KİTABIN ADI : SEVGİ VE ŞİDDETİN KAYNAĞI
YAZARI : ERICH FROMM
- İnsanlığın başındaki en büyük tehlike, suçlular ya da sadistler değil, elinde olağan dışı güçler bulunan sıradan insanlardır.
- FARKLI ŞİDDET BİÇİMLERİ : Şiddetin en normal ve hastalıklı olmayan şekli, oyuncu şiddettir. Bunu, şiddetin, yıkım amaçlayan, nefret ve yıkıcılıkla güdülemeyen, daha çok hünerlerini gösterme çabasıyla uygulanan türlerinde görürüz. Bu oyuncu şiddetin örnekleri, ilkel kabilelerin savaş oyunlarından, Zen Budistler’in kılıçla dövüş sanatına kadar birçok yerde görülebilir. Bütün bu dövüş oyunlarında amaç öldürmek değildir; sonuçta rakiplerden birisi ölmüş bile olsa, bu sanki “yanlış yerde duran“ rakibin hatasıdır. Doğal olarak, oyuncu şiddette yok etme arzusunun bulunmadığını söylersek bu elbette ideal durum için söz konusu olacaktır. Gerçekte sık sık, oyunun açık mantığının arkasında gizli olan bilinçsiz bir saldırganlık ve yıkıcılık buluruz. Ama böyle bile olsa, bu tür şiddette ana güdülenim, yıkıcılık değil hünerlerin sergilenmesidir.
- Tepkisel şiddet, oyuncu şiddetten daha büyük bir pratik öneme sahiptir. Tepkisel şiddetle, kişinin kendisinin veya başkasının yaşamını, özgürlüğünü, onurunu, mülkiyetini korumak için başvurduğu bir şiddeti kastediyorum. Bunun temeli korkuda yatmaktadır, bu nedenle belki de en sık görülen şiddet biçimidir; korku gerçek veya hayali, bilinçli veya bilinçsiz olabilir. Bu şiddet türü ölümün değil, yaşamın hizmetindedir; amacı yok etmek değil korumaktadır. Sadece usdışı tutkuların değil, ayrıca bir ölçüde ussal bir hesabın da ürünüdür, dolayısıyla bu şiddette amaç ile araç arasında belli bir orantı da söz konusudur. Yüksek bir manevi (ruhani) düzeyde savunma amaçlı da olsa öldürmenin ahlaki açıdan kesinlikle doğru olmadığı ileri sürülmüştür. Ama bu inancı savunanların çoğu, savunma amaçlı şiddetin, yıkım uğruna yıkımı amaçlayan şiddetten farklı bir yapıda olduğunu kabul etmektedir.
- Sık sık, tehdit altında olma duygusu ve sonuçtaki tepkisel şiddet gerçekliğe değil, insan aklının yönlendirilmesine (kötüye kullanılmasına) dayanır; siyasi ve dini liderler, taraftarlarını, bir düşman tarafından tehdit edildikleri konusunda ikna eder ve böylece öznel bir tepkisel düşmanlık yaratırlar. Bu nedenle Roma Katolik Kilisesi kadar kapitalist ve komünist devletler tarafından savunulan haklı ve haksız savaşlar arasındaki ayrım, son derece kuşkuludur, çünkü genellikle her bir taraf kendi konumunu saldırıya karşı bir savunma konumu olarak sunmayı başarır. Savunma terimleriyle açıklanamayacak saldırganca bir savaş bulmak çok zor. Kimin savunma iddiasının haklı olduğu sorunu genellikle savaştan galip çıkan taraflarca, bazen de çok çok sonrasında daha nesnel tarihçilerle karara bağlanır. Savaşın savunmayı amaçladığı aldatmacasına yatkınlık iki şeyi gösterir. Her şeyden önce; en azından uygar ülkelerde, öncesinde kendi yaşamlarını ve özgürlüklerini korumak için savaştıklarını inanmadıkları sürece insanların çoğu öldürmeye ve ölüme sürüklenemez; ikincisi, bu, milyonlarca insanı saldırı tehlikesiyle karşı karşıya olduklarına ve bu nedenle kendilerini savunmaları gerektiğine ikna etmenin zor olmadığını gösterir. Bu ikna, her şeyden çok, bir bağımsız düşünme ve hissetme yoksunluğuna ve büyük çoğunluğun siyasi liderlerine bağımlılığına bağlıdır. Bu bağımlılığın olası koşuluyla, güçle ve ikna yöntemleriyle sunulan hemen her şey gerçek gibi kabul edilecektir. Sözde bir tehdit inancının benimsenmesinin ruhsal sonuçları, elbette gerçek bir tehdidin sonuçlarıyla aynıdır. İnsanlar kendilerini tehdit altında ve kendilerini savunmak için öldürmeye ve yok etmeye gönüllü olurlar. Paranoid cezalandırma yanılsamasında (delusion of prosecution), aynı mekanizmayı görürüz; aradaki tek fark bunun toplumsal temelde değil, bireysel temelde işlemesidir. Her iki durumda da kişi öznel bir şekilde kendini tehlikede hisseder ve saldırganlıkla tepki gösterir.
- Tepkisel şiddetin bir başka yanı da engellenmenin yarattığı şiddettir. Bir arzu veya ihtiyaç engellendiği zaman hayvanlarda, çocuklarda ve yetişkinlerde saldırgan davranışlar baş gösterir. Bu saldırganca davranış, çoğu kez boşuna da olsa, engellenen amaca şiddet yoluyla ulaşmaya yönelik bir çabadan oluşur. Günümüze kadar ihtiyaçların ve arzuların engellenmesinin neredeyse evrensel bir olgu olması nedeniyle, sürekli olarak şiddet ve saldırganlığın yaratılıp sergilenmesi şaşırtıcı değildir.
Engellenmeden kaynaklanan saldırganlıkla ilgili bir şey de imrenme ve kıskançlığın yarattığı düşmanlıktır. Hem kıskançlık hem de imrenme özel bir tür engellenme içerir. Tepkisel şiddetle ilgili, ancak hastalık (patoloji) doğrultusunda bir adım daha ilerlemiş olan bir başka şiddet türü de kinci şiddettir. Tepkisel şiddette amaç, zarar görme tehlikesini bertaraf etmektir, bu nedenle biyolojik yaşama işlevine hizmet eder. Öte yandan kinci şiddette zarar zaten verilmiştir ve bu nedenle şiddetin hiçbir savunma işlevi yoktur. Bunun amacı, gerçekte yapılmış (olmuş) bir şeyi yapılmamış (olmamış) kılmaktır. Kinci şiddeti ilkel ve uygar toplumlarda olduğu kadar bireylerde de görürüz. Bu şiddet türünün usdışı yapısını analiz ederken ileri bir adım daha atabiliriz. İntikam güdüsü, bir grup veya bireyin üretkenliğiyle ve gücüyle ters orantılıdır. Küçük düşürülmeyle sarsılmış olması halinde güçsüzlerin ve sakatların yaralı özsaygıyı onarmalarının tek bir yolu vardır: lex talionis’e yani, “dişe diş, göze göz” yasasına göre intikam almak.
6. Öte yandan üretken bir yaşamı olan kişi, böyle bir şeye olsa bile çok az ihtiyaç duyacaktır. Yaralanmış, kalbi kırılmış, küçük düşürülmüş bile olsa, üretken yaşama sürecinin kendisi ona geçmişin yaralarını unutturmaya yetecektir. Üretme yetkisi, intikam arzusundan daha güçlü olduğunu kanıtlar. Ağır ruh hastalıklarında intikam, kişinin ağır basan amacı olur, çünkü intikam olmaksızın sadece özsaygı değil, benlik (öz) ve kimlik duygusu da çökme tehlikesine girecektir. Benzer bir şekilde, intikam duygusunun (örneğin geçmişteki ulusal bir yenilgiden ötürü) en güçlü haliyle en geri gruplarda (ekonomik veya kültürel ve coşkusal açılardan) görüldüğüne tanık oluruz. Bu nedenle sanayileşmiş uluslarda en çok yoksulluk çeken aşağı orta sınıflar, bir çok ülkede, tıpkı ırkçı ve milliyetçi duyguların odağı olmaları gibi, intikam duygularının da odağıdır. İntikam duygularının şiddeti ile ekonomik ve kültürel yoksullaşma arasındaki ilişki, “yansıtmalı (projective) bir anket” yoluyla kolayca belirlenebilir.
6. İlkel toplumlardaki intikamı kavramak belki de daha karmaşıktır. Birçok ilkel toplumda, yoğun, hatta kurumlaşmış, intikam duyguları ve yapıları vardır ve grubun tamamı, üyelerinden birisine verilen zararın intikamını almak için kendini zorunlu hisseder. Burada iki etken belirleyici bir rol oynayabilir. İlki, yukarıda anılanla aynıdır: İlkel gruba sızan ve intikamı bir kaybın geri kazanılması için gerekli bir araç kılan ruhsal kısırlık (yoksunluk) havası. İkincisi ise narsizmdir. Burada, ilkel grubun sahip olduğu yoğun narsizm açısından, kendilerine ilişkin imajlarının (öz-imajın) aldığı her yaranın, doğal olarak yoğun düşmanlık yaratacak kadar ezici olduğunu söylemek yeterli.
7. Kinci şiddetle yakından ilgili bir şey de bir çocuğun yaşamında sık sık baş gösteren İnancın yıkılmasından kaynaklanan yıkıcılıktır. Peki inancın yıkılmasıyla anlatılmak istenen şey ne?
8. Çocuk, iyiliğe, sevgiye ve adalete yönelik bir inançla yaşamaya başlar. Bebek, annesinin memelerinin, üşüdüğünde kendisini saracağını, hastalandığında ona bakacağına inanır. Bu, babaya, anneye, nine veya dedeye ya da kendisine yakın bir başkasına olabilir; bu, bir Tanrı inancı olarak ifade edilebilir.
Birçok bireyde bu inanç erken yaşta yıkılır. Çocuk, babasının önemli bir konuda yalan söylediğini duyar; annesiyle giriştiği korkakça kavgayı, onu (kadını) yatıştırmak için ona, çocuğa) ihanet etmeye hazır olduğunu görür; ebeveynlerinin sevişmesine tanık olur ve babasını acımasız bir hayvan olarak algılayabilir; mutsuz veya korkmuştur ve sözde onunla ilgilenen büyüklerinden hiçbirisi bunu fark etmez, hatta onlara söylese bile aldırış etmezler. Ebeveynlerin sevgisine, doğruluğuna ve adaletine olan ilk (özgün) inanç tekrar tekrar yıkılır. Bazen, dini inançlarla yetiştirilen çocuklarda inanç kaybı doğrudan doğruya Tanrıyla ilgilidir. Çocuk, sevdiği küçük bir kuşun, bir arkadaşının ya da kardeşinin ölümüne tanık olduğunda iyi ve adil birisi olarak Tanrıya olan inancı sarsılır. Ama sarsılan inancın Tanrıya veya bir insana yönelik olması pek fark yaratmaz. Yıkılan her zaman için yaşama olan inançtır, yaşama güvenme, yaşamda güven bulma inancıdır.
9. Gözlemleyebildiğimiz bütün farklı sadizm türleri, bir temel dürtüye, bir başka insan üzerinde tam bir egemenlik kurma, onu kendi irademizin çaresiz bir nesnesi yapma, onun tanrısı olma, ona canımızın istediğini yapma dürtüsüne gider. Onu küçük düşürmek, köleleştirmek, bu amaca hizmet eden araçlardır ve en köklü hedef ona acı çektirmektir, çünkü bir insanı, kendini savunmaksızın acı çekmeye zorlamaktan daha büyük bir güç yoktur. Sadistlik itkinin özü, bir başkası (veya canlı) üzerindeki tam egemenlikten alınan hazdır. Aynı düşünceyi dile getirmenin bir başka yolu da sadizmin amacının, insanı bir şeye, canlı olan bir şeyi cansız bir nesneye dönüştürmek olduğunu söylemektir, çünkü tam ve mutlak kontrol yoluyla canlı, yaşamın temel bir niteliğini (yani özgürlüğü) kaybeder.
10. ÖLÜM SEVGİSİ VE YAŞAM SEVGİSİ
Nekrofil yönelimli kişi, canlı olmayan, ölü olan her şeyin, cesetlerin, çürümenin, dışkıların, pisliğin çekimine kapılan kişidir. Nekrofiller, hastalıktan, ölü gömmeden, ölümden söz edebildikleri zaman canlanırlar. Saf nekrofil tip bir örnek Hitler’dir. Yıkımın büyüsüne kapılmıştır ve ölüm ona tatlı gelir. Başarı yıllarında sadece düşman gördüklerini yok etmek istiyor gibi gözükmüş olabilir, ama sonunda Götterdammerung günleri, onun en derin doyumunun, mutlak yıkıma (Alman halkının, çevresindekilerin ve kendi yıkımına) tanıklık etmekle yattığını göstermiştir. Kanıtlanmamış olmasına karşın I.Dünya Savaşı’ na ilişkin bir rapor anlamlıdır: Bir asker, Hitlir’in, çürüyen bir cesedin başında trans durumunda kaldığını ve uzaklaşmak istemediğini görmüş.
11. Ölümseverin güce yönelik tutumu tipiktir. Simone Weil’ den alıntı yapacak olursak,; onun için güç, bir insanı cesede dönüştürme kapasitesidir. Tıpkı cinselliğin yaşam yaratması gibi, güç de yaşamı yok edebilir. Her türlü güç, son çözümlemede öldürme gücüne dayanır. Bir insanı öldürmeyebilir, ama özgürlüğünü elinden alabilirim; sadece onu küçük düşürmek veya malını elinden almak isteyebilirim; ama ne yaparsam yapayım, bütün eylemlerin arkasında öldürme iradesi yatar. Ölümsever zorunluluk gereği gücü sever. Onun için insanın en büyük başarısı hayat vermek değil, yok etmektir; güç kullanımı, koşulları onu zorladığı geçici bir eylem değildir, bir yaşam biçimidir.
12. Fazla ölüm sever olan kişi çoğu kez görünüşünden ve mimiklerinden tanınabilir. Soğuktur, cildi ölü gibidir, yüzünde sanki kötü bir koku almış gibi bir ifade vardır. (Bu ifade Hitler’ in yüzünde açıkça görülebilir.) Düzenlidir, saplantılıdır, bilgiçlik taslayıcıdır. Eichmann figürü, ölüm severin bu yanını dünyaya göstermiştir. Eichmann, bürokratik düzenin ve ölümün çekimindedir. En yüksek değerleri, boyun eğme ve örgütün düzgün işleyişidir. Kömür sevk eder gibi Yahudi sevk etmiştir. Onların da insan oldukları gerçeği onun görüş açısının dışındadır, dolayısıyla kurbanlarından nefret edip etmediği sorununa bile ilgisizdir.
13. Çocukta yaşam sevgisinin gelişmesi için en önemli koşul, yaşamı seven insanlarla birlikte olmasıdır. Yaşam sevgisi de ölüm sevgisi gibi bulaşıcıdır. Yaşam sevgisi kendini sözcüklerle, açıklamalarla, yaşamı sevmek gerektiğine ilişkin öğütlerle göstermez. Yaşam sevgisi, görüşlerden çok tavırlarda, sözcüklerden çok sesin tonunda kendini dışa vurur. Bu, bir insan veya grubun, yaşamlarını düzenledikleri ilke veya kurallardan çok, söz konusu kişilerin genel havasında gözlenebilir. Yaşam sevgisinin gelişmesi için gerekli özel koşullar arasında şunlara dikkat çekeceğim: Bebeklik sırasında çevresindekilerle sıcak, sevecen temas; özgürlük ve tehdit yokluğu; iç uyuma ve güce yönelik öğütle değil örnekle öğretilmesi: “yaşama sanatında” yol göstericilik; çevresindekilerin kamçılayıcı etkisi ve buna karşılık verme; gerçekten ilginç olan bir yaşama biçimi. Bu koşulların tersi ölüm sevgisinin gelişmesini ilerletir. Ölüm sever içinde büyüme; uyarım yokluğu; korku, yaşamı rutin ve sıkıcı kılan koşullar; doğrudan insanlar arasındaki ilişkiler tarafından belirlenen bir düzen yerine mekanik bir düzen.
Aşağıdaki üç tipik özelliğin düzenli olarak birlikte görülmesinden ötürü şimdi tanımlayacağım insanlar dikkate değer. Bu insanlar özellikle tertipli, pinti ve inatçıdır. Aslında bu terimlerden her birisi, birbiriyle ilgili bir dizi kişilik özelliğini kapsar. “Tertiplilik,” bedensel temizlik görüşünü olduğu kadar küçük işleri yürütürken gösterilen titizliği ve güvenilirliliği kapsar. Bunun tersi “dağınıklık” ve “ihmalkârlık” olurdu. Pintilik, abartılı bir tamahkârlık olarak görülebilir ve inatçılık, kolayca intikam ve öfkeyle bir asiliğe dönüşebilir. Bu son iki özellik (inatçılık ve pintilik) arasındaki bağ, bunlarla tertiplilik arasındakinden daha sıkıdır. Bunlar ayrıca kompleksin tamamının değişmez bir öğesidir. Yine de bu üçünün bir şekilde birbirine ait olması bana kesin gibi geliyor.
- Katı temizlik eğitiminde ısrar eden ve çocuğun çıkarımsal edimlerine, aşırı ilgi gösteren bir anne, güçlü anal kişiliği olan, yani cansız ve ölü olan şeylere güçlü bir ilgi duyan bir kadındır ve çocuğun gelişimini aynı yönde etkileyecektir. Ayrıca yaşam sevincinden yoksun, kamçılayıcı değil, köreltici olacaktır. Çoğunlukla kaygısı, çocuğun yaşamdan korkması ve cansız olan şeylere yönelmesi yönündedir. Başka bir değişle, anal kişiliğin oluşumuna yol açan anal libido üzerinde etkili olan, kendi içinde temizlik eğitimi değildir, yaşama yönelik kendi korkusu ve nefretiyle, ilgiyi çıkarımsal edimlere yönelten ve birçok yoldan çocuğun enerjisini sahiplenme ve istifleme tutkusu yönünde şekillendiren annenin kişiliğidir. Yaşam, örgütlü bir gelişmedir ve doğası gereği katı kontrol veya tahmine tabi değildir. Yaşam alanında başkaları ancak sevgi, uyarım, örnek gibi yaşamın güçleriyle etkilenebilir. Yaşam, sadece bireysel kişide yaşanabilir. “Kitlelerin yaşamı” diye bir şey yoktur, soyut bir yaşam yoktur. Bugün yaşama yaklaşımımız giderek daha çok mekanikleşmektedir. Temel amacımız eşya üretmektir ve bu eşyaya tapınma sürecinde, kendimizi de alınıp satılan metaya dönüştürüyoruz. İnsanlara rakamlarmış gibi davranılıyor. Burada sorun, insanlara nazik davranılıp davranılmaması (eşyalara da nazik davranılabilir) ya da iyi beslenip beslenmemeleri değildir; sorun, insanların eşya mı canlı varlıklar mı olduğudur. İnsanlar hünerli makineleri canlı varlıklardan daha çok seviyor. İnsanlara yaklaşım entelektüel bir soyutlama. Kişi, insanlara, canlı bireyler olarak değil, nesneler olarak, yani ortak özelliklerine, kitle davranışının istatistiksel kurallarına ilgi duymaktadır. Bütün bunlar, bürokratik yöntemlerin giderek artan rolüyle atbaşı gitmektedir. Dev üretim merkezlerinde, devasa şehirlerde, süper devletlerde, insanlar sanki eşyaymış gibi yönetiliyor; insanlar ve yöneticileri eşyaya dönüşmüşlerdir ve eşyaların yasalarına boyun eğerler. Ama insan eşya değildir; eşya olursa yok olur ve bu olmadan önce umutsuzluğa kapılır ve yaşamı hepten yok etmek ister.
- Bürokratik olarak örgütlenen ve merkezileşen bir sanayi toplumunda zevkler; insanlar maksimum düzeyde tüketecek ve bunu da önceden tahmin edilebilir ve kârlı yönlerde yapacak şekilde yönlendirilir. Özgün ve cesur olanların yerine ortalama ve güvenlik arayan insanları seçen testlerin giderek artan yönü nedeniyle zekâları ve kişilikleri standardize olmaktadır. Gerçekten de Avrupa ve Kuzey Amerika’da zafer kazanan bürokratik-endüstriyel toplum, yeni bir insan tipi yaratmıştır; bu tipi, şirket insanı, robot insan ve homo consumens (tüketim insanı) olarak adlandırabiliriz. Buna ek olarak o bir homo mechanicus’tur (mekanik insan); bununla, mekanik olan her şeyin çekimine kapılan ve canlı olana karşı eğilim gösteren makine adamı söz konusu ediyorum. Şu bir gerçek ki insanın biyolojik ve fizyolojik ona öyle güçlü cinsel dürtüler vermiştir ki homo mechanicus’ un bile cinsel arzuları vardır ve o da kadın arar. Ama mekanik adamın kadınlara olan ilgisinin azaldığına kuşku yok. New Yorker’ daki bir karikatür bunu çok esprili bir şekilde ortaya koyuyordu: Genç bir bayan müşteriye belli bir marka parfümü satmaya çalışan tezgâhtar kız, şu sözlerle parfümü tavsiye eder: ” Yeni bir spor araba gibi kokuyor.” Gerçekten de, bugünün erkek davranışını gözleyenler, bu karikatürün zekice bir espriden öte bir şey olduğunu doğrulayacaktır. Gerçekten de, öyle gözüküyor ki bugün spor arabalara, televizyon ve radyo setlerine, uzay yolculuğuna ve bir dizi makineye, kadınlardan, aşktan, doğadan ve yemekten daha çok ilgi duyan ve yaşamdan çok inorganik, mekanik şeylerin manipülasyonuyla (yönlendirilmesiyle) uyarılan erkeklerin sayısı oldukça yüksektir.
- Özetleyecek olursak, çağdaş sanayi toplumunun tipik özellikleri olan entelleştirme, nicelleştirme, soyutlama, bürokratizasyon ve nesneleştirme, eşyadan çok insana uygulandığı zaman, yaşamın değil, mekaniğin ilkeleri olmaktadır. Böyle bir sistemde yaşayan insanlar yaşama kayıtsızlaşmakta, hatta ölüme ilgi duymaktadır. Onlar bunun farkında değildir. Yaşama sevinci yerine heyecan aramakta ve sahiplenecek ve kullanacak birçok şeye sahip oldukları zaman çok canlı oldukları yanılmasıyla yaşamaktadır. Nükleer savaşa kimsenin karşı çıkmaması ve “atom bilimcilerimizin” topyekün veya yarıyıkım bilançosu tartışmaları, “ölümün gölgesindeki vadide” daha şimdiden ne kadar ileri gittiğimizi göstermektedir.
Bu ölümsever yönelim özellikleri, siyasi yapıları ne olursa olsun çağdaş bütün sanayi toplumlarında mevcuttur. Bu açıdan, Sovyet devlet kapitalizminin, şirket kapitalizmiyle ortak yanları, ayrıldıkları noktalardan çok daha önemlidir. Her iki sistemin de ortak özelliği bürokratik-mekanik yaklaşımıdır ve topyekün yıkıma hazırlanmaktadır.
18.Sağlıkla delilik arasındaki sınırda yatan özel bir narsizm durumu, büyük güce sahip bazı insanlarda bulunabilir. Mısırlı Firavunlar, Romalı Sezarlar, Hitler, Stalin, Trujillo gibi isimlerin hepsi de ortak özellikler sergiler. Bu insanlar mutlak güce (iktidara) ulaşmışlardır; ağızlarından çıkan söz, yaşam ve ölüm de dahil olmak üzere, mutlak konudur; istediklerin yapma konusunda kapasitelerinin sınırı yok gibidir. Sadece hastalık, yaş ve ölümle sınırlı tanrılardır. Şehvetlerinin ve güçlerinin sınırı yokmuş gibi davranırlar, bu nedenle sayısız kadınla yatarlar, sayısız insan öldürürler, ”gökteki ay’ı isterler,” ”imkansızı” isterler.
İnsan değilmiş yanılmasıyla varoluş sorununu çözmeye yönelik bir çaba olmasına karşın, bu bir çılgınlıktır. Bu, çılgınlığa maruz kalan kişinin yaşamında, artma eğilimi gösteren bir deliliktir. Tanrı olmaya ne kadar çok çalışırsa, kendini insan ırkından da o kadar soyutlar ve bu soyutlama onu daha çok korkaklaştırır, herkes onun düşmanı olur ve sonuçtaki korkuya dayanmak için, gücünün, acımasızlığını, narsizmini artırmak zorunda kalır. Bu Sezarvari çılgınlık, bir faktör söz konusu olmasaydı, açıkça delilik olurdu: Sezar, kendi gücüyle, kendi narsiztik fantezilerinin önünde gerçekliği dize getirir. Herkesi onun tanrı olduğunu, en güçlü ve en bilge kişi olduğunu kabul etmeye zorlar; bu nedenle kendi megalomanisi (büyüklük kompleksi) makul bir duygu gibi gözükür. Öte yandan, birçok kişi ondan nefret edecek, onu alaşağı etmeye ve öldürmeye çalışacaktır, bu nedenle patolojik kuşkuculuğu da bir gerçeklik kırıntısına dayanır. Sonuçta gerçeklikten kopmuşluk duygusuna kapanır ve bu nedenle tehlikeli bir zeminde de olsa, bir nebze akıl sağlığını koruyabilir. Narsizmin en temel özelliklerinden biri ortalama insanın kendi bedenine yönelik tutumunda bulunabilir.
Çoğu insan kendi bedenini, kendi yüzünü, kendi şeklini beğenir ve vücudunu yakışıklı bulur, bunları başka birisiyle değişmek isteyip istemediği sorulduğunda açıkça hayır der. Daha da aydınlatıcı olanı, çoğu insan kendi dışkılarını görmekten veya kokusunu duymaktan rahatsız olmaz (aslında bazıları bundan hoşlanır), buna karşılık başkalarınınkine karşı belirgin bir tiksinti duyar. Burada estetik veya başka bir yargının söz konusu olmadığı açık; kişinin kendi bedeniyle ilişkili olduğu zaman hoş olan şey, başkalarınınkiyle birleşince tatsız olur.
19. Görünürde tamamen farklı, ancak her ikisi de narsistik olan iki olguya bakalım. Bir kadın, yüz ve saç bakımı için her gün saatlerce aynanın karşısında oturur. Vücudu ve güzelliği konusunda saplantılıdır ve bildiği tek önemli gerçeklik vücududur. Kadın, kalbi kırıldığı için ölen peri Echo’ nun aşkını reddeden güzel bir erkek olan Narcissus’ tan söz eden Yunan efsanesindeki tipe yaklaşır. Nemesis onu, göl suyundaki kendi yansımasına âşık ederek cezalandırır; Narcissus, kendi yansımasına hayran kalarak suya eğilir ve düşerek boğulur. Yunan efsanesi, bu tür bir “öz-sevginin” bir lanet olduğunu, aşırı durumda özyıkımla sonuçlandığını açıkça gösterir. Başka bir kadın (ki birkaç yıl sonra bu aynı kadın da olabilir), hipokondri (hastalık hastalığı) çeker. Güzelleştirme anlamında değil, hastalık korkusuyla bedeni konusunda saplantılı olur. Pozitif veya negatif imajın seçilmesinin elbette nedenleri vardır; ama bunları burada ele almamız gerekmiyor. Önemli olan, her iki olgunun arkasında da dış dünyaya pek ilgi duymaksızın kişinin kendisine ilişkin aynı narsistik takıntının yatmasıdır. Daha az belirgin olan durumlarda narsistik yönelim gündelik yaşamda gözlenebilir. Çok iyi bilinen bir fıkra bunu çok güzel açıklar. Bir yazar, bir arkadaşıyla karşılaşır ve ona uzun uzun kendisinden söz eder; daha sonra da şöyle der: ”Şimdiye kadar kendimden söz ettim. Şimdi de senden söz edelim. Söyle bakalım, son kitabımı nasıl buldun?” Bu insan, kendilerine saplanıp kalan ve kendi ekoları (yansımaları) olmalarının dışında başkalarına pek ilgi göstermeyen birçok insan için tipik bir örnektir.
20. Narsist kişi nasıl tanınır? Kolayca anlaşılan bir tip vardır. Bu, her türlü kendinden hoşnutluk belirtisini gösteren insan tipidir; önemsiz bir söz ettiği zaman sanki çok önemli bir şey söylemiş gibi hissettiği gözlenebilir. Genellikle başkalarının söylediklerini dinlemez, gerçekte ilgilenmez de. (Zekiyse, ilgili gözükmek için sorular sorabilir, görüş bildirebilir.) Ayrıca eleştiriye duyarlılık da bir göstergedir. Bu duyarlılık, bir eleştirinin geçerliliğini reddederek ya da öfke veya depresyonla tepki vererek dışa vurabilir. Narsizmin farklı dışavurumları ne olursa olsun, dış dünyaya yürekten bir ilgi yokluğu her türlü narsizmde bulunur.
21. Birçok narsist kişi, dur durak bilmeksizin konuşur, örneğin, yemekte konuşmaktan yemek yemeği unutur, böylece herkesin onu beklemesine neden olur. Onun için kendi “egosu,” arkadaşlıktan veya yemekten daha önemlidir.
Narsist kişide narsizmin nesnesi, onun için onun özünü oluşturan bu kısmi özelliklerden birisidir. Kendini mal varlıklarıyla özdeşleştiren kişi, onuruna yönelik bir tehlikeyi çok kolaylıkla göze alabilir, ama mülkiyetine yönelik bir tehdit, yaşamına yönelik bir tehdit gibidir.
22.Bu noktada, narsizm olgusunu karmaşıklaştıran bir etkene değinmemiz gerekiyor. Tıpkı narsist kişinin “öz-imajını” kendi narsistik bağlanışının nesnesi yapması gibi, aynı şeyi kendisiyle ilgili her şeye uygular. Onun görüşleri, onun bilgisi, onun evi, ayrıca onun “ilgi alanındaki” insanlar, narsistik bağlanışının nesneleri olur. Freud’ un da belirttiği gibi, en sık rastlanan örnek belki de kişinin çocuklarına yönelik narsistik bağlılığıdır. Birçok aile, kendi çocuklarının diğer çocuklara kıyasla en güzel, en zeki vb. olduğunu inanır. Öyle gözüküyor ki çocuklar ne kadar gençse, bu narsistik önyargıya da o kadar yoğun oluyor. Ebeveynlerin, özellikle de annenin bebeğe olan sevgisi, önemli ölçüde ona kendinin bir uzantısı olarak duyulan sevgidir. Erkekle kadın arasındaki erişkin sevgisi de sık sık narsistik bir özelliğe sahiptir. Bir kadına âşık olan erkek, kadın “onun” olduktan sonra narsizmini ona aktarabilir. Kadına kendi atfettiği özelliklerden ötürü ona hayran olur ve tapar; özellikle de kendinin bir parçası olması nedeniyle kadın, olağandışı niteliklerin taşıyıcısı olur. Böyle bir erkek çoğu kez ayrıca sahip olduğu her şeyin olağandışı ölçüde harika olduğunu düşünür ve bunlara “âşık” olur.
23.Narsizmdeki çok daha tehlikeli bir patolojik öğe de narsizm yüklü bir noktaya yönelik eleştiriye gösterilen duygusal bir tepkidir. Normalde, eleştirinin adil olması ve düşmanca bir niyetle yapılmaması durumunda, insan yaptığı veya söylediği bir şeyden ötürü eleştirilince kızmaz. Ama narsist kişi eleştirilince yoğun öfkeyle tepki gösterir. Eleştirinin düşmanca bir saldırı olduğuna inanma eğilimi gösterir, çünkü narsizminin doğası gereği eleştirinin haklı olduğunu düşünemez. Ancak narsist kişinin dünyayla ilgilenmediği, dolayısıyla yalnız olduğu ve korktuğu dikkate alındığı zaman öfkesinin şiddeti tam olarak anlaşılabilir. Narsistik kendini şişirmenin dengelediği şey de işte bu yalnızlık duygusu ve korkudur. Eğer o dünyaysa, onu kurtaracak bir dış dünya yoktur demektir; eğer o her şeyse, yalnız değildir demektir; sonuçta narsizmi yaralandığı zaman varoluşunun tamamının tehlikede olduğuna inanır. Korkusu için bir koruma olan öz-büyütme (kendini şişirme) tehdit edildiği zaman korku ortaya çıkar ve yoğun öfkeye yol açar. Uygun bir davranışla tehdidi azaltma yönünde hiçbir şey yapılmadığı için bu öfke çok daha yoğun olur; sadece eleştirenin (veya kendinin) yok edilmesi kişiyi kendi narsistçe güvenliğe yönelik tehditten kurtarabilir.
24.Grup narsizminin, henüz tartışılmayan bir başka toplumsal işlevi daha vardır. Üyelerinin çoğunluğuna ya da büyük bir kısmına yeterince refah sağlayacak araçlardan yoksun olan bir toplumun, bu insanlar arasında hoşnutsuzluk yaratılmasını önlemek için onlara hastalıklı türden narsistçe bir doyum sağlaması gerekir. Ekonomik ve kültürel açıdan yoksul olanlar için tek (ve çoğu kez çok etkili bir) doyum kaynağı, gruba ait olmadan kaynaklanan narsistik gururdur. Yaşam onlar için “ilginç” olmadığı ve onlara ilgilerini geliştirme olanakları sunmadığı için, aşırı bir narsizm geliştirilebilirler. Son yıllarda bu olguya Hitler Almanya’sında ve bugün Amerika’ nın güneyinde gözlenen ırk narsizmi bir örnektir. Her iki durumda da ırk üstünlüğü duygusunun çekirdeği orta sınıftır; Almanya’ da olduğu kadar Amerika’ da da hem kültürel hem de ekonomik olarak zayıf olan ve durumu düzeltme konusunda gerçekçi bir umut beslemeyen (çünkü eski ve ölmekte olan bir toplum düzeninin kalıntılarıdır) bu geri kalmış sınıfın tek bir doyum kaynağı vardır. Dünyada en hayranlık uyandırıcı grup olma, aşağılık olarak değerlendirilen diğer ırklardan üstü olma şeklindeki şişirilmiş grup imajı. Bu tür bir geri grubun üyesi şöyle hisseder: “Yoksul ve kültürsüz olmama karşın dünyadaki en hayranlık verici gruba ait olduğum için önemli birisiyim: Ben beyazım” ya da “Ben bir ariyim.”
25.Grup narsizmini görmek bireysel narsizmi görmekten daha zordur. Bir insanın, “Ben (ve ailem) dünyadaki en hayranlık uyandırıcı insanlarız; sadece biz temiziz, sadece biz zeki, iyi, soyluyuz, başka herkes kirli, aptal, ikiyüzlü ve sorumsuz” dediği zaman çoğu insan onu kaba, dengesiz, hatta deli olduğunu düşünecektir. Ama fanatik bir konuşmacı “Ben ve ailem” yerine ulus (veya ırk, din, siyasi parti, vs) kullanılarak bir kileye seslendiği zaman, yurtseverliğinden, Tanrı, vb sevgisinden ötürü birçok kişi tarafından övgü ve hayranlıkla karşılanacaktır. Diğer dinler, uluslar, aşağılandıkları için açık nedenlerle elbette böyle bir konuşmaya içerleyecektir. Ama favori grup içinde herkesin kişisel narsizmi okşanacak ve milyonlarca insanın bu ifadelere katılması, söylenenlerin mantıklı gözükmesine neden olacaktır. (İnsanların çoğunluğunun “mantıklı” dediği şey, hepsinin olmasa da en azından önemli sayıda insanın “mantıklı” olarak kabul ettiği şeydir, birçok insan için “mantıklı” olan şeyin mantıkla hiçbir ilgisi yoktur, bu sadece bir görüş birliğidir.)
26.Narsistik tutuma konu olan grup, tarih boyunca yapı ve büyüklük itibariyle farklılık göstermiştir. İlkel kabilede veya klanda bu sadece birkaç yüz üyeyi kapsayabilir; burada bireyler henüz “birey” değildir, henüz kopmamış olan “temel bağlarla” kan bağıyla bağlıdır. Bu nedenle klana olan narsistik katılım, üyelerinin henüz klan dışında kendilerine ait bir varoluşa sahip olmamaları gerçeğiyle pekişir.
İnsan soyunun gelişimi içinde sürekli artan bir toplumsallaşma alanı buluruz; kan bağına dayalı başlangıçtaki küçük grubun yerini, ortak dil, ortak toplum düzeni, ortak inanç gibi şeylere dayalı daha büyük gruplar alır. Grubun daha büyük olması narsizmin patolojik özelliklerinin azalacağı anlamına gelmez. Daha önce de belirtildiği gibi, “beyazların” ya da “aryanların” grup narsizmi, tek bir insanın narsizmi kadar aşırı ölçüde hastalıktır. Yine de daha büyük grupların oluşumuna yol açan toplumsallaşma sürecinde genelde gördüğümüz şey, kan bağıyla bağlanmamış farklı insanlarla işbirliği ihtiyacının, grup içindeki narsistik yükü dengeleyici bir yönde çalışma eğilimidir. Bu, hafif bireysel narsizm bağlamında tartıştığımız şey için de doğrudur; büyük grubun (ulusun, devletin veya dinin) narsistik gururunun nesnesinin, maddi, entelektüel veya sanatsal üretim alanlarında değerli şeyler yaratma çabası olması ölçüsünde, bu alanlardaki çalışma sürecinin kendisi narsistik yükü hafifletme eğilimi gösterir.
27.On altıncı ve on yedinci yüzyılların dini nefretine dönüp bakılınca, usdışılıkları açıktır. Her iki taraf da Tanrı adına, İsa, sevgi adına konuşur, ayrıldıkları noktalar, genel ilkelere kıyasla tali öneme sahiptir. Yine de birbirlerinden nefret etmişler ve her iki taraf da insanlığın kendi dini inanç kalesinde öldüğüne tutkuyla inanmıştır. Bu kendi konumuna aşırı değer biçme ve farklı olan herkesten nefret etmenin özü narsizmdir. “Bizler” hayranlık uyandırıcıyız; “onlar” aşağılık. “Biz” iyiyiz, “onlar” kötü. Grup doktrinine yönelik her eleştiri, haince ve hoş görülemez bir saldırıdır; başkalarının konumuna yönelik eleştiri ise onların doğru yola gelmesine yardım etmeyi amaçlayan iyi niyetli bir çabadır.
28.Grup narsizmi gelişirken, karşıtı hümanizm de gelişmiştir. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda (Spinoza’dan, Leibniz, Rousseau, Herder ve Kant’tan, Goethe’ye ve Marx’a kadar) insanlığın bir olduğu, her bireyin kendi içinde insanlığın tamamını taşıdığı; ayrıcalıklarının doğuştan gelen üstünlüklere dayalı olduğunu iddia eden ayrıcalıklı grupların olmaması gerektiği düşüncesi gelişmiştir. 1. Dünya Savaşı hümanizm için ağır bir darbe olmuş ve artan bir grup narsizmi cümbüşü yaratmıştır: 1. Dünya Savaşı’na taraf bütün ülkelerde ulusal bir isteri, Hitler’in ırkçılığı, Stalin’in partiyi putlaştırması, Müslüman ve Hindu dini fanatizmi, Batılı anti-komünist fanatizmi. Grup narsizminin bu farkı dışavurumları, dünyayı topyekün yıkımın eşiğine getirmiştir.
Bir grubun narsizmi yaralandığı zaman, bireysel narsizm bağlamında tartıştığımız aynı öfke tepkisini görürüz. Tarihte, grup narsizminin sembollerinin aşağılanmasının, çoğu kez söz konusu grubu deliliğin eşiğine getiren bir öfke yarattığına ilişkin örnekler vardır. Bir bayrağın çiğnenmesi; inanılan Tanrıya, krala, lidere hakaret edilmesi; savaşın ve toprakların kaybedilmesi: bunlar, birçok durumda kitlelerde şiddetli intikam duyguları yaratmış, bu da sonuçta yeni savaşlara yol açmıştır. Yaralı narsizm, ancak saldırgan ezilirse ve kişinin kendi narsizmine yönelik hakaret geri alınırsa iyileşebilir. Bireysel ve ulusal intikam, birçok durumda yaralı narsizme ve düşmanı yok ederek yarayı “iyileştirme” ihtiyacına dayanmaktadır.
29.Narsistik patolojinin son bir öğesini de eklemek gerek. Aşırır narsist grup, kendini özdeşleştirebileceği bir lidere sahip olmaya heveslidir. Böylece grup, kendi narsizmini yansıttığı lidere hayranlık duyar. Özünde bir sembiosis ve özdeşim hareketi olarak, güçlü lidere boyun eğen, bireyin narsizmi lidere aktarılır. Lider ne kadar büyükse peşinden giden de o kadar büyüktür. Birey olarak özellikle narsisit bir kişiliği olanlar bu işe çok uygundur. Lidere boyun eğenlerin narsizmini çeken şey de kendi büyüklüğüne inanan ve kuşkudan uzak olan liderin narsizmidir. Çoğu kez en başarılı lider, yarı deli liderdir, ta ki öznel yargısı, yenilgilere karşı gösterdiği öfke tepkileri ve her şeye kadirlik imajını koruma ihtiyacı onu kendi yok oluşunu hazırlayan hatalar yapmaya kışkırtana dek. Ama narsistik bir kitlenin ihtiyaçlarına karşılık vermeye hazır, yetenekli yarı psikotikler her zaman bulunur.
30.Olguya değerler açısından baktığımız zaman narsizmin mantık ve sevgiyle çeliştiği açıklık kazanır. Bunu ayrıntılarıyla açıklamaya gerek yok. Doğası gereği narsistçe yönelim, derecesine bağlı olarak, kişinin gerçekliği olduğu gibi, yani nesnel olarak görmesini, başka bir deyişle mantığı sınırlar. Özellikle her türlü sevgide güçlü bir narsistik bileşen bulunduğunu; bir kadına âşık olan erkeğin, kadını kendi narsizminin nesnesi yaptığını ve kadını kendisinin bir parçası olarak gördüğü için kadının harika ve arzu edilir olduğunu söyleyen Freud’u anımsarsak, narsizmin sevgiyi nasıl sınırladığını o kadar açık gözükmeyebilir. Kadında da aynı şey söz konusu olabilir, böylece çoğu kez bir folie a deux’tan (çift kişilik delilikten) başka bir şey olmayan “büyük aşk” denen şey ortaya çıkar. Her iki insan da kendi narsizmini korur, bırakın başkalarını, birbirlerine bile derin, gerçek bir ilgi duymazlar, huysuz ve kuşkucu kalırlar ve büyük bir olasılıkla ikisi de kendilerine taze narsistik doyum verecek yeni bir insana ihtiyaç duymaya başlar. Narsist kişi için eşi kesinlikle kendi başına veya kendi tümel gerçekliği içinde bir birey değildir; o sadece kişinin narsistçe şişirilen egosunun gölgesi olarak var olur. Öte yandan patolojik (hastalıklı) olmayan sevgi karşılıklı narsizme dayanmaz. Bu, kendilerini ayrı bütünlükler olarak algılayan, yine de birbirlerine açılabilen ve birbirleriyle bir olabilen iki insan arasındaki bir ilişkidir. Aşkı yaşamak için kişinin ayrı bir birey olmayı yaşaması gerekir.
31.Büyük hümanist dinlerin temel öğretilerinin tek bir cümleyle özetlenebileceğini dikkate alırsak, ahlaki-manevi açıdan narsizm olgusunun önemi daha da açıklık kazanır: İnsanın hedefi kendi narsizmini yenmektir. Bu ilke belki de en radikal biçimiyle Budizm’de görülür. Buda öğretileri, insanın, ancak ve ancak kendi yanılsamalarından kurtulursa (uyanırsa) ve kendi gerçekliğini, hastalık, yaşlılık ve ölümün gerçekliğini, açgözlülüğün amaçlarına ulaşmasının olanaksızlığını görürse kendini kurtarabileceğini söylemeye eşdeğerdir. Budist öğretinin sözünü ettiği “uyanan” insan, kendi narsizmini yenen ve bu nedenle tamamen uyanık olabilen kişidir. Aynı düşünceyi daha farklı ifade edebiliriz: İnsan, ancak kendi yıkılmaz egosunun yanılsamasını bir kenara bırakabilirse, açgözlülüğünün diğer bütün nesneleriyle birlikte egosundan vazgeçebilirse, işte o zaman dünyaya açık olabilir ve kendini dünyaya açabilir. Ruhsal açıdan bu tam uyanık olma süreci, narsizmin yerine dünyayla ilişki içinde olmaya özdeştir.
32.Peygamber dinlerinin temel konusu olan putperestlikle mücadele aynı zamanda narsizme karşı da bir mücadeledir. Putperestlikte insanın belli bir yanı mutlaklaştırılır ve bir puta dönüştürülür. İnsan daha sonra yabancılaşmış bir şekilde kendine tapar. Önünde eğildiği put, onun narsistçe tutkusunun nesnesidir. Tersine Tanrı görüşü narsizmin olumsuzlanmasıdır. Çünkü sadece Tanrı her yerde vardır ve her şeye kadirdir. Ama tanımlanamaz ve anlatılamaz bir Tanrı kavramının putperestliğin ve narsizmin olumsuzlanmasına katkıda bulunmasına karşın, Tanrı da zaman geçmeden tekrar bir put olmuş, insan, narsistçe bir yoldan kendini Tanrıyla özdeşleştirmiş ve böylece Tanrı kavramının başlangıçtaki işlevinin tersine, din de grup narsizminin bir dışavurumu olmuştur.
33.İnsanlık için ortak görevler zaten mevcut: hastalığa, açlığa karşı iletişim araçlarımız yoluyla bilgi ve sanatın bütün dünya halklarına yaygınlaştırılması için verilen mücadele. Siyasi ve dini ideolojideki onca farklılığa karşın, insanlığın, kendini bu ortak görevlerden muaf tutacak hiçbir kesimi yoktur; çünkü bu yüzyılın büyük başarısı, insanlar arasındaki eşitsizliği doğa veya doğaüstü temellere oturtan insanın insanı sömürmesini zorunlu veya meşru gören inanç sisteminin, geri dönülmez bir şekilde yenilmiş olmasıdır. Rönesans hümanizmi, burjuva devrimleri, Rus, Çin ve kaloni devrimleri: Bütün bunlar bir ortak görüşe (insanın eşitliğine) dayanır. Bu devrimlerden bazıları söz konusu sistem içinde insan eşitliğinin ihlaline yol açmış bile olsa, bütün insanların eşitliği, dolayısıyla özgürlük ve onuru görüşü dünyaya egemen olmuştur ve insanlığın bir daha kısa bir süre öncesine kadar uygarlık tarihine egemen olan kavramlara geri dönmesi düşünülemez.
34.Böyle bir girişim için daha özel önlemlere örnek önlemlere örnek olarak birkaç öneride daha bulunabilirim. Tarih kitaplarının, her ulusun yaşamına ilişkin bölümlerinin, tıpkı ilgili ülkelerin büyüklüğünü abartmayan dünya haritalarının bütün ülkelerde aynı olması gibi, gerçeğe uygun ve çarptırılmaksızın kaleme alınan dünya tarihi kitapları olarak yazılması gerekir. Ayrıca, insanlığın ve başarılarının, çeşitli gruplar tarafından atılan birçok bireysel adımın nihai bütünleşmesinin bir sonucu olduğunu gösteren ve böylece insan ırkının gelişimiyle gurur duymayı kamçılayan filmler yapılabilir.
Evrensel silahsızlanma bir başka nedenle de gereklidir: insanlığının bir kısmının bir başka blok tarafından toptan yok edilme, geri kalanının ise her iki blok tarafından yıkılma korkusuyla yaşadığı bir durumda, grubun narsizmi gerçekten de azaltılamaz. İnsan, ancak ve ancak kendisinin ve çocuklarının gelecek yılı ve daha çok gelecek yılı görecek kadar yaşayacağına inanabildiği bir ortamda insan olabilecektir.
35.ENSEST BAĞLARI
Freud, erkek çocuğun annesine olan bağlılığının arkasında yatan gücün, annesini cinsel olarak arzulamasına ve cinsel bir rakip olarak babasından nefret etmesine neden olan örgensel libidonun gücü olduğuna inandı. Ama kendisinden daha güçlü olan rakip konusunda oğlan çocuğu ensest arzularını bastırır ve kendini babanın emir ve yasaklarıyla özdeşleştirir. Ama bastırılan ensest arzuları bilinçdışında varlığını sürdürür ve sadece daha patolojik olaylarda daha büyük yoğunlukla ortaya çıkar.
Köken açıdan anne, koruyan ve eminlik garantisi veren gücün ilk somutlaşmasıdır. Ama elbette tek somutlaşması değildir. Daha sonra, çocuk büyüyünce, bir insan olarak anne, aileyle, klanla, aynı kanı paylaşan ve aynı topraklar üzerinde doğan herkesle değiştirilir ya da tamamlanır. Sonra grubun büyüklüğü artınca, ırk ve ulus, din veya siyasi partiler “annelerin” yerini alır, korunma ve sevginin garantörleri olur. Daha ilkel yönelimli insanlarda, doğanın kendisi, toprak ve deniz, “annenin” büyük temsilcileri olur. Annelik işlevinin gerçek anneden aileye, klana, ulusa ve ırka aktarılması, kişisel narsizmden grup narsizmine dönüşümle ilgili olarak söz ettiğimizle aynı avantaja sahiptir. Her şeyden önce, herkesin annesi büyük bir olasılıkla çocuklarından önce ölecektir; dolayısıyla ölümsüz olan bir anne figürüne ihtiyaç duyulur.
Ayrıca belli bir anneyle ittifak, kişiyi yalnız ve farklı anneleri olan başkalarından yalıtılmış kılar. Ama klanının, ulusun, ırkın, dinin tamamı ya da Tanrı ortak bir “anne” olabilirse, anne-tapınması bireyi aşar ve onu, aynı anne putuna tapan başka herkesle bütünleştirir; böylece hiç kimse kendi annesine tapmaktan utanmaz; grubun ortak “annesinin” övgüsü, bütün kafaları birleştirecek ve her türlü kıskançlığı ortadan kaldıracaktır. Virgin (bakire Meryem) kültü, milliyetçilik ve yurtseverlik kültü gibi, Büyük Ana kültlerinin birçoğu, bu tapınmanın şiddetinin açık bir göstergesidir. Gözlemsel (ampirik) olarak, güçlü anne saplantısı olan kişilerle ulusa, ırka, toprağa ve kana yönelik aşırı güçlü bağları olan insanlar arasında yakın bir ilişkinin (korelasyonun) bulunmasıyla, bu olgunun varlığı kolayca desteklenebilir.
Özetle; ana figürüne ve eşdeğerlerine (klana, aileye, kabileye) bağlı kalma eğilimi bütün erkek ve kadınlarda doğuştan vardır. Bu, karşıt eğilimle (yani doğma, ilerleme, gelişme eğilimiyle) sürekli çatışma halindedir. Normal gelişme durumunda gelişim eğilimi kazanır. Ağır patoloji durumunda ise sembiotik birleşmeye yönelik gerilemeci eğilim kazanır ve sonuçta kişinin şu veya bu ölçüde tam anlamıyla felç olmasına yol açar. Freud’un, her çocukta bulunan ensest özlemi kavramı kesinlikle doğrudur. Yine de bu kavramın önemi, Freud’un kendi varsayımını aşar. Ensest arzular, temelde cinsel arzuların bir sonucu değildir, insandaki en temel eğilimlerden birisini oluşturur. (Geldiği yere bağlı kalma arzusu, özgür olma korkusu ve bağımsızlıktan vazgeçerek kendini karşısında çaresiz kıldığı figür tarafından yok edilme korkusu.)
36. Şiddet, nefret, ırkçılık ve narsistik milliyetçilikten güç alan ve bu sendroma yakalanmış olan birçok kişi vardır. Bunlar; şiddetin, savaşın ve yıkımın liderleridir ya da onlara “gerçekten inananlardır.” Bu insanların arasında, sadece en dengesiz ve hasta olanları kendi amaçlarını açıkça dile getirecek ya da bilincinde olacaktır. Bu insanlar, kendi yönelimlerini vatan sevgisi, görev, şeref, vs olarak ussallaştırma eğilimi gösterir. Ama uluslararası veya iç savaşlarda olduğu gibi, normal uygar yaşam biçimleri askıya alındığı zaman, bu insanlar artık en derin arzularını bastırma ihtiyacı duymaz; nefret türküleri söyler, ölüme hizmet edebildikleri dönemlerde canlanıp enerjilerinin tamamının ortaya koyarlar.
37. ÖZGÜRLÜK, BELİRLEMECİLİK, SEÇENEKÇİLİK
Özgürlük, “sahip olduğumuz” veya “olamadığımız” sabit bir özellik değildir. Aslında, bir sözcüğün ve soyut bir kavramın ötesinde “özgürlük” diye bir şey yoktur. Sadece bir gerçeklik vardır: bu da seçim yapma sürecinde kendimizi özgürleştirme eylemidir. Bu süreçte seçim yapma kapasitemizin derecesi, yaşam pratiğimize, her bir edimimize bağlı olarak değişir. Yaşamda, özgüvenimi, bütünlüğümü, cesaretimi, inancımı artıran her adım, ayrıca arzu edilir seçenek yerine arzu edilmeyeni seçmemi zorlaştırana kadar devam eder. Öte yandan, her boyun eğme ve korkaklık eylemi beni zayıflatır, daha çok boyun eğmeye giden yolu hazırlar ve sonuçta özgürlük kaybedilir. Artık yanlış yapamadığım uç noktayla doğru eylemi seçme özgürlüğümü kaybettiğim öteki uç nokta arasında sayısız seçme özgürlüğü derecesi mevcuttur. Yaşam pratiğinde seçme özgürlüğünün derecesi duruma bağlı olarak farklılık gösterir. İyiyi seçme özgürlüğünün derecesi yüksekse, iyiyi seçmek için az bir çaba yeterli olur. Ama eğer düşükse, iyiyi seçmek, daha büyük çabayı, başkalarının yardımını ve elverişli koşulları gerektirir.
38. Bu olguya klasik bir örnek, kutsal kitaptaki Firavunun İbranileri serbest bırakma talebine gösterdiği tepkidir. Firavun, kendisi ve halkının yaşadığı, giderek artan acılardan korkmaktadır; İbranileri bırakmaya söz verir; ama yaklaşan tehlike ortadan kalkar kalkmaz, “yüreği katılaşır” ve tekrar İbranileri serbest bırakmamaya karar verir. Bu yüreğin katılaşma süreci, Firavunun yaşamındaki ana temadır. Doğruyu seçmeyi ne kadar uzun süre reddetse, yüreği da o kadar katılaşır. Hiçbir acı bu ölümcül gelişmeyi değiştirmez ve bu da onun ve halkının yıkımıyla sonuçlanır. Yüreğinde hiçbir değişme olmaz, çünkü sadece korku temelinde karar verir; bu değişme yokluğu yüzünden, seçme özgürlüğü tamamen ortadan kalkana kadar yüreği her an daha da katılaşır.
Firavunun yüreğinin katılaşması öyküsü, kendi gelişimimize ve başkalarınınkine şöyle bir bakacak olursak, gündelik yaşamda gözleyebileceğimiz şeyin şiirsel bir ifadesi olmaktan öte bir şey değildir. Bir örnek alalım: Sekiz yaşında beyaz bir erkek çocuğu, zenci hizmetçinin oğluyla arkadaş olur. Annesi, oğlunun küçük zenciyle oynamasını istemez ve onunla ilişkisini kesmesini ister. Çocuk reddeder; annesi, sözünü tuttuğu taktirde onu sirke götürmeyi vaat eder; çocuk boyun eğer. Bu kendine ihanet etme ve rüşveti kabul etme süreci, çocukta bir şeyler yaratır. Utanç duyar, bütünlük duygusu yaralanır, özgüvenini kaybeder. Yine de onarılmaz bir durum söz konusu değildir. On yıl sonra bir kıza âşık olur: bu aşktan da öte bir şeydir; her ikisi de kendilerini birleştiren derince bir insanca bağ hisseder; ancak kız, oğlanın ailesine göre aşağı bir sınıftandır. Ailesi söze içerler ve delikanlıyı vazgeçirmeye çalışır; inat edince de dönüşüne kadar sözü resmileştirmemesi koşuluyla Avrupa’da altı aylık bir tatil sözü verir. Bilinç düzeyinde, gezinin ona iyi geleceğine ve elbette döndüğünde kıza duyduğu sevginin azalmayacağına inanır. Ama böyle olmaz. Birçok kızla tanışır, çok popülerdir, kibri tatmin olur, sonuçta sevgisi ve evlilik kararı giderek zayıflar. Dönmeden önce kıza, sözü bozduğunu bildiren bir mektup yazar.
Kararını ne zaman vermişti? Onun düşündüğü gibi son mektubunu yazdığı gün değil, ailesinin Avrupa’ya gitme önerisini kabul ettiği gün. Bilinç düzeyinde olmasa da rüşveti kabul etmekle kendini sattığını hissetmişti ve karşılığını vermek, yani kızdan ayrılmak zorundaydı. Avrupa’daki davranışı ayrılmanın nedeni değil, verdiği sözü yerine getirmesini sağlayan mekanizmadır. Bu noktada kendine tekrar ihanet etmiştir ve bunun sonucunda da öz aşağılaşması artmış ve (yeni fetihlerin verdiği doyumun, vb arkasında) bir iç zayıflık ve özgüven yokluğu ortay çıkmıştır. Yaşamını ayrıntılarıyla izlememiz gerekiyor mu? Yetenekli olduğu fizik okumak yerine, baba mesleğine döner; ailesinin zengin dostlarının zengin kızıyla evlenir ve kamuoyundan korktuğu için kendi bilincinin sesine ters düşen ölümcül kararlar veren başarılı bir işadamı ve siyasi bir lider olur. Onun öyküsü, yüreğin katılaşma öyküsüdür. Bir ahlaki yenilgi, onu, dönüşsüz bir noktaya kadar başka bir yenilgiye açık kılar. Sekiz yaşında tavır alıp rüşveti kabul etmeyi reddedebilirdi; henüz özgürdü. Ve belki de içine düştüğü ikilemi duyan bir arkadaşı, dedesi, öğretmeni ona yardım edebilirdi. Sekiz yaşında özgürlüğünden zaten bir şeyler yitirmiştir; sonraki yaşamı, özgürlüğündeki azalmayla devam eder. Sonunda katı, acımasız olup çıkan insanların çoğu, Hitler’in veya Stalin’in adamları bile, yaşama iyi bir insan olma şansıyla başlamıştır. Yaşamlarındaki ayrıntılı bir analiz, belli bir anda yüreklerindeki katılaşmanın derecesinin ne olduğunu ve insan kalma yolundaki son fırsatın ne zaman kaybedildiğini gösterebilir. Bunun tersi de mevcuttur; ilk zafer ikincisini daha da kolaylaştırır ve bu, iyiyi seçmenin artık çaba gerektirmediği bir noktaya kadar gider.
Verdiğimiz örneğin de gösterdiği gibi, insanların çoğunun yaşama sanatında başarısız olmalarının nedeni, doğuştan kötü olmaları ya da daha iyi bir yaşam sürecek iradeden yoksun olmaları değildir; başarısızlıklarının nedeni, karar vermek zorunda oldukları yol ayrımında uyanıp olanı biteni görememeleridir. Yaşam kendilerine bir soru sorduğunda, cevap seçenekleri olduğu zaman bile bunun farkına varmazlar. Derken, yanlış yolda atılan her adımla birlikte, sadece ilk yanlış dönemece dönmek, zaman ve enerji kaybettiklerini kabul etmek zorunda oldukları için, yanlış yolda olduklarını kabul etmek daha da zorlaşır.