniversitesi Ortaçağ Türk Tarihi Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. 1987 yılından itibaren Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Uzman ve yönetici olarak çalışmaktadır. Türk Tarihi ve Kültürü hakkında çeşitli araştırma ve telif eserleri bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin uzun yıllar birbirinden farklı etnik unsuru bir arada ve barış içinde yaşattığı bilinmektedir. Bunun ne kadar büyük bir başarı olduğu, günümüz dünyasında bir türlü sona erdirilemeyen etnik ve dinsel çatışmalar kaosunda artık daha iyi anlaşılmaktadır.
Beş bölümden oluşan bu kitabın birinci bölümünde, Anadolu’nun Müslümanlaşması ve Türkleşmesi, Osmanlı Türklerinin Balkanlardaki hızlı ilerleyişi ve İslam’ın yayılmasının arka planı ortaya konuyor. Türk, Rum, Ermeni, Yahudi, Osmanlı vs gibi etnik unsur ve kavramlar ile bu unsurların tarihi süreç içersindeki demografik gelişimleri sayısal verilerle inceleniyor.
İkinci bölümde Osmanlı’da yapılan nüfus sayımları, en eski kaynaklardan itibaren ayrntılı olarak ele alınıyor.
Son bölümlerde ise Osmanlı’daki etnik yapı ile ilgili tüm tartışmaları sona erdirecek çok önemli veriler yer alıyor. 1914 senesine ait , vilayetler ve kazalar bazında , ülke nüfusunun sayısal dökümü veriliyor. Böylece 1914 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan gayrımüslimlerin sayısa da net olarak ortaya çıkmış oluyor.
Ayrıca, son yıllarda dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye ve ‘’Türk Kimliği’’ üzerinde tartışma başlatmak için yoğun çaba harcandığı görülmektedir. Üstelik bu çabaların, Osmanlı dönemindeki problemlerle bağlantı kurmak suretiyle gündeme getirilip yürütülmeye çalışıldığı da bir başka gerçektir. Ancak ortaya konulanların siyasi boyuttan pek öteye geçtiği söylenemez.
Osmanlı Devleti’nin daha kuruluşundan itibaren arazi, nüfus ve gelir kaynaklarının sayımına ve kayıt altına alınmasına önem verdiği bilinmektedir. 19.yüztıldan itibaren nüfus sayımı önem kazanmıştı.Hatta 20.yüzyıl başında yapılan son sayımla (1905/06) , günümüze kadar geçerliliğini koruyan kayıt sisteminin temeli atılmıştı. 1920 yılında yayınlanan 1914 yılına ait Osmanlı Nüfus İstatistiğine dayanan bilgiler, I.Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Osmanlı nüfusu ( özellikle de Ermeni nüfusu) üzerindeki tarışmalara ve spekülatif iddialara çözüm getirebilecektir.
GİRİŞ
Osmanlı Toplumunun dikey örgütlenmesini genel olarak ‘’askeri’’ ve ‘’reaya’’ olmak üzere ikiye ayırarak inceleme münkündür. Yönetilenler yani vergi veren kesim olan reaya; göçebeler, köylüler, esnaf ve sanatkarlardan oluşurken yöneticiler demek olan askeriler ise, üstlendikleri görev ve fonksiyonlar açısından seyfiye, kalemiye ve ilmiye sınıflarına ayrılıyorlardı. Buna zamanla gelişerek güçlenen bürokrasi, yani ‘’mülkiye’’ de eklenmiştir.
Osmanlı toplumunun yatay örgütlenmesi ise dini esaslara dayanır. İmparatorluğun iyice teşekkül ettiği dönemde, toplumun dört ana gruba (millet – cemaat) ayrıldığını görüyoruz: Müslümanlar, Ortodoks Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler. Ancak bu ana gruplar kendi içlerinde etnik ve dini daha alt farklılıları da barındırdığı muhakkaktı. Zira İmparatorluğun sahip olduğu geniş sınırlar sadece coğrafi değil, dil, din, kavmi ve iktisadi farklılıklar ile bunların getirdiği tarihsel çelişkileri, sorunları ve ilişkileri de içermekteydi.
Bilindiği gibi Osmanlı sisteminde ‘’Osmanoğulları Hanedanı’’ndan başka hiçbir kurum ve şahsın doğuştan sahip olduğu bir ayrıcalığı yoktu. Osmanlının rakibi olduğu Batı karşısında üstün gücünün ana kaynaklarından birisi buradadır. Zira toplumsal tabanı oluşturan kitlelerin yetenekli fertlerinin yönetim mekanizmasına dahil olarak yükselmelerinin önünde, sınıfsal engeller ve sınırlamalar bulunmamaktadır. Bu imkan Müslümanlar ile sınırlı değildi; Hiristiyan unsurlar için de geçerliydi. Daha kuruluş aşamasında oluşturulan ‘’devşirme sistemi’’ aslında bu bağlantıyı sağlamaktaydı.
Devşirme sistemini, sadece bir ordu teşkilatı olarak görmek yeterli olmayacaktır. Bu nedenle 17.yüzyıldan itibaren başlayan devşirme sistemindeki bozulmaya yönelik tepkileri, pek dile getirilmemiş de olsa da, sadece ordu disiplini açısından değerlendirmek eksik bir yaklaşımdır. Devşirme sistemi, nüfusun önemli bir kesimini oluşturan Hiristiyan tebaanın devletle dikey bağlantısını sağlayan temel yöntemlerden birisiydi. Bu yönyemle devlet, sahip olduğu nüfusun gücünden azami faydayı sağlamış oluyordu. Batı’da, Fransız Devrimi ile gelişen sistemlerle çözülmeye çalışılan geniş halk kitlelerinin yönetime katılması sorunu, Osmanlılar tarafından çok daha önce başarılmıştı.
Osmanlı sisteminin en göze çarpan özelliklerinden birisi de adalet ve hukuk sistemindeki başarısıdır. Osmanlı tebasından herkesin şikayetini doğrudan merkeze, ‘’ Divan’’a iletme hakkı vardı ve bunu engellemek büyük suçtur. Zamanla ortaya çıkan hukuksal sorunlar, sistemin dejenerasyonunu ve dağılma süreciyle ilintili olarak kendini göstermiştir.
Yatay farklılıkların organizasyon ve yönetim sorunu ise ‘’millet sistemi’’ adı verien bir yöntemle çözülmeye çalışılmıştır. Bu sistemde ‘’millet’’ olarak tanımlanan gayrımüslim gruplar, kendi dini müesseleri eliyle denetleniyorlardı.’’Millet’’ler; eğitim, ibadet ve dini geleneklerini yaşama, sosyal yardım ve medeni hukuklarını uygulama konusunda özerktiler. Vergilerin ve angaryaların azaltılması, yasa ve kanun hakimiyetinin sağlanması, Hıristiyan halkın hürriyetlerine hissedilir bir genişleme sağlamıştı. Devşirme suretiyle yöneticilerin bir kısmının kendi çocukları arasından seçiliyor olması, onları bir anlamda yönetime de ortak etmiş oluyordu.
Ortodoks Rumlar dışındaki gayrımüslimler Osmanlı yönetimi sayesinde geçmişte olmayan yeni avantajlar elde etmişlerdi. Osmanlı yönetimi, Hiristiyanların kendi aralarında tartışma ve düşmanlık konusu olan farklılıklarından hiçbirisinin tarafı değillerdi. Belki de bu yüzden, Bizans döneminde devletin Rum kilisesinin baskısını sürekli olarak üzerlerinde hisseden Ermeniler, son dönemlere kadar, Türklerin en yakın Hiristiyan müttefikleri ve Osmanlı Devleti’nin en sadık tebası olmuşlardı. Fanatik Hiristiyanlarca dinsel ve unutulmaz düşman olarak algılanan Yahudiler için de ayni durum söz konusuydu.
19.yüzyılda, Osmanlı yönetiminin askeri ve ekonomik zaaflarının ardından, sorunlara çözüm arayışları esnasında, Batının önerdiği, çoğu zaman dayattığı, ıslahat projeleri yüzünden sistemin çarkları bir daha toparlanamayacak şekilde dağılmıştır.
Osmanlı toplumsal grupları tanımlanırken kullanılan ‘’millet’’ tabirinin günümüz Türkçesinde kullanılan manasından çok farklı olduğunu unutmamamız gerekir. Irk ve ulus anlamı taşımaz; daha çok dini gruplaşmayı ifade eder. Osmanlı toplumsal yapısının idari, askeri ve mali yapılarda olduğu gibi tarihsel süreç içinde değişikliklerin yaşandığını gözden uzak tutmamak gerekir. 16.yüzyılda Hiristiyanlar, Rumlar ve Ermeniler olarak ikiye ayrılmış haldeyken, imparatorluğun sonlarına doğru , sayıları aşağıda görüleceği gibi yirmi dolayındadır. Rum ve Ermeni milletbaşlarının denetimindeki halkın geçmişten tebarüs ettikleri farklılıkları yeni ayrışmaları ve grupları doğurmuştur. İmparatorluğun sonlarına gelindiğinde ( 1914) bu farklılıklar resmi olarak şu başlıklar altında toplanmıştı: 1. İslam, 2.Dürzi, 3.Yezidi, 4.Rum, 5.Ermeni, 6. Rum Katolik, 7.Ermeni Katolik, 8. Protestan, 9.Latin, 10.Süryani, 11.Süryani-i Kadim, 12. Keldani, 13.Yakubi, 14. Maruni, 15. Sırp, 16. Nesturi, 17. Bulgar, 18. Ulah, 19.Kazak, 20. Kıpti, 21. Musevi, 22. Samiri.
Osmanlı yönetiminde Müslümanlar tek bir millet olarak değerlendirilmekteyse de 1906 sayımında Dürziler ve Yezidiler bu geleneğin dışına çıkarak kendilerinin Müslüman toplumunun dışında tanımlanmasını istemişlerdir. Diğer taraftan tamamı Müslüman olan ‘’konar-geçer’’ unsurlar da iktisadi ve idari nedenlerden dolayı hep sayımlarda ayrı kaydedilmişlerdir. Bunlar; Türkmenler ve Yörükler, Urban denilen bedevi Araplar, Kurmançlar, Zazalar ve Kıptilerdir. Osmanlı öncesinde farklı tarihsel süreçler geçirmiş ve günlük hayatlarında Türkçeden başka dil konuşan Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkezler, Araplar ve benzeri gruplar, lisan ve mahalli kültürel varlıklarını devam ettirmelerine rağmen, Osmanlı kimliğine sonuna kadar bağlı kalmışlardır.
Osmanlı Devleti, topraklarını Avrupa’da genişletirken Hıristiyan unsurları hakimiyetine alarak büyümüştür. Daha sonra, Arnavutlar ve Boşnaklar ile önceden Balkanlara yerleşmiş olan bir kısım Hıristiyan Türklerin Müslümanlaşması ve Anadoludan göçürülen Türkmenler sayesinde Rumeli’de önemli bir Müslüman kitle oluşmuştur. Küçülme sürecinde bunun tersi bir süreç yaşanmıştır. Balkanlarda sınırlar daralırken Hıristiyan nüfusu sınır dışı kalmış, buna karşın geride kalanlar ve yeni göçlerle Osmanlı sınırları içindeki Müslüman nüfusun yoğunluğu artmıştır.
20.yüzyıl başında , özellikle Anadolu kıtasında yoğunlaştığını gördüğümüz Müslüman nüfus, geçmişten gelen kültürel ve etnik farklılıklara rağmen, ortak bir tarih ve onun da ötesinde ortak bir kadere sahiptir.Zira birbirinden çok uzak coğrafyada ve kültürel ortamlarda yaşayan bu insanlar, ortak kimlikleri yüzünden saldırıya uğramışlar, birçoğu katledilmiş ve yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardır. Kendilerini bu kadere sürükleyen ana neden, konuştukları dil, üstlenmiş oldukları ortak kimlikleri yani ‘’Müslüman= Türk’’ vasıflarıydı. İşgale uğrayan eski Osmanlı topraklarından, Nuh’un gemisi gibi Anadolu’ya doluşan insanlar, Kafkaslardan, Balkanlara, Adalar denizinden Doğu Anadolu’ya, bütün eski Osmanlı coğrafyasında, en az bir yüzyıl boyunca Rus, Sırp, Ermeni, Yunan, Bulgar, İngiliz vs Hıristiyan kökenli düşmanları tarafından ‘’Türk’’ olarak nitelenerek saldırılara uğramış, düşmanlık ve kıyımlar görmüş kimselerdir.
Bütün bu tarihsel geçmiş ve yoğrulmanın da katkılarıyla Osmanlı yönetiminin, en azından Müslüman halkı kapsayan, milli bir kimlik oluşturmayı başardığı ve bunu geleceğe miras bıraktığı inkar edilemez. Nitekim İmparatorluğun sonlarında artık; Türkmen, Kurmanç, Çerkez, Yörük, Boşnak, Arnavut vs gibi aralarında bir takım kültürel farklılılar bulunan Osmanlı toplulukları genel olarak ‘’ Osmanlı = Türk Milleti’’ olarak tanımlanmaktaydı. Balkanlar ve Anadolu’daki Müslümanlar da büyük bir çoğunluk ile bu kimliği içselleştirmişlerdi.
I. MÜSLÜMANLAR
A. Anadolu’nun Fethi ve İslamlaşması
1. Türkmenlerin Anadolu’yu İşgalleri
Dördüncü yüzyılın sonlarından itibaren başlayan Türklerin Anadolu’ya akınları, büyük kitlesel göçlerle devam etmiş ve özellikle Selçuklular devrinde Müslüman Oğuzların (Türkmenler) göçüyle, Anadolu’nun Müslümanlaşması sağlanmıştı. 1040 yılında Horasan’da kurulan Selçuklu Devleti, kısa zamanda, Azerbaycan’a kadar bütün İran’I ele geçirip Bizans sınırlarına dayanmıştı.Bu gelişme ile birlikte , Maveraünnehir’in ötesindeki Türkmenler, kafileler halinde Horasan’a, ardından da daha batıya, Anadolu’ya akmaya başladılar. Türk – Bizans mücadelesi, durmaksızın Anadolu’nun fethiyle sonuçlandı. Anadolu’nun Türkler tarafından fethi hareketi 1453’de İstanbul’un alınması ve 1461’de Trabzon Rum–Pontus devletinin ortadan kaldırılması ile tamamlanacaktı.
2. Anadolu’nun Türkiye Adını Alması
Anadolu’da Türk nüfusunun yerli halka oranla süratle çoğalması ve kısa zamanda hakim duruma geçmesiyle 1085 tarihlerinde Avrupa’da Anadolu’ya ‘’Turquie’’ denmeye başlanmıştı.
Türkistan’dan Anadolu’ya yönelen ikinci büyük göç dalgası 13.yüzyıl ortalarında, Moğol istilası nedeniyle meydana geldi. İlhanlıların Anadolu’ya hakim olmalarıyla birlikte bir takım Türk ve Moğol aşiretleri de Orta Anadolu’da geniş sahaya yayıldılar. Örneğin Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin 1284–1291 yıllarında Türkistan’dan gelerek Doğu Anadolu’ya yerleştirildikleri bilinmektedir.
15.yüzyılın sonunda Fırat’tan Ege’ye kadar artık Anadolu , büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke haline gelmişti.Bu Müslüman nüfusun bir kısmının İslamı kabul etmiş yerlilerden olması muhtemelse de, çoğunluğunu Müslüman Türkler oluşturmaktaydı.
3. Türk ve İslam Nüfusunun Artışı
16.yüzyılın başlarında, anılan bölgede artık Türk nüfusu büyük oranda hakim hale gelmişti. Gayrimüslim nüfusun asıl ana kitlesini oluşturan Rum ve Ermeniler ise artık azınlık halindeydiler. Dinamik ve hareketli Türk nüfusunun Anadolu’da Hıristiyanlardan boşalan bölgeleri ve kentleri süratle doldurduğu ve nüfusun , özellikle batı bölgelerinde Türkler lehine sürekli olarak arttığı anlaşılmaktadır.
16. yüzyılın ilk çeyreğinde Diyarbekir (Güneydoğu Anadolu) ve Zülkadriye’nin ( Maraş-Kırşehir- Yozgat) yanı sıra Suriye ve Filistin de Osmanlı topraklarına katılmıştır.
1520 – 1530 yıllarında Anadolu nüfusu 5.755.080 iken ( 450 – 500 bin gayrimüslim), bunun 2.727.170’I Kastamonu–Ankara–Antalya hattının batısında yaşıyordu. Hıristiyan nüfus Batı Anadolu ve Marmara ile Kuzey–Batı Karadeniz bölgesinde iyice azınlık durumuna düşmüşlerdi.
B. Balkanlarda İslamiyet
1. Balkanlarda Türk Varlığının Geçmişi
Balkanlara İslamiyet, her ne kadar Anadolu’dan göçen Türk göçmenler vasıtası ile ulaşmışsa da buradaki Türk varlığı Osmanlılardan önceye dayanır. Zira Balkan yarımadası 4.yüzyıldan beri Karadeniz’in kuzeyinden gelen Türk boylarının yerleşim alanıydı. Hunlar daha 4.yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Balkanlar’da yurt tutmuşlardı. Onları 6-7.yüzyıllarda Avarlar ve Bulgarlar, 9 ve 10.yüzyıllarda Macarlar, 10 ve 11.yüzyıllarda Peçenekler ve Oğuzlar izledi. 12 ve 13.yüzyıllarda Kumanları görmekteyiz.
Balkanlara gelen İslam öncesi bu Türk gruplarının büyük kısmı Hıristiyanlaşmıştı. Fakat bölgenin kültürel ve demografik yapısını kalıcı şekilde etkilemişlerdi. Bu etkiler, Osmanlı Türklerinin Balkanlardaki fetih ve yerleşme hareketinin alt yapısını oluşturmuştur.
Anadolu üzerinden Balkanlara Müslüman Türk geçişleri 1264 yılında taht kavgasını kaybeden Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus, askerleri ve kendisine bağlı bazı Türkmen obalarıyla birlikte Bizans’a sığınmıştı. 1367 tarihlerine doğru Dobruca Despotluğu’nu kuranların bunlar olduğu düşünülmektedir.
2. Osmanlıların Balkanlara Geçişi
Tarihçiler bu geçişi 1354 yılına bağlarlar. Oysa bu daha eskidir. 134 –1347 tarihleri arasında Bizans’taki taht kavgası ve iç savaş sırasında Türkler asker olarak görev almışlardı.Bunların bir kısmı Gelibolu civarına iskan edilmişlerdir. Süleyman Şah Gelibolu’ya geçtiğinde bu Türkler arasında çok rahat davranıyordu. Edirne’nın alınmasından (1360) Kosova Savaşı’na (1389) kadar yapılan savaşlarda asker gücü, Anadolu’dan Rumeli’ye göçüp İstiranca dağlarının eteklerine kadar yerleşmiş Türkler oluşturmaktaydı.
1357 tarihinde Karesi bölgesinden Türkler göç ettirildiler. 1400 tarihlerinde Menemen ovasında kışlayan Saruhan ilinin konargöçer halkı Filibe’ye sürgün edildiler. 1421’de Çelebi Mehmet Samsun’dan Bursa’ya dönerken Çorum yakınlarında gördüğü Tatar evlerini Filipe’ye sürmüştü.
15. ve 16.yüzyıllarda Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya’ya Anadolu’dan önemli göçler olduğunu ve yaklaşık yüz elli yıl içinde göçen veya sürgün edilen Türklerin sayısının 500 bine ulaştığı anlaşılmaktadır. Menemen Ovası’nda kışlayan aşiretlerden tuz yasağını kabul etmeyenleri Sultan I.Beyazit 1400 / 1401 yılarında Serez’e sürmüştü.
3. Yerli Halkla İlşkiler
Osmanlıların gelmesinden once içsavaşlar nedeniyle Balkanlarda köylerin ve yerleşim yerlerinin boşaldığı ve büyük oranda tahrip olduğu bilinmektedir. Türk göçmenler bu boşalmış köy ve arazilere yerleştirildiler.
Balkanlarda Osmanlı Ordusunun fethettiği yerlerdeki askeri görevliler çoğunluk ile yerlerinde bırakılmışlardı. Kiliselere ve bunların gelirlerine dokunulmamıştı. Bunlara karşın halkın üzerindeki feodal angaryalar büyük oranda kaldırılmıştı.
4. İslamın Yayılması
Balkanlara İslamiyet, Müslüman Türklerin göçüyle gelip yerleşmişti ama İslamiyetin belirgin orana yükselmesi ve kökleşmesi, din değiştirme yoluyla, özellikle Arnavut ve Boşnaklarınkendi kültürel ve etnik kimliklerini korumak için baskı olmaksızın Müslümanlaşmaları ile gerçekleşti.
5. Nüfus Durumu
Yapılan hesaplamalara gore 16.yüzyılda 12 veya 12.5 milyon dolaylarında olan Osmanlı nüfusunun 6 veya 6.5 milyonu Rumeli yakasındaki topraklarda yaşıyordu. İstanbul dahil Rumeli bölümündeki bu nüfusun 4 milyona yakını Hıristiyandı.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Balkanlardaki müslüman nüfusun gayrimüslimlere oranı % 30 ile %43 arasında bildirilmektedir. 1831 sayımına gore bu oran %37 dir. 1844 sayımına gore ise %29 görünmektedir ve sayısı 4.5 milyon dolayındadır. Her iki sayımın yetersizliği ve özellikle askerden kaçan Müslümanlarda gizlenme ve kaçağın çok fazla olduğu bilinmektedir.
19.yüzyıl ikinci yarısında Müslüman nüfus 1860’lardan sonra gerçekleşen Kırım ve Kafkas göçleriyle hızla artmış ve % 43’e tırmanmıştır. İstanbul dahil 4.384.000 olan Balkanlardaki Müslüman nüfus; 2.000.000 Türk, 1.300.000 Arnavut, 600.000 Boşnak, 400.000 Çerkes ve 84.000 diğerleridir.
1877 – 78 Osmanlı – Rus savaşı, Balkanlardaki demografik yapıyı etkilemiştir. Bu esnada çoğu Türk olmak üzere 250 – 300 bin arasında Müslüman katliama uğradı. 1.5 milyon kadarı yeni Osmanlı sınırlarından içeri sığınmak zorunda kaldı. Bu devrede Bosna- Hersek Avusturya tarafından işgal edildi. Böyle bir durumda Türklerden başka Boşnak, Arnavut ve Pomaklar da Osmanlı topraklarına göç ettiler. Göçler 1913 Balkan Harbi’nden sonar doruk noktasına erişti. I.Dünya Savaşı sırasında da suren göç 1924 – 1926 senelerinde yapılan Mübadelerle noktalandı.
1878 Berlin Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti Balkanlarda büyük toprakların yanında, yaklaşık 4.5 milyon nüfusunu da kaybetti. Bu nüfusun çoğunluğu Hıristiyan’dı ve İmparatorluktaki Hıristiyan unsur koparak Osmanlı’yı Anadolu ve Ortadoğu topraklarına çekilmiş ve ağırlıklı olarak Müslüman bir ülke haline getirdi.
C. Müslüman Gruplar
Osmanlı resmi kayıtlarında Müslümanlar, etnisite veya dil gruplarına gore sınıflandırılmıyordu. Çoğu Batılı araştırmacılar da Müslümanları tek bir millet olarak değerlendiriyordu. Zaten Müslümanlık ile Türklük çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılıyordu. Ancak gayrimüslimler karşısında Müslümanları azınlık göstermek istedikleri zamanlarda Müslümanları dinsel ve kültürel küçük gruplara ayırarak ele alıyorlardı.
1. Türkler
a) Osmanlı Öncesi Anadolu’da Türkler
Her ne kadar daha önceki tarihlerde akınlar olmuşsa da 1071 Malazgirt zaferinden sonra Selçuklu Türkmenlerinin Anadolu’ya yönelik akınları büyük hız kazanmıştır. Kısa bir sürede 1086’da Anadolu’nun büyük kısmı Selçuklu Türklerinin yönetimine girdi.
Tarihsel verilere gore, Anadolu’ya ilk Türk akını Hunlar tarafından (M.S 4.yüzyıln sonlarında) yapılmıştı. Hunlar , Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya girmişler ve Orta Anadolu’dan Suriye’ye kadar ilerlemişlerdi.
Anadolu’ya ikinci Türk akını, Sabarlar (Sabir, Sibir) tarafından gerçekleştirildi. 515–516 yıllarında Hunlardan bağımsızlıklarını kazanarak İtil, Don ve Kuban ırmakları çerçevesinde bağımsız devlet kuran Sabarlar, Sasanilerle ittifak yaparak Bizansla mücadele etmişler; önce güney Kafkasyayı, daha sonra Kayseri, Ankara ve Konya bölgelerini aldılar.
1071’den sonra Selçuklular tarafından Anadolu’nun kısa sürede Türk yurdu haline dönüşmesinde , Anadolu’nun nüfus açısından büyük oranda boşalması yanında , daha once gelip yerleşmiş olan Türk unsurlarının da etkisi vardı. Bu Türkler Müslüman değilllerdi ama Türk kimliklerini muhafaza ediyorlardı. Nitekim Malazgirt savaşında Bizans ordusundaki Türklerden önemli sayıda asker, Selçuklu ordusunun saflarına geçmişti.
Balkanlardan Anadolu’ya Bizans tarafından nakledilen Türk gruplarının önemli bir kısmını Bulgar Türkleri teşkil eder. Bulgarlar, Kuzey Kafkasya’da yaşarken bölgede hakimiyetini arttıran Hazarlar ile savaşmak zorunda kaldılar. 641‘de Hazarlar’a yenilen Bulgarlar ikiye parçalandı; birisi kuzeydoğuya Volga boylarına çıkarak Hazar egemenliği altında yaşamaya devam ettiyse de, diğer kısmı batıya dönüp Tuna boylarına yerleşti. Tuna boylarına yerleşen Bulgarlar, burada Slav kitleriyle birleşerek kısa zaman sonra kendi devletlerini kurdular ve Bizans ile mücadeleye başladılar. Bu savaşlarda yenilen Bulgarların bir kısmı Anadolu’ya nakledilerek Trabzon, Çoruh, Yukarı Fırat ve Doğu Karadeniz bökgesindeki garnizonlara asker olarak yerleştirildiler. Daha sonra 755 yılında Müslüman Araplarla yapılan savaşlarda yararlanmak üzere Tohma ve Ceyhan bölgelerine başka bir Bulgar Türkünün daha iskan edildiği bilinmektedir. Zamanla Hıristiyanlaşan Bulgarlardan önemli sayıdaki bir başka grup da askeri amaçlarla Kapodokya’ya yerleştirildiler.
Bizansın Balkanlardan Anadolu’ya naklettikleri bir başka Hıristiyan Türk Grubu Peçeneklerdir. 1071 Malazgirt savaşında Selçuklu ordusuna geçen unsurunun bunlar olduğu söylenir. Ayrıca Rusların ‘‘Tork’’ olarak andıkları Uzlar/ Oğuzlar , 1065 senesinde Peçenek ve Macarlar ile yaptıkları savaşları kaybettikleri için Balkanlara dağılmışlardır, Slavların arasına karışarak hayatlarını devam ettirmişlerdir.
Anadolu’ya nakledilen gayrimüslüm Türk kavimlerinden bir diğeri Kumanlardır (Kıpçaklar) Imparator Vatatzes on bin aile Kuman Türklerini Batı Anadolu’ya yerleştirmişti. 1223 Kalka savaşından sonra Moldavya’daki Kumanlar Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. 1238–1239 kışında Moğollara yenilince dağıldılar; kaçarak Balkanlara indiler. Bizans yönetimi bunların bir kısmını Trakya, Makedonya ve Anadolu’da Menderes ırmağı çevresine yerleştirdi. Geride kalan Kumanların bir kısmı Macarlara ve Moğollara karıştı. Bir kısmı Kafkaslarda Gürcistan’a indi, Kuzey Doğu Anadolu’ya yayıldı.
Macaristan ve Romanya’ya dağılan Kumanlar Katolikliğin hedefi olurken Kafkasya’ya yönelenler Gürcü Kırallığının emrine girdiler. Rize ve Trabzon bölgesine yayılan Kumanlar, Trabzon Rum İmparatorluğunda üst düzey rütbelere yükseldiler.
Abbasiler zamanında 8. yüzyıldan itibaren Türkistan ve Horosan’dan getirilerek Bizans’a karşı gazalarda bulunan gönüllü gaziler arasında çok sayıda Türk vardı. Daha Emeviler zamanında Suriye’nin kuzeyinden Doğu Anadolu ve Azerbaycan’a kadar olan saha Müslümanların hakimiyetine girmişti. Uzun yıllar İslam–Bizans mücadeleleri Tarsus–Malatya–Erzurum hattı boyunca devam etmiştir. Abbasi Halifesi Mehdi (775–785), Türkistan, Harzem ve Horasandan’dan, başta Müslüman Türkler olmak üzere daha bir çok kavimlerin gönüllü kuvvetlerini bu bölgeye yerleştirdi. Buraya yerleşen Müslüman Türkler Halife Harun Reşit (786 – 809), Me’mun (813-833) ve Mutasım (833–842) devirlerinde çok yüksek sayılara erişmişti. Özellikle Halife Mütevekkil (847–861) zamanında Hilafet Ordusu’nun çoğunluğunun Türklerden meydana gelmesi sebebiyle zikredilen askeri bölgelerin yönetimi Türk komutanlara geçmişti.
1071’den sonra süratlenen Türkmen kitlelerin Anadolu’ya sevk ve iskanları, Anadolu’da Türk nüfusunun kısa zaman içinde ezici bir çoğunluğa geçmesini sağladı. 1085 tarihlerinde Avrupa’da Anadolu’ya ‘’Turquie’’ denilmeye başlanmıştı. 1530 ‘larda Anadolu ve Suriye’de yaşayan 6 milyona yakın nüfusun yaklaşık % 92’ ı Müslümanlardan oluşuyordu. Müslüman nüfusun tamamına yakın çoğunluğu Türkçe konuşuyordu.
Fetihlerle birlikte sürekli batıya ilerleyen Türkmen ve Yörük nüfusunun yönü 19.yüzyıl sonlarına doğru tersine dönmüştür. Bu durum Anadolu’da zaten çoğunluğu oluşturan Türk unsurunu daha da hakim hale getirdi. 1914 senesine gelindiğinde bazı küçük bölgeler dışında artık Anadolu ve Rumeli’de Osmanlı’nın elinde kalan topraklarda belirgin bir Türk karakteri kazanmıştı.
b) Osmanlı – Türk Kimliği ve Türk Tabiri
II. Murat ve özellikle Fatih’ten itibaren, Osmanlı Devletinin artık bir imparatorluk haline dönüşmesi sonucu, farklı ırktan ve kültürlerden toplulukların ayni yönetici çatısı altına katılması, devletin kimliğinin belirgin olarak ortaya koyma ihtiyacını doğurmuş olmalıydı. Yönetim kademesinde yer alacak kimselerin, devletin hakim kimliğini kabul edip benimsemeleri temel zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Yazılmış çok sayıdaki Osmanlı tarihinin hepsi Süleyman Şah’ın Anadolu’ya gelmesiyle başlar ve Osmanlı soyu Oğuz Han nesline bağlanır. ‘’Türk-Oğuz’’ kökeni öne çıkarılarak ‘’devletin kimliğine’’ vurgu yapılır.
Osmanlı devlet kimliğine işaret eden ’’Türklük kavramı’’ sadece tarih kitaplarıyla sınırlı değildir. Tarih dışı siyasi–edebi eserlerde de bu konunun işlendiği görülür. Mesela Ali El-Amasi, Fatih’in Istanbul’u feth ettiği yıl, yazdığı ahlak kitabında Türkler , kötü özellikleri sıralanan diğer kavimlerden ayrılmıştır. Amasi, Türkleri ‘’sadık, şefkatli, birbirine dostluk ve yakınlığı olan insanlar’’ olarak tanımlamıştır.
El-Amasi ‘’Türk’’ tabirini, deyim yerindeyse ‘’Osmanlı Milleti’’ anlamında kullanmaktadır. Bu yaklaşım, ayni dili konuşan, dini ve kökeni (Oğuz Türkleri) ayni konargöçerlerin Bozok ve Maraş’ın doğusunda ‘’Türkmen’’ batısında ‘’Yörük’’ olarak adlandırılmasını sağlamıştır.
Osmanlı resmi belgelerinde ‘’Türk’’ (çoğulu olan ‘’Etrak’’) tabirinin, kavim kavramının ötesinde, sosyolojik mahiyette kullanıldığını da göstermektedir. Mesela Fatih Kanunnamesinde ‘’Türk’’ tabiri ‘’şehirli olmayan’’ anlamında kullanılmıştır. Türk şehirli olmayan, köylü veya konargöçer Yörük anlamındadır.
Belgelerde bazen ‘’Türk’’ kavramı ile ‘’Müslüman’’ kavramının aynileştirildiğine şahit olunmaktadır.
‘’Türk’’ tabiri yabancılarca, ‘’Osmanlı’’ anlamında kullanılmaktadır.
2. Boşnaklar
Bosnalı Müslümanlar olan Boşnaklar, ayni dili konuşmakla birlikte, çevrelerindeki Hıristiyan Slav unsurlardan dini ve kültürel olarak ayrılırlar.
Bosna, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1463 senesinde fethedildi. 1878 senesinde Avusturya tarafından işgal edilene kadar 415 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. Bogomil mezhebinde olmaları nedeniyle Katolik ve Ortodokslarla iyi ilişkiler içinde olmayan Bosna halkı arasında İslamlaşma, Fatih’ten sonra çok süratli gelişti. Müslüman olup ‘’Boşnak’’ adı verilen bu Bogomil kökenli Bosnalılara, daha sonra Sırp ve Hırvatlardan Müslüman olanlarla Anadolu’dan göçüp buralara gelen Türkler de katıldılar. Osmanli yönetiminde Bosna vilayeti ; İzvornik, Saray, Bihke, Banyaluka, Travnik ve Merkezi Mostar olan Hersek ile beraber altı sancak idi. Savaş sırasında yedi bin kişilik tımarlı sipahi çıkarıyorlardı; ayrıca gönüllü yeniçerilileri vardı. Bosnalılar için ‘’Osmanlı Yönetimine en sadık ve bağlı kalan unsurlardan birisiydi’’ demek yanlış olmayacaktır. Osmanlı devleti 1878 Berlin Anlaşması ile Bosna’yı Avusturya’ya bırakmak zorunda kaldı. Bosna – Hersek’in tamamına yerleşmiş Boşnakların 1870 ‘lerdeki nüfusu 600 bin olarak hesaplanmaktadır.
3. Arnavutlar
Yapılan araştırmalar, Arnavutların Balkanlara Slavlardan ve Yunanlılardan önce gelmiş İlliryalılara dayandığını ortaya koymaktadır. Kuzey dağlık olduğu için burada yaşayanlar hayvancılıkla, güneydekiler tarımla uğraşmaktaydılar. Kuzeyde Kosova’dan, güneyde Yunanistan içlerine kadar yayılmış Arnavutların, ayırt edici özellikleri dilleridir. Arnavutça, bölgedeki Grekçe ve Sırpçadan farklıdır. Halk güneyli (Tosk) ve kuzeyli (Geg) olmak üzere ikiye ayrılır. Kuzeyli kabileler arasında Katoliklik, güneyli kabileler arasında Ortodoksluk yayılmıştı. 13 ve 14. yüzyıllarda bir Arnavutluk Krallığı kurulmuşsa da 14.yüzyılda Sırpların hakimiyetine girmişti. 1385 tarihli Viyose savaşı sonrası Osmanlı egemenliğini tanıyan Arnavut beylerinden bazıları zaman zaman isyan etti. Bunun üzerine Osmanlı devleti bölgeyi doğrudan yönetimine alarak tımar sistemi içine kattı. 18.yüzyılda Arnavutluk kuzeyde İşkodra, güneyde Yanya olmak üzere iki paşalığa ayrılmıştır. Bu dönemde kuzeyde Buşeti ailesi, güneyde Tepedelenli Ali Paşa yarı müstakil hale gelmişti. II . Mahmut bu sistemi değiştirerek Arnavutluğu Yanya, Kosova, İşkodra ve Manastır vilayetlerine paylaştırmıştır.
Arnavutluk’taki ilk fetihlerden itibaren bölgeye Türkler yerleşmişti. 1390’larda Saruhan’dan ve Kocaeli’den sürülüp getirilmiş Yörüklerin varlığını biliyoruz. Karadeniz’deki Canik bölgesinden uslanmaz Çepni Türkmenleri 15.yüzyıl başlarında Arnavutluk’a nakledilmişlerdi.
Balkan harbi esnasında 1912’de Osmanlı askerlerinin bölgeden çekilmesiyle Arnavutluk’taki Osmanlı hakimiyeti sona ermiş oldu.
Tahminlere göre 1860 – 1878 tarihlerinde Balkanlardaki Arnavut sayısı 1 milyon 300 bin kadardı.
4. Pomaklar / Achiryaniler
Pomak, Balkanlarda Pomakça konuşan Müslümanlara verilen isimlerden birisidir. Pomak ismi Bulgarlar tarafından verilmiştir.
Osmanlı resmi tahrir ve kayıtlarında bütün diğer Müslüman unsurlar için olduğu gibi ayrı bir Pomak unsuruna rastlanmaz. 1808 – 1812 Osmanlı Rus savaşında ‘’Pomak’’ milisler yaptığı kahramanlıklar ile anılmaktadırlar. 93 Harbi sonrasında (1878), Bulgarların Türklere yönelik yaptıkları katliam ve zulümlerden Pomaklar da kurtulamamışlardı. Birçoğu evini terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar.
Osmanlı döneminde Pomaklar, devletin hakim milletinin bir parçası sayıldığı için, nüfus sayımlarında ve kayıtlarda ayrı bir unsur olarak yer almamışlardı. 1880’de yapılan bir istatistiğe gore 400 bin dolayında oldukları tahmin edilmektedir.
5. Araplar
Yavuz Sultan Selim’in 1517 senesinde, Güneydoğu Anadolu’dan Mısır’a kadar olan bölgeleri sınırları içine kattıktan sonra Araplar da büyük kitle halinde Osmanlı tebası olmuşlardı. Mısır’daki Memluklu hakimiyetine son verip topraklarını ilhak etmekle, Osmanlı Yönetimi ayni zamanda Memluk hakimiyetindeki Yemen’e kadar uzanan Arapların yaşadığı coğrafyanın da hakimiyetini devralmışlardır. Ayni zamanda Osmanlı donanmasının artan gücünün, Kuzey Afrika sahillerindeki Arap toplumlarını da hakimiyet altına alması çok sürmedi. Sadece Suriye ve Irak Osmanlı düzenine dönüştürülmüş, tımar ve eyelet sistemi kurulmuştur. Diğer yerler ise ‘’saliyaneli eyaletler’’ adıyla, bir anlamda belli bir özerlik içinde yönetilmiştir. Mısır, Yemen, Basra, Lahsa, Bağdat, Trablusgarb, Tunus, Cezayir bu şekilde yöneltilmekteydi. Bu eyaletlerde vergi sistemi ve yönetim tarzı, fetihten önceki özelliğini büyük oranda korunmuştur.
Arap dünyasının Osmanlı’dan kopuşu, emperyalist, yayılmacı Batı devletlerinin müdahaleleriyle gerçekleşmişti. 19. yüzyılda Arabistan’ın Necd bölgesindeki aşiretlerin güç verdiği Vahhabi ayaklanmaları ve Yemendeki isyanlar, Osmanlı idaresini uğraştırmıştı.
19. yüzyılın ikinci yarısında İngilizler, Yemen’in güneyini kontrolleri altına aldılar ve Zeydi mezhebi taraftarlarını isyan için sürekli tahrik ve teşvik ettiler. Bütün bunlara rağmen Kuzey Yemen 30 Ekim 1918’e kadar Osmanlı yönetiminde kaldı.
1881’de Fransızların Tunus’u, daha sonra İngilizlerin Mısır’ı, İtalyanların 1911’de Trablus’u işgalleri ile Arapların çoğunluk ile yaşadığı önemli bölgeler Osmanlı yönetiminden koparılmış oldu.
Irak ve Suriye gibi Osmanlı otoritesinin nispeten hakim olduğu yerlerde ciddi Arap kalkışmasından bahis edilmemesi, Osmanlı yönetimi ile Arap halkının ilişkisini açıklar. Osmanlı–Türk kimliğinin Kafkaslar, Anadolu ve Rumelideki Müslüman halkın benimsediği oranda Arap halkı tarafından özümsenmemiş olduğu da bir başka gerçektir.
Arap nüfusu hakkındaki rakamlar tahminler çerçevesinde kalmaktadır. Çünkü Arapların yaşadığı çoğu yerleri nüfus sayım sahalarının dışında kalmıştır. 1893’de tahminlere göre, Mısır Hidivliği 6 milyon, Tunus Eyaleti 1,5 milyon, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı 100 bin, Asir ve Yemen Vilayeti 2,5 milyon, Hicaz Vilayeti 3,5 milyon, Trablusgarp Vilayeti 800 bin ve Bingazi Mutasarrıflığı 500 bin dolayında nüfusa sahipti.Suriye ve Irak’taki Arap Nüfus sayıma tabi olduğundan burada verilmemiştir.
Ç. Konar – Göçer Gruplar
Osmanlı Yönetimi, sayımlarda halkı ‘’Müslim ve Gayrimüslim‘’ olarak sınıflandırırken başlangıçta tamamen ekonomik nedenlerden hareket etmekteydi. Yeniçeri ocağı kaldırıldığı için 19.yüzyılda ekonomik nedenlere ‘’ askerlik’’ hususu da eklenmiştir. Devlet, farklı vergi kategorilerine tabi halk katmanlarının sayısını bilmek zorunda olduğu gibi, askere alacağı Müslüman potansiyelini de bilmek zorundaydı.
Ekonomik ve idari ihtiyaçlar, konar–göçer grupların da ayrı kaydedilmesini gerektiriyordu. Zira bunlar için farklı bir idari mekanizma ve vergilendirme uygulanmaktaydı.
Osmanlı yönetimi, başından beri göçebeliğin devlet otoritesinin önünde engel olduğunun bilincindeydi. Aşiret üyelerine devlet otoritesi doğrudan sirayet edemiyordu. Aşiret üyelerinin gözünde tek iktidar ve yetki sahibi doğal olarak aşiret reisleriydi.
Göçebe aşiretlerin, yerleşik ahalinin ekili alanlarına zarar vermesi, onlara saldırması, sık asayiş sorunlarına sebep olmaktaydı. Bundan dolayı, Osmanlı tarihinde Kürt, Türkmen , Urban ( Arap) aşiretlerinin sık sık asayiş sorunu olarak ortaya çıkmaları, isyan ve başkaldırıları, ayrılıkçı hareket olarak görülmeleri, tarihsel olgulara uygun düşmemektedir. Osmanlı yönetimi, özellikle 19.yüzyılda, iskan politikaları ile aşiretleri devlet içine çekecek politikalar uygulamışlardır. Daha başından beri, aşiretlerin dinamik gücü ve asker olarak insan potansiyeli bilinmekteydi. Zira devletin kuruluşunda, bu unsurların başında Yörük ve Türkmenlerin oynadığı etkin rol çok iyi bilinmektedir.
1. Türkmenler ve Yörükler
Oğuzların, 11.yüzyıldan sonra kitleler halinde İslam’a girmeleriyle birlikte, İslam kaynakları Oğuzlara ‘’Türkmen’’ demeğe başlamışlardı. Müslüman olmayan Oğuzlar, Harzem’den uzaklaşıp Peçeneklerin ülkesine gittiler.
Konargöçer hayat yaşayan Türkmenler, çok uzun süreçte yerleşik düzene geçebildiler. Osmanlı devrinde, bu konar – göçer gruplardan Kızılırmak’ın batısında yaşayanlara ‘’Yörük’’ , Kızılırmak’ın doğu ve güneyinde yaşayanlara ‘’Türkmen’’ deniyordu.
Batı yörelerindeki Oğuz kökenli konargöçerler, erken dönemde Osmanlı yönetimine girmişler ve devleti ana unsurunu meydana getirmişlerdi. Rumeli’nin fethi ve İslamlaşmasında etkin rol oynadılar. Kızılırmak’ın doğusundaki Türkmenler ise 16.yüzyılın başlarına kadar, Osmanlı siyasi nüfusunun dışında kalmışlar; gelişme sürecinde Akkoyunlular, Karakoyunlular, Dulkadirler ve özellikle safeviler gibi Osmanlı devleti ile çıkar çatışması içinde olan siyasi teşekküllerin esas gücünü oluşturmuşlardı. Türk, Türkmen, Manav, Yörük, Çepni, Tahtacı, Alevi, Kızıl-baş adları ile anılan topluluklar arasında kavim ve köken açısından hiçbir fark olmadığı bir gerçektir. Hepsi de Oğuz Eli’den gelmiş ve Anadolu’nun fethi ve islamlaşmasını sağlamışlardır.
Türkmenler ve Yörükler Anadolu’da; Halep Türkmenleri, Dulkadirli Türkmenleri, Çukurova Türkmenleri, Trablus – Şam Türkmenleri, Boz-Ulus Türkmenleri, Yeni-İl Türkmenleri, Ulu-yörük Türkleri, Boz-Ok Türkmenleri, Atçekenler ve Çevresindekiler, İçel Yörükleri, Menteşe Yörükleri, Aydın ve Saruhan Yörükleri, Kütahya Yörükleri, Ankara Yörükleri, Karadeniz Bölgesi Yörükleri şeklinde dağılmışlardı.
Türkmen ve Yörüklerin Balkanlarda yerleşmeleri Osmanlıların 14.yüzyıl ortasında Gelibolu’yu ele geçirip Rumeli’de bir köprübaşı elde etmelerinden sonra hızlanmıştı. Bu göçlerinbir kısmı sürgün şeklinde ise de ayni anda hatırı sayılır bir gönüllü göçü de başlamıştı. Yaklaşık 50 yıl sonra, yani 16.yüzyıl başlarında, Doğu Balkanlar bölgesinde nüfusun çoğunluğunun artık Türk yerleşimciler oluşturmaktaydı.
Balkanlara geçen Türklerin çoğunluğu köy ve kasabalarda yerleşik hayata geçmişlerse de Aydos ile Eski Zağra arasındaki Doğu Balkan sıradağları ile Bata, Haskova ve Gümilcine arasındaki Rodop dağlarında yoğun Türkmen grupları yaşıyordu. Selanik’in kuzeyindeki dağlık bölge Yörüklerin yoğun olarak bulunduğu sahaydı. Daha az miktarda olsa da Üsküp’ün kuzeyindeki dağlık kesimler ile Köstendil sancağında Yörük gruplarına rastlanıyordu. Meriç vadisinin Haskova ve Pazarcık arasındaki bölge, 15.yüzyılın başlarında Yörükler tarafından iskan edilmişti. Balkanlarda göçer Yörük nüfusunun miktarı daha 16.yüzyıl başlarında 250 bine (49.540 hane) ulaşıyordu. Balkanlara geçen Yörük grupları örgütlenmişti. Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri, 1543’den 1642 yıkına kadar Bulgaristan’ın Çırpa, Karacıkdağı, Eski Zağra, Akçakızanlık, Karinabad, Filipe, Hatuneli, Rus Kasrı, Havas-ı Mahmut Paşa, Ahyolu, Yeni Zağra, Varna, Hırsova, Silistre, Şumnu, Pravadi, Niğbolu, Tırnova, Razgrad şehir ve kaabalarına dağılmış durumdaydı. Bulgaristan’daki Yörük gruplarından bir diğeri de Naldöken Yörükleridir. Selanik Yörükleri bütün Makedonya ve Teselya’ya yayılmışlardı. Az miktarı da Bulgaristan’daydı. Kosova ve Manastır (az miktarda Bulgaristan ve Dobruca’da) yöresindeki Ofçabolu Yörükleri olarak anılıyordu. Doğu Trakya, Dimetoka ve Hasköy çevrelerinde Vize Yörükleri vardı. Kıcacık Yörükleri ise Hırsova, Varna ve Ahyolu’dan Akkirman, Bender ve Kili’ye kadar sahalara yayılmışlardı.
2. Kürtler ( Kurmanç), Zazalar ve Kürtçe Konuşan Türkmenler
Fars kültür çevresinin etkisinde kalarak farklı lehçe ve ağız konuşan, doğudaki bütün konargöçer grupların ‘’Kürt’’ olarak tanımlanması Türkiye’de gelenek olmuştur. Köken olarak ister Kurmanç (veya Kırmanç), ister Zaza veya birlikte yaşamaktan dolayı günlük yaşamlarında Kurmançça konuşan Türkmenler olsun, hepsi bu genel tanımın içine katılmakta, birbirlerine karıştırılmakta ve ‘’Kürt’’ olarak adlandırılmaktadır. Oysa bölgedeki Zazaların, dil ve kültür olarak Kurmançlardan daha çok Türkmenlere yakın olduğu çeşitli araştırmalar ve iddialar bulunmaktadır.
Kaynaklarda ‘’Kürt’’ tabirine rastlanması 10.yüzyıl Arap coğrafyalarına kadar uzanır. Kaşgarlı Mahmud’un haritasında ‘’Ekrad (Kürtler)‘’ şeklinde yer almaktadır. Büyük Selçuklu Sultanı Sencer (1117 – 1156) tarafından belirlenen ‘’Kürdistan’’ (Kürtlerin yaşadığı bölge anlamında) sınırları, İran’da Zagros dağlarının doğusunda Hemedan, Dinaver, Kirmaşah ile batıda Sincar ve Şehrizor vilayetlerini kapsıyordu ki, Kaşgarlı Mahmud’un haritasında işaret ettiği yere uygundur. Ünlü gezgin İbn-i Cübeyr de, 1183 yılında yazdığı seyahatnamesinde ‘’Kürtler’’ hakkında benzer bilgiler verir. İbn Cübeyr ‘’Yağmacı Kürt aşiretleri yüzünden Musul’dan Nasibin ve Dünaysar kentine kadar olan bölgede korkuyla yolculuk ettiklerini’’ söyler. İbn-i Cübeyr’in anlattıklarından Kürt aşiretlerinin ‘’yöreye yakın geçit vermez dağlarda yaşamakta‘’ olduklarını anlıyoruz.
Şah İsmail’in 1502 yılından sonra Bağdat ile Maraş arasındaki toprakları ele geçirmesinden sonra, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleriyle birlikte Kürtler, Safevilerin hakimiyet alanında kalmışlardı. Şah İsmail’in mezhep değiştirme baskılarına karşı direnen Sünni-Şafii Kürt aşiretleri, Osmanlı Safevi çekişmesinde çoğunlukla Osmanlı’nın yanında yer aldılar. 1514 Çaldıran zaferinden sonra, İdris Bitlisi’nin girişimleriyle 25 Kürt beyi Osmanlı egemenliğini kabul etti ve İran içlerine kadar uzanan topraklardaki bütün Sünni Kürt aşiretleri Osmanlı egemenliğini tanıdılar. Daha once Osmanlılara rakip Türkmen beylerine bağlı iken, sonradan Şah İsmail’in hakimiyetini tanıyıp ona taraftar olmaları tüzünden Osmanlı yönetimince güvenilmeyen Türkmen unsurlarının karşısında, Şafii- Sünni Kürt aşiretleri, Osmanlı Türklerinn en yakın müttefikleri oldular.
Osmanlıların bölgeye hakim olmalarından sonra, 16.yüzyılda, Kürt aşiretlerinin sahalarının kuzeye doğru genişlediğini görüyoruz. Nitekim 17.yüzyıl ortalarında Evliya Çelebi Kürt diye nitelediğği konargöçer aşiretlerinin Erzurum Vilayetinin güneyinden Bağdat’a kadar uzanan hat üzerinde bulunduklarını söylemişti.
Osmanlı yönetiminin 16.yüzyılda Güneydoğu Anadolu’daki konar göçer aşiretleri iki büyük teşekkül halinde örgütlediğini biliyoruz. Bu düzenlemeye gore Türkmenler ‘’Boz–ulus’’; Kürtler de ‘’Kara–ulus’’ çatısı altında toplanmıştı. Kaynak verilerine gore Kara–ulus, yaylak ve kışlık için Bağdat ve Hakkari arasında gidip geliyorlardı. Diyarbakir Kürt aşiretlerinin bölgelerinin dışındaydı. Zaten erken tarihsel kaynaklarda Diyarbakır hep Kürt aşiretlerinin bölgelerinin dışında gösterilmektedir. Kent ve çevresi, 16.yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girmeden önce bütünüyle bir Türkmen bölgesiydi.
Kürt aşiretlerinin güneyden kuzeye, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya doğru çıkmaları 16.yüzyılda başlamış, daha sonra 17.yüzyılda devam etmiştir. Ekonomik ve siyasal neenlerle Türkmen nüfusunun bölgeden çekilmesiyle birlikte kırsal alanlar daha güneyden gelen aşiretler tartafından işgal edilmiştir. Konargöçerler ile yerleşik halk arasındaki sorunlar sebebiyle Osmanlı hükümeti konar göçerlere yasaklar koymaya başlamıştı. Bu sebeple 16.yüzyıl boyunca Doğu Anadolu’daki Türkmenler sürekli olarak İran’a kaçtılar. Türkmenlerin İran’a göç etmelerinde Safevi yönetiminin onlara yaptığı propaganda ve yönlendirmeler etkili oldu. Gerek iki devletin arasındaki siyasi çatışmanın etkisi ve gerekse iktisadi nedenlerden Türkmenlerin Osmanlı yönetimi ile çatışma ve gerilim yaşadıkları da gerçekti. Kürt aşiretleri Türkmenlerin boşalttığı yaylak ve kışlakları dolduruyordu. Gittikçe kızışan ve Şii–Sünni eksenine oturtulan İran–Osmanlı rekabetinde Yavuz Sultan Selim’den itibaren İran’a karşı Sünniliğin Osmanlı devlet ideolojisi haline gelmesiyle Sünni Şafii mezhebinden olan aşiretler (Kürtler) Osmanlı’nın doğal müttefiki oluyorlardı.
17. yüzyılda, Arapların Şemmer ve Anaze aşiretleri, Orta Arabistan’dan Suriye ve Irak’a doğru göçmeye başlamışlardı. Bu göçler Suriye ve Irak’taki Türkmen ve Kürt gruplarının daha kuzeye çekilmelerine neden oldu. Güneydoğu’daki Türkmen aşiretleri İç Anadolu’ya doğru hareket ettiler. Tanzimat sonrası (19.yüzyıl ortası) doğu ve güneydoğu’daki boş araziler ve köyler Kürt aşiretlerine verilerek bir çoğu iskan edilmişti. Bu göçler, kırsal kesimin demografik yapısını değiştirse de şehir ve kasabaların eski kimliği ve yapısı Osmanlı’nın sonuna kadar korunmuştur. Şehir ve kasabalarda Türkçe konuşuluyor ve insanlar büyük oranda kendini Türk olarak tanımlıyordu.19.yüzyılda Diyarbakır’a uğrayan bir seyyah şehirde 50 bin Türk, 4 bin Ermeni, 300 Süryani–Yakubi, 50 hane Yahudi olduğunu söylemektedir.
19.yüzyılın sonlarından itibaren Rusya’nin Kafkaslardan güneye inme çabaları, Doğu Anadolu’yu yeniden uluslarası çıkar çatışmalarının odağı haline getirmişti. Bölge ile ilgilenen emperyalist güçler, Balkanlarda olduğu gibi halkı birbirine düşürme yöntemini uyguladılar ve bölgeye iskan edilen Kürt aşiretleri ile Ermeni köylüsü arasındaki uyumsuzluk ve anlaşmazlıkları profesyonelce değerlendirdiler. Rusların bölgedeki faaliyetlerinde Ermeni nüfusunu kendi çıkarları için kullanarak örgütlemesi, Müslüman halkın da savunma tepkilerini tahrik etti. Osmanlı yönetimi, aşiretleri askeri birimler halinde teşkilatlandırdı. Aşiret alayları (veya Sultan Abdilhanit’in adından dolayı ‘’Hamidiye Alayları’’) adı verilen bu teşkilatta aşiret ağalarına askeri rütbeler veriliyor, maaşa bağlanıyordu.
Osmanlı nüfus sayımlarında, diğer Müslüman gruplar için olduğu üzere ‘’Kürt, Kurmanç veya Zaza’’ gibi dil, lehçe ve kavmi ayrım yapılmaz. Çünkü imparatorluğun hakim unsuru olan ‘’İslam milleti’’ bir bütün görülmektedir. 16.yüzyılda Boz-ulus Türkmenlerinin yaklaşık 2 milyon akçe vergi ödediklerini biliyoruz. Sayıları da 7.325 (34–40 bin) hane idi. Ayni kaynaklara gore Kara-ulus’un ödemesi gereken vergi miktarı ise Boz – Ulus’un yarısı kadar yani 1 milyon akçe dolayındaydı. Bu durumda Kara–ulus’un 3.500 – 4.000 hane (15- 20 bin) dolayında olduğu hesaplanabilir.
1880’lerde Kürt olarak tanımlanan bütün unsurların 1,5 milyon olduğu tahmin edilmişti. Bu sayıya ayni bölgede gerek göçebe, gerekse yerleşik hayata geçmiş Zaza ve Türk toplulukları da dahildi. İngilizler 1878 yılında Erzurum, Van, Diyarbekir ve Harput Vilayetlerinin toplamında Kürtleri 848.000; Türkleri 642.500 (yaklaşık 200 bini Kızılbaş) olarak hesaplamaktaydılar.
Kent ve kasabalarda yaşayan halkın çoğunluğunun Türkler ve Araplardan oluştuğunu gözönüne alacak olursak, 1914 senesinde anadilini Kürtçe olarak ifade eden nüfusun azami 1 milyon olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
3. Urban ( Bedevi Arap)
Arap aşiretleri, Osmanlı yönetim kültüründen ve otoritesinden en uzak kalan kesimlerin başında geliyordu.
17. yüzyılda Şemmer ve Anazr aşiretlerinin, Orta Arabistan’dan Suriye ve Irak’a göçmeye başlamaları, güneyden kuzeye doğru, birbirini tetikleyen bir dizi göçler ve çatışmaları doğurmuştu. Bu göçler, Suriye ve Irak’taki Türkmen ve Kürt gruplarının daha kuzeye çekilmelerine neden olurken, güneydoğu’daki Türkmen aşiretleri İç Anadolu’ya doğru harekete geçmişti.
18. yüzyılın ilk yarısından itibaren Necd ve çevresindeki aşiretler, Vahhabilik olarak ünlenen muhalif dini akımın etkisiyle, Osmanlı devletine olan zayıf bağlarını adeta tamamen koparmışlardı.
Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle işbirliği yapan ve 1917’de geri çekilmekte olan Osmanlı birliklerine saldıran ana güç kaynağı, yaklaşık 150 yıldır isyan halinde olan çöl araplarıydı.
4. Kıptiler
1831’de yapılan sayımda Müslümanlar ‘’İslam’’, Hiristiyanlar ‘’reaya’’ olarak kaydedildikleri halde Kıptiler (Müslim veya gayrimüslüm) ayrı grup olarak kaydedilmişlerdi. Sayıları 35.975 erkek nüfustu (Toplamı 70 binin üzerinde). 1914 sayımında Kıptilerin sayısı 11.169 dur. 1831 ile mukayese edildiğinde Kıptilerin büyük çoğunluğunun Osmanlı sınırları dışında kalmış oldukları görülür.
5. Göçmenler
Yılındaki Yahudilerin göçünden sonra 16.yüzyılda Endülüsten atılan Müslüman Moriskolar da gruplar halinde gelmiş ve Galata’ya yerleştilmişlerdi.
Siyasi ve dini sebeplerden Müslüman olmayanlar da Osmanlı’ya sığınmak amacıyla Anadolu’ya göçmüşlerdi. Bunların en bilineni 16. Ve 18.yüzyıllarda Katolik–Protestan çatışmaları nedeniyle meydana gelen göçlerdir. 1572 tarihinde Sn.Barthelemy katliamı sonrası ve 1685 yılında Nantes fermanının kaldırılmasıyla 18.yüzyıl boyunca Protestanların Osmanlı ülkesine de göçleri olmuştur.
Ayrıca 1830 , 1848 ve 1850 yıllarında Macaristan ve Polonya’dan gelen siyasi elit ve ihtilalcilerin göçleri vardır.
Osmanlı ilerlemesi sebebiyle, tamamen ekonomik etkenlerden dolayı Anadolu’dan Rumeli’ye doğru olan Türk göçleri, 18.yüzyıl sonlarından itibaren siyasi nedenlerle tersine döndü. Osmanlı yönetimi, büyük askeri ve ekonomik problemlerin yanında yıkılışına kadar büyük göçmen akınlarıyla uğraşmak zorunda kaldı.
1783 yılında Kırım’ın işgali ile başlayan Müslüman halkın Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya doğru göçe zorlanmaları imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmiştir. Bu göçler yedi başlık altında toplanabilir:
1. 1828 – 29 Osmanlı Rus savaşı sırasında Kırım, Kafkasya ve Balkanlardan yapılan göçler.
2. Kırım Savaşı (1853 – 56) sırasında Kırım, Dobruca ve Bulgaristan’dan yapılan göçler.
3. Şeyh Şamil’in direnişinin sona ermesinden (1859) sonra, özellikle 1862 tarihinde başlayıp imparatorluğun sonuna kadar devam eden ve Çerkez göçü olarak bilinen Kafkasya göçleri.
4. 1877–78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Bulgaristan ve Sırbistan’da yüzbinlerce Türkün katledilmesinin ardından başlayan göçler.
5. 1897 senesinde Girit’in Teselya’nın Yunanistan tarafından işgali sonucunda yapılan göçler,
6. 1912 -13 Balkan harbi sırasında Makedonya, Kosova, Trakya ve Dobruca’dan gelen göçler
7. Birinci Dünya Savaşı sırasında Balkanlardan ve Kars – Ardahan çevresinden sürülen Türkler.
1. Kırım Türkleri
Altınordu Hanlığı’nın çöküş sürecinde Kırım, Cengiz Han soyundan gelen Hacı Giray tarafından 1430 yıllarında müstakil hanlık haline getirilmişti. 1783 yılında Rusya tarafından ilhak olana kadar Hacı Giray soyundan gelen hanlarca yönetildi.
1475 senesinde Kefe limanının Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra Kırım Hanlığı Osmanlı nüfuzuna girmeye başladı. Osmanlı’nın tam hakimiyetine girmesi 1534 senesinde Sahip Giray’ın tahta geçmesi ile olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle biten 1768–1774 Osmanlı–Rus savaşın neticesinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı yönetimi Kırım’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ruslar Şahin Giray zamanında Kırım’I ilhak ettiler (1783). Baskılara dayanamıyan halk Osmanlı topraklarına göçe başladılar. 1783–84’ te yaklaşık 80 bin Kırım Türkü Besarabya, Dobruca ve Anadolu’ya yerleşti. Bu göç 1812 yılında Türk – Rus savaşından sonra tekrar başladı ve 1853 Kırım Savaşına kadar sürdü. Daha sonra 1856’da tekrar başlayan bu göçler, 1861– 64 arasında yoğunluk kazandı. 1783 – 1922 arasında göç eden Kırım Türkünün sayısının 1 milyon 800 bin dolayında olduğu tahmin edilmektedir.
2. Kafkasyalılar
Kafkaslar, kırk kadar dilin konuşulduğu çok karmaşık kültürel ve etnik yapıya sahip bir bölgedir. Kafkas dilleri (ve halkları) üç kategoriye ayrılır. Bunlar eski Kafkas dilleri, Hint-Avrupa grubundan olanlar ve Türk (Ural-Altay) kökenlilerdir. Sayıları da birbirine yakın olan bu üç gruptan Çerkezce genel adıyla bilinen Adigeler, Kabartaylar, Abhazlar, Ubihler, Gürcüler, Çeçen, İnguşlar, Avarlar, Lezgiler Kafkas dillerini konuşan grubu oluştururlar. Hint – Avrupa dillerini konuşan grubu oluşturanlar ise Ermeniler, Ruslar, Ukraynalılar, Osetler, Tatlar ve Talişler vs dir. Azarbaycan Türkleri, Karaçaylar, Balkarlar, Kumıklar, Nogaylar ise Ural – Altay grubundandır.
Kabartaylar ve Abazalar gibi bazı Çerkes grupları Osmanlılar kanalıyla İslamiyeti kabul etmişlerdi.
Rusyanın 18.yüzyılda giderek güçlenmesinin ardından sıcak denizlere inme amacıyla, bir taraftan Karadeniz’e hakim olup boğazları zorlaması, diğer taraftan Kafkaslarda ilerlemesi sadece Osmanlılar için tehlike oluşturmuyordu. İngilizler de bundan hoşlanmıyorlardı.
Ruslar 1796’da Bakü ve Kuba Hanlıklarını işgal ettiler. Erivan, Nahçıvan ve Taliş’i de 1828 ‘de İran ile imzaladıkları Türkmençay antlaşması ile ele geçirdiler. 1829’da Osmanlı ile yaptıkları Edirne Antlaşması ile Anapa ve Poti’yi ilhak ettiler. Rusların bu ilerlemesine karşı İngilizler Çerkez direnişini teşvik etti ve direnişçilere silah yardımı yaptı. Şey Şamil ile efsaneleşen bu direniş, onun 1859’da ele geçirilmesine rağmen 1865 yılına kadar sürdü. Rusya Kafkas Müslümanlarını Hıristiyanlaştırmak için bir cemiyet kurmuş, sistemli bir asimilasyon politikası takibine başlamıştı. Kendilerine karşı koyanları ya Sibirya’ya sürgün ya da idam ediyordu. Göç Kafkas halkı için tek yol kalmıştı. Bu yıllarda Osmanlı topraklarına doğru büyük bir göç dalgası oluştu.
Göç edenler Çerkezlerle sınırlı değildi. Türkçe konuşan Karaçay, Balkar, Kumık, Nogay gibi kavimleri de göçe dahil oldu. Bunlara iç ve dış kaynaklarda kısaca ‘’Çerkes‘’ tabiri kullanılmıştır.
Kafkasya’dan göç, 1864’de 400 bin, 1859 – 1879 arası 2 milyon (hayatta kalan 1.5 milyon), 1876 sonunda Balkanlara yerleşen nüfus 600 bin olmuştu.
1881–1914 arası Kazan’dan, Urallardan, ve Rusya’nın değişik yerlerinden yarım milyona yakın kimse Osmanlı topraklarına ulaşmıştır.
Kafkas göçmenleri önceleri Bulgaristan ve Tuna çevresine, Asya’da da Diyarbakır, Mardin, Halep, Şam, Erzurum, Sivas, Çorum, Çankırı, Adapazarı, Bursa ve Eskişehir’e yerleştirildiler. Az sayıdaki bir Çerkez grubu Adana ve Ürdün ırmağı çevresine yerleştirildi.
Kafkaslardan göç, 1878 yılında, Rusların Kars ve Batum’u işgalleri ile daha güneye yayıldı. Gürcistan ve Kars yöresinden Anadolu içlerine göç başladı. Bunlara Türkiye’de ‘’Gürcü’’ dediler. Bunlar Müslüman olup, Hiristiyan Gürcülerden köken ve kültürel bakımdan farklıydılar.
Bu göçler, Osmanlı Devleti’ne 1877’den 1914’e kadar 215 milyon kuruşa mal oldu. Bu meblağ Osmanlı devletinin dışarıdan nakit olarak alabildiği borç miktarına yakındı. Bu rakama Anadolu halkının kişisel yardımları ile vakıfların katkıları dahil değildir. İçinde bulunduğu mali sıkıntılara rağmen Osmanlı yönetimi, göç edenlere yardım hususunda bütün imkanlarını seferber etmiş, halkla birlikte yardım elini uzatmaktan geri durmamıştır.
II. Dürziler ve Yezidiler
A. Dürziler
Dürziliğin Hamza Bin Ali’nin kurduğu dinsel ve siyasal bir akım olduğu kanaati yaygındır. Hamza Bin Ali, Fatimi halifesi Hakim bi-Emrillah’ın veziriydi. Önceleri Suriye’nin ortalarındaki Beka vadisinde iken zamanla Anti Lübnan dağlarına yayılmışlardır. Dürziler kendilerini Arap sayarlar. 1914 sayımında sayıları 7.385 olarak tespit edilmiştir.
B. Yezidiler
İslamla bağlantıları olsa bile, kendi talepleri ile ‘’Müslim’’ genel kategorisinin dışında sayılmışlardır. Yezidiler Kürt soyundan geldiklerine dair görüşleri ret etmektedir. Beşiri, Derik, Cizre, Midyat, Nusaybin, Beyazıt, Diyadin, Rumkale (Halfeti), Şam ve Özalp kazalarına dağılmış Yezidilerin 1914 senesinde nüfusu 6.957 dir.
III. Hiristiyanlar
A. Anadolu ve Balkanlarda Hıristiyanlık
1071 Malazgirt zaferinden sonra başlayan Selçuklu Türklerinin istilası on yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı.
Anadolu’nun Selçuklulara direnemesini bazıları yönetimin halk ile kopukluğu ile izah etseler de bu durum ayni zamanda Anadolu’nun nüfus, asker ve ekonomik tükenmişlik içinde olduğunu da gösterir. Bizans’ın önceleri İran, sonra da Müslümanlarla yaptığı uzun sureli savaşlar ve ardı arkası kesilmeyen mezhep savaşları ve isyanlar, Anadolu’nun doğal savunma imkanlarından yoksun olan bölümlerinde nüfusu tükenme noktasına getirmişti. Hıristiyanlar daha çok savunması kolay olan yörelerde ve büyük şehirlere sığınmış haldeydiler. İslamlaşma olayı da çoğunluk ile şehirlerdeki bu sayısı sınırlı kesimler arasında yaşanmış olmalıydı.
1490’larda Osmanlı kayıtlarına gore, Anadolu’nun Trabzon’dan Antalya körfezine kadar uzanan hattın batısında Hıristiyan nüfus sadece 32 bin hane, Balkanlar’da ise 674 bin hane idi. Her hanede 5 bireyin olduğu var sayIlırsa Hıristiyan nüfusun toplamı 4 milyonun (160 bini Anadolu’da) altında kalmaktadır.
Günümüze intikal etmiş 1520–1530 dönemine ait tahrir kayıtları Anadolu’da gayri müslimlerin Müslüman nüfus karşısında çok azınlıkta olduklarını göstermektedir. Anadolu’nun orta ve batı kesimlerinde, Hıristiyan nüfus doğu ve kuzey bölgelerine oranla çok az sayıdaydı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. Yüzyıl nüfus tahmini 12–12.5 milyondur. Bunun 6 milyonu (5.5 milyon Müslim, 0.5 milyon Gayrimüslim) Anadolu’da, 6-6,5 milyonu (2-2.5 milyon Müslim, 4 milyon Gayri Müslim) Balkanlardaydı.
Fatih Sultan Mehmet, Ortodoks Patriğini bütün Ortodoks Hıristiyanların, Ermeni Patriğini de Ortodoks Patriğinin otoritesini tanımıyan diğer cemaatlerin üzerine sorumlu ve yetkili bir makam olarak atamıştı. Yahudiler ise ayrı bir cemaatti. Böylece Osmanlı toplumu, Müslümanlarla birlikte dört ayrı millet (dini cemaate) ayrılmıştı.
‘’Rum Milleti’’ tabiri, daha sonra ‘’Yunanlılar’’ olarak ortaya çıkan Helenlerden başka Ortodoks Bulgarları, Ortodoks Arnavutları, Ortodoks Makedonları, Ortodoks Ulahları ve Türkçe konuşan Ortodoks Gagavuzları da kapsıyordu. Doğal olarak bu kapsamın içinde Orta Anadolu’da Türkçe konuşan Ortodoks Karamanlılar da vardı.
Fransız Devrimi ardından Avrupa’da esen Milliyetçilik rüzgarı, biraz gecikerek de olsa sonunda Osmanlı sınırlarından girdi. Etkisini önce Balkanlardaki Hıristiyanlar üzerinde gösterdi ve bunu sonucu olarak, Balkanlardaki Hıristiyan unsurların İstanbul’daki Patriğin gücünün bütün Ortodoks Hıristiyanları kapsamasına itiraz eden sesleri yükselmeye başladı. Bu nedenle padişah, 1865’de Rumen Kilisesi’nin, 1870 ‘de Bulgar Eksarhlığının bağımsızlığını tanıdı. 1870 ‘den sonra ulusal-dini milletler, ulusal milletler olarak yasallaştı. Padişah, Rumları, Bulgarları, Ermenileri (Gregoryan Kilisesine bağlı olanlar) ve Yahudileri ayrı milletler olarak tanıdı.
1826’da Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla ülkedeki bütün siyasi, sosyal ve ekonomik dengeler alt üst olmuştu. 1838’den itibaren başlayan, Osmanlı üretiminin hammade olarak daha fazla kapitalist sisteme eklemlenme sürecinde, tarımsal emeğe olan talep de artmıştı. Artan bu emek talebinde, Yeniçeri Ocağinin kaldırılması yüzünden askerlik hizmetinin büyük oranda Müslüman köylü nüfusun omuzlarına binmesinin etkisi vardı. Bu sürece bağlı olarak özellikle doğudan ve Toroslardan Ermeniler, batıdan Akdeniz Adaları, Balkanlar ve Yunanistan’ın değişik yerlerinden de Rumlar kalabalık gruplar halinde Batı ve Orta Anadolu’ya akın etmeye başladılar.
Ermeni ve Rumların Anadolu’nun içlerine ve batısına yönelik göçleri, 19.yüzyılda Anadolu’nun demografik yapısını ciddi oranda değiştirmiştir. Bu değişiklik Orta Anadolu’da ve özellikle Batı Anadolu’nun kıyı bölgelerinde çok belirgindi. Mesela 1535’de İzmir, Manisa, Aydın ve Muğlayı kapsayan Aydın Vilayetinde nüfusun ancak % 0,89’u Hıristiyan iken, 1911’de bu oran % 17’lere ulaşmıştı. Batı ve Orta Anadolu’da demografik yapının Hıristiyanlar lehine değişmesi sürecinde Müslüman Türk köylüsünün durumu ekonomik olarak da günden güne gerilemişti. Genç nüfusun uzun süreli askerlikleri sebebiyle topraklar bakımsız kalmakta, köylüler yaşabilmek için Ermeni ve Rum tefecilerin eline düşmekte, ağır faiz sarmalı altında ezilmekteydiler.
1831 sayımda Rumeli topraklarında yaklaşık 800 bin, Anadolu topraklarında 400 bin erkek nüfus tespit edilmişti. Kadın nüfusun erkeklere eşitliği varsayılırsa toplam 2 milyon 400 bin Hıristiyan nüfus hesaplanabilir. Ayrıca bu esnada 5 bin erkek yahudi, 7 bin erkek Kıristiyan kıpti sayılmıştı.
19.yüzyılda Balkanlardan ve adalardan Anadolu’ya gerçekleşen Rum göçmenleri, Rumeli’deki Hıristiyan nüfusu azaltmış; Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu arttırmıştı. Ancak gerek Kafkaslardan ve gerekse 93 harbi ve 1913 Balkan Harbi sonrası Anadolu’ya gerçekleşen yoğun Müslüman göçleri nedeniyle Anadolu’daki Müslüman nüfusu artmıştı. Diğer taraftan sözü edilen iki savaş sonucu imparatorluktan ayrılan araziler nedeniyle Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan nüfusunun çoğu sınırları dışında kalmıştır.
1914 yılında Hıristiyanlar; Rum, Ermeni, Rum Katolik, Ermeni Katolik, Protestan, Latin, Süryani, Süryani-I Kadim, Kaldani, Yakubi, Maruni, Nesturi, Kıpti, Kazak, Bulgar , Sırp ve Ulah olmak üzere ondokuz ayrı grup halindeydiler. Toplam Hıristiyan nüfus 3.273.591 olup genel nüfusun (18.520.016) %17.6’sını oluşturmaktaydı. Bu çok sayıdaki Hıristiyan unsurların içinde birinci sırayı 1.729.738 nüfus ile Rumlar, ikinci sırayı 1.161.169 nüfus ile Gregoryen Ermeniler alıyordu.
B. Hıristiyan Gruplar
1. Rumlar
Hıristiyanlık 4.yüzyıldan itibaren Doğu Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmuştu. 7. Yüzyılda İmparator Heraklios’un (610–641) buyruğu ile resmi dil Latince yerine Yunanca oldu. İmparatorluğun sınırları dahilinde Anadolu ve Balkan topraklarında yaşayan yerli halklara Hıristiyanlık ve Yunanca devlet eliyle yayılmaya başladı. Rumlaştırma denen bu uygulamayı Bizans yönetimi devlet siyaseti olarak uyguladı. Hıristiyan nüfus önceleri Romaios (Romalı) olarak anılrken daha sonraları Romios ( Rum) veya Bizanslı adını aldı.
İstanbul Patriği Mikhael Kerularios, 1054’de Ortodoks adı verilen Doğu kiliselerini Roma Hıristiyanlığı’ndan kopararak üstün Papalık’la ilişkisini kesmesi ile ayrı bir Hıristiyan dünyası teşekkül etti.
Rumlaştırma operasyonu sürecinde, Anadolu’nun yerli halkları, papazların ‘’İncil’in dili dışında bir dille konuşulan her kelime cehenneme gitmek için işlenen bir günah olarak hesaplanacaktır.’’ şeklindeki propaganda ve telkinlere maruz kalmışlardı. Anadolu’daki küçük kavimler kendi mahalli dillerinden ziyade devletin dili olan Yunancayı konuşmaya zorlanmışlardı. Bu bakımdan Anadolu’da Helenlerden bahsederlerken dil bakımından Helenleşmiş Frigleri, Galatları, Gotları, Lidleri, Ermenileri, Slavları ve diğerlerini kastetmekteydiler.
Papalıktan ayrılan Doğu Kiliselerinin hepsi İstanbul Patrikliğine bağlı değillerdi. Aralarında ayırım ve anlaşmazlık söz konusuydu. Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu işgali öncesinde, Konya ve Kapodokya yöresinin nüfusu Monofizit Ermeniler, Ortodoks olmayan Süryaniler, Romalılar (Kapodokya’nın Ortodoks yerlileri ve ortodoks Süryaniler) ve az sayıda Hayhurum denilen Ermenice konuşan Ortodokslardan oluşmaktaydı. Bunlar Hıristiyanlaşma yoluyla kadim dillerini terk ederek Yunancayı benimsemişlerdi.
Anadolu’daki bu çeşitlilik dinsel farklılıkla sınırlı değildi. 954 tarihinde Doğu Anadolu’da Araplara karşı savaşırken Ermeni kökenli Bizans Generali Bardas Fokas’ın 50 bin kişilik ordusu Ermeni, Türk, Slav, Hazar ve firari Arap askerlerinden oluşuyordu.
İstanbul’daki patrikten başka İskenderiye, Antakya ve Kudüs’te de Rum patrikleri vardır. Bunlar İstanbul patriğini temsil ediyorlardı.
16. yüzyıl kayıtlarına dayanarak Anadolu’da Hıristiyan nüfusun ne kadar küçük bir azınlık olduğunu biliyoruz. Doğu Karadeniz’deki bir kısım ortodoks sayılmazsa Anadolu’daki bu küçük hiristiyan varlığının çoğunluğunu Ermeniler teşkil etmekteydi. Hiristiyan nüfus artışı 19.yüzyıldan sonraki gelişmelere dayanır.
Orta Anadolu ve Batı Anadolu’ya doğru yayılan Hıristiyan nüfus hareketi Tanzimattan sonra büyük oranda hızlandı. Bu dönemde Akdeniz Adaları, Mora ve Balkanların çeşitli yörelerinden büyük kitleler halinde Rum çiftçiler gelip Batı Anadolu’nun verimli arazilerine yerleştiler. Gelişen Avrupa sanayisinin hammadde ihtiyacına yönelik dış satım, Batı Anadolu’da tarımsal emeğe gereksinimi arttırmıştı.
Evliya Çelebi 17. yüzyılun ortasında Urla’nın tamamıyla Türk olduğunu söylemektedir. Göçler ile Rumlar 1914’de Urla’da 9.361 Müslüman nüfusa karşılık 24.711 olmuşlardı.
Bursa’da 1522 tarihinde Ermeniler dahil Bursa Hıristiyan nüfusu 359 iken , 1914 yılında Bursa Merkez kazasının 147.777 nüfusu içinde 24.048 Rum yaşamaktaydı.
Emperyalist güçler, Ortodoksları da kendi politikalarının tarafı yapmışlardı. 1922’de İngilizlerce donatılmış Yunan Ordusu Anadolu’dan kaçarken bir çok Rum da beraberinde kaçtılar. Lozan Anlaşması ile 1923’de karşılıklı değişim anlaşması yapıldı.
2. Ortodoks Türkler ( Gagavuzlar, Karamanlar, Urumlar)
Ortodoks Rum camiası arasında dillerini korumuş Hıristiyan Türkler de vardı. Çoğunluğu Moldova’da olmak üzere Kuzey Bulgaristan, Ukrayna ve Romanya’ya dağılmış olarak yaşayanlara Gagavuz, Orta Anadolu’da yaşayanlara da Karaman adı verilmektedir.
Gagavuz tarihini yazan Başpapaz Mihail Çakır, Gagavuzların Anadolu Selçuklarının veya Kumanların soyundan değil, Oğuz Türklerinden geldiğini belirtmiştir.
Gagavuzlar gibi hem günlük hayatlarında hem de dini ibadetlerine Türkçeyi kullanan Türklere Kırım’da ‘’Urumlar’’ deniyordu. Araştırmalar Urumların Kığçak-Oğuz karışımı bir kökenden geldiklerini göstermiştir.
Orta Anadolu’da yaşayan Ortodoks Karamanlilar Gagavuzlar gibi Türkçe’yi hem günlük , hem de dini ibadette kullanıyorlardı.
Karamanlı Ortodoksların, Bizans’ın Balkanlardan getirip Anadolu’ya yerleştirdikleri Türk unsurlar olma ihtimali büyüktür. Zira Bizans tarafından Balkanlardan değişik tarihlerde ve kalabalık gruplar halinde getirilip Anadolu’ya yerleştirilmiş olan Türklerin varlığı bilinmektedir. 10 bin Kuman 1233’de Bizans tarafından İzmir bölgesine yerleştirilmişti. Değişik tarihlerde Bizans tarafından Peçenekler, Uzlar ve daha başka Türk unsurları Anadolu’ya yerleştirilmişti.
1522’de Ankara kalesindeki altı mahalleden biri Hiristiyan mahallesidir. Vergi mükellefi olan bazılarının isimleri Varatan. Bedros, Serkis gibi Ermeni isimleri , bir çoğu ise Melikşah, Gökçe, Aydın, Kutlu, Arslan, Emirşah, Tursun, Asilbey gibi Türkçe isimlerdi.
Kayseri’nin Rum Ahalisi arasında Kar-yağdı, Su, Karlu, Tanrı-verdi, Yağmur, Kaya, Karaca, Sultan-şah gibi Türkçe isimler vardı. Sivas’ta yaşayan gayrımüslim halk arasında çok sayıda Akbaş, Alagöz, Altun, Asilbey, Altunşah, Aykud, Ağca, Bayrak, Bayram, Beyrek, Deniz, Budak, Gökçe, Durmuş Eymir gibi Türkçe isimler vardı. Yozgat gayrı müslimleri arasında Ayvaz, Ateş, Burak, Bahadır, Budak, Murat, Rüstem, Kaplan isimleri bulunmaktaydı.
Türk kökenli Ortodokslar, Helen kökenli veya diğer Anadolu kökenli Ortodokslardan sadece Rumca konuşmamalarıyla ayrılmıyorlardı; Yunan propagandacılarına karşı gösterdikleri tavırlarıyla da bu farklılıklarını ortaya koyuyorlardı.
19. yüzyılda Orta Anadolu’daki Rumları belirlemek Yunan görevlilerince oldukça zor olmaktaydı. Çünkü bunların ezici bir çoğunluğu Türkçe konuşuyordu ve Yunanistan ve Yunan Devleti ile hiçbir alakaları yoktu.
Anadolu’daki Türk Ortodokslar bu farklılılarını 1919 senesinde İstanbul Fener Patrikhanesi’nin işgalcilerle işbirliği içine girmesine seyirci kalmayarak göstermişlerdir. Papa Eftim adıyla tanınan Pavlos Karahisaridis ve çevresindeki papazlar ve cemaat Patrikhane’ye karşı mücadele başlattılar.
Pavlos Karahisadiris 1915 yılında Kayseri Metropoliyi tarafından papaz ilan edildikten sonra Papa Eftim adıyla tanındı. Papa Eftim 1918’de Keskin kasabası papazı oldu. Fener Patrikhanesi 1919 senesinde Bab-ı Ali ile ilişkilerini kestiğini resmen ilan etti. Ayrıca Türkiye’deki Helenlerin sorumluluğunu üslendiğini açıkladı. Patriğin bu girişimine Anadolu’daki Türk Ortodokslarından tepki gelmekte gecikmedi. Papa Eftim 1921’de Venizeloscu ve Megalo-İdeacı başpapaz Meletios Metaksidis’in Patriklik makamını işgal etmesiyle bağımsız ‘’Türk Ortodoks Kilisesi‘’ kurma çalışmalarına hız verdi. 1 Mayıs 1921 senesinde Safranbolu kasabasında 2.749 Hiristiyan adına dilekçe vererek Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin kurulmasını istedi. Türk Patrikhanesi kendilerini Helenleştirmeye (Yunanlılaştırma) çalışan İstanbul’daki Patrikhaneden bağımsız olacaktı.
Yeni Ortodoks Kilisesi’nin tüzüğünü hazırlamak üzere, Karamanlılardan ileri gelen 80 kişi ve 24 papazdan oluşan bir kurul oluşturulmuştu. Ancak Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan Mübadele anlaşması (Yunan Başbakanı Venizelos, Lozan Konferansında, Türk topraklarında hiçbir Rum’un kalmasına gönlünün razı olmadığını söyleyerek, mübadele istemişti.) Türk Ortodoksları da kapsadığı için, 1924 senesinden sonra Karamanlıların bir bölümü Helen muamelesi gördü ve Yunanistan’a nakledildi.
3. Rum Katolikler
1596 senesinden itibaren Katolik Papa’nın çabalarıyla Ortodoks dünyasına yönelik yeni bir akım ortaya çıktı. Papalık kendi kontrolü dışındaki değişik kiliseleri, ayinleri ve geleneklerini koruma koşuluyla Papalık ile birleşmeye teşvik etmeye başladı. Böylece farklı bir kilise grubu doğmuş oldu. Bunlar Bizans Ortodoks ayinini devam ettirmekle beraber Papalığa bağlanıyordu. 1724 yılında Antalya’da Rum Katoliklerinin özerk kiliseleri doğdu.
1914 yılında Rum Katoliklerinin sayısı 62.468 olarak hesaplanmıştı.
4. Ermeniler
M.S 301’de Ermeni Kıralı 3.Tridates, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmişti. 325’deki İznik Konsülü’nde temsil edilen Ermeni Kilisesinin, Monofizit inaçları (Buna gore kelam İsa ile birleşmeden önce de İsa Tanrı idi ve Meryem’den doğan çocuk (İsa) tam bir insan ve tam bir tanrıdır. Dolayısıyla Meryem Tanrı’nın annesidir. Haç üzerinde acı çeken İsa’nın sadece insane doğası değil, ayni zamanda da tanrısal doğasıdır.) yüzünden Bizans Hükümdarları ve Patrikhane ile tarih boyunca sürekli sorun yaşadığı bilinmektedir. (451 yılında toplanan Kadıköy Konsili’nde bu görüş mahkum edilmiştir. Bunun üzerine konsil kararlarını tanımıyanlar Ortodoksluktan ayrılmışlar, sadece üç Eküminik Konsil’in kararlarını saymışlardır. (İznik 325, Birinci İstanbul 381 ve Birinci Efes Konsili 431) Bu gün Asuri ( Nasturi) ve Keldani Kiliseleri hariç diğer Kiliseler (Ermeni Gregoryan Apostolik Kilisesi, Süryani Kadim Kilisesi (Yakubi), İskenderiye Kıpti Kilisesi ( Koptik), Habeş Kilisesi, Şam Kilisesi ( Evanjelist) ) Monosizit görüşe sahiptirler.
Türklerin Anadolu’ya hakim olmasından önceki Ermeni tarihi, Ermeni Kilisesi’ni ortadan kaldırmak istiyen Bizans Kilisesi ve yönetimiyle yürütülen mücadele ile şekillenmişti. Bu mücadeler sonunda Ani ve Kars çevresindeki Ermeni kırallığının bağımsızlığı, İmparator Basileos Bulgarkıran’ın hükümranlığı sırasında (976–1025) ortadan kaldırıldı. Bu olayı ilginç kılan İmparatorun kendisini de Ermeni kökenli olmasıydı. O tarihten sonra Ermeniler Kapadokya, Kilikya ve Anadolu’nun çeşlitli yörelerine bazen kendiliklerinden bazen de Bizans yönetiminin zoruyle dağıldılar.
Ermenilerin yerleşmiş olduğu bölge, Anadolu’ya yönelik istila yollarının üzerinde kalıyordu. Roma ve Bizans döneminde İran ile Roma–Bizans arasında istikrarsız bölge olmuştur. Ermeniler belki de bu sebeple tarih boyunca geleneksel olarak yaşadıkları bölgede bağımsız ve istikrarlı bir teşekkül oluşturmamışlardır. Ermeni tarihçilerinin Ermeni Kırallıkları olarak niteledikleri devletçikler de tam anlamıyla bağımsız devletler olmayıp prenslikler ve derbeyliklerdi.
Osmanlılar önceleri Ermeni tabiri ile İstanbul Rum Patriğine bağlı olmayan doğudaki Monofizit Hıristiyanların bütününü kastediyorlardı. Fatih 1461’de Ermeni Patrikliğinin statüsünü belirlediğinde, Gregoryenlerle birlikte Süryaniler, Keldaniler, Kıptiler, Gürcüler ve Habeşileri de ayni çatı altında toplanmışlardı.
Fatih, Ermeni Patriğini Rum Ortodoks Patriği ile eşit hale getirdi. Ermeniler de kendilerine yapılan bu iltifatı karşılıksız bırakmamışlar, uzun yıllar süresince Osmanlı Yönetimine olan yakın bağlılık ve hizmetleriyle karşılık vermişler; millet-i sadıka unvanını kazanmışlardı.
Ancak bu konumları 19.yüzyılın sonlarına doğru bozuldu. Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve paylaşmak çerçevesinde giriştikleri rekabet savaşında Ermeniler taraf oldular.
Rumlarda olduğu gibi Tanzimat sonrasında Ermenilerin de iç ve batı bölgelerine göçleri arttı. Kendi arzusu ile göçmek istiyen Ermenilere hükümet tarafından para, ücretsiz arsa ve tarla veriliyordu.
Süryani ve Keldani gibi Monofizit kiliselerin birer birer bağımsızlıklarını kazanmalarıyla ‘’Ermenilik’’ esas olarak Gregoryen Kilisesi mensuplarına kalmıştır.
Ermeni cemaatinin tanımlanmasında dinin yanında dil ikinci plandadır. Bir kısım Ermeni Türkçeden başka dil bilmeyen insanlardır. Halep, Antakya ve Antep’te Ermeniler 19.yüzyıl ilk yarısına kadar günlük hayatlarında Türkçe konuşurlardı. Birçok Ermeni kilisesinde Türkçe ayin yapılırdı. Buna karşın Zeytun ve Haçin’de sadece Ermenice konuşulurdu.
19. yüzyıl sonunda Batılılar, Ermeniler arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak için ‘’Türkçe konuşan kesim’’ üzerinde yoğun bir çalışma başlattılar. Özellikle eğitim çalışmalarına ağırlık verdiler. Gençlere Ermenice öğrettiler. Böyle Ermeni Kilisesine bağlı olan ve farklı etnik kökenden insanları tek ırk / millet bilinci etrafında toplamaya çalıştılar ve bunda mesafe aldılar. Özellikle, 19.yüzyıldan itibaren Batılı devletlerin yapmış olduğu kültürel ve dini propaganda sayesinde Türkçe konuşan ve Ermeni Kilisesine bağlı oldukları için sırf dini kimlikleri dolayısıyla Ermeni millet olarak tanınan bu insanlar , gerçek kökenlerini unutup Ermeniler arasında zamanla asimile oldular.
1914 senesinde imparatorluk sınırları içindeki Ermenilerin nüfusu (Suriye, Halep, Zor, Kudüs ve Lübnan dahil) 1.161.169 olarak hesaplanmaktadır. Bu rakam genel nüfusun (18.520.016) % 6,26’sını oluşturmaktaydı.
5. Ermeni Katolikler
Osmanlı Ermenilerinin devlet nezdindeki itibarlı durumu, başta Fransa olmak üzere Avrupalı devletlerin dikkatini çekmişti. Onları kendi çıkarları için kullanmak isteyen Fransa ve Papalık’ın , 1630 yılından itibaren Ermeniler üzerinde Katolik propagandası yoğunluk kazandı. Bu süreçte Katoliklik yayılabilmişse de Ermeniler açıkça katolik olduklarını 1811 yılında ilan ettiler. Ermeni Patriğinin bundan rahatsızlık duyması üzerine 1828 yılında İstanbul’daki Katolik Ermeniler İç Anadolu’ya sürüldüler. Fransa’nın baskısı sonucu Sultan II Mahmut 6 Ocak 1830 fermanı ile sürgüne gönderilmişleri affetti. 1914 senesinde Osmanlı sınırları dahilinde kendini Katolik Ermeni olarak tanımlıyanlar 67.838 idi.
6. Protestanlar
Protestanlık başta İngilizler olmak üzere Protestan devletlerin hakimiyetlerini yayma vasıtalarından biri haline gelmiştir. İngilizlerin çalışmaları, Amerikan ve Alman mektepleri ve misyonerlerinin gayretleri ile Anadolu’ya yayılmaya çalışılan Protestanlık Müslümanlar arasında rağbet görmemekle birlikte özellikle Ermeniler arasında yayılmıştı.
1914 senesinde Osmanlı sınırları içinde 65.844 Protestan oluşmuştu.
7. Latinler
Latin Kilisesine bağlı olan cemaat, 1914’de en kalabalık Beyrut olmak üzere sırasıyla İstanbul, İzmir, Halep vilayetlerinde bulunuyordu. Toplam nüfusları 24.845’e ulaşmaktaydı.
C. Hiristiyan Balkan Milletleri
1. Bulgarlar
453 yılında Batı Hun hükümdarı Atilla’nın ölümü üzerine oğlu İrnek’e bağlı bir grup Hun, Macaristan’dan ayrılarak doğuya gitmişlerdi. Burada Orta Asya’dan gelmiş Ogurlar ile karıştılar. Bu karışımdan Bulgarlar (Bulgar Türkleri) çıktı. Bulgar Türklerinin Hıristiyanlaşarak Slavlaştıkları gibi genel bir kanaat vardır. Hükümdarlarının 864 yılında Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Bulgarlar Hıristiyan oldular. Bu olay Bizans vasıtasıyla gerçekleşse de Bizans’tan bağımsız Ohri ve Tırnova patriklikleri doğmuştu. Bunlar daha sonra bağımsızlıklarını kaybettiler.
Bulgarlar Ortodoks olarak kabul edilseler bile 18.yüzyıl başlarında Edirne ve Filibe çevresinde yaşayan Bulgarların mezhepleri Rum Kilisesinden farklılık gösteriyordu. Bu nedenle ‘’Pavlisyan’’ olarak adlandırılıyorlardı. Ayni zamanda Bulgarlari Ruslar tarafından Don nehri boylarından sürülmüş kimseler olarak biliniyorlardı ve bir çoğu yeni Hıristiyanlığa geçmişlerdi.
Bulgarlar, İstanbul Rum Patrikliğinden ayrılma ve kendi kiliselerini canlandırma teşebbüslerinden geri durmamışlardı. Buna karşın Patrikliğin bütün önlem ve baskılarına rağmen 1870 yılında padişah bağımsız Bulgar kilisesinin kuruluşuna izin verdi.
Bulgaristan 93 Harbi yenilgisinden sonra 1878 ‘de Osmanlı’dan koparak prenslik statüsü kazandı. 1908‘de II. Meşrutiyetin ilanından sonra bağımsızlığını ilan etti. Tanzimatın getirdiği yeni sistem Bulgar köylüleri ile büyük toprak sahibi Müslüman ayan ve arazi sahiplerini karşı karşıya getirdi. 1839 ve 1850 de çıkan karışıklılar 1875–76’da büyük bir isyana dönüşmüştü. Ayrıca Rusya’nın Bulgaristan üzerinden Akdeniz’e inme çabası, buna karşın İngilizlerin bunu engellemek için kendi kontrollerinde bağımsız bir Bulgaristan kurdurma politikaları bu gelişmelerin yönünü tayin etti.
Bulgaristan’ın bağımsızlığı nedeniyle, Bulgar nüfusun çoğunluğu artık sınırlar dışında kalmışsa da 1914 yılında sınır içinde 14.098 Bulgar yaşamaktaydı.
2. Sırplar
Sırp krallığı, 1189 yılında III. Haçli Seferi sırasında Bizanstan bağımsızlığını kazanmayı başarmıştı. Sırp milli kimliğinin mimari olan Sırp Kilisesi ise 1219 yılında İstanbul Patrikliğinden ayrıldı.
Sırbistan 1389’da Kosova yenilgisi ile Osmanlı hakimiyetine girdi. 1522 yılında Belgrad’ın Kanuni tarafından fethini takiben Osmanlı vilayeti oldu. Fatih tarafından 1459’da kapatılan Sırp Kilisesi 1557 senesinde Sokullu Mehmet Paşa tarafından tekrar açıldı ve Rum Patrikhanesinden bağımsız oldu. 1766 senesinde III. Mustafa tarafından kapatılıncaya kadar bağımsız kaldı.
Balkanlardaki milliyetçilik akımı ilk etkisini Sırbistan’da göstermişti. 1804 ‘de isyan ve başkaldırı ile başlayan bağımsızlık talepleri 1878 Berlin Antlaşması ile Osmanlı’dan kopmayı getirdi.İsyanlar ve bağımsızlık sürecindeki gerilimler ve Balkan Harbi sırasında Müslümanlara karşı olan acımasızlıklar nedebiyle 1914’de Osmanlı sınırları içinde hiç Sırplı kalmamıştı.
3. Ulahlar ve Romenler
Osmanlılar Eflak ve Boğdan halkını (Rumenler) genel olarak ‘’Ulah’’ olarak adlandırıyordu.
Ulahların kökenleri, BalkanYarımada’sının her tarafına, özellikle Trakya, Makedonya, Teselya dağılmış halde yaşayan Romalaştırılmış çobanlara dayandırılır. Balkanlarda Ulah nüfusunun alt kimliğinin Trakyalılık olduğu kabul edilir.
Ulahlar 5.yüzyıldan itibaren Slavların Balkanlarda görülmesiyle köklü değişikliklerden geçtiler. 10. yüzyılda etnik bir grup olarak belgelerde geçerler. 11. yüzyıldan itibaren Bulgarlar ve Kumanlarla birlikte Bizans’a karşı isyan ve savaşlarda isimleri geçer.Daha sonra Eflak ve Boğdan bölgesine çekilerek burada Kumanlarla karıştılar ve Romen halkını oluşturdular. Bu gelişmeyi bazı Rumen tarihçileri Romen–Türk sentezi olarak tanımlarlar.
1373’de Osmanlılar ile dostluk antlaşması imzalıyan Eflaklılar 1391’de Osmanlı’ya tabi olup vergi vermeye başladılar. Eflak ve Boğdan’ın 15.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı hakimiyetini kesin tanıdıklarını biliyoruz.
Osmanlılar, Eflak ve Boğdan’ı yerli boyarlar ile yönetirken, 1711 Prut savaşında boyarların Ruslarla işbirliği yeni dönemin başlangıcı oldu. 1711’den sonra Boğdan’a, 1715’den sonra Eflak’a, Fenerli Rum ailelerden voyvodalar atanmaya başlandı. 1821 yılında Eflak’ta çıkan isyanı takiben yerli halktan voyvoda tayin edildi. Bu süreç 1828’de Rus işgali ile son buldu. Ruslarla 1829’da yapılan Edirne Anlaşması ile Eflak ve Boğdan’ın özerkliği gelirken, asıl bağımsızlık süreci 1862’de Kırım Harbi sonrası noktalanmıştır. Romen Kilisesi 1865’de İstanbul Patrikhanesinden bağımsızlığını almıştır.
1914 senesinde Osmanlı sınırları içindeki Ulah sayısı sadece 82 dir.
Ç. Rusya Göçmenleri
Kozaklar
Kozaklar, Rus Ortodoks inancındadırlar. 1737‘deki ayaklanmadan sonra inançlarına uygun yaşabilmek ve sakal bırakabilmek için Rusya’dan göç etmişlerdir. Erdek, Bandırma, Büyükçekmece ve Akşehir ilçeleri dahilinde Kozakların sayısı 1914’de 1006 dır.
D. Ortadoğu Kiliseleri
1. Süryaniler
Monofizit inançları benimsemiş olan Süryaniler, 451 senesinde Kadıköy Konsülü’nce bu inançları nedeniyle lanetlenmişti. Bu tarihten itibaren Romalılarca sürekli baslı altında olan Süryaniler, ancak Suriye’nin Osmanlı egemenliğine girmesiyle rahatladılar.
Roma yönetiminin baskıları nedeniyle, eski dini merkezleri olan Antakya’dan değişik yerlere taşınan Süryaniler 1293 senesinden 1921 senesine kadar Mardin yakınlarındaki Deyrizzaferan Manastırını, dini merkez yaptılar. 1921 yılında cemiyetin büyük kısmı Suriye’de olduğu için dini merkezlerini Suriye’ye taşıdılar.
18. yüzyılda Süryaniler arasında az da olsa Katoliklik ve daha sonra Protestanlık yayıldı. Eski Süryanileri ayırmak için onlara ‘’Suryani–i Kadim’’ adı verildi. İstanbul Ermeni Patrikliğinin teşkilinden itibaren Ermeni patriklerine bağlanmış olan Süryanilere 1882’de ayrı bir ‘’Millet statüsü’’ verildi. 1914 senesinde Kadim Suryanilerin sayısı 4.133 dür. Sadece Süryani olarak tanımlanan cemaatin sayısı 54.750 dir.
2. Nasturiler ve Keldaniler
İstanbul patriği Nestorius’un izinden gidenlerin 5.yüzyılda oluşturduğu cemaat Nesturi adıyla anılır. Nestorious, Hz. Meryem’I Tanrının değil, sadece İsa’nın annesi sayıyordu. İskenderiye patriği Cyril, Efes Konsili aracılığı ile Nestorius’u afaroz etti. Nestorius, Khalkedon (451) Konsülüne karşı çıktığı için sürgüne gönderildi ve öğretisi Doğu’da İran’da yayıldı.
Osmanlı döneminde Nesturi patriği Hakkari’ye 20 km uzaklıktaki Konak’ta yaşamaktaydı. Nesturiler, I.Dünya Savaş’ında Osmanlı Devleti’nin düşmanları safında yer aldılar. 1915 yılının Mayıs ayında patrik tarafından Nesturilerin büyük bir kuvveti Ruslara katılmak üzere Urmiyeye gitmişlerdi. 1915 Nisan ayında Van’da başlıyan isyan yüzünden Osmanlılar zorluk yaşarken Hakkari’de Nesturiler de isyan başlatmışlardı. Savaş yüzünden nüfuslarının üçte birini kaybeden Nesturiler, daha sonra Irak’taki İngilizlere sığınmışlardır.
Keldaniler, Nesturiler gibi Doğu Suriye kiliselerindendir. Üç aşamada 1553, 1681 ve 1830 yıllarında Roma Kilisesiyle birleşmişlerdir. Mensuplarının çoğu Irak’tadır. 1914 senesinde Nesturiler 8.091, Keldaniler 13.211 rakamındaydılar.
3. Yakubiler
Bizans baskısı ile dağılmakta olan Monofizit cemaatlerin bir kısmı, kendisini gizlice patrik ilan neden Yakup Baradi’nin öğretisini takip ettiler. Urfa Piskoposu Baradai Monofizit hareketin en güçlü önderlerinden biri olmuştur. Onun 542 yılından öldüğü 578 yılına kadar olan faaliyetleriyle monofitizm Anadolu ve Ortadoğu’da yayılmıştır. Yakubiler Suriye’nin dağlık kesimlerinde yaşamaktadırlar. 1914’de sayıları 6.932 idi.
4. Maruniler
451 yılındaki Khalkedon Konsili’nin katılmakla beraber Bizans Kilisesi ayinini kabul etmeyen bazı Hıristiyanlar, Lübnan’daki Aziz Marun Manastırı’nın başrahibini ruhani lider kabul ettiler. Papalıkla iyi ilişkileri olan Marunilerin 1914’deki sayıları 47.046’dır.
IV. Yahudi ve Samiriler
A. Yahudiler
14. yüzyıldan kalma kayıtlarda, Yahudilerin Fransa, Macaristan, Almanya ve İspanya’dan Osmanlı Balkanlarına göç ettiklerinden söz edilmektedir. Osmanlı’daki bu eski Yahudi topluluğunu Rumca ve Slavca konuşanların yanında Türkçe konuşan Karaitler oluşturuyordu.
Osmanlı 1492’de İspanyol baskısından kaçan Yahudileri İstanbul, Selanik ve diğer Balkan kentlerine yerleştirdi. Onların Portekiz Yahudileri izledi. Yahudilik üç kola ayrılmıştır. İspanyol kökenli Seferadik, Polonya kökenli Ashkenazic ve Türkçe konuşan Karait.
16. yüzyılda Selanik şehrindeki nüfusun yarısından çoğunu İspanyol Yahudileri teşkil ediyordu ve sayıları 2.500–3.000 hane kadardı. 17. yüzyıl başında İstanbul Yahudi nüfusunun 1.200 hanelik kısmını eskiler, 970 hanelik kısmını Seferad Yahudileri oluşturmaktaydı. Zaman içinde Seferaddilerin baskın nüfusu sebebiyle Karait ve Akenaz’ların dışındakiler Sefaraddi topluluğu içinde eridiler.
16. ve 17. yüzyıllarda Balkanlardaki Yahudilerin Osmanlı sınırları içindeki yayılmaları ve göçleri devam etti. Selanik’teki yün ticaretinin gerilemesi sebebiyle Adriyatik adalarına ve İzmir’e yahudi göçleri meydana geldi. 19. Yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl başlarında Romanya ve Rusya’dan göçler yaşanmıştır. Bunların bir çoğu Filistin’e yerleşme ve buradaki nüfus çoğunluğunu ele geçirme girişimleri çerçevesindeydi. Ancak kısa zamanda içinde durumun farkına varan Osmanlı yönetimi bu göçleri kontrol altına aldı. 1878 sonrası Prenslik olan Bulgaristan’da ve 1913 Balkan Harbinin ardından Yunan idaresinde yaşamak istemeyen çok sayıda Yahudi Selanik’ten ve adalardan Türkiye’ye göç etmiştir.
1914 yılında Osmanlı sınırları içinde yaşayan Yahudilerin toplam sayısı 187.000 kadardı. Belli başlı vilayet ve sancaklar; İstanbul, Aydın (İzmir dahil), Beyrut, Hüdavendigar (Bursa), Çanakkale, Kudüs, Suriye, Başkale vs.
B. Samiriler
İbraniler M.Ö 1200’lerde çölden gelerek Kenan ülkesi denen Filistin’i işgal etmişlerdi. İbranilerin Filistin hakimiyetleri M.Ö 10. yüzyılda en güçlü dönemlerini yaşamıştı. Ancak İbrani siyasi gücü 922’den sonra parçalanmış, biri Kuzeyde ‘’İsrail’’, (Başkent Samiriye) diğeri güneyde ‘’Yahuda’’ adıyla (Başkenti Kudüs) iki ayrı kırallığa ayrılmışlardı.
İsrail devlerti M.Ö 722’de Asurlular tarafından ortadan kaldırıldı ve ileri gelenleri sürgüne gönderildi. Sürgüne gönderilenlerin zamanla benliklerini yitirerek Ortadoğu halkları arasında eridiklerine inanılır. Sürgüne gönderilmeyen Samiri halkı, eğitimli kesimden yoksun kalmıştı. Bu nedenle Samiriler arasında Yahudilik basit bir köylü dini düzeyinde varlığını devam ettirdi. Bunlara ‘’Samiri ‘’ adı verilmiştir.
Güneydeki Yahuda Kırallığı da M.Ö 587’de Samirilerin başına gelenleri yaşadı. Yahuda Kırallığı Babil Kıralı Nabukadnezar tarafından ortadan kaldırıldı ve halkı Babil’e sürüldü. Yahudilerin bu ikinci sürgünlerinde Samiriler yerlerinde kaldılar.
Samiriler Tevrat’a inanır ama İbraniler tarafından kendilerinden sayılmaz, Yahudi olarak kabul edilmezler. 1914 senesinde Nablus sancağında 164 kişilik bir Samiri nüfusu yaşıyordu.
NÜFUS
Osmanli Devleti’nin gücünün doruğunda olduğu dönemde (1600 başları) ülkenin nüfus yoğunluğu, Avrupa’daki belli başlı devletler ile kıyasladığında, düşük olduğunu görüyoruz. 1600 yılında mil kareye düşen sayısı şöyle tahmin edilmektedir.
İtalya 97 – Fransa 86 – Felemenk 112 – İngiltere 56 – Avrupa Türkiyesi 41 – Asya Türkiyesi ( Trakya hariç hemen hemen bu günkü Türkiye) 20
19. yüzyılın ilk dönemindeki Osmanlı Nüfusu için tahminler şöyledir.
1804 Yılı
· Avrupa : 18 milyon
· Asya : 9 milyon
· Afrika : 2.5 milyon
· Toplam : 29.5 milyon
1807 Yılı
· Avrupa : 11 milyon
· Asya : 12.3 milyon
· Afrika : 3.2 milyon
· Toplam : 26.5 milyon
1822 Yılı
· Avrupa : 9.5 milyon
· Asya : 11,1 milyon
· Afrika : 3.5 milyon
· Toplam : 24,1 milyon
Bunların dışında Osmanlı’nın 1831 (modern anlamda ilk nüfus sayımı) , 1844, 1881 , 1905 / 06 sayımları vardır.
1914 Nüfusunun kaynağı, 1905/06 ‘da yapılmış ve tutarlı değerlendirilen sayım sonuçları üzerine daha sonra meydana gelen ölüm, doğum, nakil gibi vukuat, nüfus istatistik uzmanları tarafından yürütülerek elde edilen 1914 senesine ait sonuçlardır.
Yayına esas olan bu istatistik, ülkenin 1914 senesi idari yasasına göre düzenlenmiştir. Hicaz, Yemen, Musul, Bağdat, Basra vilayetleriyle Cebel- İ Lübnan, Asir ve Medine–i Münevvere sancaklarında nüfus sayım ve kayıt işlemleri yapılmadığından bu vilayet ve sancaklar istatistikte yer almamaktadır. Ayrıca doğu vilayetlerinin bir kısmında konargöçer olan aşiretler ile bölgenin dağlık kısımlarında yerleşik olan Kürtler ile Hakkari Sancağı dahilinde aşiret halinde yaşıyan bir kısım Nesturiler kayıtlarda olmadığından istatistik dışı kalmışlardır. Bu durumda olan nüfusun daha çok Van (Van, Hakkari), Bitlis (Bitlis, Muş, Siirt, Bingöl), Diyarbakir (Diyarbakır, Mardin, Siverek , Maden) ve Mamuratülaziz (Elazığ, Malatya, Tunceli) vilayetleri dahilinde olmaları gözönüne alınarak bu vilayetlerde sayım dışı kalan nüfusun miktarı aşağıdaki gibi tahmin olunmuştur.
Müslümanlar:
Van 122.730 + Bitlis 92.999 + Elazığ 107.644 + Diyarbakır 196.840
Nesturiler:
Van 33.909
Diğer :
Van 2.122
1914 senesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında (Rumeli, Anadolu, Suriye, Beyrut, Filistin ve Zor sancağı) yaşayan Etnik / Dini Grupların toplam Nüfus sayıları aşağıdaki gibidir:
İslam 15.044.846 + Rum 1.729.738 + Ermeni 1.161.169 + Musevi 187.073 + Rum Katolik 62.468 + Ermeni Katolik 67.838 + Protestan 65.844 + Latin 24.845 + Suryani 54.850 + Süryani-i Kadim 4.133 + Keldani 13.211 + Yakubi 6.932 + Maruni 47.406 + Samiri 164 + Nesturi 8.091 + Yezidi 6.957 + Kıpti 11.169 + Dürzi 7.385 + Kazak 1006 + Bulgar 14.908 + Sırp 1 + Ulah 82 Toplam : 18.520.016
Vilayetlerin Nüfus Listesi:
Osmanli İdari Taksimatına gore ülke, başlarında valilerin bulunduğu vilayetlere ayrılmaktaydı. Vilayetler sancaklara (liva), sancaklar da kazalara bölünmüştür. Doğrudan merkeze bağlı sancaklar da vardı.
1905 / 06 sayım ve kayıt sistemi kapsamında bulunan ve günümüz Türkiye sınırları dahilindeki bölgeler ile Suriye, Beyrut, ve Filistin de 18 vilayet bulunmaktaydı. (18 de müstakil sancak vardır)
Vilayetler (sancakları ile birlikte):
Adana (Adana Merkez, Kozan, Cebel-i Bereket, Mersin), Ankara (Ankara Merkez, Çorum, Kırşehir Yozgat), Aydın (İzmir Merkez, Manisa, Aydın, Denizli), Beyrut (Beyrut Merkez, Trablusşam, Akka, Lazkiye, Nablus), Bitlis (Bitlis Merkez, Siirt, Genç(Bingöl), Muş), Diyarbekir (Diyarbakır Merkez, Mardin, Siverek, Maden), Edirne (Edirne Merkez, Kırkilise, Tekfurdağı, Gelibolu) , Erzurum (Erzurum Merkez, Erzincan, Beyazıt), Halep (Halep Merkez, Ayıntap (Antep)), Hüdavendigar (Bursa Merkez, Ertuğrul (Bilecik), İstanbul ( İstanbul şehri ) , Kastamonu (Kastamonu Merkez, Kengıri ( Çankırı), Sinop), Konya (Konya Merkez, Burdur, Isparta), Mamuratülaziz (Elazığ) (Elazığ Merkez, Malatya, Dersim ( Tunceli)), Sivas (Sivas Merkez, Amasya, Tokat, Karahisar-I Şarki), Suriye (Şam Merkez, Havran, Kerek, Hama) , Trabzon (Trabzon Merkez, Lazistan, Gümüşhane), Van (Van Merkez, Hakkari)
Doğrudan Merkeze Bağlı Sancaklar:
Antalya, Bolu, Canik ( Samsun), Çatalca, Eskişehir, İçel, İzmit, Kala-ı Sultaniye (Çanakkale) , Karahisar ( Afyan), Karasi ( Balıkesir), Kayseri, Kudüs-i Şerif, Kütahya, Maraş, Menteşe, Niğde, Urfa, Zor
Kitap, 1914 senesindeki vilayet, sancak ve kazaların nüfusunu ayrı ayrı vermektedir. Bu durum aşağıdaki tablolarda görülmektedir. Tablolarda Rum ve Ermenilerin çoğunluk oldukları yerleşim yerleri özel olarak işaretlenmiştir.
OSMANLININ NÜFUS YAPISI (1914)