KİTABIN ADI : ORTADOĞU
YAZARI : DOÇ.DR.ÖĞ.ALB.MEHMET KOCAOĞLU
OLMAYAN KÜRTÇÜLÜĞÜN YARATILMASI VE
KÜRT DEVLETİ KURULMA ÇABALARI
Kürtçülük hareketinin / Kürt Devleti kurulmasının temelinde, Ortadoğu'yu paylaşmak için büyük güçler arasında başlayan çıkar çatışmaları nedeniyle sürdürülen faaliyetler sonucunda, İngiltere'nin I. Dünya savaşı sonrası Mezopotamya/Musul petrol sahasını ele geçirmesiyle Türkiye ve Rusya arasında bir tampon devlet yaratma çabaları yatmaktadır. İngiltere, bölgedeki kurulacak kukla "Kürdistan" ve Ermenistan devletleri ile, Irak'taki yeni sömürgesinin kuzeyden / Rusya'dan gelebilecek tehlikelere karşı emniyetini sağlamak isterken, Rusya kurulacak aynı kukla devletler kanalıyla İskenderun Körfezi ile Basra Körfezine daha kolaylıkla ulaşabilmeyi amaçlamıştır.
Böylece, yüzyıllardır Asya ve Avrupa'nın bozkırlarında hükümdar olan ve yaşayan Türk kültürü ve varlığı/Türk kültür bütünlüğü parçalanarak, politik amaçlı bir kültür yaratılmak suretiyle Türkiye bölünmek istemiştir. Gerçekte var olmayan bir etnik / Kürt kimliğinin varlığını tartışmadan, var kabul ederek tartışmaya girmek, daha başlangıcında tartışmayı sağlam olmayan bir zemine çekmektir. Bu hata, Türkiye'de hep yapılmış ve hala devam etmektedir. Hayali Kürt varlığının kabulü, Türkiye'yi Kürt halkının haklarının savunulması ile karşı karşıya getirmiştir. Bu tutumumuza cehaletimiz, araştırmadan kolay kaçma huyumuz ve hafızamızın zayıf oluşu, tarihimizi bilmememiz, geçmişimizden ders almamamız yol açmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğunda 19. Yüzyılın sonlarına doğru, konar-göçer aşiretler karşılığında Kürt ismi kullanılırdı. Hatta, Arap Kürdü, Fars Kürdü gibi tabirlere Osmanlı Arşivlerinde rastlanmıştır. Padişahlık, Bölgedeki aşiretlerin genel ismi olarak kabul ettiği Kürtlere, İmparatorluğun "İttihad-ı İslam" politikası genelinde uyarlamalar yapmıştır. Cumhuriyet Türkiye'si, Kürt diye bir etnik varlığın olmadığını, bunların Anadolu'nun dağlık bölgesinde yaşayan Türkler olduğunu kabul etmiştir. Bunun böyle olması normaldir. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, Türklüğün tanımında etnik / ırki, dini veya başka bir köken aramamış, vatandaşlık bağı ile Türkiye Cumhuriyetine bağlı olan herkesi Türk, bunların oluşturduğu halkı da Türk Milleti saymıştır. T.C. Anayasasının getirdiği "Millet" kavramının temelinde bu görüş yatmaktadır.
Türkiye'de Türk vatandaşı olarak yaşayan 60 Milyon insanın da inancıda bu doğrultudadır. Irak, Suriye, Türkiye ve İran devletlerinin sınırları çerçevesinde yaşayan bir takım aşiretlere "Kürt" adı verilmek suretiyle, emperyalist güçlerin çeşitli politik oyunlarına rağmen, hiçbir bilimsel araştırma, böyle bir gerçek olduğunu ortaya koyamadığı gibi, kendilerinin Türk soyundan geldiğine inanan aşiretler, kendilerine yakıştırılmak istenen "Kürt" adını kabul etmemektedirler. Onlar "Biz Horasan illerinin yiğit erleriyiz" , "biz Akkoyunlu Uzun Hasan Beğ'in buralara yerleştirdikleri Oğuzlarız" diye haykırmaktadırlar.
Bilindiği gibi, Büyük Atatürk de bu görüşten hareketle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk halkından bahsederken "Ne Mutlu Türküm diyene" ifadesi ile T.C:sınırları içinde yaşayan, bu ülkeyi yurt tutmuş, vatan bilmiş bütün insanları kucaklayan bir millet kavramını anlatmak istemiştir. Eğer Türk Milletini sadece ırki bir düşünce sistemi içinde ve dar bir kalıpla anlatmak isteseydi "Ne Mutlu Türk olana" diyebilirdi. Halbuki o, " Ne Mutlu Türküm diyene" diyerek, bir ırk birliğini değil, bir kültür birliğini esas almıştır. Zaten yapılan bütün araştırmalar, Anadolu kültürüyle / Türk Kültürü ile yoğrulmuş bütün insanların Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hepsinden önemlisi, "Kürt" diye bölünmek istenen insanlar, kendilerini Türk hissetmekte ve Türk kabul etmektedir. Arada çıkan çatlak sesler, izzet ve ikbal peşinde koşam, PKK teröristleri ve yandaşları gibi, Ermeni ASALA örgütünün rolüne soyunmuş hainlerdir.
Batılıların Kürt saydığı insanlar, ayrı bir etnik / milli bir topluluk olmayıp, Türk milli bünyesinin asıl / temel unsurlarıdır. Bölücülerin istismar konusu yaptıkları bazı farklılıklar bunların ayrı bir ırki topluluk olduğunu göstermez. Zaten bunun akside bilimsel olarak ispatlanmıştır. Elbette, bin yıldan beri bir arada yaşayan ve geniş bir coğrafi bölgeye yayılmış olan insanlar arasında, coğrafi ve mahalli şartların ; siyasi, sosyal ve tarihi olayların meydana getirdiği farklılıkları ortaya çıkarabilir. Üstelik bu farklılıklar dünyanın bütün milletlerinde de görülebilir. Ancak, bu farklılıklar, apayrı bir ırkı yada kültürel farklılıklar olmayıp, sosyolojik sonucu ortaya çıkan bir kültür değişimi / farklılaşmasıdır. Bu farklılaşmayı da T.C., eğitim, kültür ve kanun eşitliği ile bölgesel kalkınma planlarını uygulayarak, Türk Milletinin insan yapısında gerekli homojenliği sağlayacaktır. Ancak; gerek Türkiye'deki entegrasyondan / birlikten çıkarları itibariyle rahatsız olan emperyalizm, bu alandaki yatırımları ve gerekse bu yatırımlardan istifade etmesini iyi bilen bir kısım sözde Kürt entellerini kullanarak, "Güneydoğu Anadolu'daki insanların Kürt olduğunu,Kürtlerin çoğunlukla olduğu bölgeye otonomi verilmesi gerektiğini; kendi dillerini konuşma / eğitim ve siyasi haklar verilmesi" gerektiğini işleyerek, Türkiye'yi ve Türk vatanını bölmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşına / Milli mücadeleye başladığı yıllardan itibaren hiç bir zaman Kürt-Türk ayrımı yapmadığı gibi, Batılılarca kasten Kürt adı verilen aşiretleri de Türklüğün dışında düşünmemiştir. Ayrıcalığı / bölücülüğü Ortadoğu'ya hakim olmak isteyen emperyalist güçler sokmuştur. Bunu en açık herkesin bildiği örneği, Musul meselesinde İngiltere'nin tutumudur. Bir taraftan, bölge insanlarını Kürt ve çoğunlukta sayarken, öte yandan Milletler Cemiyeti denetiminde Türkiye'nin plebisitin Türkiye lehine çıkacağını bilmiyordu. Bu nedenle kabul etmemiştir.
Dünya çoğulcu bir topluluktur. Dinsel ırksal ya da milliyetçi üstünlük gibi kavramlar ayrımlar hatalı ve hatalı olduğu kadar da tehlikeli sonuçlar doğurduğu görülmüştür. Ulusal, dinsel ve etnik / ırksal ayrımları hep Batı ve Batı'nın güçlü devletleri türetmiştir. Maalesef, PKK terörünün ortaya çıktığı 1984'ten bu yana Devletimizin yöneticilerinden bazılarının da aralarında bulunduğu bir kısım politikacılar, bilim adamları, sözde sanatkarlar "Kürt sorunu, Kürt kültürü, Türkiye mozayiği, asırlardır bir arada yaşayan Türkiye mozayiği" gibi sonu nereye varacağı kestirilemeyen anlamsız ya da herkese mavi boncuk dağıtırcasına ve herkesin kendince yorumlayabileceği yuvarlak ve kaçamak sözler etmektedirler. Bize göre bunlar yersiz ve anlamsız laflardır. Korkaklığın ve aczin ifadesidir. Türkiye hudutları içindeki her vatandaş Türk'tür, vatana bağlılıkla bağdaşmayacak bir eylemde bulunmadıkça da vatandaş olarak kalır ve Türklüğünü muhafaza eder. Ayrıca, kimse Türklüğünü ispat etme mecburiyetinde olmadığı gibi, T.C. de kimsenin Türklüğünü ispat etmek zorunda değildir. Çünkü, Türkiye'nin demografik / nüfus yapısı buna ihtiyaç göstermeyecek kadar Türk'tür ve Anayasası, vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk saymıştır.
Türkiye'de Türkçe'den başka dil bilenlerin oranı sadece yüzde 8'dir ve kendilerini Kürt denen insanlar da Türkçe bilmektedir. Sadece mahalli dil ve şive farklılıklarına dayanılarak bir "Kürt" milleti zoraki oluşturulamaz. Sosyolojik olarak her milletin farklı bir dili varsa da, her dili farklı olan grup ayrı bir millet niteliğini kazanmaz. Öyle olsaydı, ABD'de konuşulan farklı diller kadar, ayrı ayrı milletlerden bahsetmek gerekirdi. Halbuki milletleşme her türlü etnik ayrımcılığın üzerinde ve manevi bir birlik altında birleşmedir. Millet denen birliğe mensup olma, birlikte yaşama şuurunun yani milli idrakin hissedilebilmesidir.
Bu nedenle, Türkiye'de Kürt sorunu yoktur. Tarihsel süreç içinde sürekli olarak Türkiye üzerinde oynanan oyunlar vardır. Lozan Barış Andlaşmasından beri Kürtçülük adına oynanan oyunlar, Kürt sorunu değil, emperyalist oyunudur. Aslında "Kürt sorunu ve Türkiye mozaiği" bölücülüğe bir kılıftır. Çünkü, 1071'den sonra bir coğrafya olarak Anadolu, hiçbir zaman farklı kültürlerin mozaiği olmamıştır. Mozaik denince birbirlerine eşdeğer farklı kültürler ve onların dışa vurmuş olan medeniyet biçimleri anlatılmaktadır. Mozaik oluca, adı geçen coğrafyaya, mozaiği oluşturan kültürlerden hiçbirinin damgasını vurmadığı anlaşılır. Mozaik özelliği taşıyan bir sosyal yapıda milletleşme gerçekleşmez. Şu halde, mozaik iddiasında bulunanlar, Türkiye'de Türk Milletinin varlığından haberi olmayanlar ya da bunu reddedenlerdir. Kültür mozaiği iddiaları, Türk kültür ve medeniyetinin düşmanlarınca ve gaflet içinde olanlarca yıllardır tekrarlanıp durmaktadır. Bunlar, 1071'de Bizans'ın yenilgisi ile Fatih'in İstanbul'u alarak Türklerin Avrupa'ya uzanmasından rahatsızlık duyanlardır. Halbuki, Anadolu'ya Türk kültürü ve medeniyeti damgasını, onlar istese de istemese de vurmuştur. Bu bir sosyolojik oluşumdur. Yılların ve asırların birikimidir ve hiç kimse silemez, yok edemez; daha doğrusu buna güçleri yetmez.
Birçok Avrupalı sözde bilgin, Türkiye'nin coğrafi bölgelerini kendi tercihlerine göre isimlendirerek mahalli olarak oluş an şive / ağız ve dil farklılıkları istismar ederek bölücü mesajlar vermeye çalışmaktadır. Dışişleri Bakanlığımızdan yapılan bir açıklamada gayet net olarak belirtildiği gibi, Türkiye'de 20'ye yakın mahalli ağız ve diyalekt mevcuttur. Ama yalnızca Türkçe, herkesin benimsediği ve konuştuğu bir kültür dili olma özelliklerine sahiptir. İleri sürülen bazı bölgesel diyalektler, hedef alınan bölgenin içinde dahi farklılıklar arz etmektedir. Bunların Türkçe ile melezleşmiş / karışmış sözlüğü birkaç yüz kelimenin ötesine geçmemekte olup, etnik kültürün geliştirilmesi gereken unsurlar olarak kabul edilmesine imkan bulunmamaktadır.
Her türlü hain ve sinsice sürdürülen çabalara rağmen, Türk olmadıkları ispat edilemeyen ve bin yıldan beri beraber yaşadığımız insanlarımız, Kürtçülük senaryoları ile bizden koparılarak emperyalist emellerine uygun kullanılmak istenmektedir. Maalesef, Körfez savaşından sonra bu Kürt tanımının mahiyeti de tamamen değiştirilerek, ortaya bir "Kürt realitesi" tanımlaması çıkarılmıştır. C. Başkanı, T. ÖZAL, "Kürtlerin yarım asır önceki Kürtler olmadıklarını, kendilerini yönetebilecek duruma geldiklerini" açıklamakla kalmıyor, "Bulgaristan'daki Türklere sahip çıkmakla, Irak'taki Kürtlere sahip çıkmak aynı şeydir. Bulgar Türkleri nasıl bizim akrabalarımız ise, Irak Kütlerinin de Türkiye'de akrabaları vardır" diyebiliyordu. Çok geçmeden Türkiye'ye gelecek 500.000 eli silahlı peşmergeye, Bölge'nin bazı milletvekilleri, "kendinizi sığınmacı hissetmeyin. Bu topraklar sizin babanızın malıdır. Şimdiye kadar nimetlerini yabancılar yedi, şimdide siz yiyin" demekteydiler.
Ama bir defa insanın basireti bağlanmaya görsün, bağlandı mı, ne yaptığını bilmez. Olanı biteni kavramaz, farkında olarak ya da olmadan işi belki de ihanete kadar götürür. Nitekim, 1992'de başlattıkları etnik temizliği / aşındırmayı sürdüren cani Sırplar, Bosna - Hersek'te yaptıkları için Batılılara dönüp, "Neden bize engel olmak istiyorsunuz, sizin yapmanız gerekeni biz yapıyoruz ve Türkleri / müslümanları Avrupa'dan siliyoruz" demeleriyle, yukarıda bizimkilerin söyledikleri arasında ne fark vardır ?
Kürtleri etnik bir grup sayanlar, BM üyesi Bosna - Hersek'in haritadan silinmesine "neden" ses çıkartmıyorlar ? Çünkü, çıkartmayanlar ve katliamı yapanlar Hıristiyandır, bağnazdır. Şark meselesini sonuçlandırmak istemektedirler. Hilal-Haç kavgasını Bosna'da Karabağ'da Anadolu'da kısacası tüm olarak müslüman Ortadoğu'da sürdürmektedirler. Onlar fonksiyonlarını sürdürürken, öyle görünüyor ki, aynı görevi onlar adına "Türkiye'deki bazı sözde insan hakları koruyucusu ve demokratik psikopatlar" üstlenmişler ve her dönemde olduğu gibi Türkiye'yi bölmek için işbirliği içine girmişlerdir. Halbuki, bölücülük, "temelinde manevi zaaf, inanç boşluğu ve cehalet bulunan" bir Emperyalist oyunun ürünüdür. Şimdi bu bölücü Kürtçülük hareketinin tarihsel boyutlarını inceleyeceğiz.
KÜRTÇÜLÜĞÜN POLİTİK BİR SORUN YAPILMASINDA DIŞ GÜÇLERİN ROLÜ
EMPERYALİZMİN KÜRTLERİ SEÇMESİNİN SEBEBİ NEDİR.?
Anadolu bağlamında Türk milleti, Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın / toplumun adıdır. "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözünün anlamı da, daha önce izah etmiş olduğumuz gibi, bir ırka mensubiyetin değil, kültür milliyetçiliğinin bir ifadesidir. Bu da Türk Ulusunun, kavmi bir kültürde kalmayıp milli devlete geçişiyle milli kültürü benimsediğinin göstergesidir. Milletleşmede soy ve ırki / kavmi özelliklerin üzerinde "Türk Milleti" şeklinde bir kültürel ve manevi mutabakatı / consesusu esas alınmıştır. Bu nedenle, Kurtuluş savaşında, başta bugün "Kürt" diye ayrımcılığa zorlanan insanlarımız olmak üzere, Zaza, Gürcü, Boşnak vs. gibi mahalli isimlerde kullanan insanlarımız, vatana, bayrağa ve ezana bağlı oldukları için, düşmanlarımıza karşı tüm cephelerde birlikte savaşmışlar ve binlerce şehit vermişlerdir. Vatan denen topraklarımızı herkes gibi onlarda kanlarıyla sulamışlardır.
Ancak, Emperyalizm, Şark meselesinin uzantısı olarak "Kürt" diye isimlendirdikleri topluluğu seçmiştir. 1920'lerde İngilizlerin bütün Kürtçülük propagandasına rağmen, Kürt diye tanımlanan hiçbir doğulunun kendisini Kürt kabul etmediği ve hatta böyle bir şeyin olduğundan haberdar bile olmadığı halde, Körfez Savaşı ve onu takip eden peşmerge göçünden sonra, verilen sorumsuz beyanatlar, başka Türk TV kanalları ve yazılı basınımızın sorumsuz ve kışkırtıcı tutumu; ABD ve Avrupa'nın "Kürtçülük" hamiliğine soyunarak çağdaş teknolojinin verdiği olanakları da kullanarak başlattığı yoğun propaganda ve destek, bu konularda yazılan ve çizilenler, bir kısım Türk Halkında çözülmeye yönelik başlangıçlara vesile oldu. 1984'ten sonra ASALA isimli Ermeni Terör örgütünün taşeronluğuna soyunan PKK terör örgütünün de dış ve iç destekli eylemleri sonucu, bir kısım insanlarımız "sahiden biz de Kürtmüşüz" demeye başladılar.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Arap ve Fars kültürlerinin de etkisiyle Türk milli kültürünün bir alt unsuru olan mahalli dil ve kültür olmuştur. Gerçi, bazılarının "kültürel Kürtleşme" saydıkları bu mahalli farklılaşma, Fars Arap ve diğer kültürlerin de etkisiyle Türk kültürünün bünyesinde doğmuş bir yerel kültürdür. Türk kültürü bunu dışlamamıştır. Üstelik, bu mahalli kültür, özgün / kendine has bölgelerinin zaman zaman el değiştirmesi sonucu, yakınlıklarına göre bölgede Arap ve Fars kültürel değerlerinden da katkılar taşımaktadır. Nasıl ki, aynı insanlar Türk iseler, verilmek istenen Kürt kültür kimliği de, Türk milli kültürel kimliğinin yerel / bölgesel oluşumundan başka bir şey değildir. Ancak, bu gerçeğe rağmen, Anadolu Türkü'nün milli kültürü ile Türk milletini yıkma pahasına, Kürt milleti oluşumunun pompalanmasını ve bu oluşuma seyirci kalınmasını ibret ve nefretle izlemekteyiz. Büyük Atatürk'ün Türk Gençliğine hitabesinde belirttiği "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet" herhalde bu olsa gerek.
Emperyalizm neden "Ermenilik" ve "Kürtçülüğü" Osmanlı2da ve Türkiye'de bölücülük vasıtası olarak seçmiştir. Nedeni açıktır. Emperyalizmin Güneydoğu'yu ve insanlarını zayıf halka olarak seçmesinin sebebi, 1925'te İngiltere'nin Musul nedeniyle oynadığı bölge petrolleri ile, yukarıdan g,beri izah ettiğimiz nedenlerden oluşan bölgesel kültürel farklılığın İran-Irak-Suriye ve Türkiye arasında kalan üçgende daha belirgin ve istismara daha müsait / elverişli olmasındandır. Böyle bir bölgede, Türkiye'den çok daha zayıf ufak bir Kürdistan'ın oluşması, elbette emperyalist güçlerin işine gelecektir. Bölgeyi daha rahat sömüreceklerdir. Yalnız, hayal edilen Kürdistan'ın kurulduğunu varsaysak bile, bu cılız Kürdistan'a bölge ülkeleri ve diğer emperyalist güçler "Hoş geldin mi?" diyecekler. Hıristiyan dünyasını arkasına almış ve Batı destekli Ermenistan, 60 milyonluk güçlü Türkiye'den toprak talebinde bulunurken, ufacık Kürdistan'ı yaşatacak mı? Şimdi bölgede etkin güç olan ABD ve Batı nüfuzundaki cılız Kürdistan'a Rus emperyalizmi ne kadar tahammül edecektir?
Bu şartlar altında emperyalizme maşalık yapanlar, Kürdistan'ın oluşturulmasına seyirci kalanlar, Sevr'deki Damat Ferit Paşa konumuna düşmeyecekler mi? Türk-Kürt diye parçaladıkları ülkemizin gelecekteki çocuklarına karşı hiç mi vicdani sorumlulukları olmayacaktır? Bizce, tarih ihaneti yapanları cezalandırmasa bile, sorgulamaktan / yargılamaktan asla vazgeçmeyecektir.
Bölücülükte Güneydoğu insanının seçilmesinde Ermeni oyununu da unutmamak, iyi anlamak gerekir. Batı emperyalizmi, bir "Kürt Milleti" yaratmaya çalışırken, PKK terör örgütünü ASALA' nın yerine taşeron olarak atayan Ermeniler, 1915 ve sonrası Doğu Anadolu olaylarında olduğunu iddia ettikleri sözde "soykırımı ve tehcir" olaylarının intikamını şimdi "Kürt Bağımsızlığını" savunduğunu ve "Kürt" olduğunu iddia eden PKK terör örgüt ve onun militanları vasıtasıyla almaya çalışmaktadır. PKK terör örgütünün militanlarının çoğununda yörenin kandırılmış ve tehditle götürülmüş çocukları olduğu düşünülürse, kardeş kardeşe / Türk Türk'e kırdırılmak istenmektedir. Çekiş Güç ile başlayan süreçte, emperyalizm ile Irak, İran ve Türkiye'deki işbirlikçileri ittifak halinde birleşiyorlar. 1995 Şubat ayı biterken ABD'de, Avrupa parlamentosunda, AB'de oynanan oyunlar hep emperyalizm ve Kürt işbirlikçilerinin el birliği ile sahnelenmeye devam ediyor. Türkiye'ye karşı kurtuluş savaşı verdiğini iddia eden PKK terör örgütü ve onun başı APO, kurtarmaya çalıştığı toprakları ilk fırsatta almaya çalışan Ermenilerle işbirliği yaparak, Kürt saydığı kendi halkına karşı terörün en acımasızını uygulayabilmektedir.
Diyarbakırlı büyük sosyolog ve düşünür Ziya GÖKALP, "Dedelerimin Kürt ya da Arap muhitinden geldiğini anlasaydım, yine de Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmezdim. Çünkü, milliyetin sadece kültüre / terbiyeye isnat ettiğini sosyolojik tetkiklerimle anlamıştım" derken; Bediüzzaman Said Nursi, Kürt ve kürtçülük konusunda "Kürdistan'a verilecek muhtariyetten bahsediyorlar. Kürtler, yabancı himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Kürt ve Türk birdir ve kardeştirler. Türk milleti, bin senedir İslamiyete bayraktarlık yapmıştır. Din uğruna binlerce şehit vermiştir. İslam müdafilerinin torunları Türk milletine kılıç çekilmez ve bende çekmem. İslamın bayraktarlığını yapan Türk milletini bırakarak birkaç akılsız kavmiyetçi / Kürtçü kimselerin peşinden gitmem" derken, Ermeni-Kürtçü dayanışması mahsulü ASALA - PKK terörizmi, kavmiyetçi / ırkçı yaklaşımı ile Güneydoğu halkını parçalamaya çalışmaktadır. İnsan Hakları çağı sayılan bir dünyada ırkçılık adına bölge insanlarının katledilmesi, PKK terörizmi vasıtasıyla sürdürülmektedir.
1980'lerden sonra gelişen Ermeni - Kürtçü işbirliği, eylem ve politik alanda dayanışmasını sürdürürken, ASALA - PKK ittifakı, PKK militanları dışında kalan bölgedeki yine kendilerince Kürt sayılan insanları öldürmekte ve neticede, bu ittifaktan Ermeniler karlı çıkmaktadır. Böylece, hem tarihsel intikamlarının öcü alınmakta ve hem de hayallerindeki Birleşik Ermenistan bölgesi, kendileri adına Türk ve Müslüman nüfustan temizlenmektedir. Buda gösteriyor ki, PKK terörizmi Ermeni ASALA kontrolünde yürütülmekte ve PKK terör örgütü gerçekte sözde Kürtlerin bir örgütü olmayıp, Ermeni ASALA'nın uzantısıdır. 1973 - 85 arasında 50 civarında seçkin diplomatını ASALA'ya şehit veren Türkiye'den toprak isteyen ASALA, ne oldu da birden bire bu isteğinden vazgeçti? Aslında vazgeçmedi. ASALA nöbeti PKK terör örgütüne bıraktı. Türk Dış emperyalizm oyununa teşhis koymuş 50'ye yakın şeçkin / cesur diplomatlarını ve Türk Milleti yüzlerce evladını kaybetti .Emperyalizm ve Ermeni ASALA, 1984'e kadar olan birinci aşamada bunu yaptı.
Emperyalist güçlerin Ortadoğu politikalarını yürütmek ve Şark meselesini halletmek için kullanılacak asli unsur olarak "Kürt" denilen grupları seçmekte elbette yabana atılmayacak başka nedenleri de gözardı etmemek gerekir. Birinci Dünya Savaşına kadar "Kürt" denilen bölge insanları Türkiye'den ayrılmak içi hiçbir fikir beslemediler. Aksine Türklere olan sadakatleri İmparatorluğunun bütün tarihi boyunca doruk noktasına ulaştı. Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Zaferinden sonra da İmparatorluğunun doğu sınırlarının gözde koruyucuları oldular. Bu nedenle de Osmanlı yıkılana kadar, diğer cemaatlerden faklı olan imtiyazlardan yararlandılar. Hatta, Ermenilerin şikayetleri üzerine 1878 Ayastefanos ve Berlin Andlaşmalarında, Ermenilerin Kürt ve Laz unsurlara karşı korunmaları taahhüt altına alınmıştır.
II. Abdülhamit zamanında çeşitli aşiretleri Devletçe bağlamak için, Arnavutlar'a verilen saray muhafızlığı ile Araplara verilen Aşiret Mektepleri yanında Doğu Anadolu Aşiretleri için de "Süvari Alayları" kurulmuştur. Abdülhamit, Ermeni tehdit ve tehlikesine karşı doğu aşiretlerini desteklemiştir. Bu uygulama sonucunda pek çok aşiret reisi Hamidiye Alaylarında görevlendirilmiş, paşalık ve vezirlik gibi rütbeler verilmiş, aşiret reisleri başta olmak üzere aşiretlerin çocuklarına geniş bir öğrenim olanağı sağlanmıştır.
Devletin bu olanaklarını kullanarak Batı'daki milliyetçilik cereyanlarına kapılan bir çok doğulu aşiret çocuğu, Emperyalist güçlerin ortaya attığı "Kürtçülük İdeolojisi" nin bir numaralı savunucusu olmakla kalmayıp, çeşitli cemiyetler kurarak, Birinci Dünya Savaşından sonra İngiltere'nin istediği biçimde, onun mandası altında bağımsız bir Kürt devleti kurmaya çalıştılar. Böylece Abdülhamit'in politikası ters teperek Kürt bağımsızlık hareketinin başlangıcını oluşturdu.
Birinci Dünya savaşından sonra İmparatorluğu parçalamak için çeşitli cemiyetler vasıtasıyla sürdürülen Kürtçülük faaliyetleri, İkinci dünya savaşından sonra, Irak ve İran'da bulunan Kürtler vasıtasıyla yürütülmeye başladı. 1946'da İran'ın MAHABAT bölgesinde, din adamı Gazi Muhammet liderliğinde başlatılan ayaklanma, Kürdistan demokratik Partisi / KDP'nin organizesi altında Molla Mustafa BARZANİ tarafından sahneye kondu. Sahnelenen bu oyunun rejisörlüğünü Rusya, İngiltere, Fransa, ABD; yardımcı rejisörlüğünü de Suriye, İran, Ermenistan, Yunanistan gibi güçler yürütmektedir. Ama oyunculuğunu, hep BARZANİ'ler, TALABANİ'ler ve çocukları üstlenmiştir. Bu insanların tarihi, bir geçmişi olmadığı için, milletleşme şuuruna erişmediklerinden dolayı kurtarmaya çalıştıkları halkı kendi çıkarları için bazen İngilizlerin, bazen Rusya'nın bazen ABD'nin, bazen İran'ın, Suriye'nin çıkarları doğrultusunda cepheye sürerek kırdırmaktan kaçınmamıştır.
Zaman olmuş, bugünkü Kürt lideri BARZANİ'ler, TALABANİ'ler İran'da Irak'a; bazen Irak'ta İran'a karşı olmuşlar ve çarpışmışlar. Bazen Amerika'ya, bazen Rusya'ya sığınmışlardır. İşte, bir kültür birliği içinde bulunmayan , ayrıca ortak bir dil dahi konuşmayan insanları bir araya getirerek emperyalist zorlama ile bağımsız bir Kürt devleti kurmak isteyen bu insanlar karakter ve çıkar zafiyetlerini iyi keşfeden emperyalist güçler, Irak - İran ve Türkiye üçgenindeki Kürt saydıkları grupları geçmişte kullandıkları gibi, şimdi de emperyalist amaçları doğrultusunda rahatlıkla kullanmaktadırlar. Bir devlet olmanın temel şartı, devleti kurmak isteyen toplumu bağımsızlık şuuruna erişmesi gerekir. BARZANİ ve TALABANİ gibi Kürt şuur oluşmamıştır. Bu nedenle de, Irak'ın kuzeyinde otonom bir Kürt devleti kurulacağını kabul etsek bile, bu devleti yıkacak olanlar ilk önce bu insanların bizatihi kendileri olacaktır. Bu noktayı hiçbir zaman göz ardı etmemekte yarar vardır.
İran, Irak ve Türkiye arasında kalmış ve çoğunluğu Sunni Müslüman olan, kendilerine has milli bir dili bulunmayan, dağlık ve ulaşılması zor bölgelerde yaşayan Kürtler, tarihleri boyunca politik bir birlik sağlayamamışlardır. Bunların kesin sayısı da bilinmemektedir. Bunların abartılı bir şekilde sayısı Türkiye'de 10-12 milyon, İran'da 6 milyon, Irak'ta 3-4 milyon, Suriye'de 800.000, Sovyet Cumhuriyetlerinde 350.000 oldukları iddia edilmektedir.
KÜRTÇÜLÜK HAREKETİNDE İNGİLTERE'NİN ROLÜ
Kürtçülük hareketini en çok istismar eden ülke İngiltere olmuştur. 1806 Doğu Hindistan Şirketi / East India Company'nin Bağdat'ta bir şube açmasıyla, İngiltere Ermeniler gibi Kürtlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Zaman zaman Rusya ile işbirliği yapan İngiltere, 1917 Bolşevik İhtilali'nin yapılmasından sonra Rusya'nın bölgeden çekilmesiyle, savaş galibi ülkeleri nüfuzuna alarak Ortadoğu bölgesini istediği gibi tespit etmiştir.
30 Ocak 1919 tarihinde, L.GEORGE, Paris Konferansı'nda Kürt meselesini gündeme getirerek, "Ermenistan, Suriye, Mezopotamya, Arabistan ve Kürdistan"ın Osmanlı İmparatorluğunda tamamen ayrılmasını kabul ettirdi. İngiliz Başbakanı L. George'un bu teşebbüsü 10 Ağustos 1920 serv Antlaşmasında da kabul edildi. Serv'de, Kürt devleti kurulması için ilk resmi adım atılmış oldu. Böylece, İngiltere ele geçirdiği Musul Petrol bölgesini Kürdistan ve Ermenistan devletleri ile bir tampon bölge yarakarak Kuzeyden / Rusya'dan gelebilecek tehlikelere karşı korumak istiyordu.
İngiltere, Seyyid Abdülkadir başkanlığında İstanbul'da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyetini finanse etmekle kalmadı, Ermeni-Kürt işbirliğini sağlamak için HOYBUN Cemiyetini kurdu. Hürriyet ve İtilaf Partisinin bazı elemanlarını satın aldı. Birçok Kürtçü fanatiklerin ihanetlerini destekledi. Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet döneminde çıkan karışıklıkları el altından ve açıkça destekledi. 1919'daki Midyat-Nusaybin ve Ömerkan bölgelerindeki Ali BATI; 1920'deki KOÇGİRİ, aynı yıllarda Irak'ta çıkan Şeyh Mahmut İsyanı, Musul meselesinin görüşülmesi sırasında 1924'te ÇAL, ORAMAR, ÇÖLEMRİK ve HABUR bölgesinde, 1925'de RAÇKOYAN ve RAMAN, 1926 Şeyh SAİT, 1926-30 yıllarında AĞRI'da çıkan isyanları hep desteklemiştir. Sevr Andlaşması ile Kürtleri Türklüğün dışında kabul edip, bu toplumun ayrı bir ırka mensubiyetin bir ideoloji olarak benimseyen "Kürtçülük" hareketinin temelindeki gerçekleri anlatmak için, Şeyh Sait İsyanını ana noktaları itibariyle açıklanacaktır.
ŞEYH SAİT İSYANI, NİTELİĞİ VE SONUÇLARI
"Milletin istiklalini yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır" diyerek Amasya'da Kurtuluş Bayrağını açan Mustafa Kemal'in Erzurum ve Sivas Kongrelerinden mülhem / ilham alan kararları üzerine, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın kabul ettiği "Misak-ı Milli" kararı üzerine 16 Mart 1920'de İstanbul İtilaf Devletlerince fiilen işgal edilmiştir. Mustafa Kemal'in başlattığı Türk milliyetçiliği uyanışına karşı, İngiltere Ortadoğu politikasında bir çok aşireti silahlandırarak çıkarlarını korumaya yöneltti. İngilizler, ayrı bil millet havasına soktukları aşiretler vasıtasıyla Bölgedeki Türk unsurları arasındaki beşeri ve coğrafi bütünlüğü bozmayı amaçladılar. İngilizlerin bu politikası 1900'lerin başından beri uygulanmaktaydı. Musul Meselesinin tartışıldığı günlerde (1923-26) Kürtlerin Türklerden farklı bir etnik grup / unsur olduğunu ileri süren İngiltere, bu isimle anılan Türkleri "Şeyh Sait Olayı" ile isyana sevk ederek Yani Türk Devleti'nin dış Türkler Politikasına da adeta gem vurmuştur. Aslında tarihte hiç bir zaman bir "Kürt" kavmi mevcut olmamıştır ve yoktur. Sadece Arapça, Farsça ve Türkçe'nin karışımından oluşan bir dili konuşan "Kürt urugu" denen Türk boyları olmuştur.
Şurası bir gerçektir ki, Şeyh Sait İsyanı ile onu takip eden isyanların çıktığı / çıkarıldığı bölgeler daha önce 1914-18 yılları arasında Ermenilerin isyan bölgesiydi. Ermeniler, Osmanlı Devlet yönetimine direnmekten ziyade, bölgede müslüman hal istemiyorlardı. Onlar Türk'ü ve Kürd'ü bölgeden temizlenmesi gereken Ermeni düşmanı unsur olarak kabul ediyorlardı. Daha önce izah etmiş olduğumuz gibi, Kürt halkı aslında genel Türk kültürünün bir alt kesimidir. Ortak kültür oluşumuyla milli kültüre ulaşmadan millet / ulus olmaz.
Bilindiği gibi, Lozan Barış Andlaşmasında Musul meselesi sonuca bağlanmış ve Türk-Irak ile İngilizlerin işgali altında bulunan Musul Vilayetinin geleceği, Türkiye ile Mandater İngiltere arasında 9 aylık bir süre içinde yapılacak müzakerelerle belirlenecekti. Netice alınmazsa taraflar Milletler Cemiyetine gideceklerdi. 30 Ekim 1918 Mondros Müzakeresi imzalandığı sırada Osmanlı'nın elinde bulunan Musul Vilayeti (aynı zamanda Misak-ı Milli hudutları içindeydi), Mütarekenin 7. maddesine dayanılarak, İngilizler tarafından 15 Kasım 1918'de işgal edildi. Sevr andlaşmasında Musul, kurulması düşünülen Kürdistan'a bırakıldı. İşgali kabul etmeyen ve çoğunluğu Türk olan halk işgale karşı isyan etti.
Bunun üzerine İngilizler Şeyh Mahmut'u Süleymaniye'ye getirerek yönetimin başına geçirdiler. Atatürk'ün direktifiyle bölgeye gönderilen Özdemir bey, 31.08.1922'de 7 bin kişilik bir İngiliz birliğini bozguna uğrattı. Türk Başkomutanlığı 28.09.1922'de aldığı bir kararla Musul'a geniş kapsamlı bir harekat yapılmasını öngördü. Fakat, derbent yenilgisinden sonra bölgedeki kuvvetlerin takviye eden İngilizler, bölgeye hakim olmaya başladı ve Türk kuvvetlerinin sezilerek harekatın başarılı olmayacağı sezilerek vazgeçildi. Musul'un Türkiye'ye terki için Lozan'da İsmet Paşa, çok uğraştıysa da İngiliz Dışişleri Bakanı L.CURZON, Musul'un Irak sınırlarında kalmasını ısrarla savundu.
Lozan Andlaşması gereği, 19 Mayıs - 19 Haziran 1924'te İstanbul Haliç'te yapılan Türk ve İngiliz temsilciler toplantısında, İngiliz temsilcisi Musul'un Türkiye'ye bağlanmasını asla kabul etmediği gibi, Musul'un dışında Hakkari Vilayetine ait araziler üzerinde de istekler ileri sürdü. Bunun üzerine 29 Ağustos 1924'te Lozan Barış Andlaşmasının resmen yürürlüğe girmesinden sonra, 20 Eylül'de Cemiyet'i Akvam'a müracaat edildi. Cemiyeti akvam iki tarafın başvurusundan sonra tarafların fikir ve görüşlerini, belgelerini almak üzere bir komisyon kurdu.
Musul meselesi Cemiyet-i Akvam'da komisyona havale edilmişken, Birinci Dünya savaşında Türk mukavemet kuvvetlerini güçlendirmek için kurulmuş olan Kürt Teali Cemiyeti'nin vatanperver evlatları, Türklüğün parçalanmazlığı uğrunda mücadele verirken, kendilerini Kürt sayan üyeleri el altından sinsice faaliyetlerini sürdürmekle kalmayıp fırsatı bulunca sinsice hareketlerine devam ettiler. Bu Kürt Teali Cemiyeti, Damak Ferit kabinesi'nin "Büyük Ermenistan" projesine şiddetle karşı çıkarken, İtilaf ve Hürriyet Partisiyle özerk bir Kürdistan konusunda sözleşme yapmaktan geri kalmıyordu. Bu cemiyetin, Cumhuriyetin ilanından az önce kapatılmasına rağmen, 1923'te Seyit Abdülkadir, Hesnanlı Halit, Hacı Musa, eski milletvekillerinden Yusuf Ziya ve ailelerinden oluşan gizli bir komite kuruldu.
Komiteye Yusuf Ziya'nın aracılığı ile Hınıs'ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de alınmıştır. Komite'nin üyelerinden Palu'lu Sadi, Kürt bağımsızlık Komitesi Başkanı Seyit Abdulkadir adına İngilizlerle teması sürdürüyordu. Sadi, İngilizlerden " Kurulacak Kürt Emirliğinin desteklenmesini ve korunmasını, 1926'da başlayacak ayaklanmanın ilk hedefinin Diyarbakır'ı ele geçirmek ve Musul hududunda İngilizlerle temas sağlanmak olduğunu; Kürt Emirliğinin Akdeniz'e çıkmasını sağlayacak bir kıyı verilmesini, Emirliğinin başına Abdülkadir'in getirilmesini, Kürtlere silah ve para yardımı yapılmasını " istemiştir. Böylece, Kürt Bağımsızlık devletinin ayaklanması hazırlanmış ve gerekli silahlar Musul'da depo edilmişti. Bu sırada Vahdettin ve yandaşları da Cumhuriyete karşı bir ihtilal yapmak için Kürtlerle işbirliği halindeydi ve Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasın'nın Atatürk Devrimlerine karşı bazı hareketleri olduğu sezilmeye başlamıştı.
Gerek Milli Mücadele yıllarında ve gerekse Cumhuriyet döneminde çeşitli bölgelerde çıkan karışıklıklarda rol oynayan İngiltere, Musul Meselesi nedeniyle Şeyh Said isyanında birinci derecedeki dış etkendir. "Hükümetin dinsizleştiği, dini kaldırmak istediği" gibi propagandalarla, kendisini "Emir'ül-mücahidin" ilan eden Şeyh Said, 15 Şubat 1925 Pazar günü "Şeriat ve Halifeliği diriltmek, Sultan Abdülmecid'in oğullarından birini halife yapmak ve hükümetin politikalarına karşı çıkmak" için, PİRAN'da ayaklandı ve silahlar patladı. Ayaklanma ile ilgili olarak, katılan asilerin miktarı ve güvenlik güçleri, ölen insan sayısı ve maliyeti konusundaki bilgiler çeşitlidir. Şurası muhakkak ki ayaklanmanın mali boyutları korkunçtu. Ve Türk hükümetini büyük bir mali sıkıntıya sokmuştur. İsyan büyük askeri harcamalara ve yüksek kayıplara yol açmış, pek çok toplumsal acılar doğurmuştur.
Dinin bazı inceliklerin kavramaktan aciz ve bilgisi çok sathi olduğu belirtilen Şeyh Said, her şeyden önce bir rejim / Cumhuriyet küskünüydü. Devletten Maaş almaz, müridlerinin ve tekkesine devam edenlerin yaptıkları vakıf ve bağışlarla müessesesini geçindirirdi. Ancak, İngiltere ve Fransa gibi güçlü devletlerin, el altından desteklediği, nüfuzlu Şeyh Said isyanının esas amacı, ayrı bir Kürt devleti kurmaktan ziyade, Osmanlı Devletinin evrensel niteliğine dönülmesini sağlamaktı. Şeyh Said, isyan sonunda Devlet güçlerine yenildi. İsyana katılanların elebaşları bölgeden uzaklaştırıldı. Bölgedeki insanların çoğu bu devlet güçlerinin yanında yer aldı.
Şeyh Said'in kişiliğindeki cehalet, imanın / inancın kine dönüşebileceğini gösteren tipik örnektir. Şeyh Said'in "Din için kıyam farz oldu. Bir Türk'ü öldürmek yetmiş gavur öldürmekten eftaldir / üstündür" sözü, bu cehaletin göstergesidir. İsyanda sadece dini nedenler değil, dini ve feodal çıkarlarda önemli rol oynamıştır. Gerçi, etnik anlamda bir bölücülük niteliği taşımıyordu. İslam'ı kurmak hedefine yönelik isyan, Azadi türünden Kürt ırkçısı çevrelerle, Musul Meselesini kendi lehlerine çözümlemek isteyen İngilizler için aranıp da bulunmaz istismar konusu ve fırsatlar bahşetti. Hareket, Kürtçülük / bölücülük niteliğine dönüştü.
Bölgedeki Şeyhliğin bütün prestijini kendisinde toplayan Şeyh Said, Nakşibendilik adına "Allah Rızası" için bayrak açınca, otomatik olarak büyük güç kazandı. Mücadeleci ve imanlı kişiliğine rağmen, islamın boş yere kan dökülmesini istemeyen prensibini ihlal ederek kendi yanında isyana katılmayanların katlinin vacip olduğunu uygun görerek bölgede yaptığı vahşet sonunda dökülen kanın hesabını yapamayacak kadar da aptal bir adamdı. Binlerce Müslümam Türk'ün ölümü, yıkılan köyler savaş vererek istiklalin yeni kazanmış veli nimeti T.C.'ne silah çekerek düşmanla birlikte onu yıkmaya çalışmak, devletin bütçesinin çökmesine neden olmak, değil müslümanlıkta hiçbir dinde bulunmayacak bir ihanettir. İsyan, islam dininin bizatini kendisine ihaneti. Çünkü aynı, birbirlerine karşı getirmiş ve birini diğerine kırdırmıştır. Ayrıca, Şeyh Said isyanı ile uğraşan Türkiye'nin, Irak'a karşı askeri bir harekata giremeyeceğini iyi hesaplayan İngiltere, Musul meselesinde direnmesini sürdürmüş ve sonunda Musul'un resmen Türkiye'den ayrılmasına sebep olmuştur.
Ancak İngiltere Şeyh Said Ayaklanmasının patlak vermesinde, gerekli perde arkası desteği sağlamışsa da, isyanın bir bağımsızlığa kadar gitmesine yardımcı olmaktan kaçınmıştır. İsyancıları nihai zafere ulaştıracak geçiş çaplı bir arka çıkma olmamıştır. Böylece, İngiltere, arka çıkmanın dozajını iyi ayarlamış. İsyanın T.C.ni sarsacak / yıkacak boyuta ulaşmasını sağlayacak maddi desteği de vermemiştir. İngiltere, isyanı, kendisine Musul meselesinde rahat hareket etme olanağı sağlayacak kadar desteklemiştir. İsyan hareketinin başarı sağlayarak kendi nüfuzundaki bir Kürdistan kurulması, belki bölgedeki çıkarlarının korunması bakımından çok yararlı olabilir. Ancak, Lozan Konferansında sağlanmış olan Boğazlardaki üstünlük tehlikeye girebilirdi. Bu nedenle İngiltereyle dostluğa yönelmiş ve bütünlüğünü koruyan bir Türkiye, hem Boğazlar ve hem de tüm Ortadoğu açısından İngiltere'ye güvenlik sağlayabilecekti. İngiltere'nin asıl sıkıntısı Musul'u kendi lehine halletmekti. Bu nedenle, bölgede bulunan Türk aşiretlerine şiddete ve baskıya dönüşen cezalar uygulanarak bölgeden kaçırıyordu. Sınır bölgelerinde uçakları uçurarak Türk kuvvetlerini taciz ediyor ve böylece isyancıları da destekliyordu. Ayrıca, Milletler Cemiyeti Araştırma Komisyonuna bakılar yaparak, Türkiye'nin bölgede istediği plebisiti engellemeye çalışıyordu. Çünkü, Türkiye'nin Lozan'dan beri plebisit istemesi ve İngiltere'nin bunu kesinlikle reddetmesi, yüzyıllardan beri elinde bulunan Musul'da Türkiye'nin haklılığını göstermekteydi. Ancak, siyasi bir organ olan Milletler Cemiyeti, o tarihte üyesi dahi olmayan Türkiye'nin haklılığını değil, Birinci Dünya Savaşından galip çıkan devletlerin bir örgütü olduğu için, oy birliği ile karar alarak Musul'un İngiltere/Irak'ta kalmasını kararlaştırmıştır.
MC Araştırma Komisyonu üyesi BERTHELDT ve diğer üyeler İngiliz safında yer alarak, hazırladıkları raporda, " Türkiye bölgede yararlı bir şey yapmaktan ve herhangi bir şey üretmekten uzaktır. Eğer, Musul Türklere bırakılırsa, Türkler, o yöredeki Hıristiyanları da keseceklerdir. Bu sorumluluğu MC taşımaya ve bu lekeyi alnına sürmeye hazır mı ? " gibi saçmalıklarla birbirlerini etkileyecekler ve Rus büyük elçisiyle de görüşüp onun da rızasını aldıktan sonra ( Sovyet temsilci, bir savaş halinde Türkiye'yi destekleyeceklerine dair bir sözleşmeye imza atmadıklarını beyan edecektir) hazırladıkları andlaşmayı Türkiye'nin imzalamasını telkin edeceklerdi. Bu telkin sonucu, anlaşma, 3 Haziran 1926'da imzalanacak ve Musul petrollerinden elde edilecek %10'luk payın 25 yıllık karşılığı olara, 500 bin Sterlin üzerinde uzlaşma sağlanacaktır. Dokuz yıllık sürekli savaştan çıktığımızı vurgulayan Dışişleri Bakanımız T.R.ARAS, "Musul'da muallakta / belirsizlikte kalan arazi meselesinde fedakarlıklara katlandık. Musul hakkındaki kararı tanımamak, bizi ister istemez bir savaşa sürükleyecekti. Buna takatimiz yoktu. Faşist İtalya aleyhimize yürümeye hazırdı. Atatürk ve hükümet bunu çok iyi biliyordu. Bunun içindir ki, bağrımıza taş basarak, Musul'u bırakmaya razı olduk" diyerek, gerçeği ifade etmiştir.
Şeyh Sait olayları ile ilgili çatışmalarda asker ve sivil binlerce memleket evladı hayatını kaybetmiştir. Kendisi de isyanın bastırılmasını müteakiben kaçarken yakalanarak asılmıştır. O'nun isyana başlaması dini nedenlerden olup, etnik anlamda Kürtçülüğü / bölücülüğü amaçlıyordu. Ancak, O'nun isyanı, amaçları çerçevesinde kalmayıp, hem adamlarıyla kendilerinin mahvına ve hem de yüzyıllardan beri vatan toprağı olan Musul'un Misak-ı Milli Hudutları dışında bırakılmasına sebep olmuştur.
Şeyh Said'in isyanının dini nitelik taşımasından dolayı, İngilizler, Musul Meselesinde, Hilafet ve Saltanat yanlıları özellikle Hükümeti devirip Hilafeti getirmek isteyen gizli örgütün başı Şeyh Abdülkadir, iç politika konularında; Kürt şövenizminin temsilcisi ve Şeyh Said ayaklanmasında önemli rol oynayan AZADİ gizli örgütü, "Kürtçülük İdeolojisi" doğrultusunda oldukça yararlandılar. Bu üç çevre'nin adı geçen isyanlardan önce, faaliyetleri vardı. Ancak, Şeyh Said isyanı, onların siyasi çıkarları bakımından kullanabilecekleri olumlu bir ortam yaratmıştır. 15 Şubat 1925'de PİRAN'da başlayan isyandan sonra, 4 Mart 1925'te "Takrir-i Sükun Kanunu" çıkarıldı" ve 4 Mart 1929'a kadar yürürlükte kaldı. 7 Mart 1924'te İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve isyancıları yargılandı.
25 Mart 1925'de başlatılan tenkil / tepeleme harekatı, 15 Nisan 1925 tarihine kadar sürdü. Çemberi yarıp, İran'a kaçmaya çalışırken Muş'un kuzeyinde Murat Nehri geçidinde 14 Nisan 1925'de Şeyh Said yakalandı. 1925 isyanı, esas itibariyle dini nitelikli olduğu halde, bundan sonra Türkiye'deki, Kürt hareketlerinin daha milliyetçi hale dönüştüğü iddiaları da ileri sürülmüştür. Ancak, bize göre bu doğru değildir. En azından Kürt milliyetçiliği bu gün dahi halkın büyük kısmının kafasında yoktur. Devletine ve milletine bağlıdır. Kürtçülük ideolojisini sürdüren ve yaymak isteyenler, emperyalist güçlerle onların kullandığı çıkarcı yerli işbirlikçilerdir.
1800'lerden itibaren Osmanlı döneminde 12, Cumhuriyet Türkiye'sinde 25 toplu olayın meydana geldiği Türkiye-İran-Irak üçgenindeki kürt meselesinin temelinde emperyalist kışkırtmalar yatar. Bütün diğerlerinde olduğu gibi, Şeyh Sait olayında da bir mensubiyet duygusundan/Kürtçülük ideolojisinden kaynaklanan bir nitelik yoktur. Bu hareketlerin temelinde dini sebepler, İmparatorluk zamanında kazandıkları imtiyazları kaybetme ve bunu bilen dış güçlerin tahrikleri yatmaktadır. Kimisi şapka giymemek, kimisi vergi vermemek, kimisi askere gitmemek, kimisi Türkçe ezan okunmasını istememek için yapılmıştır. Kürtçülük/ etnik ideoloji daha sonra marksist eşkıyalığa seçenler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
KÜRT MESELESİNDE RUSYA'NIN ROLÜ
Rusya'nın Doğu Anadolu Türk/Kürt aşiretleri ile ilgilenmesinin, 1800'lere kadar iner. Özellikle, Doğu illerimizde görevlendirilen konsoloslar ve misyonerler, bir yandan bilimsel çalışmalarını sürdürürken, öte yandan da bölgede kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmuşlardır. 1804, 1813 Rus-İran savaşlarında İran saflarında Ruslara karşı savaşan Kürtleri kendi taraflarına çekmek için, Kürt Reisleri, aşiretleri üzerindeki bütün hak ve imtiyazlarını koruyarak kendilerine bağlı olanların Rus vatandaşlığa geçmesini teşvik etmişlerdir. 1804 savaşı sonunda bazı aşiretlerin Rus vatandaşlığına geçtikleri ve Karabağ Hanlığında yerleştirildikleri görüldü. 1813'te İran-Rusya arasında yapılan Gülistan Andlaşmasında Kürtler, Rusya'da görüldü, 1832'de olan Rus-Türkmen olaylarında Kürtler Rusya'ya göçtüler. Mavera-i Kafkasta savaşlar oldukça, Rusya'nın Kürtlere ilgisi arttı. Kürtlerle iyi ilişkiler kurarak onları yanlarına çektiler. 1828-29 Osmanlı-Rus savaşında, Rus güçleri içinde dört fırka tamamen Kürtlerden oluşmuştu ve bunların Komutanları da Ruslardandı.
Kürtlerle ilgili ilk çalışmaları Rusya yapmış ve Kürdoloji Enstitüleri kurmuştur. Büyük Katerina'nın isteği üzerine ilk Kürtçe sözlük oluşturulmuştur. Daha sonra Kürtlerle ilgili çeşitli konularda kitaplar ve eserler yayınlanmıştır. Kürtçe eserler, Rusça'ya çevrilmiştir. Bu eserlerin çoğu bilimsel araştırma ve gerçek dayanaklardan yoksun olsalar bile, bütün dünyaya Kürt varlığı olduğunu vurgulanmak istenmiş ve her türlü çıkar peşinde koşan kürt reis ve şeflerini kullanarak olmayan "Kürt"ü yaratmaya çalışmıştır.
Rusya, bu politik amaçlı kültürel faaliyetleri ile, bölgedeki isyanlarda önemli rol oynamış ve Kürtleri Osmanlı İmparatorluğunu sıcak denizlere ve Ortadoğu'ya hakim olma aracı olarak kullanmıştır. Doğu Anadolu bölgesinde kendi nüfuzu altında kurulacak bir Kürt devletini, yukarıdaki amaçları gerçekleştirmede vasıta olacağı nedeniyle, çok istemiştir. Bu nedenle çoğu zaman İngilizler'le politik çatışmalara girmek zorunda kalmıştır.
Ancak, çoğu defa İngilizlerle işbirliği yaparak Ermeni ve Kürt fanatikleri desteklemiştir. İran'da, Irak'ta meydana gelen Kürtçülük/bölücülük hareketlerini desteklemiştir. Molla Mustafa Barzani'yi 12 yıl Rusya'da korumuştur. 1970'lerden sonra Ermeni ASALA ve 1984'ten sonra PKK terör Örgütünü maddi ve manevi yönlerden direkt/endirekt yollarla desteklemiştir. PKK terör örgütünün destekçisi Suriye'yi destekleyerek, Suriye'nin terörist devletliğine dolaylı olarak yardımcı olmuştur. ASALA ve PKK teröristleri elinde yakalanan silahların tamamına yakınının Rus yapısı olduğu görülmüştür.
KÜRT MESELESİNDE FRANSA'NIN ROLÜ
Şark Meselesini halledip Osmanlı'nın mirasından pay alabilmek için, Ermeni meselesini en çok istismar eden ülkelerin başında Fransa gelmiştir. Ermeni konusunu istismar ederken, diğerlerinden geri kalmayarak Kürt meselesini de sürekli gündeminde tutmuştur. Ancak, İngiliz ve Rusların güçlü istismar politikası karşısında fazla bir şey yapamayan Frans, Hatay meselemizde Türkiye'nin başına bir bela olarak 1936 Dersim olaylarını istismar etmiştir.
Daha sonraki yıllarda İngiltere ve Amerika'nın arkasında politik dengede yerini almıştır.Halen Fransa'da Ermenilerle ilgili çeşitli kuruluşları olduğu gibi, bir "Kürt Devrim Dayanışma Komitesi" vardır. Daha sonra izah edeceğimiz gibi, Fransa, Ermeni ASALA terör örgütü gibi, Kürtçülük adına bağımsız bir devlet kurmaya çalıştığını iddia eden PKK terör örgütü ve onun yurtiçi ve yurtdışındaki işbirlikçilerini maddi ve manevi bakımlardan desteklemektedir. 1980'lerden sonra bu işin bayraktarlığını da Fransız Cumhurbaşkanının eşi bayan Mitterand üstlenmiştir.