KİTABIN ADI: AZGELİŞMİŞ ÜLKE MİLLİYETÇİLİĞİ
YAZAN: BASKIN ORAN
1. MİLLİYETÇİLİĞİN HER SOSYO-EKONOMİK BÜNYEDE FARKLI, HATTA BİRBİRİNE KARŞIT SİYASAL İŞLEVLERE SAHİP OLMASI :
Milliyetçilik bir duyuş, düşünüş ve hareket ediş biçimi olarak 18. Yüzyıl sonu Batı Avrupa’sında ortaya çıktı. Doğal bir sonuç olarak da, bu akım, kendini doğuran koşulları güçlendirmekte gecikmedi. Milliyetçiliğin ilk görüldüğü İngiltere ve Fransa o zamanki dünyanın en güçlü ülkeleri olarak ortaya çıktılar.
GEÇİŞ TOPLUMLARINDA MİLLİYETÇİLİK TERİMİNİN KAŞESİNE DUYULAN GEREKSİNME
Bir toplumda kolay başarı kazanmak, her şeyden önce, bu toplumun en saygın, en değer verilen kavramlarına bağlı gözükmeye dayanmaktadır. Her insanın içinde doğuştan bulunan bir duygu olan “insanın doğduğu toprağa bağlılığı” biçiminde özetlenebilecek olan Yurtseverlik kavramıyla özdeş sayıldığı için bambaşka bir güç kazanan Milliyetçilik kavramı bugün için Türk toplumunun en saygın kavramıdır. Durum böyle olunca, Milliyetçi olan olmayan bu kavrama bağlı gözükmekte birbiriyle yarış etmekte, kimin ne olduğunu anlamak olanaksız duruma gelmektedir. Zaten her önüne gelen “Milli”, “Türkiye” ve “Türk” gibi sözcükleri kullanmak istediği içindir ki, bunların şirket ve dernek adlarında kullanılmasını bakanlar kurulunun iznine bağlamak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Kişilerin ne yaptığı o kadar önemli değil. Milliyetçilik kavramının herkes tarafından sahiplenilmek istenmesi sonucu anlaşılmaz duruma gelmesi, asıl, kişi düzeyinden sınıf düzeyine çıktığımız zaman ilginç boyutlara ulaşmaktadır.
Geçiş toplumlarında başat duruma gelmeye başlamış sosyo-ekonomik düzenin değerleri ile, hala yer yer güçlü olan eski sosyo-ekonomik düzenin değerleri yanyana ve savaşım halinde bulunurlar. Türkiye de bir geçiş toplumudur. Her iki düzenin de temsilcileri, doğal olarak, bu saygın kavramdan sonuna dek yararlanmak istemekte, onun desteğine gereksinme duymaktadır. Aslında, ne eski düzenin, ne de yenisinin temsilcilerinin Milliyetçilikle bir ilgisi vardır. Bir kez, ileride göreceğimiz “Milliyetçilik-öncesi” düzen olan feodalizmin günümüzdeki kalıntılarını temsil eden toprak ağaları sınıfı ve özellikle en milliyetçi kesim olarak ortaya atılan kasaba ve küçük kent esnafı dinsel bir ideolojiye sahiptir. Yani “millet” kavramına değil, uluslararası bir kavram olan “ümmet” kavramına sadakat duyar. “Önce Müslüman mısın, yoksa Türk müsün ?” sorusuna alınacak cevap, bu durumu açıkça ortaya koyacaktır. Bununla birlikte, Türkiye’de Milliyetçiliğe en hararetle sahip çıkan sınıf ve zümre, Milliyetçiliğe tanımı gereği ters düşen, bu dinsel ideolojinin sahiplerinden esnaf ve zanaatkârlardır. Böyle yapmadıkları, dinsel ideolojilerini yalın olarak savunmaya başladıkları zaman, gittikçe daha büyük hızla başat duruma gelmekte olan ve bürokrasinin laik ideolojisini kullanarak belli başlı kurumları çoktan eline geçirmiş bulunan yeni sosyo-ekonomik düzenin gazabına uğramaktadırlar.
Ulusal bilincin güçlü olduğu yerlerde Milliyetçilik ideolojisine zorlama görevi düşmediği için Milliyetçilik fazla tutkulu olmamaktadır.
Milliyetçilik ideolojisi kendisinden önce egemen olan din ideolojisiyle çatışmış ve sonunda toplumların başat ideolojisi olmuştur. Milliyetçilik kavramı, ilk kez Avrupa’da doğduğu zaman, tümden laik bir kavramdı. Çünkü dinsel ideolojinin egemen olduğu üretim biçimi olan feodalizmi yıkmak isteyen burjuva sınıfı tarafından bu dinsel ideolojinin etkilerini silip atan akılcı bir Aydınlanma Çağı’nın ardından 18. yüzyılda ortaya atılmıştır. Oysa Türkiye’de böyle bir Aydınlanma Çağı yaşanmamıştır.
BİR DUYGU OLARAK MİLLİYETÇİLİK: BİREY-TOPLUM VE TUTUNUM GEREKSİNMESİ
Belirli bir toplum biçimi içinde yaşayan her birey, içinde bulunduğu ortamda kendi huzur ve güvenliğini sağlamaya yönelir. Güçlü olması ve belki de daha önemlisi, kendisini güçlü hissetmesi gerekmektedir. İşte birey, tutunum gereksinmesi adı verilebilecek bu gereksinmeyi iki yoldan doyurmaya çalışır. Tıpkı egemenlik gibi, biri içe, öbürü dışa olmak üzere iki yönü vardır bu duygunun. Olumlu öğe adı verilebilecek içe dönük yön şudur: birey, içinde bulunduğu gruptaki diğer bireylere benzer olan yönlerini vurgulayarak bir “Biz bilinci” yaratmaya çalışır. Zaten insanda Yurtseverlik adı verilebilecek bir içgüdü güçlü bir biçimde doğuştan vardır. Örneğin, her toplumda insan doğduğu yeri, toprağı, evi sever. Tarihsel süreç sırasında dil, din, ülkü, toprak, kültür ve hepsinden önemlisi ekonomik çıkar birliği gibi birtakım öğelerin ortaya çıkması ile, “millet” olgusunun doğması üzerine bu yurtseverlik, Milliyetçilik duygusunun “olumsuz” yönünün ve topluma egemen olacak “Milliyetçilik İdeolojisinin” de etkisiyle en sonunda “ulusal bilinç” haline dönüşecektir. Bu yurtseverlik, daha ileride de görüleceği gibi, Milliyetçilikten ayrı bir şeydir ama, milliyetçilik duygusunun bu olumlu öğesine çok büyük katkıda bulunur.
Toplumun önder kadroları, yani yazarlar, ozanlar, sanatçılar bu “Biz bilinci”ni toplum üyelerine hep hatırlatmak görevini yüklenirler. Milliyetçilik, toplumun hiç olmazsa önemli bir bölümü bu “Biz bilinci”ne şu veya bu biçimde sahip olmadıkça, etkin olamaz. Fakat bu bilinç ne denli güçlü olursa olsun, tek başına bir toplumda milliyetçilik duygusunun oluşmasına da yeterli olamaz. Bireyler tutunum gereksinmelerini doyurmak için bir de Olumsuz Öğe adı verilebilecek bir unsurdan yararlanmak yoluna giderler, kendilerini ve çevrelerinde kendilerine benzeyenleri ortak bir düşman kavramı karşısında ayırt etmek isterler ki buna da “Onlar bilinci” adını verebiliriz. “Onlar” bilinci toplumun özellikle bunalımlı devrelerinde keskinleşir ve bir bakıma Milliyetçilik duygusuna asıl rengini veren öğe olur. Yalnız bunalımlı dönemlerde değil, biz bilincinin şu ya da bu nedenle zayıf kaldığı toplumlarda Onlar bilinci daha da keskinleşmek ve neredeyse tek başına Milliyetçilik duygusunu ayakta tutmak zorunda kalacaktır.
Olumsuz öğe yalnızca dış düşman kavramından yararlanmakla da kalmaz. Toplumun tutunumunu olumsuz yönden destekleyecek olan düşman kavramı içerideki bir düşman da olabilir. Toplumlarda çeşitli azınlıklara karşı duyulan tepkiler bu yönde sık sık kanalize edilme yoluna gidilir. Psikolojik yaklaşıma göre Milliyetçiliğin yayılması Avrupa’da dinin etkisinin azalmasına rastlamaktadır. İnsanlar kendilerinden yüksek bir kavrama hizmet etmek eğilimindedirler. Bu birim, kişisel mülkiyetin olmadığı bir dönemde kendine yeterli ortak üretim yapan kabile toplumunda Ataların Ruhu tarafından korunmakta olan kabile topraklarıdır. Bu sadakat odağı mistik ve kollektif bir nitelik taşır, çünkü doğa koşullarının ve olaylarının anlaşılamadığı bir ortamda oluşmuştur.
Her toplumun egemen ideolojisi acımasızdır. Kendine karşı geleni yok eder. Bu Ataların Ruhu’na, yani egemen ideolojiye karşı gelmenin de cezası ölümdür.
2. BİR İDEOLOJİ OLARAK MİLLİYETÇİLİK: EGEMEN SINIF (GRUP) VE TUTUNUM GEREKSİNMESİ
Zamanla toplum gelişir, genişler. İnsanların boğazlarını doyurdukları birim de ona göre büyür, örneğin bir feodal ünite biçimini alır. İnanlar “vatan” diye bunu tanırlar. Toplumsal sadakatları da, Kilise-Orta Çağ toplumunda en güçlü mal sahibi olduğu için, ilahi ve kollektif bir kavram olarak Tanrı’ya yöneliktir. Kilise’nin yanında, ikinci derecede toprak sahibi olan feodal beye karşı da birtakım toplumsal kabullenmeler biçiminde itaat edilir. Bu dönemin toplumsal tutunum ideolojisi olan din tarafından emredilen bir ortamdır bu. Dine, yani bu dönemin egemen ideolojisine karşı gelmenin de cezası ağırdır. Adamı yakarak öldürürler. Ortaçağın sonunda, mutlakıyetçi krallıkların ortaya çıkması üzerine, zaten bütün ortaçağ boyunca yavaş yavaş oluşmaya başlayan yeni bir üretim birimi, yeni bir Ekonomik Pazar kralın sınırlarını çizdiği yeni devlet içinde oluşmaya başlar. Artık yeni devrin sadakat odağı, laik ve kişisel bir kavram olan Prens tarafından oluşturulmaktadır. Prense de karşı çıkılmaz.
Cezası tekerlek işkencesiyle ölümdür.
Fakat bu da uzun sürmez. Prense mutlakıyetçi krallığı kurma sürecinde yardımcı olan burjuvazi artık ona gereksinme duymayacak kadar güçlenmiş, onun yerini almaya hazırlanmaktadır. Fakat burjuvazi, toplumu, tarihte ilk kez bu denli kökten bir biçimde değiştirmiştir. Daha önceki toplum biçimlerinde ilişkiler tamamen ve oldukça kişisel olduğundan toplumun denetimini sağlamak kolaydır. Oysa, bir tek aile veya ufak fief’in artık söz konusu olmadığı ulusal devlette, bir kez, toplumsal ve ekonomik ilişkiler kişisel olmaktan çıkmış, kurumsallaşmıştır. Eskiden, örneğin feodal bey serflerini tanır ve onlara “nolesse oblige” felsefesi gereği birtakım yardımlar yapıp yüz yüze ilişki halinde bulunurken, artık fabrikatör işçilerini tanımamakta, verdiği ücretin dışında bir ilgi göstermemektedir. Yeni ilişkiler anonimleşmiştir. Bu nedenle, eski tutunumu yıkılan kişi eskisinden daha çok manevi dayanak gereksinmesi içindedir. İkincisi, toplum artık farklılaşmıştır. Mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçilmiştir. Bunun bilincinin topluma aşılanması, tutunumun sağlanması için yeni bir birleştirici odak noktası gösterilmesi gerekmektedir. Üçüncüsü, toplumun sadakatinin yöneldiği odak noktası mistik veya ilahi niteliğinden sıyrılmış, laikleşmiştir. Laikleşen otorite insanüstü niteliğini yitirmiştir. Yeni toplumu, çevresinde birleştirebilecek kadar güçlü bir otoriteye gereksinme vardır. Dördüncüsü, yeni ekonomik ilişkilerin gerektirmesi sonucu, toplumun sınırları çok genişlemiştir.
İşte bu belirli tarihsel koşulların 18. Yüzyıl sonu toplumunu belirli bir biçimde yoğurması sonucu beliren kişisel ve toplumsal tutunum gereksinmesi, daha önceki toplum biçimlerindekinden çok farklı olmuştur. Böylesine kurumsallaşmış ilişkiler içinde yaşayan, böylesine farklılaşmış ve genişlemiş bir toplumu kendi denetimi altında birleştirmek için 18. yüzyıl sonu egemen sınıfının o ana dek görülmüş tutunum ideolojilerinden farklı ve daha güçlü bir ideolojiyi topluma kabul ettirmesi gerekmektedir. İşte, modern kapitalist toplumun sadakatinin odak noktasını bütün bir “millet” olgusuna tarihte ilk kez dayandıran bu laik ve kollektif ideoloji Milliyetçilik olmuştur. Önceki üretim biçimlerinde olduğu gibi, bu yeni üretim biçiminin egemen ideolojisine karşı çıkmanın da cezası ölümdür. Sadece biçimi değişir.
Vatan haini kurşuna dizilir.
FEODAL SİSTEMİN BOZULMASI VE MUTLAKİYETÇİ KRALLIKLARIN KURULMASI
Feodal toplumda, kırsal ve kentsel olmak üzere ikili bir ayrım vardır. Feodal bey-Serf ikilisinin bulunduğu kırsal toplulukta üretim birimi feodal “domaine” ve Kilisenin toprakları, değeri yaratan öğe de Serf idi. Önceleri, Serfi toprağında belirli günler çalıştıran ve “emek rant” alan feodal bey, sonradan bu rantı, serfe bıraktığı belli bir topraktan “ürün rant” şeklinde almaya başladı. Feodal dönemin son devirlerinde para ekonomisinin belirmeye başlaması üzerinde feodal beyin aldığı rant artık “para rantı” adını verdiğimiz biçime dönüştü. Bu iki yanlı süreç sonunda serf elinde daha çok değer ve para tutabiliyordu. Bunun sonucu olarak da nasıl köleye göre serf daha verimli bir üretici idiyse, köylü de daha fazla üretmeye başladı.
O zamana kadar kentlerde bulunan ve lonca şeklinde örgütlenmiş olan zanaat erbabı ise esas olarak feodal aristokrasinin daha çok lüks gereksinmelerini karşılamakta, bunun sonucu olarak kaliteli ve çok sınırlı üretim yapmaktaydı. Lonca kuralları da bu sınırlı üretimi sağlayacak biçimde konulmuştu. Nüfusun artması ve serfin üretimden daha çok pay alması üzerine toplumda talep de artınca, lonca sistemi zorunlu olarak etkisizliğini ve yeterliğini yitirdi. Daha bol mal üretilmeye başlandı. Küçük yerleşme birimleri arasında pek az ilişki bulunan, seyahatin zor olduğu ve ticarettin sadece lüks maddelerle sınırlı bulunduğu kendine yeterli Ortaçağ ekonomisinde bir canlılık görüldü. Ticaret kırlarda da başlamıştı. İç göçler de arttı. Serfler kente kaçıp özgürleşiyordu. Toplumda her zaman var olan olumlu ve olumsuz öğeler bu sırada da faaliyettedir. “vatan” (Patrie) sözcüğü vardır, fakat örneğin bütün Fransa için değil, çeşitli province’ler için kullanılmaktadır. Bu birimler birbirlerinden farklı oldukları bilincine canlı bir biçimde sahiptirler. “Millet” (nation) kelimesi de mevcuttur, fakat anlamı “patrie” sözcüğününki gibidir. Diğer bir deyişle, bugünkü anlamında bir “ulusal duygu” yoktur. Çünkü ulus olgusu yoktur.
Ortaçağ üretim düzeninin bozulmasına paralel olarak feodal beyler ve Kilise de zayıfladı. Her ülkede bunların en güçlüsü olan bey veya kral yavaş yavaş diğerlerini ortadan kaldırmaya başladı. Bu iş sırasında barutun topa uygulanmasından çok yararlanıldı. Feodal düzende hukuksal güvencelerin olmayışından, ticaret olanaklarının son derece kötü bulunuşundan dolayı gelişmeyen yeni tüccar sınıfı bu savaşımda feodal bey ve Kiliseye karşı kralı en aktif bir biçimde destekledi. İstediği koşulları sağlayacak kraldan başka birisi olamazdı. Kral da, kendisine para ve paralı asker sağlayacak bu doğal ittifakı çok iyi karşıladı. İkisinin de krala bağlı bürokratik bir merkezi devlet kurumunun gelişmesinde ortak çıkarı vardı. Bu nedenle Batı Avrupa’da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla beliren ekonomik ve toplumsal değişme, her devlette kralın yüce otorite olarak ortaya çıkmasının hem sonucu, hem de nedeni oldu. Burjuvazi kralın belli bir siyasal birim yaratmasından dolayı güçlendi, kral da bu güçlü burjuvaziden destek gördü.
BATI AVRUPADA MİLLİYETÇİLİĞİN SİYASAL İŞLEVİ
Batı Avrupa (örneğin İngiltere ve Fransa) ülkelerinde milliyetçiliğin işlevi, burjuvazinin iktidarı kraldan alması sırasında ortaya çıkan “toplumsal sadakatin nereye yöneleceği ve tutunumun hangi odak noktasına dayandırılacağı” sorununu çözmek oldu.
Milliyetçilikten önceki tutunum ideolojileri odak noktası olarak mistik (Ataların Ruhu), ilahi (Tanrı)veya kişisel (Kral) kavramlarını göstermişlerdi. Endüstri toplumu gibi çok farklılaşmış, toplumsal ilişkileri çok karmaşık ve gayrı kişisel bir biçim almış bir dönemde ise sadakati göstermelik olarak bile olsa, bütün bireyleri içine alan bir “millet” kavramına dayandırmak gerekti. Başka türlü tutunum sağlanamazdı. Milliyetçilik tarihte aynı zamanda hem kollektif hem de laik olan ilk tutunum ideolojisi oldu.
Halk açısından durum buydu. Burjuvaziye gelince, doğrudan doğruya kendisine dayandıramayacağı sadakat noktasını “Millet” kavramına teslim etmekte herhangi bir sakınca görmedi. Nasıl olsa, en güçlü kendisi olduğundan, millet’i o temsil edecekti.
Batı Avrupa Milliyetçiliği, bir çok yazarın söz birliği yaptıkları gibi, liberal, demokrat ve insancıl oldu. Bu ülkeler diğerlerinden daha gelişmiş olmanın verdiği olanaklar içinde parlamenter demokrasiyi getirdikleri, ayrıca proleterya güçlenip örgütlenmeden devleti ele geçirdikleri için demokrat oldular.
3. AZGELİŞMİŞ ÜLKE MİLLİYETÇİLİĞİNİN FARKLI MODELİ : KARA AFRİKA ÖRNEĞİ
Afrika’da Avrupa Milliyetçiliğinin özünde olan bir burjuvazi yoktu ama, emperyalizmin bir anlama kendi “katibi”olarak kullanmak üzere yetiştirdiği ve burjuva değerlerini benimsettiği aydınlar vardı, Afrika’da dil, din, ortak kültür gibi öğelere sahip bir millet yoktu ama, emperyalizmin yapay da olsa belirli sınırlar içinde bir araya getirdiği, kurduğu haberleşme şebekeleriyle bağlantılı kıldığı, her şeyden önemlisi, ortak sömürü koşulları altında belki ulusal bilinç ama renk bilinci verdiği bir sömürülenler topluluğu belirmişti. Yani Afrika’da “Biz” bilincinin eksikliği, “Onlar” bilincinin çok güçlü olmasıyla giderildi.
4. Afrika aradaki devirleri yaşamaya fırsat bulamadan kendini ilkel kabile düzeyinden birdenbire ileri endüstri toplumunun yönetimine tabi buldu. Böylece, Avrupa’dan çok daha kısa bir zamanda, göreli olarak çok daha derin bir değişme ortaya çıktı. Avrupa’da burjuvazi bu 700 yıllık sürede yavaş yavaş gelişmişti. Afrika’da Milliyetçiliğin başını çekmek hususunda onun işlevini gören aydın, çoğu zaman bir tek kuşağın gidip, Avrupa’da okuyup, sonra dönmesiyle hareketin önderliği görevini yüklendi.
5. AVRUPA’YA AÇILIŞTAN ÖNCE AFRİKA’DA GELENEKSEL YAPI VE DÜZEN
Köle ticareti gelişmeye başlayınca krallar, köle karşılığı Avrupalılardan mal alarak gelirlerini arttırmışlar, fakat bu mallar hep tüketimle ilgili olduğundan, üretim biçiminin değişmesinde etkili olmamıştır.
6. Kıyıdaki beyaz esir tüccarlarına içerilerden hemcinslerini yakalayıp getiren Afrikalılar, bu kıtanın koşulları içinde orta sınıf sayılabilecek bir öğe olarak ortaya çıktılar. Yalnız, hemen belirtmelidir ki, Avrupa’nın sosyo-ekonomik hareketliliğinin, dolayısıyla uyanışının başlangıcı sayılabilecek bu olay Kara Kıta için korkunç bir darbe oldu. Ailelerinden ve vatanlarından koparılan milyonlarca insanın dramları bir yana, bu ticaret bütün kıtayı, en sağlam insanlarını alıp götürerek insan gücünden yoksun kıldı.
7. İlk başlarda köleler şefler tarafından yerli tüccarlara veriliyor, esir olarak satılmazsa zaten ölüme mahkum edilecek olan bu insanlar 17. yüzyılın standartlarına göre oldukça iyi koşullar içinde gidecekleri yere taşınıyorlardı. Bu işi o zamana kadar tekel şeklinde yürüten Africa Company devamlı olarak köle alabilmek ve mağazalarının güvenliğini sağlamak amacıyla yerlilerle iyi geçinmek zorunda olduğu için, av yapar gibi kabilelerden insan kaçırmak yoktu. Bu ticaretle kendi başına çalışan maceraperestlerin girmesinden sonradır ki, insan avı başladı. Bunlar arasındaki rekabet, sonunda, esir satın alabilmek için yerliler arasında savaş çıkarmaya kadar varıldı.
8. Haklı olarak “insansal kanama” adı verilen esir ticaretinin insan kaybı açısından Afrika kıtasına verdiği zararın kesin rakamı çeşitli kaynaklara göre değişmektedir. Örneğin bir Amerikan kaynağı Amerika’ya varan zenci esirlerin sayısının 15-20 milyon civarında olduğundan kalkarak, 3-4 milyonunun taşınma sırasında, ayrıca yakalanırken ölebileceğini hesaplamakta ve toplam rakamı 40 milyon Afrikalı esir olarak saptamaktadır. Bir Sovyet Afrikanistinin verdiği rakam ise 100 milyon kişidir. Senegal başkanı Senghor’un Afrika Sosyalizmi konusunda yapılan 1962 Dakar Kollokyumunda verdiği rakam ise bunların çok üstünde bulunuyor. Senghor’a göre Amerika’ya 20 milyon esir varmıştır. Fakat 1 esir alınırken 9 tanesi avda veya gemi ambarında öldüğünden toplam rakam 200 milyona çıkmaktadır.
9. MİSYONERLERİN AFRİKA’YA GELİŞ NEDENLERİ
Daha ileri bir uygarlıktan gelenlerin daha ilkel bir toplum karşısında duydukları aşağılama duygusu burada da kendini göstermişti. Dünyanın dört bir yanına dağılıp da özellikle Asya’da eski ve köklü uygarlıklara rastlayan misyonerler, Afrika’da çoğu zaman devleti bile bilmeyen yapıyla karşılaşınca bu durumu abartıcı bir biçimde Avrupa’da anlattılar. Ayrıca, Afrika toplumu için son derece doğal, hatta yer yer ve zaman zaman işlevsel olan çıplak dolaşmak, başlık vermek, sihirbazlık, ve özellikle yamyamlık gibi adetlerin varlığı Avrupalı misyonere bu ülkelere gitmek ve buraları “Tanrı’nın ülkesine katmak” arzusunu çok güçlü bir biçimde aşıladı. Putperestleri dine davet etmek misyonerlerin amacıydı. Herhalde bu işi Afrika’dan daha esaslı bir şekilde yapacak yerde bulunamazdı. Ayrıca, bu “beyaz insan mezarı”nda tanrının adını yaymak azizlik mertebesine yükselmek gibi bir şeydi.
10. MİSYONERLERİN MİLLİYETÇİLİĞİN DOĞUŞUNDAKİ ROLLERİ :
GELENEKSEL TOPLUM DÜZENİNİN ÇÖZÜLMESİ
Bireyin değil, aile ve soy’un önemli olduğu Afrika toplumunda Hıristiyanlığın ve Avrupa’nın bireyci değerleri, büyüklerin otoritesini zayıflattı. Geleneksel yaptırımlar artık korkutmaz oldu. Afrikalılar kendi öz kültürlerine yabancılaşıp onu horlamaya başladılar.
11. AZ GELİŞMİŞ ÜLKELER VE AYDIN KAVRAMI
İşte az gelişmiş ülkelerdeki aydının durumu budur. Aydın, “sırf aldığı eğitim nedeniyle kendi toplumuna yabancılaşmış” bir tabakadır. Bu tabaka Batı eğitimi tarafından ileri bir endüstri toplumunun bilgileri ve gereksinmeleriyle donatılmıştır, fakat doğal ortamını bulacak olduğu bu modern topluma ulaşması ve dolayısıyla güç kazanması bizzat kendi dillerinde bunları öğreten sömürgeci tarafından engellenmektedir. Bu gerçek, Batı’da (veya Batı eğitimiyle) yetişip Batı’ya hayran olan aydının neden Batı’nın aleyhine politika güttüğü paradoksunu aydınlatmaya yardımcı olmaktadır. Diğer bir deyimle, Batı, aydınların, idealleri olan Batı’ya ulaşmalarına engel olduğu için kendi “mezar kazıcısını” yaratmış “kendi mahvının tohumlarını” atarak Milliyetçilik ideolojisinin saldırısına uğramıştır.
12. MİLLİYETÇİLİK VE AFRİKA TECRÜBESİ : TOPLUMUN GEREKSİNMELERİ AÇISINDAN İDEOLOJİ
Afrika toplumlarında milliyetçi duygunun, sömürgecinin getirdiği yapı bozulmasıyla ortaya çıktığını görmüştük. Afrika halkları, beyaz-siyah farkının da vurgulandığı bir ortamda, bu yapı bozulmasının doğurduğu huzursuzluğun nedenini sömürgeci olarak görmekte gecikmemiştir. Huzursuzluğun kaynağı saptanınca, bir takım tepkiler başlamıştır. Bu bir arayıştır. Toplum böylece, eskiden olduğu gibi huzurla yaşadığı döneme kavuşmak istemektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşının getirdiği yeni öğeler ve artırdığı sıkıntılar sonucu, toplumun bu isteği gittikçe güçlenmiş, toplum bir an önce mevcut düzenin ortadan kalkmasını ister olmuştur. Yalnız, kalkacak olan sömürge düzeninin yerine tekrar eski toplum düzeninin getirilmesi söz konusudur. Çünkü toplumlar, kendi hallerine bırakıldığı takdirde, doğal olarak, alışmış oldukları düzeni tekrar geri getirmek isteyeceklerdir.
Afrika toplumlarının bu isteği, biraz düşünülecek olursa, çelişkili bir istektir. Çeliştiği öğe de kendi bünyesine girmiş olan yeni, yani kapitalist ekonomi düzenidir. Bu düzen toplumda yeni alışkanlıklar ve gereksinimler yaratmıştır. Artık bu alışkınlıklardan ve gereksinmelerden vazgeçilmesi olanaksızdır. Afrika toplumlarının sömürgeciden kurtulma isteğinin yanı sıra, yeni ekonomik düzenin bu nimetlerinden yararlanma arzusu da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu durumda, aydın tarafından ortaya atılacak olan ideoloji, Afrika toplumunun bu iki çelişkili isteğini, yani sömürgecinin getirdiği huzursuzluk düzeninden kurtulmak ile, gene sömürgecinin getirdiği ekonomik düzenin nimetlerinden yararlanmak isteğini karşılamak zorunda kalacaktır.
13. AÇMAZI GİDERMENİN YOLLARI : “PAN AFRİKANİZM” TEMASI VE KENDİNİ ULUSLAR ARASI TOPLUMDA KABUL ETTİRME
Kendi ülkesinde olduğu gibi, okumak için diğer ülkelerde de aşağılanan zenci, bu aşağılanmayı gidermenin en somut yolunu, doğal olarak başına geçtiği yeni ülkesini uluslararası toplumda kabul ettirmek şeklinde bulmuştur. Böylece, kendini bir zamanlar aşağılayanlar resmi törenlerde önünde eğileceklerdir. Fakat Afrikalı aydınların bağımsızlık evresinin bir simgesi haline getirdiği bu “kabul edilme” tutkusunun esas nedeni, içerde toplumsal taban açısından çok zayıf bulunan ve ancak bağımsızlığı başarıya elde edebildiği için ayakta duran yönetimin uluslararası toplumda kendini kabul ettirme sayesinde meşruluğu dışardan sağlamak isteğidir. Bu durum aslında, içeride meşruluk dayanağını zayıf hisseden bütün yönetimlerce kullanılan bir yöntemdir. Bu gibi yöntemler, örneğin dış basında ve radyolarda yayınlanan ve bazen para vererek sağladıkları övgüleri kendi halklarına önemle aktarırlar. 12 Mart döneminde bunun örnekleri Türkiye de çok görülmüştür. Bazen bu yönetimi sırf siyasal iktidarlar kullanmaz; ülke içindeki huzursuzluğu ve oydaşma eksikliğini duyan basın bu işi kendiliğinden yapma yoluna gidebilir.
14. PAN AFRİKANİZM
Her icadın Afrikalı zenciler tarafından yapıldığı yolundaki Pan Afrikanist sav, aslında hiç de yadırganacak bir durum değildir. Benzer iddialar Afrikalı zencinin duyduğu benlik gereksinmesini aynı yoğunlukta duymayan uluslarda bile görülmüştür. Buna örnek olarak “American way of life”ın üstünlüğü savı ve Stalin devrinin eski Rusya halkının yaratıcı dehası ile prenslerinin kahramanlığı üzerinde yaptığı vurgu hatırlatılmaktadır. Türkiye’de de Atatürk devrinde geçerli olan azgelişmiş ülke milliyetçiliği örneğinde, bu tutumun birçok benzerlerine rastlamak mümkündür. Eti ve Mezopotamya uygarlığının Türk uygarlıkları olduğu ve bütün dillerin Türkçe’den doğduğu (Güneş-Dil kuramı) savları, bu tutumun birçok örneğinden yalnızca ikisidir.
15. REJİMİN MEŞRULUĞUNUN ZAYIFLAMASI
Bir ülkede rejim tehlikeye girdiği zaman, bunun nedenini rejimi tehdit edenlere değil, önce rejimin kendisinde aramak gerekir. Çünkü dışardan karışma gibi durumlar konu dışı tutulduğunda, toplumun gereksinmelerine sağlam cevaplar getiren bir rejimin ciddi bunalıma düşmesi diye bir şeyin söz konusu olmaması gerekecektir. Rejim bunalımı çıktıysa, demek ki rejim zayıflamış, yani meşruluk temellerini yitirmeye başlamış ve temel işlevlerini göremez hale gelmiştir. İşte, Afrika ülkelerindeki uygulamaların içine düştüğü bunalım sürecini de bu açıdan incelemek gerekiyor.
16. KİŞİYE TAPMANIN VE “İDEOLOJİNİN OLUMSUZ İŞLEVİ” NİN ETKİSİ:
Afrika tek parti rejimlerin zayıflamasındaki bir payı da, önderlerin kişiliklerinin putlaştırılması ve bu ideolojilerin olumsuz işlevler görmesi gibi sosyo-psikolojik öğelere ayırmak gerekmektedir. Yapılan kimi törenler, resmen, öndere tapmak niteliğinde olduğu için, Anglikan kilisesinin büyük tepkisini çekmiştir. Her ne kadar kişinin bu tür putlaştırılmasının, gelişmiş ülkelerin aksine birliğin, yukarıdan aşağıya sağlandığı ve en iyi bir biçimde bir insan tarafından simgeleştirildiği az gelişmiş ülkelerde bir ölçüde toplumsal işlev gördüğü söylenebilirse de, konumuz açısından önemli olan, bu putlaştırmanın eninde sonunda insanlarda tepki yaratmasıdır. Böylece ideoloji, başarmak istediğinin aksi bir sonuca ulaşmış olmaktadır. İşte, bu noktada, bükülgen olmayan bir ideolojinin kendi işlevinin tersi sonuçlar vermesi konusu önem kazanmaktadır. Siyasal gereklerin ekonomik gelişmelerden önde tutulmasının yozlaşma ve durgun bir ekonomi doğurduğu, ideolojik birlik ve düzen üzerine yapılan, fazla bir vurgunun toplumsal dayanışmayı aksine zayıflattığı, rejimin düşmanlarından durmadan söz etmenin yurttaşlar arasında kuşku ve çatışma yarattığı bir gerçektir. Tam bir baş eğme isteyen bir ideoloji, ideoloji körlüğü yaratmanın yanı sıra, istediğinin tersi sonuçlara varabilmektedir. İşte Afrika ülkelerinde de milliyetçi ideolojinin, olumlu işlevler yanında, böyle olumsuz işlevler görmüş olması da söz konusudur. Bu durum da rejimin meşruluk temelinin bir miktar daha zayıflaması sonucunu doğurmuştur.