KİTABIN ADI : ANOMİ VE YABANCILAŞMA
KİTABIN YAZARI : VEHBİ BAYHAN
1. 21.Yüzyıla girerken yeni çağın enformasyon çağı, yeni toplumun da enformasyon toplumu olacağı ve oluştuğu gerçeğinden hareketle, toplum yapısının bütün sosyal kurumlarıyla bilgi ve iletişim temelli yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Politik söylemiyle “çağı yakalamak” ya da “çağ atlamak” ancak, öncelikle eğitim başta olmak üzere, toplumun bütün kurumlarıyla yeni çağın değer ve gereklerine göre kökten, yeniden kurumlaşmasıyla mümkün olabilecektir. Özellikle genç bir nüfusa sahip olan ve sanayi devrimi sürecinin içinde yer alamamış, dolayısıyla sanayileşme sürecinde olan Türkiye için, çağ atlamak veya gelecek çağı gecikmiş olarak yakalamak, genç nüfusunun yeterli ve yetkin olarak yetiştirilmesiyle gerçekleşebilir.
2. Türkiye’nin 1990 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre 15-24 yaş grubu gençlik kitlesinin, toplam nüfus içindeki oranı %20’dir.
3. Üniversite gençliği, toplumun sosyal ve kültürel yapısını yansıtmaktadır. 1960’lı yıllardan günümüze kadar üniversiteler siyasi şiddet, anomi ve yabancılaşma davranışlarının yoğun olarak gözlendiği ortam olmuştur.
4. Anomi ve yabancılaşma her çağda ve her toplumda görülmektedir. Ancak özellikle sanayi devrimi sonunda toplumsal yapıda meydana gelen köklü değişmeler sonucunda artan anomi ve yabancılaşma, daha çok çağdaş toplumların bunalımı olarak önem kazanmıştır. Kelime anlamı normsuzluk ya da kuralsızlık olan anomi kavramı, sistematik olarak ilk defa Durkheim tarafından kullanılmıştır. Anomi, toplumdaki kuralların işlevini yitirmesi sonucu meydana gelen bunalım ve dengesizlik durumudur.
5. Durkheim dahil bütün sosyologlar “anomi”yi “normsuzluk” bir grup ya da toplum üyelerinin nerede, nasıl ve ne şekilde hareket etmelerini belirleyen normların veya sosyal kuralların saygınlık ve etkinliklerinin azalması; normlara olan bağlılığın zayıflaması sonucu fertlerin bir çeşit başıboşluk, düzensizlik, kargaşa, kararsızlık, karamsarlık ve belirsizlik içine düşmelerini ifade eden bir kavram olarak görmektedirler.
6. Başka bir ifadeyle “anomi”, bir toplumdaki mevcut kültürel değer ve amaçlar ile o toplumda yaşayan bireylerin söz konusu amaç, değer ve kurallara uygun olarak davranma ve yaşama istekleri arasında belirgin bir farklılaşmanın ortaya çıkması sonucu toplumsal ilişkileri düzenleyen kural ve değerlerin aşınmasının doğurduğu karmaşa ve kuralsızlık durumudur.
7. Anominin başlıca özelliklerinden biri hayatta gayesiz oluştur. Bu duyguya sahip olanlar kendilerinin yalnız oldukları düşünürler. Bu şahıslar, kendilerine rehberlik edecek bir iç gayeleri olmadığı için “dışa dönük” olmakla karakterize olmuş kimselerdir ve deyim yerindeyse esecek herhangi bir tesadüfi rüzgara yelken açmış durumdadırlar. Bunlardan başka, plansızlık ve alkollü içkilerle, ilaçları aşırı kullanma halleri de anominin vasıflarındandır.
8. Anomi, hızlı toplumsal dönüşüm dönemlerinde değerler sistemi ve normatif yapının, toplumsal yapı ile ilişki ve uyumunun bozulması ve toplumu oluşturan bireylerin davranış, düşünce ve eylemleri üzerindeki belirleyici ve yönlendirici niteliğinin yitirilmesi halidir.
9. Bu anlamda, “Durkheim için bir toplumdaki belirleyici unsur, ortak inanç, değer ve normların soyut bir bütünü olan toplumsal bilinçtir. Toplumsal bilinç her ne kadar bireysel bilinçlerde belirginleşirse de, toplumsal niteliği bakımından onlardan farklıdır; onların basit bir toplamı ya da sonucu değildir. Kendi yasalarına göre evrimleşen ve bireyleri çevreleyen, etkileyen veya belirleyen koşullardan bağımsız olarak varlığını sürdüren toplumsal bilinç, kendini diğer toplumsal unsurlardan faklı kılan niteliklere sahiptir. Zaman süreci içerisinde büyük bir değişiklik göstermediği için kuşaklar arasındaki bağlantıyı sağlar. Dolayısıyla, bireylerde somutlaşmasına rağmen, bireysel bilinçlerdeki oluşumdan bambaşka bir varlığa sahip olan toplumsal bilinç, kendine özgü nitelikleri, varoluş şartları ve gelişme biçimi olan bir toplumsal bir gerçektir. Bu haliyle bireysel bilinçler üzerindeki sürekli bir baskı mekanizması oluşturur. Bu baskı mekanizmalarının somut toplumsal görünümleri ise, yaptırımlarla desteklenen toplumsal kurumlardır. Bireyler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, ağırlıkla norm ve değerlerden veya onların bileşimlerinden oluşan bu toplumsal kurumlara göreli olarak davranırlar.”
10. “Mekanik dayanışma” üzerine kurulan toplumlarda (genellikle ilkel toplumlar) bireyler, benzer norm, inanç ve değerleri paylaşırlar; başka bir deyişle henüz farklılaşmamışlardır. Bu tür toplumlarda toplumsal bilinç, bireysel bilinçler üzerinde egemenlik kurmuştur ve hatta onları içerir.
11. Benzerliğe dayalı mekanik dayanışmanın karşıtı olan “organik dayanışma”, farklılaşmanın sonucu olarak beliren daha çağdaş bir oluşumdur. Canlı varlıklarda nasıl organlar arasında bir birlik, bir bütünleşme ve dayanışma varsa ve organizmanın varlığını sürdürebilmesi için nasıl her organın farklı görevini yerine getirmesi gerekiyorsa, bu durum toplumun varlığı için de aynen geçerlidir. Dolayısıyla organik dayanışma, bir toplumdaki işbölümünün zorunlu bir sonucudur.
12. Ancak organik dayanışmanın, ya da toplumsal farklılaşma veya işbölümünün gelişmesi, bireylerde başkalarından farklı oldukları bilinci oluşturur. Bu bireylik bilincinin toplumsal bilinci giderek daha fazla etkilemesi ve zayıflamasını, Durkheim “anomi” olarak nitelendirir.
13. Durkheim, “Toplumsal İş Bölümü”(1893) adlı eserinde “anomi”yi,”düzeni sağlayan ahlak ve hukuk kuralları ortadan kalkınca toplumun bütününü kucaklayan hastalık” olarak tanımlar. Tarihin belli dönemlerinde “davranışları biçimlendiren ve idealleri inşa eden değerler sistemi” ile fertler arasındaki ilişkiler bozulur. Bu bunalım toplumun bütününü sardığı zaman “anomie” vardır.; “anomie” dayanışmanın yok oluşudur”. Sosyal faaliyetlerin farklılaşması ile toplum üyelerinin ortak duygularında değişmeler olur; bu da sosyal inançların gevşemesine yol açar; toplum imajının yerini kişi imajı alır. Fertler kendilerinde bir takım kabiliyetler olduğuna inanırlar; toplum onlara belli roller verir; eğer bu kabiliyetlerle, o rolleri birbirine uymuyorsa sosyal bütünleşme gerçekleşemez...Çağdaş toplum, işbirliği ile rekabet, dayanışma ile çatışma arasında bocalamaktadır. İktisadi anarşi ve –aile, kilise, korporasyon gibi –ara kuruluşların zaafı yüzünden dengesizlik doğunca değerler sistemi bozulur; kişinin amaç ve araçları ön plana geçer; çünkü sosyal düzen, sosyal ahengi artık sağlayamaz.
14. Değerler ve normlar kültürel çevreyi, insan ilişkileri ise sosyal çevreyi meydana getirir. Sosyal çevre ile kültürel çevre arasında uyumsuzluk olduğu zaman gerilimler ortaya çıkar. Bu gerilim, sosyal çevresinin insanı kültürel normlara uygun eylemde bulunmamaya yöneltmesi demektir.
15. Toplumun kültürünü muhafaza ettirebilmek üzere toplum içinde gayet girift bir davranış sistemi veya fertlerin davranışlarını kontrol eden ve davranışlara yön veren bir sistem mevcuttur. Bu sisteme genel olarak “örfler-adetler sistemi” denilir. Fertler, içinde yaşadıkları toplumun bu sistemine gayri şuuri uyarlar ve genellikle mensup oldukları toplumun örfler-adetler sistemini de “en doğru ve en güzel” bir sistem olarak kabul etmeye eğilim gösterirler.
16. Adetler, insanların tecrübeleri sonucu yavaş yavaş oluşmuş ve gelenekler olarak nesilden nesile geçmiştir. Böylece adetler toplum içinde hareket etme usulleridir ve kişiler içinde yaşadıkları toplumun bu davranış yollarını izleyeceklerdir.
17. Eğer bu adetler, sadece bir hareket kaideleri olmayıp da hareketi düzenleyen, davranışı idare eden normlar olarak toplumca kabul edilmişlerse bunlara örfler (mores) denilmektedir. Örfler bünyeleri içinde ahlaki bir değer yargısını taşırlar. İşte bu nedenle örfler, adetlerden daha güçlü kurallar olup, bunların dışına çıkan bir hareket toplumun şiddetli bir reaksiyonu ile karşılaşır.
18. “Her türlü aşırılıklar ortamı” olan kentler ve özellikle metropollerde kitle iletişimi ve onun uyardığı özlemler, sosyal yapı ve kültürel yapı arasındaki kopukluğun artmasında temel etkenlerden en önemlisidir. Bu ortamda bireylerin özlem düzeyleri ile, bu özlemleri gerçekleştirebilecek olanaklar tümüyle uyumsuz hale gelir. Bu bağlamda, kentleşme sürecinde anomik durum artmaktadır. Köyden kente göç eden, ancak kentin hazır olmayan sosyal alt-yapısında kentin varoşlarında yaşamak zorunda kalan, iki kültür arasında ve bocalayan, ne köylü ne de kentli olan kitleler; kentle bütünleşemedikleri takdirde anomik duruma düşeceklerdir.
19. Günümüzde sosyolojik ve psikolojik literatürün geniş bir bölümü, ilişkilerin parçalanmaları sonucu doğan yabancılaşmaya ayrılmıştır. Varoluşçulukta ve öğrenci ayaklanmalarının temelinde, bu parçalanmalar yatmaktadır. İnsanlarımızla yeterli ilişkiler kuramadığımız söylenmektedir. Milyonlarca genç insan “köklü ilişkiler” kurmanın yollarını aramaktadırlar.
20. “İnsanın kendi özünden, ürününden, doğal ve toplumsal çevresinden koparak onların egemenliği altına girmesi şeklinde tanımlanabilecek yabancılaşma kavramı, aynı zamanda sosyal bilimlerde bir moda olduğu kadar, insanı makinalaştıran, metalaştıran ve sonunda köleleştiren rasyonalist ve teknokratik bir uygarlık biçimine karşı olan başkaldırının bir simgesi haline gelmiştir. Dolayısıyla, yabancılaşma hem sosyolojik, hem psikolojik, hem de siyasal ve felsefi bir anlam taşımaktadır.”
21. “Batı’da yabancılaşma kavramı ilk kez Eski Ahid’de puta tapma ile ilgili olarak ortaya çıkıyor. Peygamberlerin anladıkları anlamda puta tapma, tek Tanrı yerine birçok Tanrıya tapma olgusu değil, putların insan tarafından yaratılmış olması ve insanın, kendi yarattığı nesneleri kutsal sayması olgusudur. İnsanoğlu kendi hayatı ile ilgili özel nitelikleri nesneleri kutsal sayması olgusudur. İnsanoğlu kendi hayatı ile ilgili özel nitelikleri nesnelere aktarmakta ve kendisini gerçekleştirerek aşma yerine kendi varlığı ile ancak puta tapma yoluyla ilişki kurabilmektedir. İnsan böylece kendi gücüne ve kendisinde varolan potansiyelin zenginliğine yabancı kalmakta ve kendi varlığının özelliklerine, ancak putların hayatına boyun eğerek dolaylı yoldan ulaşabilmektedir.
22. “Eski Ahid putların boşluğunu ve geçersizliğini şu sözlerle belirtir: “Ağızları var ama, konuşamazlar; görmek için gözleri var ama göremezler; duymak için kulakları var ama duyamazlar”. İnsan kendi yaratıcı gücünü putların varlığına aktardığı ölçüde zavallılaşır ve onlara giderek daha da bağımlı olur. Putlar insana, başlangıçtaki varlığının ancak küçük bir bölümünü özgünleştirmesine ve gerçekleşmesine izin verirler. Zaman içerisinde bir Tanrı, devlet, din, bir kişi veya herhangi bir eşya biçimine bürünebilen putları, yalnızca dinsel bir anlamı olan biçimler içerisinde bulmayız. Puta tapma, insanoğlunun yaratıcı gücüyle kendini verdiği ve sonra da kayıtsız şartsız boyun eğdiği herhangi bir şeye ibadettir.
23. İnsanın kendi eliyle yaptığına tapınması yabancılaşmanın nesnel bir boyutu iken, aynı zamanda zihinlerdeki put haline gelmiş fikirler de diğer bir yabancılaşmayı ifade eder. Bu durumu “düşünce yabancılaşması” olarak niteleyen Fromm’a göre, “insan çoğu kez bir şey aracılığıyla düşünmüş olduğuna, düşüncelerinin kendi düşünce etkinliğinin sonucu olduğuna inanır. Gerçekte ise, beynini kamuoyunun putlarına, gazetelere, iktidara ya da siyasal bir lidere aktarmıştır. Onların kendi düşüncelerini dile getirdiklerine inanmaktadır. Oysa gerçekte onlara ait düşünceleri kendi düşünceleriymiş gibi benimsemektedir. Çünkü, onları putları, bilgeleri ve bilgi tanrıları olarak seçmiştir. Putlarına kesinlikle bu nedenden bağımlıdır ve onlara tapınmaktan bir türlü vazgeçemez. O, putların kölesidir. Çünkü, beynini onlara emanet etmiştir.” Bu bağlamda, tek bir fikre saplanıp onu ikon haline getirmek insanın varlığını tehdit etmektedir. Çağımızda insanı dört bir yandan kuşatan imaj bombardımanı insanlara yeni ikonlar sunmaktadır.
24. Nitekim, İslam’da Emevilerin bir takım politik ayak oyunları ile iktidarı ellerine geçirdikten sonra kaderciliğe dört elle sarılmaları, Weber’e göre, tezgahlanan oldu bittiyi kamu oyuna ilahi bir takdir olarak kabul ettirme gayretinden başka bir sebebe bağlanamazdı.
25. “Marx, insan toplumlarının en ilkel aşamadan ileriye doğru gelişebilmesi için uzmanlaşmanın zorunlu olduğuna inanır; ancak uzmanlaşma bir kez gerçekleşti mi, birey artık varlığını korumak için gerekli her şeyi üretemez olur: Başkalarına bağımlı bir hale gelir, başkalarının oluşturduğu uzmanlaşmış topluluklara katılır ve adeta üretimin bir aracı olur. Bu durum ise yabancılaşma yol açmaktadır.”
26. Yabancılaşmanın yoğun olduğu kitle toplumunun özellikleri şunlardır :
A. Başkalarının fikir, düşünce ve kanaatlerini dinleyenler pek çok, buna karşılık kendi fikir, düşünce ve kanaatleri ifade edebilenler pek azdır; tamamen toplama bireyler yığını durumuna indirgenen kamu, kitle haberleşme araçlarınca etkilenip biçimlendirilmektedir.
B. Kitle haberleşmesinin örgütlenme biçimi, bireylerin anında ve etkinlikle cevapta bulunmalarına imkan bırakmamaktadır.
C. Kamuoyunun, bir kez oluştuktan sonra kendini gerçekleştirmesi için kamuca girişilmesi gereken eylemler, bu eylem kanallarını örgütleyen ve kontrolü altında tutan resmi makamlarca ya da iktidar çevrelerince denetlenmektedir.
D. İktidar kurumları karşısında kitleleşmiş kamunun bağımsızlığı kalmamakta, iktidar kurumlarının ve resmi makamların görevlisi olan kimseler kitleler üzerinde açık ya da örtülü yollardan nüfuzda bulunmakta, kişilerin karşılıklı ve özgür tartışma, kamu oyu yaratabilme özgürlükleri daha oluşmadan önlemek istendiği ve önlendiği görülmektedir.
Seeman, sosyoloji ve sosyal psikoloji literatüründeki doyumsuzluk, güçsüzlük, yalnızlık gibi toplumsal kökenli duygusal sorunlara ilişkin kavramlardan hareketle, beş yarı yabancılaşma kategorisinin varlığını vurgular. Bireyin kendini algılaması ve davranışları açısından oluşturulmuş bulunan bu kategoriler şunlardır:
§ Güçsüzlük duygusu (powerlessness)
§ Anlamsızlık duygusu (meaninglessness)
§ Normsuzluk hali (normlessness)
§ Tecrit edilme duygusu (isolation)
§ Kendine yabancılaşma (self-estrangement)
27.“Anomi ve yabancılaşma olgusu, her toplumda ve her çağda vardır. Çünkü her dönemde durumlarından hoşnut olmayan birey ve gruplar vardır ve olacaktır. Dolayısıyla, bu gruplar var oldukça tartışma, yabancılaşmanın varlığı ve yokluğu alanında olmalıdır. Değişim sürecinde anomi ve yabancılaşmanın yoğun olarak görüldüğü ve yaşandığı çağ, sanayi devriminin getirdiği köklü değişimler sonucu meydana gelen döneme tekabül etmektedir.
28. Bu bağlamda, “kitle toplumu; büyük ölçekte sanayileşmiş, şehirleşmiş, iş bölümünde uzmanlaşmış ve yönetimi tamamen bürokratikleştirilmiş bir toplumsal ortamda; kitle iletişim araçlarının tek yönlü baskısı altında yalnızlaşan, kimlik değiştiren, cemaat bağları ve dinsel kimlerini kaybeden, bu yüzden de basmakalıp değerleri benimsemek zorunda kalan kitle kültürü ve kitle davranışlarıyla tanımlanabilecek bireylerden oluşan toplumdur.”
29.Bir kitle hareketinin başarılı olması için daha ilk anlardan itibaren kapalı bir teşkilat kurması ve bütün taraftarlarını bu teşkilat içinde eriterek teşkilatın ayrılmaz bir parçası haline getirebilecek güce sahip olması gerekmektedir. Bu bağlamda, mesela, iktidara geçme yarışında Bolşevik hareketi, sıkı örgütlü bir kolektif bir teşkilat olması sebebiyle, diğer bütün Marksist hareketleri çok geride bırakmıştır. Almanya’da Nasyonal Sosyalist hareketi de, 1920’lerde dal budak salan diğer bütün halk hareketlerinin üzerinde başarı sağlamıştır, çünkü Hitler, gelişmekte olan bir kitle hareketinde kolektif birliği kuvvetlendirme propagandasının sınırsız bir yoğunlukta yapılmasında sakınca bulunmadığını erken kavramıştı. Hitler, hayal kırıklığına uğramışlarda en büyük arzunun “bir yere ait olma” arzusu olduğunu biliyordu.
30. Kitle kültürünün bir parçası olan “kitle-insanın özellikleri şu şekilde belirtebilir:
A. Davranışların anonimliği: Bu anlamda, herkesi yakalayıp sürükleyen ve ancak içgüdü niteliğinde bulunan tutkuların seli altında, bireyin davranışlarını ve özelliklerini ikincil plana atması.
B. Duygusallık : Aklın yerini duygular ve içgüdüler almaktadır. Dolayısıyla, kitlelerin çok büyük olan etkilenme ve etkilenme güçleri heyecan akımına bağlıdır. Ayaklanma olayları sırasında demagoglar ve liderler bu mekanizmayı çalıştırmaya büyük önem verirler.
C. Akli kontrolün erimesi : Kitle içine girince fertlerin aklı, gruptakilerin en alt seviyesine düşer. Kitleye katılan kimse, ne olursa olsun kendini en aşağı zeka seviyesine ayak uyduracak, sürüklenerek mantıktan ve kontrolden de vazgeçecektir.
D. Kişisel sorumluluğun yok olması : Herkesin kişisel tutkularının denetimini yitirdiği kitle içinde, fertler de sorumluluk duygularını kaybederler.” Dolayısıyla fertler, kitle içinde sadece bir sayı olarak anlam ifade ederler. Yalnızlıktan ve yabancılaşmaktan kurtulmak için bir kitleye dahil olan fertler, kitle içinde de kimliksizleşmekte, dolayısıyla kendi kendisine ve kendi benliğine yabancılaşmaktadır. Yabancılaşma, paradoksal biçimde sürmektedir.
31. Kitle kültürünün sunduğu bütün araçlar ve kolaylıklar, bireysellik üzerindeki toplumsal baskıları güçlendirmekte ve bireyin direnme imkanını, modern toplumun atomize edici işleyişi içinde kendini koruma imkanını elinden almaktadır. Bu anlamda, kapitalist toplum bir yandan bireye önem verirken diğer yandan kitle kültürü ile bireyleri standartlaştırmaktadır.
32. Kapitalist sisteminin yoluna devam etmesi, üretimin sürekliliğinin sağlanması ile gerçekleşebilir. Üretimin sürekliliği ise, tüketimin sürekliliğine bağlıdır. Ancak günümüzdeki tüketim biçimi, kişilerin temel ihtiyaçlarının giderilmesinden çok, toplum içindeki yerlerini belirlemeye yarayan bir gösterge niteliği taşımaktadır. Kişinin toplum içindeki konumu, tüketebildikleriyle ölçülmektedir ve toplum içerisinde geçerli bir konumun tüketim yoluyla elde edilebileceği kanısı aşılanmaktadır. Bu durum da reklamlarla sağlanmaktadır.
33. Bireyler sürekli olarak tüketmekte ve bireyselliklerini gerçekleştirebilmek amacıyla modayı izlemektedirler. Bunları, toplumsal olarak kabul edilebilmek, yani iyi giyindiklerini kanıtlamak ve daha popüler olmak için yapmaktadırlar. Bununla birlikte, yığınsal olarak üretilen tüketim eşyaları ve moda, yapay-sahte bir bireysellik, artık “tüketim eşyası haline getirilen bir özne-insan” ve bir “imaj” yaratmakta kullanılmaktadır.
34. Hayatımızı üretim ve tüketim düzenine göre ayarlamanın kaçınılmaz sonucu olarak, çağımızın asıl sorunu: Kimsenin kimseye karşılıksız gülümsememesidir. Dolayısıyla, hayatı eşyalar çerçevesinde düzenleyen günümüz endüstri toplumları; maddi ilerlemeyi, üretilen eşyaların miktar ve çeşitliliğindeki artışla ölçmektedir. Bu bağlamda, “tüketim devrimi”, hizmetleri de etki alanına almış ve tüm dünya insanları gözlerini dünyanın en zengin ailelerinin hayat biçimlerini “taklit etme” özlemini, derinden duymaya başlamıştır... Özellikle “üst sınıfların “ kullandığı mal ve hizmetlerin “alt gelir grupları” tarafından da elde edilmesi, alt sınıflardaki,”sınıf atlama”özlemine cevap verme açısından,çok işlevsel bir yer sahibi olmuştur. Üst sınıfların sahip olduğu mal ve hizmetlere ulaşabilen alt sınıflar”sınıf atladıkları”izlenimini elde ettiklerinden,”marka bağımlılığı” oldukça etkin bir nitelik kazanmıştır. Bir statü sembolü haline gelen marka bağımlılığı, hayat alanlarımızın her boyutunu etkilemektedir. İçeceklerimizi, yiyeceklerimizi ve giyeceklerimizi medyanın bize sunduğu ve reklamlar vasıtasıyla zihnimize kazıdığı markalara göre seçmekteyiz. Moda ve markaların etkisinden özellikle genç kuşak etkilenmekte, “tüketim toplumu”nun “tüketim kültürü” hızla yayılmaktadır.
35. Bu bağlamda, özellikle 1980 sonrası paranın gücü ve yeni tüketim kalıpları ile tanışan Türk toplumu, yeni davranış kodları aramaktır. Kültürel,sınıfsal hiyerarşileri altüst eden anarşik piyasa bireyciliği buna bir örnektir. Türkiye ‘nin toplum yapısı hazır olmadığından, anomik kapitalist düzene geçme deneyimi 1950’lerde başlar. 1950’lerden sonra, hükümetlerin siyasetine hakim olan liberal iktisadi sistem veya “anarşi kapitalizm”, felsefe olarak “her mahallede 15-20 milyoner yetiştirme “ ilkesinden hareket etmek suretiyle, kısa zamanda “para kıvıran” iş adamları, tüccar ve sanayiciden ibaret yeni bir burjuvazi sınıfının temellerini atıyordu. Ancak, bu iktisadi sistemin ideolojisini teşkil eden, herhangi bir ahlak kuralı, dini sistem, değer ve inançlar bakımından aynı dozda manevi yapı arasında bir temellendiren devreye konulmaması kısa bir süre içinde maddi yapı ile manevi yapı arasında bir bütünleşmenin sağlanamayışına yol açmıştır. Dolayısıyla, bu durum, Ogburn’un “kültürel gecikme” veya “kültürel boşluk” olarak nitelendirdiği duruma; Merton’un ifade ettiği gibi de, sosyal yapı ile kültürel yapı arasındaki uyumsuzluk sonucu meydana gelen “anomi” durumuna yol açmıştır.
36. 80 sonrası serbest piyasa ekonomisi uygulamasına giren Türkiye, medyanın yönlendirmesiyle de, henüz sanayileşmesini tamamlamış olmasına rağmen, gelişmiş kapitalist tüketim toplumlarının tüketim kültürünü yaşamaya başlamıştır. Bu değişim de “çağ atlamak” olarak nitelendirilmiştir. Oysa, fert başına düşen milli gelir oranının 1991 yılı verilerine göre 1850 Dolar olduğu düşünülürse, tüketim toplumu olmanın paradoksu ortaya çıkmaktadır. Başka faktörlerle birlikte, yeterince üretim yapılmadan sürekli tüketime yönelik ekonomik yapının körüklediği enflasyon, toplumun sosyal yapısını bunalıma itmektedir.
37. Kültürel yabancılaşma ve anonimin yoğun olarak geçiş aşamasındaki toplumlarda görülmesinin asıl nedeni; o zamana kadar alışılan hayat tarzının yerine birden bire başka ve yabancı sosyal ve kültürel kodların ikame edilmesidir. Değişim özellikle de köklü değişimler, her zaman sancılı olur ve sosyal bunalımlar doğurur. Mesela, çöken bir imparatorluğun yerine, gelişmiş batı toplumlarının gelişmişlik düzeyine, dolayısıyla çağı yakalamak için toplumun yeniden ve kökten yapılandırması amacıyla yapılan Atatürk Devrimleri, özümsenene kadar toplum, bunalımlı geçiş dönemi atlatmıştır.
38. Kültürel yabancılaşma ve anominin Türkiye toplumu açısından bir başka boyutu, sanayileşme sürecinde teknolojinin yeni araçlarına uyum sağlamada görülmektedir. Günümüzde bile hala uyum sağlayamadığımız, dolayısıyla bir anomi ve kargaşanın yaşandığı “trafik düzensizliği” bir problem olarak sürmektedir. Geleneksel toplum yapılanmasında organik araçlarla taşımacılığa alışmış bir mentalitenin mekanik araçlara uyumu teorik olarak ilk zamanlarda zor olacaktır. Ancak, özellikle 1950’den sonra ulaşım, özellikle karayolu taşımacılığının, dolayısıyla motorlu araçların hayat alanımıza yoğun biçimde girmesinden günümüze 44 yıl geçmesine rağmen, hergün trafik kazalarının artışının, maddi ve manevi kaybettiklerimiz; kültürel yabancılaşma ve anominin bir göstergesidir.
39. Kelime anlamı itibariyle de “hikmet sevgisi” veya “bilgi sevgisi” demek olan felsefe; insan, toplum ve evren hakkında kapsamlı düşünme faaliyetini içerir. Düşünce tarihinde, belli bir süreç içinde, bilimler felsefeden kendi metotlarını ve alanlarını belirleyerek bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bilimlerin felsefeden ayrılma sırası, Auguste Comte’un bilim sınıflaması çerçevesinde, astronomi, matematik, fizik, kimya veya biyoloji, nihayet sosyolojinin gelişmesiyle tamamlanmıştır. Dolayısıyla, tabiatı tanıma, anlama ve tabiata hakim olma bağlamında önce tabiat bilimlerini geliştiren insan; kendisini ve toplumu incelemeyi, anlamayı ve açıklamayı, yani sosyal bilim faaliyetini sona bırakmıştır.
40. Tabiat bilimlerinde, bilimsel bilginin determine ilişkiler sonucu oluştuğu temel görüştür. Sabit sebep-sonuç ilişkisini içeren determinizm, belirli şartlar altında belirli sonuçları doğurmaktadır, önermesine dayanmaktadır. Tabiatta geniş anlamda bir determinizmden söz edilebilirken sosyal bilimlerde bu, bu ölçüde mümkün olamamaktadır.
41. Doğru olup olmadığı gözlem ve deneyle tespit edebilen önermelere empirik (veya a posteriori), mantık ve dil kurallarına dayanarak tespit edilenlere ise analitik (a apriori) önermeler denilir. Dolayısıyla, her anlamda önerme empirik veya analiktir.
42. New-York, Los Angeles, Londra ve Hollywood gibi kültür endüstrisinin yoğun bir şekilde geliştiği kentler, yeryüzündeki hemen tüm ülkelerin kitle iletişim araçlarını beslemekte ve ulusal düzeyde kültürel yaratıcılığı önlenmektedir.
43. Klasik diktatörlüklerin yerini, medyayı çeşitli biçimlerde kullanmayı başaran, kitleleri etkileyen yeni yönetimler aldı.
44. Genelde düşünülenin aksine, tüm dünyada iletişimin hız kazanması ve yeni medya teknolojisinin yaygınlaşması, diktatörlüklere karşı bir engel oluşturmamaktadır. Sterling’e göre, başka bir diktatörlük biçimi de ahlaki değerlerin iflas etmesinden kaynaklanabilir. Medya tarafından durmaksızın evlerimize taşınan felaket ve gaddarlıklar, tarihte ilk kez insan merhametinin topyekün ortadan kalkmasına, ölümcül bir bıkkınlığın ve duyarsızlığın ortaya çıkmasına neden olabilir.
45. Ülkemizde de aynı sorunlar yaşanmaktadır. Taklit programlar toplumumuzu ethik olarak bunalıma itmektedir. Göle’nin ifadesiyle, “medya dünyasının artan egemenliği bireyciliği özgürleştirdiği kadar bireyi tehdit etmektedir. Olay yerindeki kameralar, artan dedikodu dergileri, giderek özel dünyalara girmekte, cinsellik, yolsuzluk ve kan içeren haberler “sıcağı sıcağına” izlenmektedir. Birey kendini sanatın ışığında tanımaktan ziyade, röntgencilik ve teşhirciliğin saydamlığında bulunmaktadır.” Özel TV kanallarında porno yayınların sınırsızca ‘prime time’ kuşağında bile gösterilmesi, aile mahremiyetine ve moral değerlere olumsuz etki etmektedir. 900’lü telefonlar aracılığıyla, bir yandan bedava armağan verme iddiasıyla umut tacirliği yapılmakta, ancak yüklü telefon faturaları aile kavgalarına neden olmaktadır. Diğer yandan, 900’lü telefonlarla kadınlar imajlarını pazarlamaktadırlar. “Paparazzi” türü programlarda marjinal yaşantılar gösterilmekte, dedikodu kültürü aşılanmaktadır. Çok özel olması gereken özel hayatın mahremiyetine girilmekte, kişinin hakları gasp edilmektedir. Sinema ve dizi filmleri seslendirenlerin, filmdeki konuşmaları orjinalinden Türkçe’ye çevirirken, Türk dilinin yapısına aykırı, uydurma terimler kullanmaları ile özellikle özel radyo spikerlerin yarı İngilizce yarı bozuk Türkçe konuşmaları, Türkçe’nin bozulmasına ve dilde yabancılaşmaya neden olmaktadır. Zaten, medyanın etkinliğiyle hayat alanlarımızdan “Disco”, “McDonald’s”, ”Cheeseburger”, ”bluegeans”, ”restaurant”, ”Nescafe”, ”hamburger”, ”rock”, ”rap music”, ”yes”, ”okey”, ”bye bye”... vb. gibi sözcük, marka ve ifadelere; giysilerin üzerindeki İngilizce yazılara; ”Hey Corc” gibi şarkılara aşina olduk. Kısaca özellikle TV’nin sunduğu imajların rolü ile giyimden, yiyeceğe, selamlaşma, şaka ve mizah anlayışına kadar hayatımızın her alanında yabancılaşma görülmektedir. Yaşadığı hayatın ekonomik, sosyal ve psikolojik bunalımına medyanın mesajlarıyla daha da bunalım eklenen insanların rasyonel çözümlere yabacılaşmasını getirmektedir. Dolayısıyla bunalan fert, medyumlara ve falcılara başvurmakta, onlardan yardım ve kurtuluş beklemektedirler. Program içerikli itibariyle, TV vasıtasıyla olumsuz davranış modelleri önerilmektedir.
46. Ayrıca, şiddet içeren filmlerde kahramanlar şiddet uygulayıcısı olduklarından, gençler kahraman ve güçlü olmak için şiddeti davranış modeli olarak almaktadırlar.
47. Hans Freyer, sanayileşme hareketinin birbirini izleyen yedi dalga halinde aşama aşama meydana geldiğini belirtir. Bu sanayi dalgaları şunlardır:1.Dokuma, 2.Demir-Çelik, 3.Ulaştırma, 4.Kimya, 5.Elektrik, 6.Benzin Motoru, 7.Nükleer çağ . Önce İngiltere’de başlayan sanayi devrimi teknolojik ve ekonomik yenilik ve değişikliklerle gelişirken; 1789 Fransız İhtilali de siyasal yapıda değişim modeli getirmiştir.
48. Bu bağlamda, “1994 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam 61 milyon nüfusunun yerleşim alanlarına göre dağılımı şu şekildedir: Köylerde oturan bozulmamış tam köylü nüfus 23 milyon kişi; köyden göçmüş kentte oturan, fakat üretim becerisi, davranışı, düşüncesi, oturup kalkması, ruhu köylü olan, dolayısıyla kentli olamayan nüfus 33 milyon kişi; kentliliği pekiştiren nüfus sayısı ise 5 milyon kişi. Yıl 1994; Türkiye nüfusunun 56 milyonu köylü. Paradoks, şehirde oturan ancak şehirli olamayan nüfus kitlesinin fazlalığıdır.
49. Arabesk müziğin ortaya çıkışında etkili olan dış dinamiklerden sanayileşme ve çarpık şehirleşme dış kabuk gibi düşünülebilir. Bu anlamda, Altmışlı yıllarda sanayileşmenin yaygınlaşması ve köyün iticiliği ile şehirleşmenin artışını; Ellilerden beri yapılagelen karayolları da etkilenmiştir. Öyle ki ulaşımda motorlu taşıtlara verilen önemin ve yeni değişmelerin bir simgesi gibi arabesk müzik önceleri gecekondu-ana kent arasında işleyen “minibüs müziği” olarak da adlandırıldı. Yetmişli yıllara gelinince iç ve dış dinamiklerin etkileri ürünlerini vermiş ve şehirler büyük bir köy haline gelmişti.
50. Bu çerçevede “arabesk müzik, çözülmüş bir sosyo-kültürel yapıda köyden ve kasabadan gelen geleneksel kültürün şehir kültürü (çeşitli alt-kültürden oluşmuş) karşısında bocalaması ve yılgınlık psikolojisi içinde ayakta durmaya çalışırken başkalaşmasının ifadesidir. Bu anlamda, arabesk müzik ile caz müzik arasında benzerlik kurulabilirse de, caz müziği fonksiyonel esasta bütünleşmiş bir sosyo-kültürel yapıda oluştuğu için, sanat niteliği tartışma götürmez bir müzik türü olmuştur. Arabesk müzik ise, bütünleşmemiş bir sosyo-kültürel yapıda oluştuğu için, sanat niteliğini kazanamamıştır.”
51. Bu bağlamda,”19.yüzyılın başlarından itibaren batıyı örnek alarak değişmeye başlayan Türkiye, modernist değişme modelinin en sadık izleyicilerinden oldu. Değişiklik, modernleşme teorilerinin öngördüğü gibi batı kültürünü benimseyen üst düzey bürokrat ve aydınlardan oluşan bir seçkinler zümresince yürütüldü. Önceleri askeri ve idari alanlarda yapılan düzenlemeler, ilerleyen dönemlerde siyaset, eğitim, kültür ve sosyal alanının diğer yönlerini de içine alarak genişledi. Modernist değişme modelinin benimsenmesinde, reformları yapan bürokrat-aydın kadroların pozitivist bilim anlayışına bağlı olmaları etkili oldu. Osmanlı toplumunun batıya açıldığı dönemde, batıda ilim anlayışı olarak pozitivizm egemendi. Gerek batıda eğitim görenler, gerekse batılı usullerle eğitilen genç kuşakların tümü pozitivizmi benimsediler. Böylece pozitivizm veya pozitivist bilim anlayışı, batıya pencereden Türkiye’ye giren ilk batı kökenli modern ideoloji oldu Ancak, batılılaşma çerçevesindeki Türkiye modernleşme tecrübesi tüm toplumu dönüştürememiş, dolayısıyla anomik modernleşme yapılanması gerçekleşmektedir. Üstten, toplum mühendisliği bağlamında pozitivist gelenekle toplumu değiştirmek ve dönüştürmek problemli olmaktadır. Sonuç, anomik ve yabancılaşmış bir toplumsal ve kültürel yapının meydana gelmesidir.
52. Modernistelere göre geleneksel toplumlar, modern topluma geçiş sürecinde, demokratik olmayan siyasal örgütlenmeler yaşayabilir. Fakat modern toplum aşamasında gelindiğinde batı toplumlarında olduğu gibi, siyasi rejimleri demokratikleşir. Eleştirel teori, modern toplumun mutlaka demokratik bir toplum olmadığı öne sürerek bu görüşü reddetmektedir. Eleştirel ve post-modern siyaset teorisine göre, modern toplum, geleneksel topluma göre daha fazla aydınlanmış, iletişim ağı daha fazla gelişmiştir. Ancak modern toplum da demokrasi idealini tam olarak gerçekleştirememiş; totaliter sistemlerin en fazla organize olmuş, en güçlü örneklerini modern toplumlar vermiştir. Bu nedenle demokratikleşme ile modernleşme eş anlamlı değildir. Ayrıca, modernleşmeye geçiş sürecinde istikrarın özgürlüklere üstün tutulması da modern toplumda mutlaka demokratik bir rejim kurulacağı tezini zayıflatmaktadır.
53. Bu bağlamda, “kültür değişmeleri sürecinde özellikle mecburi kültür değişmelerinde, alınmak istenen kültür unsurlarının alınmaması, özümsenememesi sonucunda o yerli halk diğer kültüre nefretle bakmaya başlar ve yerli hareketler, yani irtica meydana gelebilir. “İrtica”, tarihin herhangi bir dönemindeki herhangi bir kültür unsurunun yeniden canlandırılmaya çalışılmasıdır. Ancak, değişmeye karşı bu tepki ile grup eski kültürüne, onun daha iyi, daha mükemmel olduğunu ve şimdiki şartlara daha iyi uyacağını hissettiği için dönmek istememektedir. İrtica ile irrasyonel olarak, sadece tabiatüstü kuvvetin yardımıyla içinde bulunduğu olumsuz durumu düzeltmek istemektedir. Bir çeşit nostalji (geçmişe özlem, eski altın çağ özlemi) duyulmaktadır. Grubun bir vakitler belirli bir devir ve çevre içinde memnun ve mutlu olduğu hatırlanmakta, dolayısıyla eski kültürün altın çağına dönmekte diğer bütün şartların da kendiliğinden herhangi bir şekilde yeniden düzeleceği zannedilmektedir. Ancak, bununla birlikte grup realizmden de büsbütün ayrı kalmamıştır; zira o, hiçbir zaman eski kültürüne tamamen dönmek istememektedir. Bu tepki hareketiyle, geçmişteki kültür unsurlarından herhangi birisi sembol olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır. Yerli hareketlerinde amaç, ölü kültürü yeniden yaşatmak olmayıp, grubun, olumsuz, mahkum edici şartlar altında kendini küçük hissetme duygusuna karşı benliğini takviye etmesidir.”
54. Kültür değişmeleri sürecinde görülen irticai hareketlere toplumumuzda da her dönemde rastlamak mümkündür. Bizim problemimiz de, Tanzimatla başlayan süreçte Cumhuriyetle belirlenen sosyal ve kültürel değişme modeli olan, Batılılaşmayı özümseyememiş olmamızdan, yeni kültürün eski kültürle uyuşmaması, barışamaması sonucunda toplumumuzda görülen anomik durum ve yabancılaşmanın somut bir görünümü olarak irticai hareketlerin görülmesidir. Bu irticai hareketler, üstte belirtilen nostalji bağlamında; sadece sembol bazında geçici, psikolojik doyum olarak yaşandığı toplumsal bunalım olarak toplumun sağlığını ve sürekliliğini tehdit etmeyecektir. Ancak, bu hareketler sürekli bir hal alıp da, sistemi tehdit eder duruma geldiğinde toplumsal anomik durum; toplumun dengesini bozacak ve sosyal bunalımlara zemin hazırlayacaktır.
55. Ancak, ”Kemalizmin kamusal hayata ilişkin topluma soktuğu kavram ve kurumlar, Osmanlı zihniyetinden radikal bir kopuşun simgeleri olmamalarına rağmen, aslında fiilen ortadan kalkmamış olan kültürel bir sürekliliğin açmazına düştüler: Yeni bir düzen yaratılmak istendi, ama eski kültürel kodlar ve davranış kalıpları son tahlilde hayata hakim oldu.” Bu bağlamda ”bu durum özellikle üç meselede belirgindir ve bunlar Kemalizm, dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin aksak işleyişinin sebepleridir:
· Cemaat yerine konan cemiyetin gene cemaat gibi çalışması,
· Devletin bu cemaatin en üst ve faal birimi olarak rol oynaması,
· Osmanlı reformlarında hakim olan “toplum mühendisliği” anlayışının Kemalist devrimlerce aşılamaması.
56. Batılılaşma ve yeniden yapılanma sürecinin meydana getirdiği problemlerin temelinde, kökten değişikliğin yarattığı sosyal ve kültürel anomik durum ile yabancılaşma bulunmaktadır. Bozkurt Güvenç’in ifadesiyle, “yenileşme programı, kararlı liderin ödün vermeyen iradesi ve inancı doğrultusunda uygulandı; ama bir tarih / kültür boşluğu da yarattı. Bu, bir “kimlik değiştirme” denemesiydi. O güne kadar “Müslüman olduğuna ve doğduğuna şükredip”,”Padişahım çok yaşa” diye haykıran Osmanlı tebası Türkler’den şimdi “Ne mutlu Türküm diyene” ya da “Yaşasın Cumhuriyet” demeleri isteniyordu. Önder’in yakın çevresinden başlayıp yayılan dalgalar halinde, Türkler bu gidişe ayak uydurmaya, gerilerde kalmamaya çalıştılar ama kişisel kimliklerini unutmak, gizlemek ya da yadsımak pahasına. Yaşanan deneyim, antropologların, “zorla kültürleme” (transkültürasyon) adını verdiği sürece benziyordu. Değişim, çocuklarla genç kuşaklarda, büyük kentlerin “Evropa” ile tanışmış aydın çevreleriyle, kurtuluş savaşına katılmış asker-memur kadroları arasında görece-kolay değilse bile- daha hızla gerçekleşti. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti ya da Türk Toplumu, yalnızca askerlerle memurlardan oluşmuyordu.” Bu bağlamda, toplumun tümünün yenileşmeyi içeren yeni kültürel kodları özümseyememesinin sonucudur ki, 1990’lar Türkiye’sinde hala toplumsal ve kültürel kimlik sancıları, bunalımları ile anomik durum yaşanmaktadır.
57. İnsanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı ve yarattığı tüm birikim olan kültür, toplumun sürekliliği için nesilden nesile aktarılmaktadır. Toplumun sosyal mirası olarak da tanımlanan kültür, sosyal bütünleşmenin çimentosudur. Kültürel anlamda bütünleşmede üç süreçten bahsedilebilir: Yeni bir adet veya tekniğin “takdim”i; takdim edilen yeniliklerin diğer kültür unsurlarıyla “bütünleşme”sidir
58. Sosyal-Kültürel Çözülme : “Sosyal çözülme, bir topluluğu meydana getiren sosyal ilişkilerin bütünlüğü bozacak şekilde çözülmesidir. Bu anlamda, hızlı değişen sosyal kurumlara ferdin uyumsuzluğu, kültür değişmeleri sürecinde eski kurumların yüklediği rollere alışkın fertlerin yeni kurumların fonksiyonlarını benimseyememeleri sonucu kurumlar arasında uyumsuzluk, fertler arasındaki çözülme sosyal ilişkilerin bütünlüğünü bozarak sosyal çözülmeye neden olmaktadır. Başka bir ifadeyle sosyal çözülme, bir toplumu ayakta tutan inanç ve değerler sistemlerinin etkinliklerini yitirmesi, sosyal kurumların yeni norm ve değerlere uyum sağlayamaması süreci olarak tanımlanabilir. Sosyal-kültürel çözülmeyi doğuran faktörler şu şekilde belirtilebilir:
· “Aile yapısında karşılıklı sevgi, saygı, bağlılık ve dayanışmanın zayıflaması,
· Sosyal değerleri ve kültür naklini sağlayan dilin nesiller arasında anlaşılamaz hale gelmesi yüzünden nesiller arasında kopukluk olması,
· Milli varlığa yönelen iç ve dış tehlikeler karşısında birliğin sağlanamaması ve yıkıcı faaliyetlere karşı tavizci tutumlar,
· Din ve mezhep anlaşmazlıklarını giderici çalışmaların yetersizliği,
· Eğitim ve öğretimin milli olma niteliğini yitirmesi,
· Toplumda işbölümünün ve sosyal farklılaşmanın gelişememesi ve çoğulcu demokratik yapıya geçememek,
· Aydınların topluma yabancılaşması ve kültürel yabancılaşma,
· Ekonomik istikrarsızlık dönemlerinde yüksek enflasyon oranının ahlaki değerleri zedelemesi, işsizlik, spekülatif hareketler,
· Orta sınıflaşmanın engellenmesi, orta sınıflaşmanın geliştirilememesi,
· Can ve mal güvenliğinin zedelenmesi, hukuk devleti anlayışının yara alması,
· Anayasa dışına çıkma eğilimlerinin artışı,
· Kültür ve sanat faaliyetlerinde topluma birleştirici, barışçı ve bütünleştirici mesajların verilmesi yerine, sürekli olarak çatışma ve bölücü mesajların iletilmesi,
· Zamanla değişen sosyal yapıya uygun yeni sosyal kurumların veya dengelerin getirilmemesi,
· Geleneksel yapı ile modern yapı arasında denge ve uyum kurulaması.”
59. Bir ülkenin enformasyon toplumu aşamasına gelip-gelmediğinin niceliksel ölçütü, Japonya’da “Johoka Shakai”, yani “Enformasyon Toplumu” araştırmaları çerçevesinde geliştirilmiştir. Bu bağlamda, Japon Telekominikasyon ve Ekonomik Araştırma Enstitüsü’nün geliştirdiği ölçüt çerçevesinde, bu kurumun 1970 yılında hazırladığı rapora göre, herhangi bir topluma “enformasyon toplumu” denilebilmesi için şu dört şartın yerine gelmiş olması zorunludur.
· Kişi başına düşen gelir 4000 dolardan fazla olmalıdır.
· Hizmet sektöründe çalışanların toplam çalışanlara oranı %50’yi aşmış olmalıdır.
· Üniversite öğrencilerinin üniversite çağındaki toplam genç nüfusa oranı %50’yi aşmış olmalıdır.
· “Enformasyon Oranı” %35’ten fazla olmalıdır.”
Bu dört kriterden son kritere ilişkin bulguları tam olarak elde edemediğimiz için, ilk üç kriter bağlamında gelişmiş ülkeleri ve Türkiye’yi karşılaştırarak, enformasyon toplumunun niceliksel analizi göstergeleri daha iyi kavranabilir.
ABD (1991)
|
Kişi Başına Düşen
22.500
|
Hizmet Sektöründe
69
|
Yükseköğretimde
Okullaşma Oranı (%)
Nüfusa Oranı (%)
-----------------
74.5 (1991)
|
KANADA (1991)
|
20.810
|
65
|
69.8 (1993)
|
JAPONYA (1991)
|
26.930
|
56
|
30.7 (1992)
|
FRANSA (1991)
|
20.470
|
68
|
40.0 (1991)
|
ALMANYA (1991)
|
22.770
|
59
|
33.4 (1992)
|
İTALYA (1991)
|
18.780
|
64
|
30.7 (1992)
|
İSPANYA (1991)
|
12.470
|
60
|
33.5 (1990)
|
TÜRKİYE (1991)
|
1.820
|
30.8*(1994)
|
13.7 (1991)
|
Bu bağlamda, “UNESCO”nun bir yayınında gençlik için şu tanımlar önerilmektedir: -Genç, öğrenim yapan ve hayatını kazanmak için çalışmayan, kendine ait bir konutu bulunmayan kişidir.
-Genç, “büyük bir hayal gücüne sahip, cesaretin çekingenliğe, macera isteğinin rahata üstün geldiği” insandır.
-Gençlik, 15-25 yaş arasındakilerden meydana gelen bir yaş grubudur.
60 oplum, tek tek her insanın ölümsüzlüğü özlemesi ve araması gibi, geleceğe dönük bütün zamanlarda varolmayı özler ve bekler. Bu şekildeki bir bekleme toplumdaki bütün –sağlıklı- bireylerin toplum için ortak isteğidir ve bu anlamda kolektif bilincin toplu bir ürünüdür. İşte bu sosyal ve psikolojik nedenden dolayı, toplum içinde genç birey ve gençlik, bir toplumun üyelerinin içinde yaşadığı şimdi ile, içinde biyolojik olarak yaşanması mümkün olamayacak bütün gelecek zamanlar arasındaki tek gerçek köprüdür.” Böyle bir bağlam ve çerçevede gençlik, toplumun sürekliliğinin sağlanmasında önemli fonksiyon ifa eder.
61 Sosyalleşme süreci çerçevesinde Erikson, çocuğun gelişimini beş ana grupta toplamaktadır:
¨ Bebeklik (infancy): bir yaşına kadar,
¨ Çocukluk (early childhood): iki-üç yaş,
¨ Oyun çağı (play age):dört-beş yaş,
¨ Okul çağı (scholl age): altı-oniki yaş,
¨ Ergenlik (adolesance): Onüç yaşından başlayıp muhtemelen ondokuz yaşına kadar devam eden dönem.
62. “Bu süreçte delikanlılık döneminin özellikleri ile karşılaşılmaktadır. Çevreyi tanımamak, hiçe saymak, otoriteye karşı gelmek, saldırgan davranışları benimsemek, kabadayılığa özenmek, aileden bağımsız ve fakat kendi seçtiği arkadaş grubuna bağımlı hareket etmek gibi kararsızlığın, güvensizliğin, yerini bulamamışlığın verdiği dengesiz hareketler delikanlılık çağını karakterize etmektedir. Antropoloji literatüründe bu durum gençlik kültürü (youth culture ya da youth sub-culture) olarak adlandırılmaktadır.
63. Bu anlamda, Aristo 2300 yıl önce gençliğin özelliklerini çok çarpıcı ve özlü biçimde anlatmıştır:”Gençlerin istekleri pek çoktur ve bunları hemen eyleme dönüştürmek isterler. Bedensel isteklerine karşı koyamaz, özellikle cinsel isteklerine yenilirler. Çok değişkendirler, istekleri geçicidir, hasta bir insanın açlığı ve susuzluğu gibi birden parlar, birden söner. Tutkuludurlar, huysuz ve öfkelidirler. Kendilerini içtepilerine kaptırır, tutkuların kölesi olurlar. İsteklerinin önüne dikilen en küçük engele bile katlanamazlar. Onura ve başarıya paradan çok değer verirler; çünkü paraya ihtiyaçları olmamıştır. Eli açık ve iyilikseverdirler; çünkü kötülükleri tanımamışlardır. Çabuk güvenir, çabuk bağlanırlar; çünkü aldatılmamışlardır. Yüksek amaçları ve hayalleri vardır; çünkü daha hayatın sillesini yememişler, şartların sınırlayıcı etkisini öğrenmişlerdir. Gençler yanılınca çok yanılırlar. Sevgide de nefrette de aşırıya kaçarlar. Her şeyi bildiklerini sanır, onun için yanlışlarında sonuna dek direnirler.”
64. Dünya genelindeki bu sorunlar çerçevesinde, Göksel’in ifadesiyle,”Türk toplumunda gençliğin yüz yüze olduğu yaygın sorunların belli başlıcaları şunlardır: a- Türk toplumunun geçirmekte olduğu ve son yıllarda kritik bir hıza ulaşmış olan “yapısal değişim” sürecinin yarattığı sorunlar. Bu sorunların başlıca göstergeleri şunlardır:
· Nüfus Patlaması
· İç ve dış göç;
· Endüstrileşme ve ondan daha hızlı giden çarpık kentleşme, üç beş milyonluk metropollerin doğuşu geleneksel büyük aile’nin çözülmesi ve çekirdek ailenin sağlıklı biçimde oluşamaması;
· Kadın ve çocuk emeğinin işgücü pazarına akması; istihdam tıkanıklığı, hizmet sektörüne yığılma ve aracı karının tüketime akması.
b-“Kültür krizi”, geleneksel tarım toplumunun malı olan ve aşiret değerleri çekirdeği etrafında yapılaşmış bulunan bin yıllık milli kültürümüzün yetersiz kalıp çökmesi ve yeni kültürün oluşacak zamanı bulamaması. Bu anlamda, bu krizin bir çok belirtileri şu şekilde ifade edilebilirler:
o Dil kargaşası ve iletişim yetersizliği;
o Değer kargaşası ve onun getirdiği ahlak krizi; suç istatistiklerindeki, boşanmalardaki, içki alışkanlığındaki patlama; Kitle iletişim araçlarının, özellikle TV, sinema ve magazin eklerinin sergilediği modeller üzerine kurulan yoz bir “gazino kültürü” nün ideal hayat beklentisi çarpıklaştırılması;
o Her türlü değer ve saygınlık öğeleri arasında “para”nın en başa geçip oturması, “köşeyi dönme”’nin baş amaç haline gelmes
o İnsanların birbirine ilgisinin azalması, sosyal bağlılık ve dayanışma dürtüsünün yok olmaya doğru gitmesi”
65. Genç nüfusun Okur-Yazarlık ve Öğrenim Durumu :
Okur-Yazarlık ve Öğrenim Kurumu
|
15-18 Yaş
|
19-24 Yaş Grubu
|
Toplam
Grubu
|
%
|
Okuma Yazma Bilmeyenler
Okuma yazma bilen (Diploması yok)
İlkokul
Ortaokullar ve dengi meslek okullar
Lise ve dengi meslek okullar
Yüksek okul ve Fakülte
Bilinmeyenler
Toplam
|
346.693
108.388
2.962.001
1.334.039
414.070
-
931
5.166.122
|
496.630
114.323
3.439.825
633.134
1.253.074
203.576
5.289
6.145.851
|
843.323
222.711
6.401.826
1.967.173
1.667.144
203.576
6.220
11.311.973
|
7.5
2
56.5
17.3
14.8
1.8
0.05
100.0
|
Tabloda görüldüğü üzere 15-24 yaş grubu genç nüfusun öğrenim düzeyi ilkokuldan sonra düşmektedir. Zorunlu öğretim olan ilkokulu bitirdikten sonra 15-24 yaş grubu nüfusun %30’u ortaokullara devam etmekte, ortaokul mezunu gençlerin %84’ü liseye devam ederken, lise mezunu gençlerin ancak %12’si üniversiteye devam edip, mezun olabilmektedir. Üniversiteden mezun olan 19-24 yaş grubu genç nüfusun kendi yaş grubuna oranı %3.3’dür. Yani, 19-24 yaş grubu nüfusun ancak %3.3’ü üniversite eğitimi almaktadırlar. Tabloda görüldüğü gibi;
¨ 15-24 yaş grubu genç nüfusun %56.5’i ilkokul,
¨ %17.3’ü ortaokul ve dengi meslek okulu,
¨ %14.8’i lise ve dengi meslek okulu,
¨ %1.8’i ise üniversite ve yüksek okul diplomasına sahiptir.
¨ 15-24 yaş grubunda okuma-yazma bilmeyenlerin oranı da %7.5’tir. 21.yüzyıla girerken, 15-24 yaş grubunda hala okuma-yazma bilmeyenlerin mevcudiyeti toplumsal yapımızın bunalımını ifade eder.
66. “Gençlik kültürünün diğer özelliği, düzenli olmaya ve planlamaya karşı oluşudur. Modernlik, saat ve takvimin belirlediği zaman boyutu üzerinde yaşamayı gerektirir. Saat, günlük hayatı düzene sokarken; takvim, hayat planı diye adlandırılan karmaşık süreçlerin realize edilmesini mümkün kılar. Esas itibariyle, gençlik kültürü beklemeye muhaliftir ve beklemenin karşısındadır. Düzen ve plana karşıt olan gençlik kültürü,”işi gevşek tut”, “boşver aldırma”,”yarını düşünme”,”sistem nasıl olsa çalışıyor” ve benzeri sloganlarla muhalefetini ortaya koymaktadır.”
· Türkiye’de 1980 sonrasında (göstermelik) serbest piyasa ekonomisine geçme teşebbüsleri, tam anlamıyla liberal zihniyet ve kültür donanımı olmayan toplumsal yapı için beraberinde anomi ve yabancılaşmayı da getirmiştir. Herkesin herşeyi istediği gibi yapabileceği bir düzen olarak algılanan, dolayısıyla vahşi kapitalist sistemin yaşanmaya başladığı Türkiye’de; rüşvet, yolsuzluk, hayali ihracat, mafya vb. gibi sosyal hastalıklar toplumda güvensizlik, anomi, güçsüzlük ve anlamsızlık çerçevesinde yabancılaşmaya yol açmaktadır. Bu olumsuz ve bunalımlı toplumsal yapıdan etkilenen gençler de sorunlu yetişmektedir. Medya vasıtasıyla, gençlere manken, futbolcu ve şarkıcı olmak, dolayısıyla kısa yoldan “köşe dönme felsefesi” aşılanmaktadır. “Reality Show” programlarıyla şiddet ve suç işleme yolları sürekli tekrarlanarak, bunalımlı davranış modelleri kanıksatılmaktadır. Özel TV kanalları eğitim ve kültür ağırlıklı programlar yerine eğlence ağırlıklı programlar sunmaktadırlar. Bu çerçevede, Türk pop müziği de, tüketim toplumunun tüketim toplumunun tüketim müziği olarak yükselmiştir. Şarkı ve şarkıcı enflasyonu, şarkıların kısa sürede tüketilmesi ve unutulması,”geçiş”toplumunun “geçici” hayat tarzlarının bir yansımasıdır.
· Şehir ve Köy Nüfuslarının Karşılaştırılması :
Sayım yılı
|
Toplam Nüfus
|
Şehir Nüfusu
|
Şehir%
|
Köy Nüfusu
|
Köy %
|
1927
1935
1940
1945
1950
1955
1960
1965
1970
1975
1980
1985
1990
|
13.648.270
16.158.018
17.820.950
18.790.174
20.947.188
24.064.763
27.754.820
31.391.421
35.605.176
40.347.719
44.736.957
50.664.458
56.473.035
|
3.305.879
3.802.642
4.346.249
4.687.102
5.224.337
6.927.343
8.859.731
10.805.817
13.691.101
16.869.068
19.645.007
26.865.757
33.323.351
|
24.22
23.53
24.39
24.94
25.04
28.79
31.92
34.42
38.45
41.81
43.91
53.03
59.01
|
10.342.391
12.335.376
13.474.701
14.103.072
15.702.851
17.137.420
18.895.008
20.585.604
21.914.075
23.478.651
25.091.950
23.798.701
23.146.684
|
75.78
76.47
75.61
75.06
74.96
71.21
68.08
65.58
61.55
58.19
56.09
46.97
40.99
|
· 1990 nüfus sayım sonucuna göre; Türkiye’nin toplam nüfusu içinde cinsiyet oranı itibariyle, %55.66’sı erkek, %49.34’ü kadın nüfustan oluşmaktadır. Toplam nüfus içinde 12 ve daha yukarı yaştaki nüfusun %60.63’ü iktisaden faal iken, %39.31i iktisaden faal olmayan nüfusu meydana getirmektedir. Toplam nüfus içinde %80.46’sı okuma-yazma bilenlerden, %19.50’si ise okuma-yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır. Toplam nüfusa göre ortalama hane halkı büyüklüğü 5.05’dir. (DİE,1993:8-20). Türkiye nüfusu 1993 yıl ortası en son tahmin 59.869.100’dür. 2000 yılı projeksiyonuna göre 78.524.000 olacağı tahmin edilmektedir. Demografik oranlar itibariyle, 1991 yılı itibariyle Türkiye’de doğum oranı binde 28.0, ölüm oranı binde 6.0, Bin canlı doğumda çocuk ölüm oranı 54.0, doğal nüfus artışı binde 22.0, ortalama yaşam süresi erkekler için 68.0 ve kadınlar için 72.0’dir. Türkiye nüfusunun 0-24 yaş grubu 31.057.325’dir, dolayısıyla 0-24 yaş grubu nüfusun toplam nüfusa oranı 54.99’dur. 15-24 yaş genç nüfus 11.311.973, yani 15-24 yaş genç nüfusun toplam nüfusa oranı ise %20’dir. Bu sayısal gerçeklik ve potansiyel genç nüfusun biyolojik, ruhsal ve sosyal yönden sağlıklı yetiştirilmesi, kalkınmamızın dinamizmini oluşturması bakımından önem arz etmektedir.
· Büyük Aile; kırsal alanda yaşayan, tarımla geçimini sağlayan, akrabalık bağları kuvvetli, aile adının önem ifade ettiği, erkeklerin karar almada ön planda olduğu, yaşlı erkeğin ya da erkeklerin aile sorumluluğunu üstlendiği, geleneklere bağlı bir aile tipidir.
· Küçük Aile; kentsel alanda yaşayan, hane halkı sayısı sınırlı sanayi, ticaret sektörü ya da hizmet sektöründe çalışan, akrabalık bağlarının görece önemini yitirdiği, karar alma mekanizmasının aile üyeleri arasında paylaşıldığı geleneksel yaşam tarzından uzaklaşılan bir aile tipidir.
· Gecekondu aile yapısının özellikleri şu şekilde özetlenebilir: - Türkiye’de 1990 sayımı sonuçlarına göre ortalama hane halkı büyüklüğü kırsal bölgelerde 5.75,kentlerde 4.33’dür. ülke ortalaması 4.97’dir. “1992 itibariyle gecekondularda bu oran 5.40 olarak saptanmıştır. - Gecekondu ailesinde yaş ortalaması 27.4’tür. Bu oran, gecekondu ailesinin çok genç bir nüfus yapısına sahip olduğunu göstermektedir. Kente yaşama süresi uzadıkça yaş ortalamasında da yükseliş gözlenmektedir. - Gecekondu ailesinin eğitim düzeyi düşüktür. Birinci sırayı %46 ile ilkokul mezunları almaktadır. Gecekondu ailelerinde yüksekokul mezunu sadece %1.8’dir. Diplomasız ortalaması %32 iken kadın nüfusta bu oran %40’lara yükselmektedir. İkinci kuşakta yani, çocuk ve gençlerde birinci kuşağa kıyasla eğitim düzeyinde yükselme görülmektedir. Gecekondu ailesinde ortalama evlenme yaşı 20.6’dır. Genellikle kadınlar 18, erkekler ise 22 yaş civarında ilk evliliklerini yapmaktadır.
· “Kuşaklar arası çatışmanın genel sosyo-kültürel nedenleri olarak şu faktörler belirtilebilir: ”Teknolojik değişmelerin hayat biçimimizde yarattığı değişmeler, boş zamanların artışı, kentleşme, artan fiziksel hareketlilik, geleneksel toplulukların kayboluşu, makineleşme, bilgi patlaması, demografik açıdan gençlerin sayısının artması, gençliğin bilinçlenmesi, uzatılmış gençlik dönemi, değerlerin değişmesi.” “Kuşaklar arası çatışmanın meydana gelmesinde, kuşaklar arasında sağlıklı ilişkilerin kurulamaması önemli etkendir. Bu anlamda, yetişkinlerin gençleri küçümsemeleri, onları yukarıdan bakmaları, sorumsuz, haylaz, asi olarak görmelerine karşılık; genç ise kendini yetişkin olarak algılamakta ve kişiliğini kabul ettirmeye çalışmaktadır. Diğer yandan, gençlerin yetişkin kuşağından yargılar, kanılar, yaşama ve duygulanma biçimi yönünden farklı olmaları kuşaklar arası anlaşmazlıklara neden olmaktadır.”
“Başlıca kuşaklar arası çatışma konuları ülkemiz açısından şunlardır:
¨ Karşıt cinsle arkadaşlıkların onaylanmaması
¨ Siyasal görüş farklılıkları,
¨ Serbest zaman uğraşlarına karışmalar ve konudaki sorunlar,
¨ Arkadaşlık ilişkileri, arkadaşlara müdahaleler ve arkadaşların yetişlerce beğenilmemesi,
¨ Para, harçlık yetersizliği ve harcanma biçimleri,
¨ Geceleri sokağa çıkmanın kısıtlanması ve izinsiz çıkışlar,
¨ Sürekli ders çalışmaya zorlanma, okul sorunları (başarısızlık, devamsızlık vs.),
¨ Sürekli eleştiri, nasihat, baskılar,
¨ Gencin üstüne çok düşülmesi.
· “Türkiye’nin eğitim ve yükseköğretim alanındaki bazı göstergeleri karşılaştırmalı olarak şu şekilde belirtilebilir.
· Türkiye dünya üzerinde zorunlu ve ücretsiz ilköğretim süresi halen beş yıl olan az sayıdaki ülkeden biridir. İlkokuldan orta-okula geçişteki kayıp oranı %48.8 olup, yirmibeş yaş üstü nüfusun ortalama eğitim süresi 3.5 yıldır. Bu süre ABD’nde 12.3, Pakistan’da ise 1.9 yıldır.
· Örgün öğretimdeki kontenjanlar lise mezunlarının ancak üçte birine yetmektedir. Bunların sonucunda Türkiye’nin yükseköğretim okullaşma oranı açıköğretim dahil %17.3, sadece örgün öğretim göz önüne alındığında ise %10.1’dir. bu oran ABD’nde %75, Çin’de ise %2’dir.
· Türkiye açık öğretim yükseköğretim sistemi içinde %42’lik payı ile Tayland’ın %50 ardından ikinci sırada gelmektedir. Türkiye’nin ardından %39 ile Ürdün,%30 ile Çin ve %23 ile Namibya gelmektedir.
· Kısa süreli mesleki ve teknik eğitimin Türk yükseköğretim sistemi içindeki payı %10’dur. Bu oran bir çok ileri ülkede %30’ların üzerinde olup Avustralya’da %66, Singapur’da %63, Japonya’da %44, ABD’nde ise %37’dir.
· Türkiye’de ders veren öğretim elemanı başına düşen örgün öğretim öğrenci sayısı 24’dür. Ülkemiz bu oranın 29 olduğu Tayland’ı ardından ikinci sıradadır.”
· “Özel öğretim kurumlarının Türk milli eğitim sistemi içindeki payı %1.43 olup bu pay yükseköğretim kademesinde %1’in altındadır. Özel kurumların ülke yükseköğretim sistemi içindeki payı Japonya’da %81, Kore’de %74, Hindistan’da %60, ABD’nde %26, İsviçre’de ise %10’dur.”
· “Öğrencilerin ödedikleri katkı payının (harç) ülkemiz devlet yükseköğretim kurumlarının toplam gelirleri içindeki payı %1’dir. Bu oran Şili’de 526, Endonezya’da %25, Kore’de %23, İspanya ve İsrail’de %20, ABD ve Filipinler’de %15, Japonya ve Tayvan’da %9, Hindistan’da % 5’tir.”
· “Türkiye’nin1993 yılı toplam eğitim bütçesi 74.2 trilyon TL olup bunun 16.7 trilyon TL’sı yükseköğretime ayrılmıştır. Yükseköğretim bütçesinin toplam konsolide bütçe içindeki payı %4.1, toplam eğitim bütçesi içindeki payı %22.5, GSMH’ya oranı ise %0.90’dır.”
· Türkiye’de bilimsel ve teknolojik Ar-Ge faaliyetleri için yapılan harcamaların GSMH’ya oranı %0.33’tür. Bu oran İsrail’de %3.1, Japonya’da %2.98, ABD’de %2.78, Kore’de %1.99 ve İspanya’da %0.86 olup “eşik” değerin %1 civarında olduğu kabul edilmektedir.
· Türkiye’de çalışan on bin nüfus başına düşen Ar-Ge personeli sayısı 7’dir. Bu rakamı Almanya’da 143, İsviçre’de 142, Japonya’da 138, ABD’de 77, Hindistan’da 62, Kore’de 53 ve İspanya’da 37 olup eşik değerin 15 civarında olduğu kabul edilmektedir.