KİTABIN ADI : SAĞLIKLI TOPLUM
YAZARI : ERİCH FROMM
1. İ.Ö. 1500’le İ.S. 1860 yılları arasında, her biri sürekli barışı sağlamak üzere sekiz binden çok barış antlaşması imzalanmış, ama bunların her biri ortalama iki yıl sürmüştür.
2. Ataerkil özellikler topluluğunu oluşturan olumlu yanlar akıl, disiplin, vicdan ve bireyselliktir. Olumsuz yanlar ise hiyerarşi, baskı, eşitsizlik ve boyun eğmedir.
3. İnsan kendisini büyük ölçüde doğayla özdeşleştirdiği sürece, insanın tanrıları doğanın bir parçası olarak kaldı. Bir sanatçı olarak becerilerini geliştirdikçe insan, taş, tahta, ya da altından putlar yapmaya başladı kendisine. Daha da ileri bir düzeye doğru evrimleşip, kendi gücüne olan güveni arttıkça, tanrıları insan biçiminde görmeye başladı. Başlarda -bu tarımsal bir evreye denk düşer gibidir- tanrı insana tüm koruyucu ve tüm besleyici “Yüce Ana” biçiminde görünür. Zamanla insan, akıl, ilkeler ve yasaları gösteren babaya benzer tanrılara tapmaya başladı. Doğadaki kökenlerden ve sevgi dolu anaya bağlılıktan bu son kesin kopuş, büyük akılcı ve ataerkil dinlerin ortaya çıkmasıyla olmuş gibidir.
4. Hayvanların kurban edilmesiyle de, insanın içindeki hayvan, tanrıya kurban edilmektedir.
5. Akıl insanın dünyayı düşünme yoluyla kavrama yetisidir. Oysa zeka, düşünme yardımıyla dünyayı kullanma yeteneğidir. Akıl, insanın doğruyu bulma aracıdır, zekaysa dünyayı daha başarılı biçimde kullanabilme aracıdır. Akıl temelde insancıldır. Zeka ise insanın hayvan yanına aittir.
6. Bir eylem ne denli ahlak dışı ya da akıl dışı olursa olsun, insanda onu akla uydurmak için bastırılamaz bir istek oluşur. Başka deyişle, kendisine ve başkalarına bu eylemin akla, sağduyuya ya da hiç değilse töresel ahlaka uyacak biçimde yapıldığını kanıtlama isteği doğar. İnsan, akıl dışı davranmakta pek güçlük çekmez, ama bu davranışına akla uygun bir dürtüye göre yapılmış görünümü vermeden de edemez.
7. Bireyin sağlıklı olup olmaması öncelikle bireysel bir sorun değildir, toplumun yapısına bağlıdır. Sağlıklı bir toplum, insanın öteki insanları sevme yetisini, yaratıcı bir biçimde çalışma, aklını ve nesnelliğini geliştirme, kendi üretici güçlerini tanımasına dayanan bir benlik duygusu elde etme yetisini artırır. Sağlıksız bir toplumsa, karşılıklı düşmanlık ve güvensizlik duyguları yaratan, insanı başkalarının kullanacağı ve sömüreceği bir araca dönüştüren, başkalarına boyun eğmediği ya da otomatlaşmadığı sürece onu benlik duygusundan yoksun bırakan bir toplumdur. Toplum, bu iki işlevi birden yürütebilir, insanın sağlıklı gelişimini hızlandırdığı gibi onu önleyebilirde. Aslında toplumların çoğu, bunların her ikisini de yaparlar. Burada sorun, yalnızca toplumun olumlu ve olumsuz etkilerinin ne ölçüde ve hangi yönlerde uygulandığıdır.
8. Freud’a göre, insanı biyolojik kökenli iki güdü yönetir. Cinsel zevk ve yıkıcılık isteği. İnsandaki cinsel isteğin amacı tam cinsel özgürlüktür. Başka deyişle çekici bulduğu tüm kadınlara hiçbir kısıtlama olmaksızın ulaşabilme olanağıdır. “İnsan, deneyleriyle cinsel (organlara bağlı) sevginin kendisine en büyük doyumu sağladığını anladı, öyle ki bu tür sevgi, sonunda insan için tüm mutlulukların ilk örneği oldu.” Öyle anlaşılıyor ki, böylece insan, “mutluluğunu cinsel ilişkilerde aramayı sürdürmeye, cinsel organlara bağlı erotizmi, yaşamın ağırlıklı merkezi yapmaya itildi.”
9. İlkel insan, saldırganlığını dışa vurabilir, cinsel tepkilerinin doyurulmasında çok az sınırlamayla karşılaşır. “Aslına bakılırsa ilkel insan, içgüdülerinin kısıtlanması diye bir şey bilmez. Uygar insansa, belli ölçüde bir “güvenlik” karşılığında mutluluk olanaklarının bir kısmından vazgeçmiştir.
10. Freud, sevgi ve toplumsal bütünlük arasında bir çelişki bulunduğunu varsaymak zorunda kalır. Sevgi ona göre, yapısı gereği bencil ve topluma karşıdır. İnsan doğasından kaynaklanan duygularda dayanışma duygusu ve kardeş sevgisi değil, öncelikle amacı engellenmiş cinsel isteklerdir.
11. Freud için toplumsal yaşam ve uygarlık, onun anladığı biçimde insan doğasının gereksinmeleriyle temelde çatışmaktadır. Ve insan içgüdüsünün kısıtlanmamış doyumuna dayanan mutlulukla, içgüdüsel engellenmesine dayanan, bu nedenle de nevroza ve diğer bütün akıl hastalıklarına yol açan güvenlik ve kültürel başarılar arasında trajik bir seçme yapmakla karşı karşıyadır. Freud’a göre uygarlık, içgüdüsel engellemelerin ürünü, bu yüzdende akıl hastalıklarının nedenidir.
12. İnsanın kendi eylemleri, onun tarafından yönetilmek yerine, onun üstünde ona karşı yabancı bir güç olup çıkar.
13. Tek tanrılı din peygamberlerinin çok tanrılı dinleri puta tapıcılık diyerek yadsımalarının tek nedeni, onların bir yerine birçok tanrıya tapmaları değildir. Tektanrılı dinlerle çoktanrılı dinler arasındaki temel ayrım, yalnızca tanrıların sayısında değil, kendine yabancılaşma gerçeğinde yatar. İnsan, enerjisini, sanatsal yeteneklerini bir put yapmak için harcar, sonrada kendi insanca çabasının sonucundan başka bir şey olmayan bu puta tapar. İnsanın yaşam güçleri bir “nesneye” aktarılmıştır. Bu nesne, artık bir put olduğundan insanın kendi yaratıcı çabalarının sonunda ortaya çıkmış bir şey değil de, sanki ondan kopuk, onun üstünde, ona karşı olan insanın tapıp boyun eğdiği bir şey olarak algılanır.
14. Tektanrılı dinler de büyük ölçüde gerileyerek puta tapıcılığa dönüşmüştür. İnsan, sevme ve düşünme gücünü Tanrı’ya yansıtır. Bunları kendi güçleri olarak görmez artık, sonrada kendisinin ona yansıttığı şeylerden bazılarını geri vermesi için ona yalvarır.
15. Boyun eğerek tapınma eylemleri bu anlamda birer yabancılaşma, birer puta tapma eylemidir. Çoğu zaman sevgi denen şey, bu puta tapıcı yabancılaşma olgusundan başka bir şey değildir. Buradaki tek değişiklik, bu yolla tanrıya ya da puta değil de bir insana tapılmasıdır. Bu türden bir boyun eğici ilişki içinde “seven” insan, kendi sevgisini, gücünü, düşüncelerini bütünüyle karşısındakine yansıtır. Sevdiği kişiyi üstün bir varlık olarak görür, ona bütünüyle boyun eğmede, tapmada bulur doyumu. Bu tutum, o insanın yalnızca sevdiği insanı kendi gerçekliği içinde algılamaması değil, aynı zamanda kendisini de tüm gerçekliğiyle, yaratıcı insan güçleri taşıyan birisi olarak algılayamaması demektir. Tıpkı dinsel puta tapmada olduğu gibi, bu insanda tüm zenginliklerini karşısındaki insana yansıtmıştır. Bunları kendi zenginlikleri olarak değil de kendisinden kopmuş, başka birisine yüklenmiş değerler olarak görür. Bu değerlerle, ancak o insana boyun eğerek ya da kendisi o kişi tarafından yutularak bütünleşebilir. Aynı olgu, bir siyasal öndere ya da devlete taparcasına boyun eğmede de görülebilir. Önder de, devlet de, aslında yönetilenlerin onayıyla önder ya da devlet olmuşlardır. Ne var ki önder ya da devlet, bireyin tüm güçlerini, bazılarını boyun eğme ve tapma yoluyla geri almayı umarak, kendilerine yansıtıp onlara tapmaya başlamasıyla putlaşır.
16. Tüketim, yapay olarak yaratılmış kuruntuların doyurulması, somut, gerçek benliğimizden yabancılaşmış bir kuruntu göstergesidir.
17. Tüketme biçimimiz, hiçbir zaman doyuma erememe sonucunu doğurur ister istemez. Çünkü gerçek, somut bir nesneyi tüketen gerçek, somut bir insan yoktur ortada. Böylece daha çok nesne, daha çok tüketim için duyduğumuz gereksinme durmadan artar.
18. Doymak bilmez tüketim açlığımızın insanın gerçek gereksinmeleriyle hiç bağlantısı kalmamıştır. Önceleri çok ve daha iyi nesneler tüketme fikri insanlara daha mutlu, daha doyumlu bir yaşam sağlamayı amaçlıyordu. Tüketim insanı bir amaca, mutluluğa götüren bir araçtı. Şimdiyse başlı başına bir amaçtır.
19. Her insan karşısındaki kişiyi yeni bir bağımlılığa, yeni bir beğeni biçimine, bu nedenle de ekonomik çöküntüye zorlamak için onda yeni gereksinmeler yaratmayı kurar. İnsanı tutsak eden yabancılaşmış nesneler dünyası bin bir çeşit malla, gittikçe büyür.
20. Günümüz insanı düşündüğü cenneti anlatabilseydi en yeni nesnelerle, araçlarla dolu kocaman bir mağaza düşünür, kendisinin de bütün bu nesneleri satın alabilecek kadar çok paraya sahip olmasını isterdi.
21. Orta sınıfın eski özelliklerinden birisi olan mala mülke bağlılık, büyük değişikliğe uğramıştır. Eski tutumda insanla mülkü arasında bir anlamda malına sevgiyle sahip olma durumu vardı. Bu sevgi bağı kendiliğinden gelişirdi. İnsan kıvanç duyardı mülkünden, iyi bakardı ona, sonunda ancak kullanılamayacak duruma geldiğinde malından ayrılmak acı verirdi insana. Bugün bu tür mal bağımlılığından çok az şey kalmıştır geriye. Şimdi ise insan aldığı nesnenin yeniliğine tutkundur. Daha yenisi çıktığı zamanda eskisini bırakıvermeye hazırdır.
22. İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan büyük cinsel özgürlük, daha derinlere inen bir sevgi duygusunun yerine karşılıklı cinsel zevki temel alma yolunda umutsuz bir girişimdir. Bunun başarısız bir girişim olduğu anlaşılınca, erkekle kadın arasındaki kutuplaşma en aza indirildi. Bunun yerine arkadaşlık, günlük yaşam savaşı karşısında daha iyi direnebilmek, herkesin duyduğu toplumdan kopmuşluk ve yalnızlık duygusunu hafifletmek için elele vermiş iki insanın beraberliği aldı.
23. Kendini ancak şöyle algılayabilir insan : Sevgi, korku, inanç ve kuşku duyabilen bir birey olarak değil de, toplumsal düzen içinde belli bir işlevi yerine getiren, gerçek yaradılışından yabancılaşmış bir soyutlama olarak.
24. Benlik duygusu, kendimi, benim yaşantılarımın, benim düşüncelerimin, benim duygularımın, benim kararlarımın, benim yargılarımın, benim edimlerimin öznesi olarak algılamamdan doğar. Bu ancak yaşantılarımın benim olması, yabancılaşmamış olması koşuluyla sağlanabilir. Nesnelerde benlik yoktur, nesneleşmiş insanlarda da benlik diye bir şey olmaz.
25. Sanat dışında, sıralı-işler çemberini kırıp, yaşamın en önemli gerçeklikleriyle karşı karşıya kalmanın anlamlı yolu genellikle “ayin” olarak adlandırılır.
26. Kuşkulanıyorum, diyordu Descartes, öyleyse düşünüyorum, düşünüyorum, öyleyse varım.
27. Kişi topluma ne ölçüde uyuyorsa, vicdanının sesini o denli az duyar, vicdanın sesine de o ölçüde az kulak verir, vicdan, insan kendisini bir nesne, bir mal olarak değil de, bir insan olarak algıladığı sürece vardır ancak.