KİTABIN ADI : MEDİNE ‘DEN LOZAN ‘A
KİTABIN YAZARI : TAHA AKYOL
1. Hz. Peygamber‘in Medine‘deki Yahudi ve Müşrik (putperest) kabilelerle imzaladığı Medine Vesikası, imzacı bütün taraflara “kendi hukuku”na göre yaşama hakkı tanımıştır.
2. İşin özü, o zamanlarda bütün dünyada “kanunların şahsiliği” ilkesinin geçerli olmasıdır. Sosyal ve ekonomik gelişme sürecinde, zamanla “hukukun mülkiliği” yani “ülke”ye göre belirlenmesi ilkesi geçerli olmaya başladıkça, din, ırk farkı gözetmeden ülkenin tümünde geçerli olacak kanunlar gerekmiştir. Bu konuyu biraz sonra açacağım.
Yatay sosyal ilişkilerin fazla yoğun olmadığı eski toplumlarda görülen bu “her cemaatin kendi hayatını yaşaması”na dayalı hoşgörünün İslam İmparatorluklarında son derece geliştiği ve tarihen emsalsiz olduğu muhakkaktır: Farklı dinlere hoşgörü ve cemaat idarelerine dokunmama İslamda bir dini kural olarak da ifade edildiği için, daha güçlü bir tatbikat bulmuş; Müslümanlar gayrimüslimlere bu hakları tanırken kendi imanlarının gereğini yerine getirmenin bilinciyle davranmışlardır. Din olarak İslam, bu hoşgörüyü teşvik etmiştir.
3. Hukuk birliğine yöneliş, aynı zamanda toplumların “milletleşme” sürecinin de bir boyutudur. “Millet”in hukuk sahasındaki ifadesi, temel yasalarda “hukuk birliği”dir, kişilerin dinlerine, aşiretlerine, yörelerine, mesleklerine vs. göre farklı hukuklara değil, “vatandaş” olmalarına göre tek hukuka tabi olmaları....
Mesele, genel tarih bakımından “millet öncesi” toplum şekillerinin aşılarak “hukuk birliği”nin ve “milletleşme”nin oluşması süreciyle ilgilidir. Ulaşım ve haberleşme teknolojisinin geriliği ve ona göre de bölgeler, cemaatler, kabileler, feodaliteler arasındaki ticari ve medeni ilişkilerin pek yoğun olmadığı dönemlerde sadece İslam Dünyası değil, bütün dünyada ülkeler “çok-hukuklu” idi. Cemaatlerin, aşiretlerin, bölgelerin, site ve feodalitelerin “kendi hukukları” vardı.
4. Temel yasalarda hukuk birliğinin sağlanması ihtiyacı ile İslam dünyasında ilk karşılaşılan, en önde koşan İslam devleti olarak, Osmanlılardır. Artık din farklarını ve vilayet ayrıcalıklarını da aşan genel objektif, herkes için aynı şekilde geçerli olacak bir hukuk sisteminin zarureti hissedilmektedir.
Kanuni Süleyman Kanunnamesi, bu ihtiyacın o çağlardaki ifadesidir. Zaman ilerledikçe ihtiyaç artmıştır.
5. Fatih ‘in sistemleştirip devlet için bir “esas teşkilat hukuku” kaidesi haline getirdiği “millet” (dini cemaat) sistemi bugün RP’lilerin söylediği anlamda bir “çok hukuklu sistem”di; her dini cemaat kendi dini yönetim teşkilatına sahipti, kendi din liderleri tarafından dini kurallara göre ifade ediliyordu. Yargı mercileri ve hukuk da dinlere göre farklılaşıyordu. “Millet” denilen dini cemaatlerin ruhani reisleri devlet tarafından atanıyor, cemaat’in devletle ilişkileri de bu kanalla yürütülüyordu.
Prof. İnalcık Balkanlar’da Osmanlıların Hıristiyan köylü sınıfı lehine “hakiki ekonomik inkılap” gerçekleştirdiğini yazar. Bu ekonomik politikanın yanında, Osmanlı'nın geliştirip kurumlaştırdığı dini cemaat özgürlüğü de imparatorluğun Balkanlardaki 500 yıllık ömrünün sebeplerinden biridir.
Fakat tarihin belirli laboratuar şartlarında Osmanlı için bir güç ve sosyal dayanak faktörü olan “millet” sistemi, yani “çok hukuklu sistem”, zamanla ciddi sorunların kaynağı olmuştur.
Cemaat esasına, yani “kendi hukukuna göre” örgütlenmek, “Osmanlı toplumunun din farklarına göre bölünmesi” anlamına geliyordu. Bu bölünme, dinler arası ilişkileri sınırlamış, Müslüman Türk kültürünün daha fazla nüfuz etmesini engellemiştir. Batı medeniyetinin gelişmesiyle Osmanlı’nın zaafa uğraması ve eşitlik fikrinin güçlenmesi de Osmanlı tebaası Hıristiyan “millet”lerin artık “ulus” olmalarını hızlandırmıştır. “Zimmi” statüsü artık onların kabul edemeyeceği, Osmanlı’nın da kabul ettiremeyeceği bir statü idi.
Tarihin belirli şartlarında Osmanlı’nın “şevket ve azamet” sebeplerinden biri olan “millet” sistemi, yani “çok hukuklu sistem” artık, Hıristiyan tebaanın “ulus” olmasına hazır bir temel durumuna dönüşmüş ve Osmanlı’nın parçalanmasındaki birinci sebebi teşkil etmiştir.
6. Osmanlı, dinler ve diller bakımından parçalı bir toplumdu, dinler bakımından “esas teşkilat” örgütlenmesi de parçalı idi. Her dinin ayrı cemaatler halinde “kendi hukuklarına” tabi olmaları onların “kendilerine” dönük yaşamları ve birbirleriyle ilişkilerinin sınırlı kalması sonucunu doğurmuştur. Bu uzun bir süre ve ahenk sebebi olmuşsa da, şartların değişmesiyle bu tür örgütlenme çatışmanın, bölünmenin, azınlık milliyetçiliğinin dayanağını oluşturmuştur.
Avrupalılar bu durumu müdahaleler için fırsat saymışlar, yerli Hıristiyan “milletler” de kendi örgütleriyle, kurumlarıyla Avrupa müdahalesini talep etmişler ve sağlamışlardır. İslam Hukukunun Hıristiyanlara tatbik edilememesi sebebiyle Hıristiyanlar için ayrı “hukuk” gerekmesi, bu müdahalenin en önemli bahanesini oluşturmuştur.
Hıristiyan tebaa, varolan “millet” (çok hukuklu sistem) konumundan “ulus” olmaya geçiş aşamasındayken, güçlü Avrupa Osmanlı’ya karşı bunu çok kullanmıştır. Bu gidişe tepki olarak, Osmanlı, artık “millet”lerden oluşan, parçalı, çok hukuklu bir sistem yerine, Tanzimat Fermanı’yla birlikte “bila tefrik-i cins ü mezhep bütün tebaa-i Osmaniye” kavramını devletin temel konsepti haline getirecektir. Yani, “ırk ve din farkı gözetmeden, bütün Osmanlı vatandaşları”.
Osmanlı’nın “çok-hukuk”tan, vatandaşlık esasına dayalı hukuk birliğine geçiş çabası, Hıristiyan azınlıklar arasındaki Avrupai Milliyetçilik akımına karşı düşünülmüş, ümit bağlanmış bir siyasettir.
7. Osmanlı, medeni hukuk alanına giren konuların büyük bir bölümünü "Mecelle" adıyla bir kanun halinde düzenleme ihtiyacını neden hissetmiştir? Bu sorunun iki cevabı var: Biri; klasik İşlam Hukukundaki "Fetva"(Doktrin) ve "Kaza"(Yargılama) sisteminin artık yetersiz kalması, çağın ihtiyaçlarına cevap verememesi. Nitekim, Mecelle İslam dünyasında belli fasıllar ve maddeler halinde düzenlenmiş, ilk kanun derlemesi, yani kodifikasyondur.
İkinci sebep şudur: Kanunların şahsiliği ilkesine, yani şahısların inançlarına dayanan "çok hukuklu" sistem yerine mülkilik (ülke) prensibine dayanan ve böylece din farkı gözetmeden ülkedeki herkes için geçerli olacak kanun derlemelerine (kodifikasyon) ihtiyaç duyulmuştur. Nitekim Mecelle din ayrımı gözetmeden bütün Osmanlı vatandaşları için geçerli bir kanundur.
8. İslam’ın evlenmeyle ilgili kuralları vardır fakat İslam’da evlenme, “medeni” yani sivil bir tasarruftur; geçerli olması için dini bir makam tarafından kıyılması veya dini bir makam tarafından tasdik ve tescil edilmesi şart değildir. Halbuki Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlıkta nikahın kilise tarafından kıyılması ve tescili, evliliğin dini ve hukuki meşruiyet şartıdır.