KİTABIN ADI : Matematiğin Aydınlık Dünyası
YAZARI : Sinan SERTÖZ
1. Çünkü sevmenin yolu, her şeyde olduğu gibi, burada da anlamaktan geçer. Ancak anlayabildiğimiz şeyleri severiz.
2. Doğanın hiçbir yerinde, hiçbir yaratık, hiçbir şeyi ezberlemez.
3. Galileo “İnsana bu mükemmel beyni veren tanrının, insanın bu beyni kullanmasını istemediğine inanmıyorum.” Derken, işte doğanın sırlarında saklı olan bu güzelliklere ulaşma heyecanını dile getiriyordu.
4. Sayı sistemi oluşmaya başladığında insanlar çok uzun bir süre sadece 1 ve 2’ yi bildiler. Gerçekten de 1 ve 2’nin diğer sayılar farklı bir yeri ve önemi olduğunu görüyoruz. Belki de en ilginç örnek Sümer tarihinden geliyor. Sümercede 1 ve 2 ile “kadın” ve “erkek” aynı sembollerle gösteriliyor. Hatta 1 ve 2’nin “ben” ve “sen” demek olduğu toplumlar da var. Üç sayısı ise 1 ve 2’den çok sonra bulunuyor ve önemli bir çokluk belirttiği için kelimenin anlamı tamamen değişiyor. En güzel örneği de eski Çin İdeogramlarında. Anlamı “erkek” olan şekilden üç tane olunca anlam “herkes”, “ağaç” anlamındaki şekilden üç tane varsa anlam “orman”, “kadın” demek olan İdeogramdan üç tane olduğu zaman da anlam “dedikodu” olarak değişiyor. Eski Mısır hiyerogliflerinde “cennet” anlamına gelen sürahiden üç tane olduğu zaman anlam “sel” olarak değişiyor. “Dalga” anlamına gelen şekilden üç tane olursa “su” anlamına geliyor. “Bitki” demek olar işaretten üç tane olursa da anlam “bitkiler” oluyor.
5. Sıfırın bulunması ise çok daha sonra oluyor. Yani insanlar yüzyıllarca sıfırsız yaşıyor. Sıfırı ilk bulanın Hintliler olduğu, bu kavramın oradan Araplara ve sonra da Avrupa’ya yayıldığı düşünülüyor. Sıfırı hesap yapmak için ilk kullanan kişiyse 800 yıllarında El Harizmi. Sıfırın insanlık kültürüne katılmasının yazının icadından ancak 4800 yıl sonraya rastlayabildiğine dikkat etmek gerekir!
6. Dünyaya nasıl baktığımız, gördüğümüz şeylerin bize neler düşündürdüğünü tamamen daha önce ne öğrendiğimize bağlıdır.
7. İddiaya göre ideal insanın ölçüleri şöyle olmalıymış: Boy uzunluğunun göbekten ayak uçlarına olan uzunluğa oranı, göbekten ayak uçlarına olan uzunluğun göbekten başucuna olan uzunluğa olan oranına eşit.
8. Matematik tanrının doğanın içine bıraktığı ipuçlarıdır.
9. Carl Friedrich Gauss. Tartışmasız en iyi matematikçi. Belki ikinci en iyi matematikçi kimdir diye bir tartışma çıkabilir ama en iyisi için hiçbir tartışma yok. “Matematik bilimlerin kraliçesidir” sözünü söylediği için kendisine “Matematiğin Kralı” denen Carl Friedrich Gauss. Ekim 1795 yılında Göttingen Üniversitesi’ne kaydolduğu zaman “Matematikçi mi olayım, Edebiyatçı mı olayım?” diye düşünüyordu ve bu kararsızlığı altı ay kadar sürdü. Matematik ve Edebiyat dünyaları nefeslerini tuttular! Sonunda 30 Mart 1796 tarihinde bir defter açtı, “Bugün eşkenar bir onyedigenin cetvel ve pergelle nasıl çizileceğini buldum” dedi. Bu aynı zamanda onun matematikçi olmaya karar verişi de oldu. Bu problem ikibin yıldır açık olan bir problemdi... Carl Friedrich Gauss bu hatıra defterini, matematiksel hatıra defterini, ölünceye kadar kullandı. Bu defter ancak o öldükten 43 yıl sonra ortaya çıktı ve içinde 149 tane, basılmamış, küçük küçük çok önemli teorem bulundu. Bütün hayatı boyunca “öz ama olgun” ilkesiyle hareket etti ve çok az yayın yaptı, ama her yaptığı yayın, her bulduğu buluş tam, olgun ve mükemmeldi. Çalışmalarını sade bir odada gerçekleştirdi; çıplak bir masa, mobilyasız bir oda ve ancak yetmişinci doğum yıldönümünde arkadaşları ve gençler tarafından ikna edilebildi ki odasına bir koltuk konabilir, yorulduğu zaman bir koltukta dinlenebilir. O diğer insanların rağbet ettikleri küçük rahatlıkları değil, sayılar ve matematik dünyasının içindeki sırların verdiği rahatlıklara, huzurlara doğru koştu.
10. En büyük matematikçi olarak tarihe geçmek herkese nasip değil. Ama yine de matematik bilerek yaşamaktan çeşitli yararlar umabiliriz.
11. Dünyada adalet varsa bunun da doğru olması gerekir!
12. Matematik çok zevkli, çok eğlenceli, insan hayatına çok şey katan bir konu. Ne gibi çok şey katıyor? Birincisi; bir kere, disiplin getiriyor. Problem çözmek deyince akla yanlızca matematik problemi çözmek, fizik problemi çözmek gelmemeli. Yani sabah kalkıyorsunuz problemle karşılaşıyorsunuz. Nasıl bir problem? Bir sürü işyapılacak: yumurta pişecek, süt ısıtılacak, küçük giydirilecek, siz bu arada giyineceksiniz, eşyalarınızı toplayacaksınız, anahtarınızı unutmamanız lazım. Bir sürü şeyi bir anda yapmanız lazım. Çok kısa bir zaman dilimi içinde işte bunları doğru sıralamanız lazım. “Hangisini önce yapmalı, o olurken o aradaki vakti nasıl değerlendirmeli?” bile bir disiplin gerektiriyor, bir düşünme gerektiriyor. Bu disiplini matematik eğitimi kendi verdiği yöntemlerle size sağlıyor. O yöntemleri siz hayatınızın her adımında kullanmaya başlıyorsunuz. Öncelikle problemi anlamanız lazım. Problem ne? Bu problemi çözümü için ne gibi veriler gerekli? Bu verilerin içinde gereksiz, problem çözümünü etkilemeyecek veriler de var mı? Bunları ayıklamak lazım ve doğru sonuca erişebilmek için her adımı sonunda bir önceki adımdaki çözümünüz doğrumu diye kontrol ediyorsunuz. Yoksa sonuçta istediğiniz noktaya varamadıysanız en başa dönmeniz lazım.
13. İstanbul’da Mimar Sinan’ın türbesini ararken yolda birisini çevirip: “Sinan nerde?” diye sorduk. O da bize gösterdi! Ölümünden 400 yıl sonra bir insanı önadıyla anıyorsunuz ve hala insanlar onu tanıyorlar. Ölümünüzden 400 yıl sonra önadınızla anılabilmek herhalde ölümsüzlüğün tanımı olsa gerek. Ama Ölümsüzlük de boş yere hak edilmiyor; önemli bir iş becermeniz gerekiyor.
14. Osmanlıların teknik alanlarda geri kaldıklarının farkına varması 1683 senesindeki Viyana bozgunundan sonradır. Ancak o zaman akılları başlarına geliyor. Bunun üzerine matematiği tekrar medreseye koyduran kişi 1718 yılında sadrazam olan Damat İbrahim Paşa’dır. Batıda ilim başını almış gidiyor. Fevkalade büyük gelişme gösteriyor. Rönesansın devleri bütün sahayı kaplamış vaziyette. Osmanlı imparatorluğu’nda bunlarla boy ölçüşecek bir adam mevcut değil. Batıda Newton var, Leibniz var, daha sonraları Gauss var. Bu kadar büyük matematikçiler var, mekanikçiler var. Fakat Osmanlılarda yok. Ancak bunları kopya eden, bunların yazdıklarını anlayabilecek insanlar çıkıyor. Kendisi bir şey üretemiyor. Bilim ancak bir şey üretmekle mümkündür. Yoksa başkasının yaptığını ezberlemekle mümkün değil.
15. Piri Reis’in haritası 1520’lerde yapılmış. 250 sene sonra, yani 1770 senesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda vezirler Rusların Baltık filosunun Akdeniz’e geçemeyeceği kanaatindeler. Cebelitarık’tan haberleri yok. Fransız elçisi ihtar etmiş: “Rusların Baltık filosu gelecek. Osmanlı İmparatorluğu’nun filosuyla çarpışacak ve perişan edecek. Onun için tedbir alın” demiş. “Hayır efendim, geçecek yer yoktur. Nasıl gelsin?” demişler. Yani 250 sene farklı olmasına rağmen Piri Reis’ten çok çok geride kalmışlar. Sebebi de fen bilimlerine önem vermemeleri. Bu tabii çok büyük bir hata olmuş. Eğer Osmanlılar Rönesans’a ayak uydurarak beraber yürüselerdi çok çok ilerlemiş olacaklardı. Memleketimiz de çok ileri gitmiş olacaktı. Ve İmparatorluk da böyle dağılmayacaktı belki.
16. Kepler o zamanlar müneccimlikle eşdeğer sayılan astronomi konusunda üniversitede bir iş buldu. Hatta işinin şartlarından biri de her sene müneccimlik üzerine en az bir makale yazmasıydı. Bu şarta rağmen o işi kabul etti. Ve matematik bilgisini yıldızlar ve gezegenler üzerinde kullanmaya karar verdi. Bu çalışmalar onu zamanın en büyük gözlemcisi Tycho Brahe ile tanışmaya kadar götürdü. Tycho Brahe yüzlerce yıldızı gözetlemiş, bunların kayıtlarını tutmuş, fakak bu kayıtlar arasından bir türlü doğanın sırlarını çekememiş ünlü bir astronomdu. Kepler ise gökyüzünü kolay kolay gözlemleyemeyecek, doğdu dürüst teleskop kullanamayacak bir fiziki yapıda olan, fakat kafasıyla doğanın içine girme yeteneğine sahip bir insandı. Bu iki insan birbirini bulunca aralarında gergin bir yakınlaşma başladı. Brahe o sıralar Prag’da kraliyet matematikçisi olarak çalışıyordu. Kepler’i beraber çalışmak üzere yanına çağırdı. Fakat bu beraberlik fazla sürmedi, çünkü kısa bir süre sonra Tycho Brahe ağır bir hastalığa yakalandı. Öleceğini anlayınca Tycho Brahe, Kepler’i yanına çağırır ve elindeki yüzlerce verinin hepsini ona verir : “Ben 750 kadar yıldız ve gezegenin gözlemini yaptım. Amacım bunları 1000’e tamamlayıp bir katalog halinde yayınlamaktı. Ömrüm buna yetmeyecek. Ölmekteyim. Lütfen bunları al, tamamla. Benim adımla yayınla. Lütfen beni boş yere yaşamış duruma düşürme.” der.
17. Newton 17. yüzyılda yaşamış bir bilim adamıdır. Gökcisimlerinin birbirine çekmesi gerektiğini düşünmüş ve bunu matematiksel bir modele oturtabilmiştir. Bu işi yaparken geliştirdiği teknikler bu günde kullandığımız en etkili matematik teknikleridir. Doğal olarak böyle bir insana hayatı boyunca dahi denmiştir. O ise buna hep itiraz etmiş, elde ettiklerinin deha sayesinde değil çok çalışmak sayesinde elde ettiğini anlatmıştır. Yine kendisine dahi dendiği bir gün dayanamamış su sözleri tarihe bırakmıştır. “Biz bilim adamları kumsalda çakıl taşları arayan çocuklar gibiyizdir. Eğer ben arkadaşlarımdan biraz daha fazla, biraz daha renkli çakıl taşları toplayabildiysem bunun nedeni dizlerime kadar suya girmeye cesaret edebilmiş olmamdır.”
18. Oysa aynı Newton kendisine yöneltilen iltifatlar karşısında “Ben meslektaşlarımdan daha ilerisini görebildiysem bunun nedeni devlerin omuzlarına basıyor olmamdır,” diyebilmiştir. Burada sözünü ettiği “devler” eserlerinde ve fikirlerinde yararlandığı bilim adamları, özellikle Kepler’dir.