BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Bilinçsiz Kurduğumuz İlişkiler
 

KONU            : BİLİNÇSİZ KURDUĞUMUZ İLİŞKİLER

YAZAN           : GÜL YÜCEL



1. Aşk nedir? Neden bazı insanlara çekim duyarız diğerlerine duymayız? Bazı evlilikler çok büyük bir çekimle başladığı halde bazılarında bu neden böyle olmaz?

Geçen yüzyılın sonlarına doğru, değişik bilim dallarında bu konu üzerinde anlayışımızı, bilgimizi arttıracak çeşitli araştırmalar yapıldı. Biyologlara göre bunun arkadaşında bio-logic bir neden var, o da;

·         Türümüzün devamını en iyi şekilde devam ettirecek eşleri sezgisel olarak seçtiğimiz. Erkekler klasik anlamda güzel olan kadınlara çekim hissediyorlar; duru cilt, parlak gözler, kırmızı dudaklar, gül rengi yanaklar, parlak saçlar ve sağlıklı, sağlam kemik yapısına sahip olan. Çünkü bu özellikler kadının genç ve sağlıklı olduğunun, böylelikle kadının çocuk doğurma kapasitesinin en iyi olduğu zamanı ifade ediyor. Kadınlar da erkekleri alfa kalitesi denilen özelliklere göre seçiyorlar: diğer erkeklerin  üzerinde söz (güç) sahibi  olabilmesi ve eve avdan daha fazla pay getirebilme kabiliyeti. Sosyal psikoloji alanından da başka bir teori geldi;

 

·         Eş seçiminde değiş-tokuş teorisi. Bu teoriye göre bize eşit ya da aşağı yukarı eşit olduğunu düşündüğümüz eşleri seçeriz. Eş seçiminde, bir bilgisayar gibi hızlı bir şekilde adayların fiziksel görünümü, finansal durumu, sosyal statüsü ve kişilik özelliklerini (kibarlık, yaratıcılık, eğlenceli olması vs) tararız ve kendimize uygun olup olmadığına göre bir değer biçeriz. Yani bu çalışmaya göre, bir kadın doğurganlığının en iyi olduğu yaşı geçse bile, ya da bir erkek düşük statüde bir işte çalışıyor olsa bile, çekicilikleri, zekaları, sevgi dolu ya da şefkatli olma gibi özellikleri diğer özelliklerin üzerine geçebilir.

 

·         Üçüncü bir fikir de “kimlik” teorisi; Bu teoriye göre eşimizi, kimin öz güvenimizi arttırdığına göre seçeriz. Hepimizin diğerlerine gösterdiğimiz bir “kimliğimiz”, maskemiz vardır. Bu teoriye göre bu kişilik imajımızı arttırabilecek eşler seçeriz. Kendi kendimize sorduğumuz soru; “bu kişiyle görünmemin bana nasıl bir etkisi olacak? “

Bütün bu teoriler romantik ilişkilerin bir takim yönlerini açıklasalar bile bir aşk ilişkisindeki duygu yoğunluğunun, tutkunun açıklamasını ya da ayrılık acısının neredeyse ölümcül bir his vermesinin nedenini açıklayamamaktadır.

Romantik çekimin başka bir yani daha var ki, bu daha da şaşırtıcı, bu teorilere göre bizim kendimize uygun olarak seçebildiğimiz onlarca eş olabilmesi gerekirken, gerçek hayatta çok daha seçici olduğumuzu görüyoruz. Mesela kendi geçmişimizi düşünelim:  Yüzlerce insanla tanıştık, bu insanların bir kısmı fiziksel olarak ilgimizi çekti, değiş tokuş teorisine göre belki 50 -100 kişiyi kendimize eşdeğer gördük. Mantıken bu insanlara aşık olmamız gerekirdi! Ama çoğumuz, sadece bir kaç kişiye karşı derin çekim hissetmişizdir. Hatta bir sürü bekar insanin sürekli “hiç doğru erkek/kadın” yok dediğini duymuşuzdur.

Daha da ilginç olan, ilişkilerimize baktığımızda, seçtiğimiz eşlerin bir çok ortak noktası olduğunu fark edebiliriz, özellikle de negatif yanlarının.

Görünen o ki biz çok spesifik bir şekilde pozitif ve negatif özellikleri ayni olan bir eş arıyoruz.



(Burada üç farklı noktaya kısaca değinmek isterim:

a. Bilim, karşı cinsten birisiyle karşılaştığımızda ilk 30 saniye içinde, o insanla tensel temas kurup-kuramayacağımıza karar verdiğimizi söylüyor. Bu karar bilinç altımızda oluşuyor ve başlangıçta bunun farkına varamıyoruz.

b. Erkekler annelerinin, kızlar babalarının en belirgin özelliğini taşıyan insanları tercih ediyorlar. Anne çok iyi mantı yapıyorsa erkek, farkında olmadan mantı yapan kadına diğer adaylardan daha olumlu yaklaşıyor.

c. İlişkilerin başlangıcında, beynimizdeki eleştiri merkezi beraber olmaya başladığımız insana karşı hiçbir şekilde aktif olamıyor. Bu merkez belli bir süre (üç yıl kadar) karşı tarafın yaptığı hataları algılayamıyor. )



Bu seçiciliği daha iyi anlayabilmek için bilinçaltını ve hayatımızdaki etkisini anlamamız lazım :



Nörolog Paul Mc Lean'in modeline göre beyin üç ana tabakaya ayrılıyor;

·         İlkel beyin (reptilian brain); En içteki tabakadır. Tüm hayati fonksiyonlar (kan dolaşımı, nefes alma, uyuma, kasların kasılması, varlığını devam ettirme (koruma), üreme bu beyinin işlevindedir.

·         İlkel beynin üzerinde limbik beyin vardır, Görevi duyguları üretmektir. Bilim adamları hayvanlar üzerinde yapılan testlerde, beynin bu kısmını stimule ederek (aktif hale getirerek) anlık kızgınlık, korku gibi duyguları yaratmışlardır. Bu iki beyne “eski beyin” diyebiliriz, çünkü insan evrimindeki en eski beyindir ve bütün otomatik tepkilerimiz buradan kaynaklanır. (hardware gibi düşünebiliriz)

·         Son olarak da beynin son bölümü “cerebral cortex”dir, (neo korteks de deniyor.n.a.) diğer iki tabakayı sarar ve dört loba ayrılmıştır. Çoğu “cognitive” fonksiyonlarımız bu beyinden yönetilir ve sadece homo sapienslerde (insanlarda) bu kadar  gelişmiştir. Buna “yeni beyin” de diyebiliriz, çünkü insan evriminde nispeten yeni gelişmiştir. Bu bilinçli beyindir ve günlük hayatımızda çevremizle ilişki kuran beyindir. Bu bölüm karar verir, düşünür, gözlem yapar, cevap verir, plan yapar, öngörür ve fikirler yaratır. Bir yandan bu analitik, sorgulayan beyin bizim “kendimiz” olarak algıladığımız zihindir.



Yeni beynin aksine, eski beynin fonksiyonlarının çoğunun farkında değilizdir. Eski beynin en önemli motivasyonu hayatta kalmaktır. Bütün alarm durumlarında kendine şu soruyu sorar “Bu güvenli mi?” eski beyin bütün datalarını yeni beynin ürettiği sembollerden, resimlerden, düşüncelerden alır, çünkü dış dünyayla direk iletişimi yoktur.  Mesela Ali, Ayşe ve Fatma'yla karsılaştığında yeni beyin ayrımı kolayca fark eder oysa eski beyin sadece şunlara bakar;  bu kişi : 1. bakılacak ( annenin çocuğuna bakması gibi bize ilgi verecek) 2. bana bakacak          3. seks yapılacak 4. kaçılması gereken 5. boyun eğilmesi gereken 6. saldırılması gereken biri mi? (Buna bir tür filtre sistemi de denebilir. Her olay beynimizde farklı filtrelerden geçerek "karar" haline gelir.)



Yeni ve eski beyin sürekli bilgi değiş tokuşu içindedirler ve bilgileri yorumlarlar. Mesela bir gün evde otururken A şahsının içeri girdiğini düşünün. Yeni beyin hemen otomatik olarak bu şahsin resmini yaratır ve eski beyne gönderir. Eski beyin aldığı resmi, saklanmış diğer resimlerle kıyaslar. İlk gözlem oluşur; “bu kişi yabancı değil”.  Geçmişte bu insanla kontak kaydedilmiş. Bir milisaniye sonrasında ikinci bulgu gelir; ”bu kişiyle tehlike yaratmış bir durum yaşanmamış, bu insanla olan tüm kontaklar hayati tehlike yaratmamış” , sonra üçüncü bulgu gelir; bu insanla “hoş” anlar yasanmış. Kayıtlara göre A kişisi bize “bakan” biri . Bu bulguların sonucunda limbik sistem ilkel beyne “temiz” sinyali gönderir, ve biz kendimizi A kişisini kollarımız açarak karşılar buluruz ve yeni beyinin fonksiyonu sonucu, “halacığım hoş geldin“ deriz.  Bütün bunlar farkında olmadan saniyenin bir kısmi zamanında gerçekleşmiştir. Bilinçli zihnimize göre olan sadece, sevgili halamız içeri girmiştir. Bu arada halamızın ziyareti sırasında yeni düşünceler, duygular, resimler oluşur ve limbik sisteme, Halamız için olan bolümde saklanmak için gönderilir. Bu yeni bilgi, halamızı tekrar gördüğümüzde taranacak  bilginin içinde olacaktır.



Şimdi bir de başka bir örneğe bakalım; diyelim ki içeri giren halanız değil teyzeniz. Kollarınızı açıp onu karşılamak yerine, içinizde çok da hoşnut olmayan bir his duyuyorsunuz bu görüşmeden dolayı. Neden? Varsayalım ki siz 18 aylıkken, anneniz ikinci bebeğini doğurmak için hastaneye yattığında sizde teyzenizle bir hafta geçirdiniz. Anneniz gitmeden önce size “anne sana kardeşini getirmek için bay bay şimdi” dedi. Bu cümlede anne ve bay kelimeleri hariç diğer tüm kelimeleri bilmiyor olabilirsiniz. Ama anne ve bay bay sizde bir endişe uyandırdı! Ve ondan sonraki bir hafta içinde teyzenizle kalırken, ağladığınızda, karniniz acıktığında gelen kişi anne ya da babanız değil teyzenizdi. Her ne kadar teyzeniz size sevgi dolu davranıp, baktıysa da, siz kendinizi terk edilmiş hissettiniz. Bu temel korku teyzenizle ilişkilendirildi bilinç altınızda. Ondan sonra ne zaman onu görseniz, parfümünün kokusunu duysanız, sizde kaçma duygusu uyandırdı. Her ne kadar sonraki yıllarda teyzenizle güzel, mutlu anlarınız olsa da, hala o geldiğinde içinizde uzaklaşmak için bir duygu hissediyorsunuz.



Bu hikaye eski beyinle ilgili çok önemli bir noktayı gösteriyor; eski beynin lineer zaman anlayışı yoktur. Bugün, yarin, dün, geçmişte olmuş olan her şey şu anda oluyor gibi hissettirir. Bilinç altının bu doğası, bize bazı durumlara neden çok fazla duygusal tepkiler verdiğimizi açıklar. Mesela 35 yaşında başarılı bir kariyeri olan bir kadın olduğunuzu hayal edin. Öğlen yemeğinden sonra çok güzel duygularla kocanızı arıyorsunuz. Sekreteriyle konuşuyorsunuz ve ofiste olmadığını öğreniyorsunuz. Bir anda güzel duygularınız kayboluyor ve içinizde bir endişe hissediyorsunuz; “Nerede olabilir?” Rasyonel beyniniz bir müşteri ziyaretinde ya da öğlen yemeğinden geç gelebileceğini biliyor olsa da bir tarafınız kendini “terk edilmiş” hissediyor. Ve siz başarılı, becerikli, yetişkin bir kadın olarak kendinizi, annenizin sizi, size yabancı olan bir bakıcıya bıraktığı andaki gibi endişe içinde hissediyorsunuz.

Gelelim bütün bu bilgilerin ve örneklerin konumuzla ilişkisine, bütün bunlar romantik ilişkiyi anlamamızda ne ifade ediyor?

Yapılan araştırmalar, klinik gözlemler sonucunda eş seçimini nasıl yaptığımız konusunda yeni bir fikir daha ortaya çıktı : Biz bu kadar seçici ve spesifik olarak, bizi yetiştiren insanların dominant karakter özelliklerine sahip birini arıyoruz.

Eski beyin, sonsuz şimdide, çocukluk koşullarımızı tekrar yaratmaya çalışıyor. böylelikle çocuklukta aldığımız psikolojik ve duygusal yaraları iyileştirmek istiyor. Bu yaralardan bahsedince, aklınıza olağanüstü koşullar gelebilir; fiziksel, cinsel taciz, ya da alkolik bir baba, ebeveynlerden birinin ölmesi ya da boşanma.  Her ne kadar güvenli, ilgili, sevgi dolu bir aile ortamında büyüsekte, hala görülmeyen yaralarımız olacaktır, çünkü insan doğduğu andan itibaren bağımlı, ve complex ihtiyaçları olan bir varlıktır ve hiç bir ebeveyn bu ihtiyaçların hepsini mükemmel bir şekilde karşılamayı başaramaz.

 

2. ÇOCUKLUK YARALARI VE İLİŞKİLERDE “EVE DÖNÜŞ SENDROMU”  NEDİR, NASIL OLUR?

 

Anne karnında ve dünyaya ilk geldiği aylarda bir bebek kendi varlığını, kendisinin nerede bittiğini ve annesinin, babasının nerede başladığının, yani sınırları algılayamaz. Birlik, tamlık duygusu içindedir.  Biz yetişkinler olarak bu hissi içimizde uzak ama bizi kendine çeken bir duygu olarak yaşarız.  Bunun romantik ilişkilerle, evlilikle ilgisi nedir? Biz, bir şekilde bütün ilişkilerimize, eşimizin bu bütünlük duygusunu geri getireceğinin hayaliyle gireriz. Ve eşimizin bunu yapmayı başaramaması ilişkimizdeki mutsuzluğun ana sebeplerinden biridir. Ayni şekilde çocukken bütün ihtiyaçlarımız ebeveynlerimiz tarafından karşılandığı için, biz içsel olarak dünyanın (eşimizin) bütün ihtiyaçlarımızı karşılamasını bekleriz. Ve yine çocukluktan gelen bir hisle, onların karşılanmaması bize ölüm kalım meselesi gibi hayati bir duygu verir.



Biz çocukluğumuz boyunca farklı gelişim evrelerinden geçeriz ve bu evrelerde ebeveynlerimizin bizim değişen ihtiyaçlarımıza nasıl cevap verdiği duygusal sağlık durumumuzu belirler. Büyük ihtimalle bazı evrelerle diğerlerinden daha iyi baş edebilmişlerdir, mesela ilk öfke nöbetiniz ya da karşı cinse olan ilk merakınız gibi. Ve büyük ihtimalle ihtiyaçlarımızın büyük bölümü karşılanarak ve bir bolumu de karşılanmayarak büyümüşüzdür.

 

Ben kendim ve başkalarındaki gözlemlerimden, bu karşılanmayan ihtiyaçların farkında olmadığımızda, bütün hayatimizi yönetebileceğini düşünüyorum.

 

Peki bu karşılanmayan ihtiyaçlar tam olarak nasıl oluşuyor?

 

Mesela bir bebek 18 aylık olduğunda, nerede kendisinin bittiği ve başkalarının başladığına dair net bir fikri vardır, bu dönem “kendi başına davranma ve bağımsızlık“ güdüsü evresidir. Bu evrede dış dünyaya karşı ilgisi artmaya başlar. Bu evrede çocuk konuşabilseydi tam olarak şunu söylerdi annesine: “Şimdi kucağından inip, biraz kendi başıma dolaşacağım. Sensiz kendi başıma olmaktan biraz korkuyorum, o yüzden bir kaç dakika sonra geri geleceğim burada olduğundan emin olmak için”. Ve gerçek hayatta bunları söylemeden sadece kucaktan iner ve yandaki odaya gider, geldiğinde annesinin bıraktığı yerde olması ve onu karşılayıp, kucağına geri alması, ona “dünya güvenli bir yer, ve keşfetmesi eğlenceli” mesajını verir.

Maalesef bir sürü çocuk bu evrede sorunla karşılaşır.  Eğer bu örnekteki anne ( ya da baba) çocuğu gözünün önünde olmadığı zaman güvensizse (ki büyük ihtimalle kendi çocukluğundan geliyordur) çocuğun bağımlı olmasına ihtiyaç duyar. Yukarıdaki örnekteki gibi çocuk yan odaya gitmek istediğinde eğer anne “dışarı gitme, düşebilirsin” ya da çocuğu korkutacak başka bir şey söylerse, çocuk annesinin dizinin dibine geri dönebilir, ama bu güvenin içinde bir korku hissedecektir. Kendi başına davranma güdüsü reddedilmiştir. Ne zaman annesinin dizinin dibine dönerse, kendisini bu ilişki içinde kapana kısılmış gibi hissedecektir. Ve çocuk fark etmeden bu korku karakterinin önemli bir kısmı olur. Yetişkinlik yıllarında bu kişi kendini izole eden biri olur. Yani farkında olmadan başkalarını kendinden uzaklaştırır. İnsanları belli bir uzaklıkta tutar, “kendi geniş alanına” ihtiyaç duyar. Ve evliliklerinde “ayrı bir birey” olmak onun için en önemli ihtiyaç olacaktır.

 

Bazı çocuklarda bunun tam tersi bir ebeveyn modeliyle büyüyebilir; güvenli hissetmek için ebeveynlerine gittiklerinde çocuklarını uzaklaştıran ebeveynler gibi. Yukarıdaki örnekteki çocuk geri geldiğinde “şu an meşgulüm beni bölme” ya da “git oyuncaklarınla oyna” gibi cevap aldığında çocuk “terk edilmişlik duygusunu" yaşayacaktır. Bu çocuklar yetişkin olduklarında, yakınlık hissine ihtiyaç duyan insanlar olacaklardır. Birileriyle bir şeyleri hep beraber yapmak isteyeceklerdir. Hatta insanlar randevularına zamanında gelmediğinde bile kendilerini terk edilmiş hissedeceklerdir.

 

(Issız Adam filminde ana konu olarak aslında, bebeklikte anneye bağlanma şekilleri anlatılmak istenmiştir. Bunlar; güvenli, kaygılı, kayıtsız ve korkulu bağlanma şekilleridir. Ne yazık ki, anneler, bilinç altlarında, yaşadıkları sürece çocuklarının kendilerine bağımlı olmasını isterler.)

 

Konuyu toparlamak acısından özetlersek, bu karşılanmayan ihtiyaçlar bizim doğduğumuz zaman hissettiğimiz “bütün” benlik hissinin kaybolmasına yol acarlar. Ve bütün benliğimiz üç kısma bölünür: 

 

a. Kayıp benliğimiz: Yaşadığımız aile ve topluma uymak için bastırdığımız taraflarımız (buna çocukken bize söylenen negatif özellikler de dahildir, mesela eğer bir çocuğa annesi “sen şişmansın” derse, ya da “sen zeki değilsin ya da şunu yapamazsın" derse, erken yaşlarda hayatta kalmak için çocuk ebeveynlerine bağımlı olduğu için, ebeveynle çatışmaya girmeyecektir ve kendisinde bu yönleri bastıracaktır. Ve yetişkinlikte bilinçli beyin için sanki bu özellikler bizde yok gibi hissettirecektir. (Mesela kilo verememek gibi. Aslında bilinçaltı zayıf olmanın güvenli olmadığı mesajını taşıyordur) Ama aslında bu özelliklere hala sahibizdir, bazı şeyler toplumsal, kültürel yapıdan gelebilir. Mesela "iyi kızlar şunları yapmazlar" gibi)

 

(Ülkemizde çocuklar her olumlu ifadeye karşılık 14 olumsuz mesaj almaktalar. 8 yaşına gelen bir çocuk ortalama 150.000 olumsuz mesaj almış olarak büyümeye devam etmekte.. Böyle bir çocuktan olumlu bir yetişkinlik beklemek biraz hayal olmaz mı? )



b. Gerçek olmayan benlik: Bastırdığımız yönlerimizin boşluğunu doldurmak için ya da alamadığımız doğru ilginin yerine, yarattığımız karakter yapısıdır. İki nedeni vardır, bastırılmış yanları kamufle eder ve bizi sonraki benzer yaralanmalardan korumak içindir. Mesela bir çocuk seksüel olarak bastırılmış, mesafeli bir anne tarafından büyütülmüşse, kendine “maço erkek” kimliği geliştirebilir. Aslında içsel olarak söylediği “annemin benimle ilgilenmesi umurumda değil, ihtiyacım da yok, ben başımın çaresine bakarım” ve “seks kötü bir şeydir”. Yani kaybettiğimiz bütünlüğün acısını minimize etmek için geliştirdiğimiz bir benliktir bu. (Aynı konu kız çocukları için de, cinselliğini sürekli olarak ön plana çıkarmak şeklinde gelişecektir.)

 

c. Sahiplenilmeyen benlik: Gerçek olmayan benliğimizin onaylanmayan negatif özellikleri başkaları tarafından onaylanmadığı için biz onları inkar ederiz. Çocuğun kendini koruma mekanizması, negatif özellikleri yüzünden aynı zamanda daha fazla incinmesine yol açar, diğer çocuklar onu “uzak”, “cimri”, “şişman”  olduğu için eleştirirler (bunların onun kendini koruma mekanizması olduğunu göremezler doğal olarak) Bunun sonucunda çocuk kendini daha da eksik, ya da yeterli değil gibi hisseder yani bütünlük duygusundan iyice uzaklaşır. Ama çocuk bu gerçek olmayan benliğe tutunmak zorundadır çünkü onun en başta oluşması için bir nedeni vardır ve işe yaramıştır ama ayni zamanda, diğer taraftan red edilmek de istemez. O zaman ne yapacaktır? Kendine yapılan eleştirilere saldırmak, ya da onları inkar etmek. “Ben soğuk, uzak değilim”  “ Aksine ben güçlü ve bağımsızım” gibi.  

Bütün bu özellikler kişiliğimizi oluşturur, bizim başkalarına tasvir ettiğimiz kimliğimiz. Kayıp benliğimiz neredeyse tamamen farkındalığımızın dışındadır, sahiplenmediğimiz benliğimiz (gerçek olmayan benliğimizin negatif yanları) farkındalığımızın sınırlarında dolaşırlar ve sürekli ortaya çıkmakla bizi tehdit ederler. Onu gizli tutmak için, ya sürekli onu inkar etmemiz ya da başkalarına projekte etmemiz gerekir. “Ben mi tembelim, sensin tembel!” gibi.



(Toplumların kendilerinde olmayan özellikleri varmış gibi göstermelerinin altında bireylerin bu özelliği yatıyor olabilir. Müslüman toplumlar dünyanın en pis toplumlarıdır ama "temizlik imandan gelir" sözü de bize aittir. Ülke olarak dünyanın en kötü vergi sistemine sahibizdir ama "vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" sözü yine bize aittir. )

 

Sonuç olarak biz çeşitli merhemler sürerek yaralarımız kapatır, iyileşmelerini ümit ederiz ama bütün çabalarımıza rağmen içimizdeki boşluk duygusu kalır. Bu boşluk duygusunu, yemek, içmek, çeşitli aktiviteler gibi şeylerle doldurmaya çalışırız. Ama asil arzuladığımız TAMLIK duygusunu tekrar yaşamaktır. Bu arzuyla doğru insani bulduğumuzda bizi tamamlayacağını ve bu tamlık duygusunu tekrar yasayacağımıza inanırız. Bu insan herhangi biri değildir, bizde derin, sanki onu daha önceden tanıyormuşuz gibi bir duygu uyandıran kişidir. Bu geçmiş yaralarımızı onaracak kişidir.Ve çok da bilinçli olmayarak , biz ebeveynlerimizin (ya da bizi büyütenlerin) pozitif ve negatif özelliklerine (özellikle negatif özelliklerin daha etkili olduğunu hatırlayalım) sahip ve  bizim bastırılmış taraflarımızı telafi edecek (analitik düşünen bir adamın duygusal bir kadın bulması gibi, zıt eşlerin bir araya gelmesi) bir ideal eş imajı oluştururuz. Ve bu özelliklere sahip eşler seçeriz. Bu şekilde çocukluk koşullarımızı yaratarak çocukluk yaralarımızı onarmaya çalışırız. Buna, psikolojide, eve dönüş sendromu denir. Bitmemiş bir işi bitirmeye çalışır gibiyizdir.

 

3. AŞKIN TANIMI

 

Farz edelim Ali ve Ayşe, ilişkilerinin başında, aşık bir çift. Ali’nin Ayşe’ye aşkını psikolojik terimlerle tanımlasaydık, bunlar:  İnkar, Transfer ve Projeksiyon olurdu, baksa bir deyişle, Ali Ayşe'ye “aşık oldu” çünkü ;

a. Kendini yetiştiren ebeveyne (anne olabilir mesela) olan duygularını Ayşe'ye transfer etti (yukarıda bahsettiğimiz karakter benzerliklerinden ötürü, kendisini yetiştiren ebeveynlerin özelliklerini taşıyan Ayşe'yi buldu)  

b. Kendisinde bastırdığı bir takım duyguları, Ayşe'de bulduğu için (projeksiyon). Mesela Ayşe'nin öfkesini ifade etmesi, onu kendi bastırdığı öfke duygusuyla ilişki kurmasını sağlayabilir 

c. Ayşe'nin kendisine verdiği acıyı inkar etmesi. Belli bir oranda hepimiz inkarı bir baş etme aracı olarak kullanırız. Bizim için zor ya da acı veren bir olayda, deneyimde, gerçeği görmezden gelmeyi ve yerine bir fantezi yaratmayı tercih ederiz. 

Yani sonuç olarak Ali Ayşe'ye aşık olduğunu düşünüyor ama gerçekte aşık olduğu Ayşe olduğunu düşündüğü (Ali'nin kendinin yarattığı) bir imaj. Ben bunu daha çok şuna benzetiyorum; Sanki elimizde bir ideal eş resmi var onunla geziyoruz ve bir şekilde bu resmi aşık olduğumuz kişinin üzerine yapıştırıyoruz. Ve sonra zamanla bu resmin altından, yanından yöresinden altındaki kişi görünmeye başladığında şaşırıyoruz, hayal kırıklığı yasıyoruz. Neden?



4. GÜÇ SAVAŞI



Aşkın büyüsünden yavaş yavaş çıkmaya başladığımızda, eşler arasında güç mücadelesi başlar. (Bu süre bazı bilim adamlarına göre üç, bazılarına göre de beş yıldır. Türkiye'deki boşanmaların %43 ü ilk beş yılda, %22 si ikinci beş yılda gerçekleşmekte. ) Güç mücadelesinde eşler karşılıklı olarak birbirlerinden kendi ihtiyaçlarını tatmin etmesini talep ederler.

Eşler arasında, güç savasının başlamasına neden olan üç ana çatışma nedeni vardır:

 

a. Eşler karşılıklı olarak birbirlerindeki bastırılmış duygu ve davranışları tahrik ederler. Bu da bizi daha endişe içinde, huzursuz hissettirir.

Örnekle açıklamak istersek: Analitik düşünmesi dominant olan bir adamın, duygusallığını gösteren bir kadınla olma örneğini ele alalım. İlk başta bizi bu eşlere çeken özelliklerdir bunlar, bastırılmış taraflarımızı kompanse ettikleri için. Ama ilişkinin daha sonraki evrelerinde bu erkek kadının “çok duygusal“ olmasından şikayet etmeye baslar.  Çünkü sonuçta duygusal yanını bastırmış olmasının bir nedeni vardır. Çocukluk programında, bilinç altında, duygusal olmanın güvenli olmadığı inancı vardır. Yani başta eşlerimizin bize çekici gelen zıt özellikleri sonrasında bize huzursuzluk vermeye başlar ve aynı kendimizde yaptığımız gibi onları eşlerimizde bastırmaya çalışırız.

b. Eşler ( birbirlerinin ebeveynlerinin negatif özelliklerine sahip olarak) birbirlerine çocukluk yaralarını tekrar yaşatırlar ve bu da bizde bilinçaltımızda ki ölüm korkusunu uyandırır, hayatta kalma durumumuzu tehdit altında hissederiz.  

c. Sahiplenmedikleri benlikteki negatif özelliklerini  birbirlerine project ederler. Eşlerimize bakıp onları kendimizde olmasından hoşlanmadığımız ya da inkar ettiğimiz yönlerden dolayı eleştiririz. Mesela eşimizin çok düzensiz olmasından şikayet ederiz. Evet belki biz evimizde, ofisimizde çok düzenli olabiliriz, evraklarımız eşyalarımız düzenlidir, ama mesela yaşadığımız inişli çıkışlı duygular açısından düzensiz olabiliriz, ya da çalıştığımız projede bir düzen kuramamış olabiliriz. Yani böyle durumlarda soru; hayatimizin neresinde biz duzensisizdir ve bunu inkar etmeye çalışıyoruzdur?

 

Bütün bu güç savaşları farkında olmadan yaptığımız şeylerdir. Çiftler bu durumda genelde kızgın, huzursuz, depresif, aklı karışmış ve sevilmediğini hissederler. Ve bütün bu mutsuzluklarından dolayı eşlerini suçlarlar. Bu umutsuzluk içinde eslerinin kendilerine daha fazla sevgi göstermesi için negatif taktiklerle eşlerini zorlarlar. Kendi ilgilerini eşlerinden geri çekerler, duygusal mesafe koyarlar. Ve çok eleştirici olurlar. “Neden yapmıyorsun..? Neden hep böyle yapıyorsun…? Neden hiç …..?" gibi suçlamalarla eşlerinden karşılık almayı beklerler.



Aslında bu mantıken çok ilginç bir davranıştır. Sevdiklerimizin canını acıtarak,  şikayet ederek, karşılığında onlardan bize sevgi dolu davranmalarını bekleriz! Eşlerimizin bütün ihtiyaçlarımızı bildiklerini, nerede, ne zaman, ne yapmaları gerektiğini anladıklarını ama bilerek bunu yapmadıklarını düşünürüz. Ve hayal kırıklığı ve öfke hissetmeye başlarız. Peki tam olarak ne istediğimizi konuşmak yerine neden böyle bir varsayımdan hareket ederiz ve üstelik eşlerimizi zorlayıcı, hoş olmayan davranışlarla onlardan bize vermedikleri ilgi ve sevgiyi almaya çalışırız? Burada yine eski beyinin bir rolü var. Bebekliğimizde bir rahatsızlığımız olduğunda bunu konuşarak ifade edemedik,  çoğunlukla annemiz bizim ağlamamıza fırsat vermeden bütün ihtiyaçlarımızı gidermeye çalıştı, ya da son nokta olarak rahatsızlığımızı  bağırıp, ağlayarak ifade ettik ve  bu ağlama ve bağırmalara cevap olarak annemizin hemen gelip bizi doyurduğunu, altımızı değiştirdiğini fark ettik.  Bunun sonucu olarak bilinç altımızda çok önemli iki inanç oluştu;

·         İlki biz hiç bir şey yapmadan ebeveynlerimiz bizim ihtiyaçlarımızı anlar ve giderir,

·         İkincisi bağırıp ağlamaya baslarsak biri gelip bizi kurtarır (hatta çok yaygın bir sözdür bu toplumumuzda; ağlamayan çocuğa meme verilmez!)

·         Hepimizin çok sık duyduğu gibi, bir suru eş, kadın-erkek, eşlerinin kendileriyle ilgilenmediğinden şikayet ederler. Ve içtenlikle eşlerinin bütün ihtiyaçlarını bildiklerine, ya da bilmeleri gerektiğini varsayarlar! Tıpkı çocukken tüm ihtiyaçlarının ebeveynleri tarafından karşılanması gibi.

·         (Bebeklerle ilgili bilinen en önemli bilgi;  büyükleri kullanmaya hazır bir beyinle doğduklarıdır. Bunu da elbette ağlayarak yapıyorlar. )

 

Ama biz yetişkinliğe ulaştıkça, ihtiyaçlarımızda daha kompleks hale gelir, hiç bir eş bunların hepsini efektif bir iletişim olmadan anlayamaz ve hepsini karşılayamaz. Ve ifade etmediğimiz ve karşılanmayan bu ihtiyaçlarımız bizi iyice ümitsizliğe düşürür, çünkü güdüsel olarak bilinç altında ihtiyaçlarımız karşılanmasının ölüm kalım meselesi olduğuna inanırız. Bu yüzden bu sefer rahatsızlığımızı bağırarak, ağlayarak, şikayet ederek dile getirmeye başlarız, tıpkı çocukluğumuzdaki davranışımız gibi, bu şekilde eşimiz bize cevap verecektir inancını bilinç altımızda taşırız. 

 

Sonuç olarak bütün bunların altında bütün korkulardan daha büyük bir korku yatar bilinç altında, o da; eşimiz bize ilgi ve sevgisini vermezse, yok olabiliriz, ölebiliriz. (tıpkı çocuklukta hayatta kalmamızın anne babamıza ve onların bizimle ilgilenmesine, bakmasına bağımlı olması gibi)

Peki bu durumdan nasıl çıkabiliriz? Sevgi, tutku dolu, tatmin olduğumuz ilişkiler mümkün mü? Bunun cevabi bilinçli ilişkilerdir.



5. BİLİNÇLİ İLİŞKİLER



Bilinçli ilişkileri anlamak için önce bilinçli olmanın ne olduğuna biraz bakalım. Bilinçli yaşamak bilgisayar terimleriyle konuşursak yeni bir işletim sistemine upgrade olmak gibidir ve kendi başına tamamen  bir konudur, kişisel gelişimin temeli ve kendisidir. Yukarıdaki yazıda bilinç altının duygu, düşünce ve davranışlarımızın üzerindeki  gücünden ve bunların hayatımızdaki etkisinden bahsettik biraz. Aslında bu etki düşündüğümüzden çok daha fazladır. Nöroloji biliminin yaptığı araştırmalara göre biz günlük hayatimizin % 95 inde bilinç altından yaşarız, yani bir oto pilotta gibiyizdir. Bunu ilk öğrendiğimde ben de çok şaşırmıştım! Bilinç altımızdaki inanç sistemlerimize göre alışkanlıklarımızla gün içindeki durumlara cevaplar veririz, reaksiyon veririz demek daha doğru olur aslında, çünkü yanıtlarımız otomatiktir. Daha da ilginç olan bilinç altındaki bu inanç sistemlerimizin % 80 ninin 8 yaşına geldiğimizde oluşturmuşuzdur ve 18 yasına geldiğimizde % 95 i tamamlanmıştır.

Bunu biraz daha açalım, biz inanç sistemlerimize göre dünyaya, olaylara bakış açısı geliştiririz. Bu bakış açısını bir gözlük gibi düşünebiliriz. Ve bu bakış açısına göre dünyayı görürüz, yaşadığımız olaylar, durumlar ve insanlar ile ilgili bir takım yargılara varırız ve bütün düşünce duygu ve davranışlarımızı bu bakış acısından geliştiririz.  Yani özetle: bir yetişkin olarak, olay ve durumlara bakış açımız ve bunun sonucunda hissettiklerimiz, 8 yaşına kadar hayatla ve kendimiz hakkında oluşturduğumuz inançlara, geliştirdiğimiz davranış ve duygulara bağlıdır büyük çoğunlukla!! İşte bütün bu inanç, duygu, davranış yapıları bizim çocukluk programlarımızı oluşturur.



Özellikle de bilinç altının yukarıdaki örneklerde gördüğümüz gibi, eski beynin, en önemli motivasyonunun hayatta kalmak olduğunu anımsarsak, bilinç altımızın bizim hayatta kalmamıza çalışması tabii ki iyi bir şeydir. Ama sorun hayatta kalma güdüsünü başka ne ile ilişkilendirdiğimizdir. İlişkiler açısından baktığımızda ayrılık acısının ölüme benzetilmesi ya da yukarıdaki örnekte olduğu gibi kocasını öğlen yemeğinden sonra arayıp bulamayan kadının hissettikleri gibi gerçekte yaşam tehdidi olmayan durumları sanki bir yok olma tehdidi gibi algılaması ve bilinç altımızda ölüm korkusu yaratmasının nedeni bu yanlış ilişkilendirmedir. (ki çocuklukta yapılan bu ilişkilendirmeler, genelde anladığımız ego nun çıkış noktasıdır ve insan mutsuzluğunun temel nedenlerinden biridir ve kişisel gelişimin ana konularından biri bu ilişkilendirmelerden özgürleşmektir, kendisi başlı başına bir konu olduğu için burada daha fazla değinmeyeceğim.)

 

Biz çoğu zaman bunu bilinçli olarak fark etmeyiz ama bu ilişkilendirmenin fiziksel belirtilerini yaşarız, mesela terk edildiğimizde ya da ayrılık acısı yaşadığımızda kalbimize bir ağrı girer çoğunlukla, nefes alışlarımız kesikleşir ve zorlaşır. Hiç unutmam Bekir Coşkun bir romanında, bir Anadolu kadınının ağzından “sanki bir yılan geldi göğsüme çöreklendi” diye tasvir etmişti bu ağrıyı. 



Sonuç olarak; bilinçli yaşamak, oto pilottan çıkmak, neyi fark etmediğimizi fark etmeye başlamak, neyi neden yaptığımızı anlayıp, bizim mutluluğumuza, isteklerimize uygun olmayan inanç yapılarını, duygu, düşünce ve davranışları,  bizi güçlendiren, mutlu edenlerle değiştirmek, olay ve durumlara bilinçli cevap verebilme kabiliyeti geliştirmektir. Bilinçlenmek, bizim sadece iliksilerimizi değil bütün hayatimizi etkiler. Vücudumuzla , kendimizle ilişkimizden, daha bilinçli ve iyi bir ebeveyn olmamıza, iş hayatında daha başarılı olmamıza kadar hayatımızda ki bütün dönüşümlerin anahtarıdır.

 

Bilinçli ilişkilerde bu, kendimiz için doğru aşk tercihleri yapmak, bize acı veren ama tekrarladığımız davranışları değiştirip, tatmin olduğumuz mutlu ilişkiler kurup, en önemlisi de sürdürebilmemizi sağlar.

İlişkilerde bunun ne demek olduğunu bir örnekle biraz açarsak: Diyelim ki bir pazar sabahı mutlu bir şekilde yemeğinizi yerken, eşiniz bir anda sizin yine ekmekleri yakmanızdan şikayet ediyor. Size korumakla görevli eski beyniniz, size saldırı altında olduğunuzu söylüyor ve bu duruma eski beyinden verilen geleneksel yanıt: ya kaç, ya savaş ( meşhur fight or flight) Eğer oto pilotta davranıyorsanız ya hemen gardınızı alıp “ben ekmekleri yakmış olabilirim ama sen de ayarını yüksek derecede bırakmışsın” diyebiliriz ya da durumdan kaçmayı tercih edip odayı terk edebiliriz ya da gazeteye gömülebiliriz. Bizim seçtiğimiz davranışa göre, eşimiz kendisini, ya kendisine saldırılmış, ya da terk edilmiş (ilgilenilmemiş) hissedecektir. Ve büyük ihtimalle yine bir tepki verecektir ve böylece  tekrarlayan duygu-davranış durumları ortaya çıkacaktır. Ve en önemlisi de sonuç olarak yakınlık içinde mutlu bir kahvaltı edememiş olacağızdır.



Ayni  durumu tekrar bilinçli olarak yaşadığımızı düşünelim, eşiniz size eleştirdiğinde içinizde otomatik olarak o gelen kendini koruma duygusunu hissedebilirsiniz, ama bir saniye durup onun yerine, istediğimiz sonuca daha uygun bir cevabı seçebiliriz, mesela yumuşak bir ses tonuyla “ya evet yine yaktım hayatım, haklısın yazık oldu, ziyan oldu. Bir daha ki sefere uzatma kablosuyla tost makinesini masaya getireyim de gözümüz üzerinde olsun.”  Öfkeye karşı daha bilinçli bir yanıt verdiğimiz için, bu durumda eşimiz büyük ihtimalle saldırmasını bırakacak ve sakinleşecektir ve siz karşısında değil, onu anlayan ve alternatif plan sunan yandaşı, eşi olacaksınızdır.

Yani kendimizi savunmadığımız yaklaşımlarla aslında ironik bir şekilde eşimizle aramızda daha güvenli bir iliksi yaratabiliriz, karşısındaki bir düşman yerine, yandaş oluruz.

 

6. BİLİNÇLİ İLİŞKİLERİN ÖZELLİKLERİ :

 

a. Aşk ilişkilerimizin gizli bir nedeni olduğunu fark ederiz; çocukluk yaralarımızı iyileştirmek. Yüzeydeki istek ve ihtiyaçlara odaklanmak yerine, çocukluktan gelen alışkanlıklarımızı, ihtiyaçlarımız anlamaya çalışırız, ilişkimizin bize bunları göstermek ve iyileştirmek için en iyi fırsat olduğunu anlarız. Sadece bu yeni bakış açısıyla bile, yaşadıklarımıza (özellikle rahatsız edici bulduğumuz deneyimlere) direnç göstermek yerine, daha derinine bakmaya bizi yönlendirir. Bu farkındalıkla kendi davranışlarımızın bir gözlemcisi oluruz ki, farkındalık değişim, dönüşümdeki en önemli araçtır. Ve hayatımızın kontrolünü daha fazla elimizde hissederiz.

b. Eşimiz hakkında daha doğru bir resim oluştururuz. İlişkinin başında eşimizi, ebeveynlerimizle karıştırmışızdır, sonrasında da kendi negatif taraflarımızı ona projekte etmişizdir, yani karşımızda insanı görmeye başlamanın zamanı gelmiştir.

Ben her ne kadar hepimizin kendi evrenimizin merkezinde, güneşi olduğumuza inansam da  kendi istek, ihtiyaç ve drama dünyamızdan çıkıp, başka evrenlerin de olduğunu fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bence burada en önemli olan, karşımızda insanın da bu ilişkiye kendi çocukluk yaralarıyla geldiğini, onun da zaman zaman en az bizim kadar hayal kırıklığı, kendine güvensizlik, acı ve korku yaşadığını fark etmektir ve onun bulunduğu yeri yargılamak yerine, empati ve şefkat duymayı seçmektir.

c. Kendi istek ve ihtiyaçlarımızı eşimize iletmenin sorumluluğunu alırız. Eşlerimiz aklımızdan geçenleri okuyamaz. İletişimin amacı karşımızda bıraktığı etkidir, yani bazen kendimizce bunları iletsek bile eğer bu mesaj karşı taraftan alınmadığında, yeni, daha etkin, açık, iletişim yolları yaratmanın sorumluluğunu almalıyız.

d. İlişkimizde daha bilinçli davranmaya başlarız. Bilinç altından, alışkanlıktan düşünmeden tepkiler vermek yerine, kendimizi bilinçli ve bizi istediğimiz sonuçlara götüren şekilde cevap vermek için eğitiriz.

e. Eşimizin ihtiyaçlarına ve isteklerine kendimizinkiler kadar değer veririz. Bilinç altımızda eşimizin rolünün bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak olduğuna dair bir eğilim vardır. Bunu bilinçli bir şekilde değiştirip, eşimizin ihtiyaçlarını karşılamaya da enerji vermeyi öğrenmeliyiz

f. Negatif yanlarımızla daha farklı bir ilikşi kurarız. Varlığını kabul etmediğimiz hiçbir şeyi dönüştüremeyiz. Önce bu yönlerimizi kabul etmeliyiz ve evet biz de insanızdır ve diğer tüm insanlar gibi bizim de negatif yönlerimiz vardır. Onları yargılamayı bıraktığımız zaman, eşimize bu yönlerimizi de daha az projekte etmeye başlarız ve bu da ilişkimizde bizi yakınlaştırır.

g. Kendi istek ve ihtiyaçlarımızı karşılamanın sorumluluğunu alıp, yeni yollar buluruz. İhtiyaç ve isteklerimizin tatmininden biz sorumluyuzdur, eşimiz değil. Güç savaşı sırasında, zorlama, suçlamalarla eşimizin bizim ihtiyaçlarımız karşılamasını bekleriz. Kendi kendimizi sabote ettiğimiz bu davranışları bıraktığımızda daha efektif yeni yollar bulduğumuzda, aslında eşimizin bizim ihtiyaçlarımızın çoğunu karşılamaya hazır bir kaynak olduğunu görürüz. Şunu da hatırlamak lazım ki, hiç bir eş ihtiyaçlarımızın tümünü karşılayamaz.

h. Kendimizde eksik gördüğümüz yanlarımızı yargılamayı bırakmak ve bu kabiliyetlerimizi geliştirmek. Eşimizi seçme nedenlerimizden biri eksik yanlarımızı tamamlayarak bize bir tamlık hissi vermesiydi. Ama tabii ki bu his kalıcı değildir, ne zaman biz bu yönlerimizi yargılamayı bırakırız ve bu konuda kendimizi geliştirmeye başlarız o zaman kendimize olan güvenimiz gelişir ve tamlık duygusunu hissederiz

i. Hayatın bir akışı olduğunu fark etmeye başlarız. Bu akış bizi kalbimizi açmaya, sevmeye, bütün olmaya, hayattan zevk almaya ötelerBunlar bizim Tanrı vergisi haklarımızdır ama yukarıda bahsettiğimiz gibi, çocukluktan itibaren çevresel, kültürel ve yetiştirilme koşullarıyla bunları kısmen kaybetmiş gibiyizdir ve bilinçlenerek bunları geri kazanmaya başlarız. 

j. Uzun sureli bir aşk iliksisi yaratmanın kolay olmadığını anlamakBiz bilinçsiz olarak, doğru insanı bulunca mutlu bir ilişki kuracağımıza inanırız. Bilinçli ilişkilerde mutlu olmak için önce bizim doğru insan olmamızın gerektiğini anlarız. Mutlu bir ilişki için değişimlere cesaret etmeliyiz, kişisel gelişimimize öncelik ve önem vermeliyiz, disiplin ve kararlılık göstermeliyiz.



Burada j maddesi özellikle çok önemlidir, çünkü o olmadan, kararlılık olmadan ilişki olamaz ve diğer özellikler yaşanamaz. Bence ilişkilerin amacı, kendimizi geliştirip, keşfedip, negatif yanlarımızı eğitip bir ilişkiye girmek değildir.. (ya da karşımızdan da ayni şeyi yapmasını beklemek) Evet tabii ki biz kendi gelişimimizden, mutluluğumuzdan, ihtiyaç ve isteklerimizden sorumluyuzdur ama önemli olan bunu bir ilişki içinde başarabilmektir. Hiç kimse -ne de biz- “mükemmelliğine” ulaşıp bize gelmeyecektir. Çünkü insan sürekli genişleyen, gelişen bir varlıktırÖnemli olan bir ilişkide, birbirimize yaralarımızı gösterebileceğimiz, kalbimizi açabileceğimiz, eksik bulduğumuz, sevmediğimiz yönlerimizle yüzleşebileceğimiz GÜVENLİ bir alan yaratabilmektir ve bu güvenli alandan CESARET bularak istediğimiz değişimleri yapabilmek ve kendimizi geliştirmektir. Ve bilinç altımızın bütün kaçma, savaşma eğilimlerine, alışkanlık davranışlarına karşı koyup, her gün yeniden karşımızdaki insanı bütün mükemmel olmayan yanlarına rağmen sevmeye karar vermektir.  

 

Bilinçlenmek ve bilinçli ilişkiler kurabilmek  için çiftlerin beraber ya da yalnız yapabileceği çalışmalar vardır. Bu çalışmalarla kendi çocukluk programlarının farkına varabilirler, ilişkideki yakınlığı ve pozitiviteyi arttırıp, kendilerine yeni bir ilişki vizyonu kurup, daha bilinçli, mutlu ilişkiler kurabilirler.  



NOT 1 : Çocukluk programları ve bu programların kişiliğimiz, duygu ve davranışlarımız üzerindeki etkisi başlı başına bir konudur, ona burada detaylı değinmiyorum ama kendi “patternimizi”  fark etmenin ve değiştirmenin,  mutlu ilişkiler kurmanın ön şartlarından biri olduğunu tekrarlamadan geçemeyeceğim.

Çok kısaca burada çocukluk programlarının sonucunda ilişkilerde görünen bazı temel davranış eğilimlerinden ve nedenlerinden bahsedeceğim.

a. Çocukluğumuzdan gelen hangi davranış patternleri bizim ilişkilerde yaşadığımız mutsuzlukların nedenidir ve neden bu davranışlara sahibizdir ve eş seçimimizi nasıl etkiler?

Her çocuğun iki temel iç güdüsü vardır:

·         Sevilmek ve mutlu hissetmek isterler, özellikle anne babaları tarafından

·         Anne babalarını mutlu ve seviliyor görmek isterler



Eğer çocuklukta bunlar olmadıysa bir şekilde bilinç altımız bunları tamamlamaya çalışır. (Yukarıda detaylı bahsettiğimiz gibi) Bunu aşağıdaki şekillerde yapmaya çalışır :



Eğer çocukluğunuzda anne ya da babanızdan istediğiniz sevgi ve ilgiyi görmediyseniz, kendinize,

·         Ya, anne ya da babanız gibi bir eş seçebilirsiniz, yani size istediğiniz ilgi ve sevgiyi vermeyen ve siz o sevgi ve ilgiyi almak için kendinizi çok çalışır, uğraşır bulursunuz.

·         Ya da, anne ya da babanızdan birisine gerçekten çok kızgınsanız, kendinize eş olarak, anne ya da babanızın aksine size aslında bu ilgi ve sevgiyi veren bir eş seçersiniz, ama siz onu reddeder, incitir ya da sizden sevgi alması için uğraştırırsınız. ( Anne ya da babanızı cezalandırma patterni)

 Eğer çocukluğunuzda anne ya da babanızı mutlu ve seviliyor görmediyseniz;

·         Kendinize, o anne ya da baba gibi bir eş bulabilirsiniz ve size “uygun” olup olmamasına bakmadan, o anne ya da babaya onu sevdiğinizi kanıtlamak istersiniz,

·         Kendinize, o anne ya da baba gibi bir eş bulabilirsiniz ve onu onarmaya, kurtarmaya, o anne ya da babayı mutlu etmeye çalışırsınız. ( Kurtarma patterni)

·         Kendinize anne ya da babanızın evliliğinden “daha iyi” olmayan bir ilişki seçersiniz, böylelikle anne babanızdan daha mutlu olmuş olmazsınız.



Yukarıda ki bu patternler çok önemlidir, farkında olmadığımız zaman bizi çok uzun yıllar esir edebilirler.



Bunlara ek olarak çocukluk programlarından gelen; Yakınlık Korkusu ve Öz Güven Sorunları vardır.



·         Yakınlık korkusu: Biz aslında yakınlıktan korkmayız, onun sonuçlarından korkarız. Mesela çocukken annenizi çok seviyordunuz ve onu kaybettiniz. Bilinç altınız yakınlıkla ve acı çekmekle ilgili bir ilişkilendirmede bulundu. Bir yetişkin olarak, siz yakın, sevgi dolu bir ilişki kurmak istediğinizi söyleseniz de,  bilinç altınızın kendini yakınlıktan koruma etkisiyle, kendinize ya size ve ilişkiye hayatında yer vermeyen (mesela evli biriyle ilişki, ya da size vakit ayırmayan, ya da evlenmek istemeyen vb) ya da kendisinin de yakınlık durumunda rahatsız olan birini bulursunuz.

 

·         Düşük Özgüven : Özgüven başlı başına, kişisel gelişimin en temel konusudur. Ve hepimiz farklı derecelerde öz güven ve öz değer sorunu yaşarız. İlişkilerde ise ortaya çıkışı, eğer çocukluğunuzda sevilmeye değer olmadığınız söylenmişse ya da siz bir şekilde o sonuca vardıysanız, yetişkinlik hayatınızda sevgi dolu, mutlu bir ilişki kurmakta zorlanırsınız. Kısacası, hak etmediğinizi düşündüğünüz bir şeye sahip olamazsınız. Ve yetişkin olarak kendinize, size sevemeyen ya da size kötü davranan eşler bulursunuz ya da kendinize eş bulamayabilirsiniz bir şekilde.

 

Buradaki sorun, ilişkilerinizde size kötü davranıldığını fark etmeyebilirsiniz, öz güveni düşük insanlar, eşlerinin kendilerini sevmemesine ya da kötü davranmasına bahaneler bulurlar ya da bunun için kendilerini suçlarlar.



(Uzakdoğu felsefesinde "beklentisizlik" kavramı vardır. Çünkü her beklenti farklı bir mutsuzluk nedenidir. Bu nedenle sanırım bu ilginç yazıyı şu cümleyle bitirebiliriz: Diğer insanlarla ilgili her talebimiz, her beklentimiz bizdeki bir yarayı iyileştirmek için aşırı ve bencilce bir istektir. Çünkü bu yarayı bizden başkası iyileştiremez. Ve her beklenti gerçekten de yeni bir mutsuzluk kaynağıdır. )

 

 
 
  Bugün 1540388 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol