KİTABIN ADI : BOZKURTLAR
YAZARI” : ERBİL TUŞALP
1. Kim ne derse desin sorgulanmayan hayat yaşamaya değmiyordu.
2. İdeolojisi ırkçılık, etnik arındırma, asimilasyon, homojenleştirme, kan ve ırk birliği arayışı, militarizme övgü, Turancılık ve elbette anti-komünizm gibi öğeler üzerinde temellendiren Bozkurt milliyetçiliği, süreç içinde milli toplumu, milli devleti amaçlayan saldırgan bir faşizme dönüştü. Özgürlükten, bağımsızlıktan, hukuktan, eşitlikten, emekten yana demokratik çağdaş bir tepkiyi anlatan yurtseverliğin karşı tezini oluşturan otoriter ve totaliter bir siyaset biçimi oldu.
3. “Bir Türk, Türk ırkının üstünlüğüne inanır, milli geçmişe saygı duyar ve Türklük idealleri uğruna (ve özellikle de ezeli düşman Moskova’ya karşı) mücadeleye kendini adamaya hazırdır.” Bu tanım onları “Biz, Türksüz bir dünyanın varlığının düşünmektense, o dünyanın bizim yüzümüzden infilak etmesini daha uygun buluyor ve böyle bir düşünceye sahip olmakla gurur duyuyoruz” noktasına taşıyacaktı.
4. İnanması güçtü ama Alparslan Türkeş’e karşı muhalefet hareketi başlatan Muhsin Yazıcıoğlu’nun, parti yönetiminde etkin olduğu grup, ölçüyü o yıllarda koyuyordu. MHP’li ülkücülerin “İslam’ın çizdiği sınıra kadar milliyetçi” oldukları açıklanıyordu. Değişimin bu yönünü iyi kavrayan Türkeş’in “partiye katılan yeni üyelere Kuran-ı Kerim armağan etmekten” başka yapacağı bir şey yoktu. Siyasal İslamın güdümüne giren ırkçılık, Fettullah Hocaefendi’den destek arar durumdaydı. Şeriatçıların desteğini büyük ölçüde Yazıcıoğlu’na kaptıran Türkeş, çareyi Hocaefendi’ye “bizzat” mektup yazmakta bulacaktı: “Susurluk bahane edilerek zat-ı alinizin temiz ismini gölgelemek istenmesi çok üzücü olmuştur. Fakat hem milletimiz sizi tanıyor, hem de dünya sizi tanıyor. Kötü niyetlilerin hiçbir şey yapması mümkün değildir.”
5. İster anımsansın, ister anımsanmasın yazılanlar / söylenenler tarih olmayı bekliyor. Unutan unutsun, tarih Türkeş’in sözlerini unutmuyor. “Emanet olan davayı kucakladım. Hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. Beni takip edin. Geri dönersem vurun. Davaya katılıp geriye dönen herkesi vurun.”
6. Üniversitelerde YÖK’le başlayan Bozkurtların dirilişi, Dil ve Tarih Kurumu, TRT gibi ideoloji üretim merkezlerinde de sürdürülecekti. Fikret Eren, Tarih Kurumu Başkanlığı’na, 12 Mart’ta Mahir Kaynak’la birlikte MİT için çalışan Tunca Toskay TRT Genel Müdürlüğüne gelebilecekti.
7. Bayındırlık Bakanı Koray Aydın’ın danışmanı MHP İstanbul milletvekili adayı Burhan Kıroğlu, Trabzon’da yayınlanan Günebakış Gazetesi sahibi Ali Öztürk’ü öldürtmek için kiralık katil tutmakla suçlanıyordu.
8. Dr.Güçlü’yü öldüren tabancaların o yıllarda teğmen Fehmi Altınbilek ve Mustafa İlerisoy’un olması bir rastlantı değildi. Adı geçen subaylar, esrarengiz yüzbaşı Mehmet Ali Çevikel’le birlikte MHP’ye Özel Harp Dairesi’nin desteğini sağlayanlar arasındaydı. Yüzbaşı Çevikel’in Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu ile olan ilişkileri, Kahramanmaraş soykırımı ve 16 Mart 1978 katliamı olaylarında açığa çıktı. 16 Mart 1978 katliamı davasının yargılama belgelerinde Çevikel’in Korkut Eren ile ilişkisinden de söz edildi.
9. Bu akıl almaz yöntem onlara süreç içinde iktidar yolunu açacaktı. İnanması güçtü ama bir dönemin cinayetten hükümlü MHP Gençlik Kolları Başkanı Ali Güngör, yıllar sonra İçel milletvekili olarak geldiği parlamentoda, “Çete ve Mafya” konusunda ulusal egemenlik adına çalışmalar yapacak olan TBMM Soruşturma Komisyonu Başkanı olacaktı.
10. Büyük çoğunluk ayırdında değildi, ama geçmişiyle hesaplaşmaktan kaçan toplumların elinde tarih, çoğu zaman taşınması güç bir yük oluyordu.
11. CIA, kendisinin en önemli düşmanları ve aleyhtarları hakkında geniş bir liste hazırlar. Bu liste, o kişilerin yaşam öykülerini, onların nerede nasıl bulunabilecekleri bilgilerini içerir. Amaç, askeri darbe olduğu zaman bu bilgi arşivini o ülkenin istihbarat teşkilatına verip bu kişileri tutuklanmasını sağlamaktır. Bu büyük bir ayıptı ve bu ayıptan kurtulmak için susmak / konuşmamak gibi çağdışı bir yöntem yürürlükteydi.
12. Tuhaftı ama Hakan Yurdakuler’in, Eşari Oran’ın, Burhan Barın’ın sıcak bedenleri toprakla kucaklaşırken ülkenin başbakanı Süleyman Demirel, “^Meydan okuyarak söylüyorum. Kim kimi himaye etmiş, kim kimi korumuş söylesinler, açıkça delilleriyle söylesinler” diyebiliyordu.
13. Mehmet Erel, Sofya’da 1965 senesi içinde temas ettiği Bulgar İstihbaratçı Stoyan Stoyanov’un, “Türkiye’de sol hareket başlamıştır, ancak böyle devam ettiği taktirde kendiliğinden sönüp gidecektir. Solun sönmesini önlemek ve gittikçe güçlü bir duruma gelmeye sevk etmek için biz şimdi Türkiye’de sağı örgütleyip solun karşısına çıkaracağız, sol, sağdan yiyeceği darbelerle kendi içinde gittikçe birleşip daha da güçlü olmanın yolunu tutacaktır. Bu arada iki kutup arasındaki çatışmalar yüzünden halk da yavaş yavaş, haliyle bu iki kutbun etrafında toplanmaya başlayacaktır. Türkiye’de neticede sağın galebe çalması normaldir, ancak gayemiz her iki uç arasındaki çarpışmaları çok şiddetli bir hale getirdikten sonra Ordu üst kademesi ile hükümetin bir sağ dikta şeklinde idareye el koymasını sağlamaktır. Bir sağ dikta da, ekonomik yönden zayıf olan Türkiye’de, halkı iktisaden memnuniyetsizler cephesi şeklinde yanına alan sol güçler tarafından yıkılmaya mahkumdur” dediğini belirterek şöyle demiştir: “Bu planı bana açıklayan S.Stayonov yukarıda da belirtildiği şekilde, o tarihlerde Türkiye’de sol grupların muhtelif teşekküller içinde örgütlenmeye başlamış olduğunu, buna mukabil sağda henüz bir örgütlenmenin görülmediğini, bu planın uygulanabilmesi için sağın kendileri tarafından direkt veya endirekt yollarla örgütlenip sola vurdurulmasının gerektiğini, planın gerçekleşmesi için bu safhanın ele alınması gerektiğini söylemiştir.”
14. Karanlık işlerin başında elbette uyuşturucu ve silah kaçakçılığı geliyordu. Başbakan, bakan, milletvekili, yargıç, savcı, polis, asker ve yüksek bürokratların katıldığı bu tür karanlık işler onlara yeni olanaklar sağlıyordu. Örneğin Alman yargıç Rolf Schwable, uyuşturucu kaçaklarının Türk hükümet yetkililerince korunduğunu söyledi ve Tansu Çiller’in adını verdi. İngiltere’nin kaçakçılıktan sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı Tom Sackville “Türk polisinden bazı kişilerin, hatta Türk hükümetinden bazı yetkililerin uyuşturucu işine karıştığı yönünde kaygı verici iddialar oluştuğunu” söyledi. Fransa Uyuşturucu Jeopolitiği Gözlemevi’nin 1997 raporundaki suçlama daha boyutluydu:
“İslamcılarla koalisyon yapan Çiller’in koruduğu Mehmet Ağar’ın istifası, polis ve hükümetten bazı kişilerin mafya ile bağlantısını ortaya koyuyor. Ağar, MİT raporunda, uyuşturucu kaçakçılığı, haraç, Almanya, Hollanda, Belçika ve Azerbaycan’da adam kaçırma olaylarını gerçekleştirip, eylemler yapan aşırı sağcı bir mafya çetesini yönetmekle suçlanıyor.”Suçlamalar ağırdı ama yeni değildi. 1996’daki “Türkiye: Hep Biraz Daha Doğu’ya” başlıklı raporda, “Türk uyuşturucu kaçakçılarının Rusya, Ukrayna, Moldovya ve Kafkasya’da cirit attıkları belirtiliyordu.
Aynı raporda, PKK operasyonlarında elde edilen uyuşturucunun kayıtlara geçirilmediği, bunun, yılda birkaç kez İspanya limanlarına giden aşırı sağcı çetelere teslim edildiğine dikkat çekildi. Olaylar, bu savları kısa bir süre sonra doğrulayacak biçimde gelişecekti. Devlet tarafından yeşil pasaport verilen uyuşturucu kaçakçısı Yaşar Öz’den sonra, Nurettin Güven de İngiltere’de iş üzerinde yakalandı. Güven olayında da Susurluk kazasında olduğu gibi “susturucu”, Yaşar Öz olayında olduğu gibi İçişleri Bakanlığı’nca verilmiş, “resmi pasaport”, Yaşar Öz, Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı örneklerinde olduğu gibi “emniyet uzman kimliği”, bu isimlerin karıştığı çoğu olayda olduğu gibi “uyuşturucu” unsurları bir araya geliyordu. Bütün bu savlar Mehmet Eymür’ün İstanbul DGM’de yargılandığı çete davasında yaptığı açıklamayla çok yeni bir boyut kazanacaktı.
Eymür, yargıç huzurunda, “Ağar’ın, Dev Sol lideri Dursun Karataş’a eroin gönderdiğini” savlıyordu. Bu sav kanıtlamadı. Mehmet Ağar, 1994 ilkbaharında, terör, uyuşturucu ve organize suçlar konusunda ABD’ne gidip bilgisi ve görgüsünü arttırmıştı. Devlet eliyle eroin pazarlaması sorununa salt Eymür’ün değil, yıllar önce Hüseyin Baybaşin’in de değindiği biliniyordu. Bayaşin’e göre, 1982 yılında, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı, kendisinden “uyuşturucu işlerini Avrupa’da yürütmesini” istiyordu. Uyuşturucu kazancı Avrupa’da yaşayan Türkler için kurulacak sosyal kültürel derneklere aktarılacaktı. Baybaşin, 1984’de bir ihbar üzerine Londra’da tutuklanıncaya kadar işleri söylendiği gibi yürüttü. İngiltere’de, Necdet Yılmaz sahte ismiyle, cezaevindeyken devletle ilişkisi kesilmiyordu. Baybaşin, İngiltere’de cezaevinde yatarken, Türkiye’de bir askeri hastaneden çürük raporu alıp, askerlik şubesine gönderebiliyordu.
15. Bu durumlarda neyin ne olduğunu anlamak isteyenlere elbette bilim yol gösterebilecekti. Yer altı ekonomisinin örtüsü biraz kaldırılınca uyuşturucudan silaha, kumardan rüşvete uzanan kirlilik, siyasal ve toplumsal boyutuyla, tüm gerçekçiliğiyle açığa çıkıyordu. Örneğin, yer altı ekonomisi, Türkiye’den bir yılda transit geçen uyuşturucudan 100 trilyon pay alıyordu. Bir yılda mafyaya, ihalelerden 60, gümrüklerden 60 trilyon ödeniyordu. Yasa dışı silah ticareti 10 trilyon bırakıyordu. Bunların doğal sonucu olarak kumar sektöründe yılda 125 trilyon dolaşıyordu. Sahtecilik ve dolandırıcılık alanında mafya; zimmete geçirme, ihtilas, irtikap, hırsızlık gibi uzmanlık dallarında 80, tefecilikte 60, belgesiz alım satımda 300 trilyonu kontrol ediyordu. Bu sayılar emlak işlerinde kayıt dışı işlem ve düşük beyan nedeniyle 1 katrilyona yükseliyordu.
Yer altı ekonomisinin günlük işlerini yürütenlerin adı sanı bilinmiyordu. “Türkiye’de en sık dışarı çıkış yapanların yüzde 60’ını tanınmayan kişiler oluşturuyor. Bir günde yurt dışına üç kez giriş çıkış yapanlar bile var. Sabah Atina’ya gidip öğlen dönüp, akşam Londra’ya uçuyorlar. Bunların yaş ortalaması 32”. Eldeki veriler 1980-88 arasında yurtdışına kaynağı belirsiz 16 milyar dolar çıkarıldığını gösteriyordu. Bunun ne kadarı uyuşturucu ticaretinden, ne kadarının silah kaçakçılığından sağlandığı elbette bilinmiyordu.
Bilinen, Turgut Özal’ın yakın çevresinin İsviçre bankalarındaki hesapları oluyordu. İnanmak gerçekten güç oluyordu ama, bilimin yol göstericiliği insanı hiç şaşırtmıyordu. “Bankalarda iki ya da üç gün vadeli overninght hesabı açan toplumun yüzde 92’sini toplumca tanınmış kişiler oluşturuyor. Bu hesaplarda her biri bir milyon dolar ve daha üzeri miktarlar yatıyor.” Dahası, “Türkiye Merkez Bankası verilerine göre dövizde yüzde 60’lık fazlalık var. Bu miktarın yüzde 17’lik bölümü aklanarak” Avrupa’ya geri dönüyor. İşte bu noktada her geçen gün biraz daha kurumlaşan kara para aklamak konusunu irdelemek gerekiyor. Uyuşturucu ve kumar, bu kurumsallaşmanın motor gücü oluyordu. Uyuşturucu trafiğini denetleyen devlet içindeki kadrolarla bütünleşen mafya, bir yandan kara para aklıyor, bir yandan “Vatan, Millet, Sakarya” türküleri söylüyordu. Sıra uyuşturucunun tamamlayıcısı kumar sektörüne geliyordu.
16. Türkiye ekonomisinde kumarhane etkinliğinin 1983 yılında başladığını herkes biliyordu. Susurluk iş kazasının belgelerinden “siyaset adamları, güvenlik görevlileri ve mafyanın” kumar sektöründen pay kapma yarışından kaynaklandığı anlaşılıyordu. Kapatılmalarına karar verildiğinde İstanbul’da 26, Adana’da 7, Antalya’da 18, Aydın’da 6, İzmir’de 4, Muğla’da 8, Denizli’de 1, Bursa’da 3, Mersin’de 2, Nevşehir’de 1 kumarhane bulunuyordu. Türkiye’de Sudi Özkan 15, Ömer Lütfü Topal 11, Besim Tibuk 18, Ahmet Hamoğlu 4, Sürmeli Grubu 3, diğerleri 23 kumarhaneye sahipti. 12 ildeki 79 Casino’da 9200 adet oyun makinesi, 870 masa bulunuyordu. Casinolar resmi olarak yılda bir milyar dolar ciro yapıyordu. Bu dev ölçüler kumar sektörünün kara para aklama kapasitesini de anlatıyordu. Her gün biraz daha büyüyen Türk kumar sektörü, bu arada elbette yurt dışına açılıyordu. Utedaş’ın, Azerbaycan’da 2, KKTC’de 3; Özkanlar’ın, Kıbrıs’ta 1, Bulgaristan’da 3, Slovenya’da 1; Emperyal’in, Kıbrıs, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan’da kumarhaneleri vardı. 1990’lı yılların sonunda, Türkiye’de, uyuşturucu, fuhuş, kaçakçılık gibi işlerde 124 bin kişi çalışıyordu. Sonuçta uyuşturucu ve silah kaçakçılığının, kumarhane ve tefecilik sektörünün kod adı olan “yer altı ekonomisinin” 2 katrilyon TL büyüklüğe ulaştığı varsayılıyor. Ekonomist’in bir yorumuna göre “1994 rakamlarına göre hesaplanan bu miktar, 4,5 katrilyonluk ulusal gelirin yüzde 44’ne denk geliyordu.”
17. Bu verileri Ülkücü Bozkurtlarla ilişkilendirmek için Susurluk dosyasına bir kez daha bakmak gerekiyordu.
a) Özel Harekatçı başkomiser İbrahim Şahin’in Susurluk çetesinin önemli patronlarından biri olduğu biliniyordu.
b) Lokman Kudsi Mahbup Alan belki tanınmıyor ama, polis kayıtları onun uyuşturucu patronu olduğunu gösteriyordu.
c) İranlı Mahbup Alan, birkaç kez yakalansa da her seferinde paçayı kurtarıyordu.
d) İbrahim Şahin, Mahbup Alan’ı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden Ayhan Çarkın ve Fethi Bozkurt adlı özel timci polislerle teslim alıyor ve Güneydoğu’da kullandıktan sonra serbest bırakıyordu.
e) Şahin, bu arada Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Mahbup Alan’ın sınır dışı edilmesi için sahte bir yazı göndermeyi ihmal etmiyordu. Mahbup Alan’ın sorunları, dönemin Ankara Emniyet Müdürü, Bursa Valisi Orhan Taşanlar’ın girişimiyle çözümleniyordu.
f) Şahin, solculara işkence yapmaktan hapis cezası alıyor, dosya Yargıtay’a eksik belgelerle gönderiliyordu. Çatlı’dan Ağca’ya, tam kadro, MHP’li Ülkücü Bozkurtların tümü, Şahin’in davaya hizmetini biliyordu.
g) Topal’ı, üzerinde MHP’li Ülkücü Abdullah Çatlı’nın parmak izi bulunan silahın önüne iten nedenler arasında, onun 13 ayrı bankadaki 132 hesabının da payı olduğunu bilmek gerekiyordu.
h) Çete yöneticileri, Ömer Lütfü Topal’ın hesaplarında 1994 yılında 1,3 trilyon Türk lirası, 24 milyon Amerikan doları, 4,9 milyon Alman markı dolaştığını biliyordu.
i) Topal’ın hesaplarında 1995’te 4,5 trilyon lira, 43 milyon dolar, 12,3 milyon mark, 1996’da ise 8,7 trilyon lira, 31,5 milyon dolar, 6,4 milyon mark dolaşan servet, Ülkücü Bozkurtların yönetimine egemen olduğu mafyanın, siyasal iktidarı teslim aldığını kanıtlıyordu.
j) İnanması güç ama bu Ömer Lütfü Topal, 1970’li yıllarda, Aksaray’da, Mehmet Ali Ağca’yla birlikte Uğurlu ve Çelenk adına kaçak sigara satan ve ufak çapta uyuşturucu pazarlayan Ömer Lütfü Topal’dı.
18. Onlar ister parti üyesi, ister parti militanı ya da ister sempatizan olsunlar, siyasal karşıtlara yaşam hakkı tanımamak için tetiğe dokunmanın siyaset olduğuna inanıyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a göre, “Canım onlar komünizme karşı mücadele eden gençlerdi” ama, mücadele yöntemlerinde kan ve gözyaşı vardı. Başbuğ, “Biz parti olarak Türkiye içinde komünizmi ve diğer fesat hareketlerini ezip yok edeceğiz. Fakat yalnız onları değil, bu yıkıcı faaliyete karşı vazifesini yapmayan iktidarı ve fesatçıları yardakçılık eden hainleri de en ağır cezalara çarptıracağız” diyor, Bozkurtları gereğini yerine getiriyordu. Bu isimlerden bir şimdi MHP’nin Ankara milletvekili Şevkat Sefa Çetin’di.
19. Büyük kısmının elinde kan izi vardı. Örneğin İsmail Hakkı Cerrahoğlu (Zonguldak), Demokrat Gazetesi muhabiri Recai Ünal’ın öldürülmesi emrini veren İstanbul Ülkü Ocakları Başkanıydı. Recai Ünal, boğularak öldürüldükten sonra, yurtdışına kaçtı ve dava zamanaşımından düşüne dek Fransa’da yaşadı. Parlak olan soyadını değiştirerek yurda döndü. Yıllar sonra Türkiye’ye iade edilen Mehmet Ali Ağca’nın “asla konuşmamasını” isteyecek kadar eski yılların korkusuyla yaşayacaktı.
20. TBMM İdari Amiri Ahmet Çakar (İstanbul), 16 Mart Katliamında yargılanan MHP’li Ülkücülerindendi. Turan peşinde koşuyordu ve “Avrupa Birliğine ne gerek var, Avrupa Birliği’nde farklı milletler var. Ama Türk Birliği’nde herkes Türk” diyerek kendinden bekleneni söylüyordu.
21. Ahmet Tanrıkulu (İzmir), Abdullah Çatlı’nın arkadaşıydı. Uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle tutuklu bulunduğu cezaevinden 1990 yılında Çatlı’yla birlikte kaçtı.
22. Armağan Yıldız (Uşak), 12 Eylül öncesinde Ankara Bahçelievler, Emek ve Beştepe bölgesinde yapılan saldırıları yönetti.
23. Mustafa Çakmaklı (Urfa), Susurluk çetesi üyelerinden korucubaşı DYP milletvekili Sedat Bucak’ın iş ortağı.
24. Mehmet Kundakçı (Osmaniye), Bahçelievler katliamı sanıkları arasında yer aldı. Yusuf Kırkpınar (İzmir), Haluk Kırcı’ya göre Ülkücü Mafya’nın önemli isimlerindendi.
25. Namık Hakkı Duran (Malatya), 12 Eylül’den önce Malatya postanesinin önünde kurşunlanan iki devrimcinin katili olarak sekiz yıl hapis yattı.
26. Basri Çoşkun (Malatya) ile Orhan Bıçakçıoğlu’nun (Trabzon) beşer yıllık hükümleri vardı. Basri bey, “silahlı örgüt üyeliğinden”, Orhan Bey “adam öldürmeye teşebbüsten” hükümlü olarak girdikleri parlamentoda MHP’nin nasıl değiştiğinin kanıtı oluyordu.
27. Ali Işıklar (Ankara), Nevzat Taner (Kahramanmaraş), Nidai Seven (Ağrı) aday olup parlamentoya girebilenlerdi. Bu isimler Ülkücü Bozkurtlardaki değişimin mantığını sergilemeye yetiyordu ama hepsi bu değildi.
28. İçişleri Bakanı Tantan’ın “cinayetler yirmi yıl öncesin dayanıyor” yaklaşımıyla, devlet ve siyaset adamlarının, partili büyüklerin, Ülkü Ocakları yöneticilerinin, mafyanın, MİT ve CİA ajanlarının, Bulgaristan’dan İtalya’ya, Fransa’dan İsviçre’ye uzanan gizli servis batağının eli kanlı, burnu kokainli katillerinin, unutulan/unutturulmak istenen eski ilişkilerini mi anımsatıyordu. Bu açıklamadan sonra Hizbullah’a yönelik Beykoz ve Umut operasyonları yepyeni bir boyut kazanıyordu.
29. Hizbullah’ın güvenlik güçlerince PKK’ya karşı kullanılmasından bir adım öte geçemeyen yorumların bir yanı hep eksik kalacaktı. Haber ve yorumlarda Hizbullah’ın Doğu ve Güneydoğu’da ülkücü hareketle organik ilişkisine yer verilmiyordu. Hedefin “Turan”, rehberin “İslam” olduğu unutuluyor; “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganlarının atıldığı ülkenini bir baştan bir başa “Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı dağı kadar Türk” olanlarca can pazarına çevrildiği anımsanmıyordu.
30. Yirmi yıl öncesini anımsatan Tantan’a bedel ödetmek gerekiyordu. Polis içindeki yandaşlar devreye giriyor ve sızdırdıkları düzmece belgelerle Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik’i, Mumcu’nun katili olarak kamuoyuna açıklanıyordu. Bir süre sonra ülkücü hareketten gelen Karakuş ve Çelik’in katil olmadıkları açıklanarak yirmi yıl öncesini anımsatan, Bakan Tantan’a ilk darbe vuruluyordu. MHP kökenli sanıklar, İstanbul polisi tarafından yönlendirilmişti. Böylece polis yönlendirmesi amacına ulaşıyor, kamuoyunda dağın fare doğurduğu izlenimi yaratılıyordu. Başbakan Ecevit’in “Mumcu’nun katilleri elimizde” açıklaması da, İçişleri Bakanı Tantan’ın “cinayetler yirmi yıl öncesine dayanıyor” saptaması da sıfırla çarpılıyordu. Belli ki Kırcı’nın nikah tanığından Çatlı’nın pasaportçusuna, Çakıcı’nın akıl hocasından Bucak’ın yakın dostuna, Topal’ın iş ortağından Evcil’in arkadaşına uzanan bir kadronun eli, bu işin de içindeydi. Bakan Tantan’ a göre, “Hizbullah olayının” boyutunu anlamak için geriye dönüp “uyuşturucu ve silah kaçakçısı İbrahim Telemen’in öldürüldüğü yıllara ”bir kez daha” bakmak gerekiyordu. Bu olayla ilgili gelişmelerin doyası “gizli kasalarda” saklıydı. Aslında aynı şeyleri yıllar önce o koltukta oturan İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş de söylemişti. Güneş’e göre “Telemen olayının anlatılamaz, açıklanamaz derecede gizlilik taşıyan bölümleri vardı”
31. a) Susurluk iş kazasından sonra varlığı gizlenemeyen vatanı herkesten çok sevenlerden biriydi belki de Telemen. 1967’de Almanya’da 12 kilo baz morfinle yakalandı.
b) 1972’de İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanıp hüküm giydi. Bir yıl sonra Almanya’daydı. Yakalanıp Türkiye’ye iade edildi. 1975’te Buca Cezaevi’nden kaçırıldı. 1979 yılında Uğur Mumcu ile İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na yazdığı mektupla yeniden ortaya çıktı. Mumcu’yla yüz yüze görüşmek istedi. Telefonda öldürülmekten korktuğunu söyleyen Telemen’in, özellikle Abuzer Uğurlu ve silah kaçakçılığı konusunda anlatacakları vardı. Buluşma gerçekleşmedi, 31 Mart 1979’da ölüm haberi geldi. İstanbul’da kaldığı Opera Oteli’nin yedinci katından atlayarak intihar ettiği açıklandı. Ama otopsi için aranan cesedi hiçbir mezarlıkta bulunamadı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na yaptığı ihbar doğrultusunda ölümünden bir gün önce yapılan operasyonda, yer altı dünyasından birçok kişi göz altına alındı. Çıkarıldıkları mahkemece ilk duruşmada serbest bırakılanlar arasında, 1974-79 yılları arasında MİT tarafından “Yıldırım” takma adıyla kullanılan ve İnterpol’ün 1450 kilo uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktan aradığı Abuzer Uğurlu ile MHP’ne yaptığı para yardımı ile tanınan İsmail Hacısüleymanoğlu da (Oflu İsmail) vardı. Avukatı Ali Rıza Dizdar, yıllar sonra, İsmail Hacısüleymanoğlu’na Mehmet Eymür tarafından MİT hesabına çalışma önerisi götürüldüğünü açıklayacaktı.
32. Telemen, Mumcu’ya yazdığı mektupta, silah kaçakçısı Nedim Dışkaya’nın “en büyük yardımcısının”, bugün cezaevinde yatan “hayırsever baba” Urfi Çetinkaya olduğu belirtiyordu. Telemen’in ihbarıyla göz altına alınanların avukatlığını 12 Mart’ın askeri yargıçlarından albay Ferruh Şenerdem ile Çoşkun Dündar yaptı. Bu avukatlar daha sonra İpekçi cinayeti sanıklarından Yavuz Çaylan’ın da savunmasını üstleneceklerdi.
33. O yıllardan bugüne uzanan süreçte her olay aslında bir yinelemeydi, ama bize yeni bir gelişme gibi sunuluyordu. Görünen o ki, birileri bizi işletiyordu. Sözün kısası yeni bin yılın başında, tarih, insanın tarihten ders almadığını bir kez daha öğretiyordu.
34. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında da aynı özen yok muydu? 600’ü aşkın kişinin öldürülmesi, 220 ayrı eylemin gerçekleştirilmesi mahkemece birer adli suç gibi değerlendirilmedi mi? TCK’nın 146,149 ve 168. maddelerinde tanımlanan “Devlet Aleyhine İşlenmiş Cürümler” kapsamından çıkarılan sanıklar, 313, 450 ve 448 nci maddelerden cezalandırılmadı mı? Bütün bunların dışında onlardaki değişim ve dönüşümün ne olduğunu anlamak için önce sayılara bakmak, sonra da iz bırakan olayların tümünü tek tek anımsayıp irdelemek gerekmiyor mu? 1974 -1980 sürecinin tutanaklarında şimdilerde değişip dönüştüklerini söyleyen ülkücü militanlarca öldürülen 2109 ilerici, demokrat, yurtsever insanın adı yok mu? Aynı dönemde otobüs tarama, öğrenci ve işçi topluluklarının üstüne patlayıcı madde atma olaylarında 177 insanın canına kıyılmadı mı? Balgat, Piyangotepe, Bahçelievler, Mecidiyeköy Pasajı, Barbaros Kıraathanesi, Yükseliş Koleji gibi 13 toplu katliam girişiminde karşıt görüşlü 77 insan yok edilmedi mi? Kahramanmaraş, Çorum, Malatya, Elazığ’da yaşanan gerici ayaklanmalarda 129 insanın yaşamını noktalayan bir siyasi hareketin, değişimini saptamak için tarihi sorgulamaktan başka çare var mı? 79 adam kaçırma olayında çoğu işkenceyle olmak üzere 92 ilerici ve demokrat insan yok edilmedi mi? Dahası, davadan döndükleri için 16 ülkücü ortadan kaldırılmadı mı?İnsan avına çıkan bu insanların niçin ve nasıl yetiştiğini Alparslan Türkeş açık açık anlatmadı mı? “Biz, özellikle üniversite gençliğini, marksizme karşı daima uyardık. Marksizmin toplumlara acı çektirdiğini; iddia edildiği gibi mutluluk vermediğini daima anlatmaya ispatlamaya çalıştık. Gençlere bu propagandalara kanarsak sömürge olacağımızı anlattım. Bu uyarılarım faydalı ve tesirli oldu. O dönemde Türkiye çapında 250 bin genç eğittik.”
35. Bugün MHP İstanbul milletvekili olarak TBMM’ne giren Verkaya, o günlerde İstanbul Fatih Ülkü Ocakları Başkanlığında oturmuyor muydu? Verkaya, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, sol görüşlü Cezmi Yılmaz ve Halit Pelitözü adlı öğrencileri Mehmet Gül ile birlikte öldürmekten mahkum olmadı mı? Mahkumiyet hükmü, Askeri Yargıtay’da bozuldu ve öteki MHP davalarıyla birlikte sivil Yargıtay’a gönderildi. Ama Yargıtay 11.Ceza Dairesi “suçun sabit olduğuna, ancak zamanaşımı nedeniyle davanın düştüğüne” karar vermedi mi?
36. Tarihin içindeki bu uzun yolculuğun sonunda, şimdi bize düşen tek şey, belki de, soru sormak oluyor. Yanıtlarını bulamasak da sormaktan vazgeçmemek gerekiyor. Dünyayı değiştirmenin tek yolu, dünden bu güne uzanan bir süreklilik içinde hayatı bir bütün olarak sorgulamaktan geçiyor.