KİTABIN ADI : TÜRK KİMLİĞİ
YAZARI : BOZKURT GÜVENÇ
1. Üyesi olduğu toplum, vatandaşı olduğu devlet, kişiden yalnız yasalara uymasını, ülke çıkarlarına hizmet etmesini istemekle yetinmiyor; ülkenin resmi tarihine, ülküsüne, mitoslarına inanmasını, resmi kimliğini üniforma gibi, övünçle, inançla ve sorgu sualsiz taşımasını bekliyor. Bu beklentiye uymayanları, çalışma, seyahat ve sosyal güvenlik haklarından, hatta pasaport gibi resmi vatandaşlık kimliğinden yoksun bırakabiliyor. Bireyler de, sonuç olarak, kimlik seçme özgürlüklerini başka kişilere, zümrelere, kurumlara, devlet gücüne karşı savunmak zorunda kalabiliyor.
2. Milli devlet ideolojisi etnik ya da tarihi köken farklarını dikkate almadan, bütün vatandaşlarını tek bir kimlik çatısı altında," ulusal kimlik"te birleşmeye zorluyor. Başka bir deyişle, tarihi-kültürel kimlikle, resmi-ulusal kimlik her zaman uyumlu ya da özdeş olmuyor. Bu tür farklar, kişi ve grupları, devlet gücüne veya sosyal baskıya karşı direnmeye, resmi ideolojilerin aracı olan tarih verilerinin değiştirilmesine, yeniden yazılıp yorumlanmasına yol açıyor."Kimlik bunalımı" adı verilen çatışma böyle başlıyor.
3. Kişilik, sosyal varlığın kendine özgü davranış özellikleridir. Nesneldir. Karşılaştırmalıdır. Dışardan görüldüğü gibidir. Oysa kimlik, insanın kendisini nasıl algıladığı, kimle özdeşleştiğidir.
4. Buyurgan yönetimlerden demokrasiye geçilirken, toplum katlarında yeni kimlik arayışlarının ortaya çıkması doğaldır. Arayış aslında yeni bir olgu değil, baskının kalkması sonucu, bilinçaltının derinliklerindeki birikimin canlanması, dışarıya vurmasıdır.
5. İmaj varlığın dışardan algılanması, kimlik ise varlığın kendi kendisini tanımlamasıdır.
6. Demokratik dünya görüşü ile anti-demokratik dünya görüşünün bir arada var olması kolay değildir.
7. Farklı kimliklerin bir arada, barış içinde yaşayabilmesi için, daha üst düzeydeki bir varlık çatısı altında uzlaşmaları gerekir.
8. Türkçe konuşan Anadolu halkına, Türkiye (Turchia) adı Haçlı seferleri sırasında Batılılarca verilmişti.
9. Türkçülük ülküsünün gelişme veya gerçekleşme aşamalarını Gökalp şöyle tasarlıyordu:
· Türkiyecilik ( güncel, öncelikli amaç )
· Oğuzculuk-Türkmencilik ( yakın amaç )
· Turancılık ( uzak, uzun vadeli amaç )
10. Ne ki, Milleti millet yapan tarih bilinci ile eğitim süreci arasındaki karşılıklı ilişkiyi bu kadar doğru ve net gören, ortaya koymaktan çekinmeyen Gökalp, hiç beklenmeyen, çelişik, tartışmalı bir sonuca varıyordu:
· Türk milletindenim.
· İslam ümmetindenim.
· Batı medeniyetindenim
11. Osmanlı ülkesinde görülen milliyetçilik akımları, doğal bir gelişmeden çok, Batı'nın "Doğu Sorunu"nu çözmeye, yani Osmanlı Devleti'ni yıkıp mirasını paylaşmaya yönelen sömürgecilik politikasının sonucuydu. Berkes Hoca da, İslamcılık ve Turancılıkta Alman emperyalizminin, milliyetçilik akımlarının doğuşunda Kırım Şavaşı'nın etkilerini bulmuştur. Osmanlı Türkleri, milliyetçiliği iç ve dış milletlerden öğrendi.. Bu yüzden, Osmanlı aydını Osmanlıcı ya da İslamcı olabilirdi ama asla milliyetçi olamazdı. Osmanlı'nın sözlüğündeki "milliyetçilik", devlet düşmanlığı, ayrılıkçılık veya vatan hainliği ile eş anlamlıydı. Türkçüler devleti bölüp parçalamaya çalışan hainler olarak görülürdü. Türklükten, Türkçülükten söz edenlere, küçültücü hatta suçlayıcı anlamda,"milliyetçi" denirdi. Bu yüzden, dil, tarih ve kültüre dayalı milli siyaset yandaş toplayamadı. Güçlenemedi.
12. Ege adalıları, doğudan yükselen Güneş'in yönü / yurdu anlamında "Anatolia" (Doğu'nun ışığı) derlerdi Asya'ya.
13. Bölgesel farklılıklar içinde, belki de en kalıcı olanı kıyı kültürü-kara kültürü karşıtlığıdır. Kıyı boylarının (Littoral) kültürleri, deniz yollarıyla Dünya'nın dört yönüne açılıp bağlantılar kurarken, kara (taşra) iç bölge (bozkır-dağ) toplumlarının ilişkisi, genellikle doğu-batı yönünde uzanan vadilerle sınırlı,dış dünyaya kapalı kalmıştır. Avrupa düzlüklerinin büyük akarsuları üzerinde yer alan kent kültürleri, kıyı kentlerine benzer gelişmeler gösterirken, Küçük Asya'nın içerlek yerleşmeleri, küçük kasaba ölçeğini aşamadılar. Tarihçi Muller, kıyı kültürlerini, kıyılardaki çok tanrıcılık ya da akılcılıkla; iç yörelerdeki taşra kültürlerini ise tanrı-krallarla açıklamaya çalışır. Çok tanrıcı hayatın yol açtığı çelişkiler, diyalektik düşünceyi demokratik yani çoğulcu hayat felsefesine doğru yönlendirilirken, iç (kara) kültürlerinin küçük yerleşmeleri, ancak düşey, merkezi güçlerin baskıcı (buyurgan) yönetimleri altında toplanabildi.
14. Çoktanrıcı Roma, Hıristiyanlığı baştan reddetti; ama yayılmasını önleyemedi. Yeni din güçlüydü. Kaba kuvvete dayalı devlet yönetimi yerine, insan sevgisine dayalı dünya görüşü, İnsanlığı kurtarmak için kendini feda eden bir Mesih (Hz.İsa) inancı aşılıyor ; "Komşunu sev" "Kendini bil", "Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de herkese öyle davran" diyordu. Sonradan büyük tartışmalara, bölünmelere yol açacak olan tanrı üçlemesi (Teslis) inancında, Küçük Asya'nın Kubala'sı, Musa'nın Tanrı Babası ve Elenlerin İnsana benzeyen iyi tanrıları, Hz İsa'nın kişiliğinde bir araya geliyordu. Roma'nın tanrıları bu kapsamlı senteze uzun süre direnemedi; MS 3. YY'da Hıristiyanlığı resmen tanıdı.
15. Askeri-sivil bürokrasinin, silahlı kuvvetlerle Kilise'nin başı olan İmparator, devletin mutlak hükümdarı idi. İmparator, devrilebilir, değiştirilebilir hatta başarısızlıklarından dolayı ölümle cezalandırılabilirdi; ama mutlak olan yetkileri asla tartışılamazdı. Yakınçağda batılı düşünürlerin Türklere yüklediği "Doğu Despotizmi"nin temelleri Osmanlıdan yaklaşık 1000 yıl önceleri Bizans'ta atılmış bulunuyordu.
16. Bizanslılar, hükümdarlığın Tanrı vergisi bir emanet olduğu fikrini Persler (Sasaniler)'den almış, benimsemiş, geliştirmişlerdi.
17. Bizanslılar, sürüp giden Arap baskısından öyle bunalmıştı ki, İmparator Nikeferos Phokas, savaşta ölenlere şehit ("Martyr") payesi verilmesini emretti.
18. Tanrı Zeus, Finike (Doğu) Kralı,nın güzel kızı Europa'yı, Girit Adası'na (Batıya) kaçırmıştı. Avrupa kıtasının adı bu öyküden gelir.
19. " Bilim ile felsefenin önkoşulu özgürlüktür. "
20. Hıristiyanlık inancının Küçük Asya'ya egemen olmasıyla, bilim ile felsefe önce yavaşladı, sonra duraladı, geriledi; Kilisenin denetimine girdi. Hıristiyanlığın egemen olduğu ilk bin yıla, "karanlık" çağlar denmesinin gerekçesi buradadır. İnançlar, böylece özgür düşünceye egemen olmaya başladı.
21. Hititlerden Bizans'a uzanan yaklaşık iki bin yıllık Küçük Asya tarihinde, iki büyük eğilim görülür. Kırsal yörelerde veya köylülükte kültürel süreklilik, kıyı kentlerde ise değişme, Kentlilik ile köylülük birbirine bağımlı varlık alanları olmakla birlikte, farklı kültürler veya aynı bütünün farklı alt kültürleridir. Bu yüzden kentliler ile köylüler, farklı kişilik yapıları ile dünya görüşlerine sahip olurlar.
22. Kültürel hareketliliği simgeleyen köylü göçmenler, kentlerdeki bitip tükenmez gelişmelerin yaratıcısı olurlar. Kırsal köyün, kentsel Devlet hayatına en büyük katkısı taze insan gücüdür. Kentte tükenen insan varlığı köyden göçenlerle beslenir, yenilenir.
23. "Barış istersen savaşa hazır ol" sözü Roma döneminden kalmıştır.
24. Resmi Çin yazmalarına göre en eski Türkler, Çinlilerin Hiung-nu adını verdikleri Hunlardır. MÖ IV. YY'dan MS III. YY'a kadar kültürel varlıklarını sürdüren Hunların Mogol mu yoksa Türk mü oldukları kesinleşmiş değildir. Dil benzerlikleri öyle ki, iki halkın kökenlerini birbirinden ayırmak her zaman kolay olmuyor. En ünlü liderleri, bizim Mete diye bildiğimiz Mao-Tun'du.
25. Anayurt'un ekolojik koşulları, büyük yerleşmeye (yani şehirleşmeye) elverişli değildi. Bu yüzden, göçebelik ekonomisinin artık-ürünü (üretim fazlası) devlet örgütünü sürekli besleyecek düzeye gelememişti. En büyük imparatorluklardan birini kuran (Mogol) Cengiz Han bile -tıpkı Attila gibi- devlet çarkını uzun süre çalıştıramamış, kurucunun ölümü üzerine "devlet" parçalanıp dağılmıştır. Yalnız fethe, yağmaya, talana dayanan merkezi yönetimlerin uzun ömürlü olamadığı görülmüştür. Timurlenk'in yazgısı da Cengiz'inkinden farklı olmamıştır. Osmanlı Devleti, Ankara Savaşı (1402) yenilgisinden sonra kısa sürede toparlandığı halde, savaş alanlarının yenilmez komutanı Timurlenk'in savaş makinesi kendisiyle birlikte tükenmiştir.
26. Kültür tarihi açısından, göçebe Türk devletlerinin gerçekten "devlet" olup olmadıkları önemli sorudur. Çağdaş tanımına göre Devlet, yönettiği toplumdan aldığı vergilerle çalışan bir örgütlenme biçimidir. Gerekli vergiyi toplayabilmek içinse (a) Yeterli artık-ürün, (b) Vergi toplama gücü, gibi iki temel koşul vardır. Kimi örgütler artık ürün yetersizliğinden, kimi devletlerse vergi toplama gücünü yitirdikleri için yıkılmışlardır. Devletin vergi toplama gücü halkın mülkiyet hakkıyla gelişir. Mülkiyet hakkı var olacak ki, Devlet mal-mülkü vergilendirebilsin. Göçebelerin çıkmazı tam buradadır.
27. nüfus hareketleri: GÖÇLER VE YERLEŞMELER : Yerleşik tarım kültürlerinin göçebelere üstünlüğü ile Devlet gücünün tarım üretimine bağımlılığı, ne tür nüfus hareketlerine, direnmelere yol açmıştır? Üretim teknolojisi, artık-ürünü yaratan verimlilik açısından, rençberler, göçebelerden üstündür. Aynı nüfusu besleyebilmek için göçebeler yerleşik tarımcılardan 5-10 kat daha fazla toprağa muhtaçtırlar. Doğal çevre koşulları, otlak karakteri ile beslenen hayvan cinsi, yani teknolojinin verim düzeyi, katsayıyı belirler. Bitki, tahıllar, güneşten aldıkları enerjiyi doğrudan nişasta türü enerji (kalori)ye dönüştürürken; hayvanlar, bitkilerle tahıllardan aldıkları organik enerjiyi ete (proteine) dönüştürmektedir.
Canlı ya da cansız olsun, enerji dönüşümlerinin değişmeyen yasası şudur: "Her enerji dönüşümünde verim düşer." Ne kadar çok sayıda enerji dönüşümü oluyorsa, verim o kadar düşüktür. Söz gelişi, evcil hayvanın bitkisel enerjiyi proteine dönüştürme verimi yüzde on (%10); bitkisel kaloriyi mekanik enerjiye (çekme ya da taşıma gücüne) çevirme verimi ise ancak yüzde üç-dört (%3-4) dolayındadır. Evcilleştirilmiş hayvan türlerinin çoğunlukla otoburlardan seçilmesi tesadüf değil akıllıca yapılmış seçimdir.
Onun için sözgelimi, et fiyatı ekmek fiyatından 30-40 kat yüksektir. Bitkisel besinin kalorisi çok yüksek olmayabilir ama unlu besinler her zaman her yerde etten daha ucuzdur. Bu yüzden tahıllar -temel besleyici, en iyi doyurucu değilse bile- en ucuz doyurucu olmuştur. Yoksulların tahıl, varlıklarının et yemesi de enerji ekonomisinin kaçınılmaz sonucudur. Hindistan'da ineklerin dokunulmazlığı kutsallık simgesi değil yoksulluğun kalıcı anıtı ya da kanıtıdır. Ekonomik / teknolojik üstünlükler, göçebeyi yerleşik toplumlara doğru çekmiş, yerleşik tarımcıları sahip oldukları toprakları savaşçı göçebelerle paylaşmaya zorlamıştır. Ancak toprak mülkiyeti ile toprak kullanımı bakımından bu iki kültürün birbiriyle hiç bağdaşmayan dünya görüşleri vardır. Tarımcı, üretim alanlarını korumak zorunda olduğu halde, göçebeler mevsimlik olarak hayvanlarına yaylak ile kışlak aramak / bulmak çabasındadır. Silahlı Kuvvetlerimizin kış mevsimini geçirdiği yer anlamındaki "kışla" adı buradan gelir. Ekonomik ya da teknolojik bakımdan birbirine bağımlı olsalar da göçebenin mevsimlik hareketleri çevredeki köylülerle sürtüşmelere yol açar. Ancak devlet güçleri böylesine karmaşık toprak çatışmalarını önleyebilir.
Eğer göçebeler devlete egemen olmuşsa, o zaman da çatışma, devletle köylü arasında sürtüşmelere hatta savaşa dönüşebilir. Öte yandan, Devlet ya da merkezi yönetim açısından, yeri-yurdu belli; ekonomik varlığı yüksek; savaş gücü düşük olan tarımcıyı vergilendirmek kolay göründüğü halde, göçebe hayvancıyı vergilendirmek zordur.. Bu yüzden, genel politika olarak, tarıma dayalı merkezi devletler, göçebeyi toprağa yerleştirmeye, onu mülkiyet -- üretim- tüketim- dağıtım -- düzeninin parçası yapmaya, yani onu vergilendirmeye çalışırlar. Kendi törelerini yerleşik tarımcılardan çok üstün gören göçebeler ise, yerleşik hayata geçmemekte direnirler. Doğrusu ya, vergiyi toplamak varken niye ödesinler ki? Çok üstlerine gidilirse direnirler, hatta savaşırlar. Kazanırlarsa vergi bağışıklığını sürdürürler. Yenilirlerse başka yerlere göçüp giderler. Köroğlu, yüzyıllar sonra, göçebenin şu sözüyle ünlenecektir :
Ferman Padişahımızın
(ise) dağlar bizimdir!
Göçebenin toprağa yerleşip köylüleşmesi son derece yavaş yürüyen, karmaşık bir süreçtir.
28. YÖNETİM : DİN-DEVLET VE SİYASET SAHNESİ : Türk Boyları, uzun göç yolları ve yılları boyunca hangi din, devlet ve kültürlere karşılaştılar? Ne gibi, ne tür değişmeler geçirdiler? İslamiyet'i neden, nasıl kabul ettiler? İslamiyet kaçınılmaz ya da zorunlu muydu? Göçebe Türk boylarının Çin ile karşılaşıp tanışıncaya kadar kurulu devlet düzeninden yoksun bulundukları söylenmişti. Türkler, devlet yönetimini ilk kez Çin'de görüp tanıdılar. Bazen öğrendiler, zamanla yerleşik kültür tarafından özümsendikleri için ondan yararlanamadılar devletin bağımlı öğesi olmaktan kurtulamadılar. Kurdukları devletlerse uzun ömürlü olamadı.
Göçebelerin, doğa güçlerine egemen olmaya, doğa güçlerini etkilemeye çalışan Şaman inancından olduğu kabul edilir. Doğaya, doğal varlıklara yakın yaşayan göçebe, kendisini de Doğa'nın bir parçası olarak görür. Doğa ile birleşip uzlaşmaya, onunla uyum içinde yaşamaya çalışır. Şaman törenlerinin akla en yakın yorumu böyledir. Ağaç gibi bir canlıyı seçerler. Onun çevresinde dönerek, gökteki Tanrı (veya Tengri) ile ilişki kurmaya çalışırlar. Onu aşağıya çağırırlar. Onunla dans eder, birleşir, bütünleşir ve özdeşirler; simgesel anlamda tanrılaşırlar. Tören'in sonunda, kendilerini yeterince arınmış, güçlenmiş, yenilenmiş hissederler; Tanrı'yı indiği yere yolcu ederler. Şaman törenlerinin en yalın özeti budur. Töreni yöneten kişi "Şaman" olarak bilindiği için bu tür inançlara "Şamanlık" adı verilmiştir. Şamanlar, küçük yaştan itibaren doğaüstü törenlere katılıp büyüsel işlemleri (ayinleri) yönetmek üzere, cezbeye kapılarak topluluğu sürükleyebilecek kişilikteki adaylar arasından seçilir.
Doğayla uyum içinde yaşamaya çalışan Şamanlık, Doğa güçlerine egemen olmaya çalışan yerleşik tarımcılara uygun bir din değildir. Türklerin Çinlilerle ilişkiye girdiği dönemlerde Çin'de yaygın olan inanç sistemi Konfüçyusçuluk idi. Bu din Ortadoğu'nun semavi ya da kitabi dinlerinden farklı olarak, Tanrısı, Peygamberi olmayan bir ahlak öğretisiydi. Konfüçyus, İnsan-doğa, İnsan-toplum ve İnsan-İnsan ilişkileri üzerinde düşünen; toplumun kültürel birikimini ahlak (ethik) kuralları biçiminde yorumlayıp dile getirmeyi başaran bilge kişidir. Kutsal dayanağı, dogması ya da yetkisi yoktur. Gücünü, kendisine inananların desteğinden alır. O kadar ki, Hindistan'da doğup Çin'e gelen Buddha'cılık (Buddhizm) ile Taoculuk aynı karakterde, yani Tanrısı ya da Tanrı tarafından atanmış peygamberleri, kutsal kitapları olamayan, toplumcul / insancıl dinlerdir. Sözgelişi, Buddha herkes gibi bir insandır; Buddhalık kimsenin tekelinde değildir. Dileyen her kişi Buddha olabilir. Japonlarda görüldüğü gibi, Türklerin, batı yönünden gelip doğuya doğru yayılma aşamasında bulunan Buddhizm'i görüp anlaması, beğenip benimsemesi güç olmamıştır. Çünkü, Konfüçyusçuluk, Tao'culuk ya da Buddha'cılık kutsal inançlarla çatışan ahlak sistemleri değildir.
Türkleri bu tür inanç sistemlerini alıp benimsemeleri, onlarla uzlaşmaları kolay olmuştur. Tanrısız, peygambersiz dinlerin Türk boyları üzerinde nice etkili olduğunu söylemek ise pek kolay değildir. Ancak bir yandan Çin kültürü, öte yandan Devlet geleneği ile özdeşen Kanci (Hanlık) yazısı, Devlet kurmaya özenen Türk boylarını alfabe (yazı) sahibi olmaya özendirmiştir. Bunun sonucu olarak, batıya doğru göçen Türk boyları çeşitli alfabeleri denemiş, kullanmış, kendi gereksemelerine uyarlamışlardır: Göktürklerin Runa veya rünik alfabesi; Uygurların Sogutça'dan aldıkları Uygur, Türk-İslam devletlerinin Arap alfabesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin bugün kullandığı Latin alfabesi gibi.
Yazısız uygarlık olmadığı gibi devlet düzeni de kurulamıyor. Alfabe ile yazı, yerleşme koşuluyla birlikte, belki de devletleşme sürecinin en güvenilir ölçütleridir; tabii, toplumdaki okuryazarlık oranlarıyla birlikte değerlendirilmek koşuluyla. Ancak alfabe de tek başına yeterli olmuyor. Batıya doğru göç eden Türk boylarının karşılaştığı ilk semavi / kitabi dinler, İslamiyet'ten çok önce kurulmuş olup kuzeydoğuya doğru yayılma aşamasında bulunan Judaizm (Musevilik)'le Hıristiyanlık olmuştur. Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında, İranlı Mani'nin üçüncü yüzyılda başlattığı Manicilik veya Maniheizm dini ile tanıştıkları bilinir. Evreni, iyilerle kötülerin savaş alanı olarak gören; insanın mutluluğunu bu tür karşıtlıkların dengelenmesinde arayan Maniheizm, sonraki semavi dinleri olduğu kadar Şaman dinlerini de etkilemiş olabilir. Bütün din - devlet gelenekleri arasında, Türk göçmenlerini en çok etkileyen inanç akımının İslamiyet olduğu söylenmiştir. Bu gözlemde kültürel bazı gerçeklikler bulunur:
(a) İslamiyet, diğer din ve yönetim sistemlerinden farklı olarak din-devlet ayrımı gütmez. Din ile devletin İslam'da aynı kurum oluşu Göçebe Türklerin dünya görüşüne uygun düşmüş olabilir. İslamiyet, güçlü devletler karşısında ezilen göçebe Türklere yalnız din değil devlet ve yönetim düzeni olarak da çekici gelmiştir.
(b) Türklerin batıya doğru göçü ve toprağa yerleşme süreci, İran-Türkistan sınırında, İslamiyet'in batıya doğru yayılması ile karşılaşmış; Türkler, İslam diniyle, tanışmak, anlaşmak, uzlaşmak durumunda kalmıştır.
(c) Türk boylarının İslamiyet'le karşılaşmaları, göçebe toplumların yerleşik yaşam düzeni aramalarıyla aynı evreye rastlamıştır.
29. Bilim, yerleşik hayata / tarıma geçmiş toplumların; tarih ise, değişen toplumların ürünüdür.
30. İslamiyet'in "kılıcı ve kalkanı" olan Türkler, İmam Gazali'nin yargısına uyarak, imana ters düşecek akıl yürütmelerden uzak durdular; bilim yapmadıkları için felsefe de yapamadılar. Bilim ile felsefe yapmaktan korkan bir toplumun gelişmesi yavaş, değişmesi çok güç olacağı için tarih yazmalarına gerek kalmadı. Türk tarihini yabancılar başlatmıştı. Çoğunlukla biraz daha iyisini yine onlar yazıyor.
31. Orhon Yazıtları'nın bildirisi kabaca şöyle özetlenebilir. Çinliler güçlü; Türkler ise aç, açık, çıplak ve güçsüzdür. Yiğit Hakanlar savaşları kazanıyor, sözleri taşa yazdırıyor ama Türk halkının yazgısını değiştiremiyor. Göçebe halk yok olacağını bile bile Çinli'nin tatlı sözüne, yumuşa ipeğine doğru koşuyor. Belki, pirinciyle karnını doyuruyor. Göçebe devleti, birlik ile düzeni sağlamak için sürekli savaşmak zorundadır. Savaşları kazanıyor ama barışı sağlayamıyor. Kağan nice çalışıp çabalasa boşuna. Çünkü talan ile yağma yetmiyor. Taşıma suyuyla değirmen dönmüyor. Bilge Kağan öğünüyor ama onun ölümüyle birlikte çıkan karmaşalıklar üzerine, Çin asıllı olan karısı, "halkıyla birlikte " Çin'e dönüyor. Kurulmamış olan devleti (yönetimi) Uygurlara bırakıyor. Bütün bu gerçekler yukarıda son Uygur kağanlarından Temür Buka'nın mezar taşına aynen yazılıyordu. Türk Kağan'ı veya Hakan'ı, Türk devletini kuramazdı çünkü veziri Tonyukuk Çinli idi. Uygurlar Tonyukuk soyundan vezir atama geleneğini sürdürdüler. Buna belki mecburdular. Çünkü devlet yönetimi (geleneği)ni bilenler onlardı. Çin töresiyle yazıt yazılıyor ama Türk devleti yönetilemiyordu.
32. 10-15 bin nüfuslu bir kentin (bugünkü ölçülerle sadece küçük boy bir kasabanın)yaşamını sürdürebilmesi için en az 75-100 kadar köy yerleşmesi tarafından desteklenmesi gerekiyordu. Çünkü tarımsal ürün fazlası, sekiz-dokuz köylünün bir şehirliyi beslemesine ancak yetiyordu. Selçuklu başkenti Konya, en parlak zamanında ve en uygun hesaplarla 50-60 bin sınırını bile aşamamıştı. Anadolu kentleri için 35 bin nüfus üst sınır olarak görüyordu.
33. Kendisi Şamanlık'tan İslamiyet'e geçiş süreci içinde bulunan Türk(men)lerin, yerli (fakat henüz Hıristiyan olmamış) halkı İslamiyet'i kabul yönünde nasıl ya da ne kadar zorlayabileceği, tarihi olduğu kadar, bilimsel araştırma konusudur.
34. Toprak ya da mülkiyet rejimini değiştirmeye kalkışmak, iyi kötü --fakat işleyen-- ekonomik düzeni kökünden yıkmak ya da o riski göze almak demek olurdu. Öte yandan, göçebe Türkmen boyları, toprağın kişi, kurum ya da devletin malı olmasını anlayamıyor; üzerinde yaşadığı toprağı, sürüsünü otlattığı çayırı kimseyle bölüşmeye razı olmuyor, kendi malı sayıyordu.
35. Selçuklular iki bin yıllık İran Devlet (yönetim) geleneğine uygun hareket ederken, Türkmenler, Roma ya da Bizans devletlerinin bin yıllık deneyiminden henüz yoksun bulunuyordu.
36. Tabii bu arada büyük kentlerde yaşayan nüfusun su gereksemesini de dikkate almak gerekir. Büyük kent Konstantiniye, uzun süreli sayısız kuşatmalara, son derece gelişmiş su kemerleri ve sarnıçlar ağı ile dayanabilmiştir.
37. Selçuklu Devleti, Türk asıllı Selçuklu Hanedanı tarafından kurulduğu için bir Türk devleti olarak bilinir. Ancak, iki bin beş yüz yıllık bir İran-Pers-Pars geleneği üstüne kurulmuş olan bu devlet, Bağdat /Abbasi Halifeliği'nin Sultanlığını da üstlendikten sonra, bir Türk-İran-İslam (Arap) kimliği kazanmıştı.
38. Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu ile Tuğrul Bey'in yönetimi altında yükselişi, Abbasi Halifeliği'nin çöküş dönemine rastlıyordu. Halife hükümeti, Şii Büveyh Oğullarının baskısından bunalmış, içinde bulunduğu maddi sefaletten, başıboş askerlerin yağmasından bitkin düşmüştü. Halife, düzeni yeniden kuracak, İslam dininin yayılmasını sağlayacak, kendisine de yaşama hakkı ile saygın görevler verecek kurtarıcısını bekliyordu. Türkmenler, kuzeybatıdan, güneydoğuya Irak'ı kuşatmış, Bağdat'a birlikler yerleştirmiş bulunuyordu.
Barthold'un deyimiyle, "Devlet dayandığı güçler üzerindeki denetimini yitirmiş, bürokrasi ile ordu devlet içinde bağımsız güçler olmuşlardı." Bu koşullar altında Halife'nin Tuğrul Bey'i tanıması kaza veya gasp değil zorunlu karardı. Tuğrul Bey böylece, Türkmen Beyliğinden ya da ülke Hakanlığından daha geniş yetkiler kazandı. Hutbede, Halife'nin arkasından "Sultan Tuğrul" diye zikreden, "Doğu ve Batı'nın Hakanı"olarak anılan Tuğrul Bey, bu unvanları ve rütbeleriyle, Abbasi Halifesinin tanındığı her yerde, Müslüman Cemaatin devlet işleriyle de resmen görevlendirilmiş oldu. Sultan Tuğrul 'un tarihi yazgısı belli olmuştu : Kahire'deki Fatimi (Memlük) Halifesine son vermek, bütün İslam ülkelerini İslam devleti altında toplamak. Bu görev tablosu, Konya Selçuklu Sultanlığı'nın Bizans ile ilişkilerinin daha doğru yorumuna ışık tutabilir.
Selçuklu'nun hedefi, Bizans'ı almak değil İslam devleti kurmaktı. Büyük Selçuklu Devleti veya İmparatorluğu, bütün İslam devletleri gibi, savaş ile fütuhata yönelik askeri bir devletti. Fethedilen ülkenin seçkinleri, yönetimle görevlendirilirdi. Türklerin, Samanoğulları ile Gaznelilerden öğrendiği bu yönetim ilkesini, Selçuklular Batı ve Küçük Asya'da Sünni inancının yayılması için başarıyla uygulamışlar, hatta geliştirmişlerdi.
39. Selçuklu yönetim modelinin en zayıf halkası, vilayetlerle eyaletlerin, Sultan ailesinin küçümen beyleri arasında paylaştırılmasıydı. Bu geleneğin sonucu olarak, Rum (Anadolu)'da, Suriye'de ve Kırman (İran)'da çok sayıda rakip hanedanlar oluşmuştur. Osmanlılar ise, ileride görüleceği gibi, ülkenin Hanedan varisleri arasında bölüştürülmesi geleneğinden dikkat, biraz da şiddetle kaçınmıştır.
40. Nizam'ül Mülk'e göre, Halife'yi Sultan tayin ediyordu ya da etmeliydi. İmam Gazali, Siyasetname'nin bu temel ilkesini, İslam'ın Sünni devlet felsefesiyle uzlaştırmaya çalışmıştır. Halife'yi Sultan tayin eder ama, Sultan da Halife'ye bağlılık yemini eder. Bu yolla, Allah devletiyle Dünya devleti arasında karşılıklı bağ-bağlılık, denge kurulmuş olur. Klausner ile İnalcık, İslam'ın bu yönetim şemasının, sonraki İslam devletlerinde de izlenmiş olduğu görüşünde birleşirler. Osmanlı'da Halifelik ile Sultanlık görevlerinin aynı kişide toplandığını unutmamak gerekir. 13. yy.'a gelindiğinde, Selçuklu Devleti, Küçük Asya üzerindeki denetimini büyük ölçüde yitirmiş; Konya çevresinde sıkışıp kalmıştı. Selçuklu Devleti'ni sarsıp zayıf düşüren Mogol baskısından kaçan Türk Boyları -yerleşik düzene geçmiş olan Horasan'dan hatta daha uzaklardan gelip- Selçuklu'yu çevreleyen Hıristiyan, Bizans, Ermeni topraklarına girmişlerdir.
Bu boylar, Akkoyunlu ile Karakoyunlu geleneğinin tersine, yerleşik düzene daha kolay uyum sağladılar. Selçuklu kültürünü benimsediler ama devletin tebaası olmadılar. Farsça yöneten Selçuklu'ya karşı, Türkçeyi resmi dil olarak kabul ettiler ve ettirdiler. Bu çok önemli gelişmeydi. Türkçe konuşan boylar giderek (Selçuklu'dan) bağımsız beylikler, yerel devletler oldular, 1300'lerden sonra, Selçuklu'nun yerini aldılar. En güçlüleri Kilikya'da kurulan Karaman Beyliği olmakla birlikte, başkaları da vardı: Sinop'ta Pervane, Beyşehir'de Eşrefoğulları, Balıkesir'de Karasi, Manisa'da Saruhan, Uluborlu'da Hamidoğulları, Muğla'da Menteşoğulları, Kastamonu'da Çandar veya İsfendiyaroğulları, Adana'da Ramazanoğulları, Kütahya'da Germiyanoğulları, Ege'de Aydınoğulları, Sakarya'da (Söğüt'te) Osmanoğulları Beylikleri vb. gibi. Yirmibin ile iki yüz bin (?) arasında asker çıkarabilen bu beylerden bazılarına "Padişah" unvanına kısaltılmış biçimiyle "Pa-şa" denirdi.
41. Bu söylencede değinilmeyen ya da vurgulanmayan önemli simgeye dikkat etmek gerekir. Kayı Boyu'nu Anadolu'ya getiren Süleyman Bey belki Müslüman olmuştu; ama onun oğlu veya torunu olan Ertuğrul, Sevgi ve Gündüz'ün adları Türkçeydi. Türkçe adlar, henüz yerleşik düzene geçmemiş bulunan Kayı Boyu'nun İslamiyet'e geçiş aşamasında bulunduğunu düşündürüyor.
42. Bu arada, Hülagü Han'ın yönetimindeki Mogol Ordusu, Abbasi Halifeliği'nin başkenti Bağdat'ı talan ettiğinde, Halifelik fiilen sona ermişti. Türk asıllı Memluk Sultanı Baybars, kendi yönetimini meşrulaştırmak için Abbasi Hanedanı'nın bir varisini 1261'de Kahire'ye Halife olarak tayin etti. Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır'dan alınıp İstanbul'a getirilen Halifelik, Osmanlı Tahtına (Sultanlığına) katılıncaya kadar, "Gölge Halifeler" iki yüz elli yıl kadar, törensel bazı görevler yaptılar.
42. Osmanlı'nın hızlı yaşayışını, "Yerli halka barış ve huzur götürmek" gibi tek nedenle açıklamaya çalışanları "basite indirgeyicilikle" eleştirir ki haklı olabilir. Osmanlı'nın gözüyle gönlünün hep (veya daha çok) Rumeli'de olduğu kimi gözlemcilerin dikkatinden kaçmış fakat yeterince incelenmemiştir. Batı'ya yönelik Osmanlı politikasının temel ilkeleri şöyle sıralanabilir: Osmanlı Beyliği;
¨ Anadolu'daki Türk-Türkmen varlığının ucu değil öncüsüydü, stratejik konumu ile görevinin bilincindeydi,
· Bursa vadisi yeterince yeşildi ama, batıya gidildikçe vadiler ya gerçekten daha yeşil oluyordu, ya da doğudan bakıldığında öyle görünüyordu,
· Türk-Türkmen varlığı bir gün İstanbul'u elde edecekse, kentin yalnız doğudan ve denizden değil, fakat batıdan ve karadan da kuşatılması gerekiyordu.
· Eğer kaderde Bizans'ın yerini almak varsa, Anadolu'daki Türkmen Beyliklerini arkasına ya da yanına alarak onlarla iyi geçinmek daha doğru bir politika olurdu. Yeterince güçlenmeden, Anadolu Beylikleriyle çatışmaya girmenin anlamı yoktu.
· Selçuklu'nun izin vermediği talan, haraç, vergi gelirleriyle savaş ganimetleri, Batı dünyasında Osmanlı fatihlerini bekliyordu.
· Töreye göre, Anadolu'daki İslam Beyliklerine karşı cihad (savaş) açamıyordu.
Osmanlı'nın Batı'ya yönelmesi, uygarlığın genel yayılma yönüne uygundu. Dünya doğuya doğru dönüyordu; ama göçlerle uygarlıklar her nedense hep batıya doğru akıyor, yayılıyordu.
43. Osman Gazi'nin oğlu Orhan, yönetimi yeniden örgütledi, egemenlik simgesi olan sikke kestirdi; en önemlisi "Yaya müsellem" adı verilen küçük, profesyonel bir ordu kurdu. Sultan Murat, bu orduyu, 1363'te "Yeniçeri" adıyla yeniden örgütledi. Yeniçeri ordusunun örgüt olarak, Anadolu Büyüklerinden Hacı Bektaş'tan geldiğine inanılan Bektaşi tarikatıyla ilişkisi tartışmalıdır. Yönetimde Selçuklu'dan miras buldukları, Gazali'nin ve Abbasilerin Sünni Devlet felsefesine sonuna kadar bağlı kalacak olan Osmanlı Hanedanı'nın Ordu kuruluşu ile yönetiminde, Türkmen boylarına daha çekici gelen, İran Şiilerine daha yakın olan Alevi/Bektaşi yolunu seçmiş olmaları; Sultan hizmetinde görev yapmak üzere, devşirme yoluyla seçtikleri Hıristiyan çocuklarını ("içoğlanları") eğitmeleri, bundan sonraki bölümde incelenen, Türk varlığının geleceğini doğrudan etkileyen önemli kararlardır. Şu kadar ki, Selçuklu devlet yönetimini gereğinden fazla "İranlı" bulan Osmanlılar, İslam Halifeliği'nin Sünni devlet felsefesine (otoritesine) karşı Şii mezhebine yakınlık duyan Türkmen boylarını karşılarına almaktansa, devletin gözetimi altında tutmaya, daha baştan kararlı görülüyorlardı. Osmanlı hanedanı ile Türkmen Boyları arasındaki karşılıklı güvensizliğin gerekçeleri ile sonuçları bundan sonraki olaylarla biraz daha açıklığa kavuşturulmuş olacaktır.
44. Sultan Orhan Gazi, 1331'de İznik'i, birkaç yıl sonra da İzmit'i işgal etti. Kayınpederi Bizans İmparatoru, IV Paleilogos'u Sırplara karşı savunmak gerekçesiyle, 1346'da askerlerini Çanakkale Boğazı'ndan Avrupa'ya geçirdi. 1357'de Gelibolu ile Karesi Beyliğini ilhak etti. Küçük Asya'ya girdikten yaklaşık üç yüz yıl sonra Türkler yeniden Avrupa kıtasına ayak basmış oluyordu. Daha önce Oğuz Boyları Karadeniz kuzeyinden Balkanlar'a inmişler fakat tutunamamışlardır. Murad (I) Hüdavendigar, 1361'de Edirne'yi ikinci başkent yaptı. Beylerbeyi'nin Filibe'yi almasıyla bütün Doğu Trakya Türklerin yönetimine girmiş oluyordu. Bu savaşlarda ele geçen tutsakların veya kurtulma paralarının beşte birinin Hazineye bırakılmasını emreden Pençik Yasası tepkilere yol açtı. Papa V Urban'ın Haçlı seferi çağrısına katılan Balkan krallıklarının birleşik ordusu Kosova (1389)'da yok edildi.
Germiyanların kızıyla evlenen Sultan Yıldırım Bayezid, Kütahya'dan sonra, Konya'ya, Antalya'ya, Kastamonu, Tokat ile Sivas'a, Selçukluların Küçük Asya'daki bütün mal-mülk varlığına sahip olmuştu. Bu arada, Anadolu Hisarı'nı yaptıran, İstanbul'u yedi kez kuşatan, Niğbolu (Nikopolis 1396)'da Haçlı ordusunu bozguna uğratarak, "Yıldırım" ünvanını kazanan Padişah, Tesalya, Mora ile Atina'yı da alarak Balkan seferlerini tamamlamış oluyordu. Ancak birbirinden parlak bu zaferlerden sonra:
"Atım yemini, Roma'daki Sen Piyer Kilisesi'nin sunağında yiyecek!"
diye övündüğü rivayet edilen gururlu Sultan'ı 1402 Ankara Savaşı'nda bekleyen bir Timurlenk vardı. Hindistan'dan getirilmiş fillerin yarattığı şaşkınlık mazeret sayılamazdı. Sırplar yiğitçe savaşmışlar fakat Anadolu'dan derlenmiş Müslüman (Türkmen) birlikler, Padişahı terk edip Timurlenk'in yanına geçmişlerdi. Tutsaklığa dayanamayan Sultan'ı törenle Bursa'ya gömdüren Timurlenk, Anadolu'da Bayezid'in kurduğu düzeni bozmuş; Balkanlar'daki Türk yayılmasına kısa bir mola vermiş; şaşkına dönmüş Hıristiyan Batı'ya rahat bir nefes aldırmış oluyordu. Savaş'tan yaklaşık iki yüzyıl sonra, İngiliz Marlowe, "Birinci Timur" adlı sahne eserinde, "Kendini beğenmiş Türklere, Timur'un verdiği savaş sanatı dersi"nden Avrupa'nın duyduğu aşkın sevinci dile getirirken, Timur'un Hıristiyanlara yaptığı işkencelerden tümüyle habersiz görünüyordu. Ancak, büyük devletlerin büyük yenilgilere de ihtiyacı vardı. Osmanlı fetret dönemi, olup bitenden gerekli dersleri alarak büyümeye devam ederken, Simavnalı Şeyh Bedrettin hareketiyle uğraşacaktı. Türkmen asıllı Hanedan ile aynı kökten savaşçılar ve Yürükler arasında başlayan iç çatışmalar daha uzun yıllar sürüp gidecekti.
45. Başta gelen eğitim kurumu, bugünün Üniversitesi sayılması gereken Medrese idi. Yalnız İslami bilimler değil, astronomi, tıp, kimya gibi fen bilimleri ile felsefe de vardı Medrese'de. Kurucusu Nizam'ül Mülk'e saygı simgesi olarak "Nizamiye Medreseleri" diye anılan kurumların, kendilerinden beklenen görevleri yapamadığı; gelişme sürecine giremediği için, kısa zamanda birer Din Okulu'na dönüştüğü kanaati yaygındır.
Bu olumsuz gelişmede, büyük İslam bilgesi (filozofu) İmam Gazali'nin sorumluluk payı günümüzde de tartışma konusudur. Çünkü Gazali İbni Sina ve Farabi gibi Türk asıllı (fakat Arapça yazmış) bilginlerin Klasik Çağ Yunan eser ve fikirlerinden esinlenerek yaptığı "akılcı bilim ve felsefe"ye karşı yazdığı Tehafüt el-Felasife (Felsefecilerin Tutarsızlığı) eleştirisinde, "Aklın Kelama (yani aklın Tanrı Sözü'ne) ters düşemeyeceği" görüşünü savunmuştur. Sünni Devlet Felsefesine uzun yıllar boyunca egemen olan bu görüş, Üniversite fikrinin de sonu olmuştur.
46. Daha önce Rumca, Arapça, Farsça söylenmiş sözler, Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277 yılındaki Fermanıyla ilan edildiği üzere şimdi artık Türkçe söylenecektir.
Bugünden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste
ve meydanda, Türkçe'den başka dil kullanılmaya!...
47. Osmanlı'nın Karaman Vilayetinde XVI. yy.'dan sonra gelişen ve yüzlerce basılı eser bırakan "Yunan Harfli Türkçe Karaman Edebiyatı"nın tohumları yine bu dönemde atılmış olmalıdır. Bizans'tan kalma Hıristiyan Türkler; ya da sonradan Türkçeyi benimsemiş Hıristiyanlar olabilir.
48. "İnsan görünümündeki Türklere dini görev verilmemesini" öğütleyen İmam Gazali'nin dünya görüşünü, Osmanlı'nın değişmeyen devlet düsturu yapacaklardı. "Dünya'yı Grekler inşa eder, Türkler yıkar" diyen Hazreti Mevlana'yı tekzip edercesine, Anadolu dışındaki bütün İslam dünyasını imar etmeye çalışacaklardır. Selçuklu'ya karşı dile getirdikleri: "Farsça öğrenen, imanın yarısını kaybeder" eleştirisini unutup, şiirde ve Divan Edebiyatı'nda Farsça yazıp söyleyeceklerdi. Ancak Bektaşiliği, "İslamcı bir Şiilik olarak değil de Türkmenlerin halk inancı " olarak sürdüreceklerdi. Şeyh-ül İslam Hoca Saadettin Efendi'nin ağzından Arapların "Etrak-ı bi-idrak" (Anlayışsız Türkler) sözünü yineleyecek kadar Türk(men)leri küçük görecekler ama, hangi dinden olursa olsun kültürel mirasın çeşitliliğine, insan onuruna son derece saygılı, kültürel sürekliliğine duyarlı davranacaklardı. Hıristiyanların Saint George (Yorgo) kültürünü, Hıdrellez ya da "Hızır İlyas" olarak benimseyip yaşatacak kadar
49. Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı
-Anadolu Türk Sözü-
50. Batılılar, "Osmanlı" sözcüğünü Türk Devleti'nin adı (özelliği, yüklemi) olarak algıladılar, o anlamda kullandılar. Kendisine İmparatorluk kimliği arayan Osmanlılar ise, Türk / Türkmen varlığını, İmparatorluğu oluşturan tebaa - milletlerden sadece birsi olarak gördüler. Öyle ki:
Türk, Osmanlı olsa da, Osmanlı, Türk değildi!
Osmanlı Devleti, yerini aldığı Roma gibi, çeşitli din (millet), dil, kültürlerden oluşan Dünya İmparatorluğu olarak kurulmuştu, öyle de kaldı. Pamuk, "Osmanlı Devleti'ni yalnızca göçebe ya da Müslüman Türklerin oluşturduğu bir imparatorluk olarak görüp yorumlamanın doğru olmadığını" hatırlatır. Haklıdır.
51. Batılı olsun Türk olsun, tarihçiler, bu etkileşimi, çoğu kez, yalnız üst yönetimde, bürokraside, devletin (varlık) felsefesinde aradılar. Oysa, sözgelişi, kadınların kara veya renkli çarşafla, peçeyle örtünmesi geleneğinin, Saray ve konaklardaki harem veya kızlarağalığı kurumunun eski İstanbul evlerindeki pencere kafeslerinin, Dünya'nın "Türk Hamamı" olarak tanıdığı "Roma Hamamı"nın, hatta İslam dinindeki "Surat (resim/heykel) Yasağı"nın bile Bizans'tan alınmış olabileceğini gösteren kanıtlar var. Daha sonraları, Osmanlı varlığı ile Doğu görkeminin simgesi durumuna gelecek olan İstanbul şehrinin adı, "Stan Polis" (Rumca "Kent'e") deyiminden gelir.
Bütün bunlar bir yerlerden gelmişti., çünkü adları daha önce konmuştu. Hazır adları öğrenip kullanmak, bilinmeyen varlıklara yeni adlar koymaktan daha kolay -iletişim açısından daha etkili- olmuştur. Anatolikon nasıl Anadolu, Temelion nasıl Temel, Nomos nasıl Namus, kanon nasıl kanun olduysa (tomarion>tomar, eliks>filiz, buti>fıçı, fenari>fener, techne>tekne olması gibi dilimize girmiş daha binlerce söz, sözcük ve deyim gibi) "stan-polis"de zamanla Türkçeleşerek "İstanbul" olmuştur. "İslam-bol">İstanbul olasılığı ise zayıf-nahif bir yakıştırmadır. İnalcık, Fatih'in Konstantiniye kentine "İslambol" adını verdiğini fakat halkın fetih öncesi "İstanbul'u beğendiğini söyler. Oysa, Trabzon'un fethinden (1461) sonra, aynı Fatih, bir bölük yerli halkı İstanbul'a sürgün edip devlet hizmetine de alarak, İslambol'daki Hıristiyanların sayısını arttırmaya çalışmıştı. Çok uluslu devlet böyle kurulmuştu.
52. Ancak hemen belirtmeli ki, Türkçeye giren ödünç sözcüklerden kat kat daha da "Rum Diyarı"nda konuşulan Hint-Avrupa dillerine geçmiştir. Son yıllarda yayımlanmış bir Yugoslav (Sırp) sözlüğünde 8-10 bin dolayında Türkçe sözcük bulunduğu saptanmıştır. "Kültürleşme" adı verilen olgunun gereği budur. Öyle ki, kültürleşme sürecinin temel özelliklerinden ikincisi, "süreklilik içinde birlikte değişme"dir.
53. Osmanlı bütün kültürel kaynakların yaşayan bileşkesiydi. Ama kendini yenileyemedi, sürdüremedi. Bir yere geldi durdu. Varlığını yeniden yaratacak gelişmeleri izleyemediği için tükendi. Bu sonuç, hemen bütün imparatorlukların başına gelmiştir. İki Dünya savaşı kazanan Büyük Britanya bitti; Sovyet İmparatorluğu dağıldı: A.B.D.'de ise; dünya egemenliğinin daha ne kadar süreceği konusu, dışarıya fazlaca yansıtılmadan tartışılıyor.
54. Türklere gelince, toprağa yerleşmeyi (yani köylüleşip güdülmeyi) onur kırıcı bulan Türkmen (Yürük) töresi, Osmanlı'nın son yıllarına doğru zayıf düşmekle birlikte, devletin göçebeyi reayalaştırma ya da "kul"laştırma çabalarına karşı başarıyla direndi, ayakta kaldı. Ancak özgürlüğünün bedelini, devlet gücünden, yönetimden uzak tutularak "akılsız veya idraksiz Türkler" aşağılamasına katlanarak ödedi. Doğu Sorunu'nu çözmek amacıyla, Müslüman olmayan Osmanlı milletlerinin bağımsızlık hareketlerini destekleyen Batılılar, Türklere de, Çin kaynaklarında karşılaştıkları eski Türk tarihini sundular. Böylece Türkler, sanki ilk kez, Doğu tarihlerini Batı'dan öğrenmek olanağını buldular. Türk halkının Türkçülüğü, Osmanlıcılık ile İslamcılık akımlarının başarısızlığına karşı üçüncü bir seçenek olarak ortaya çıktı. Osmanlı'yı kurtarmak isterken. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran milliyetçilik (Gökalp'te İslamcı, Akçura'da laik, ulusal ya da kültürel Türkçülük) hareketi olarak gelişti. Selçuklu'ya Türkiya ("Turchia") adını koyan Batı, Osmanlı'nın son milleti kalan Türklere, İslamöncesi bir tarihleri olduğu bilgisini de iletti. Çağdaş Türk ulusu, tarihi bağlamda, Batı'dan yayılan milliyetçilik akımlarının eseri oldu.
55. Osmanlı Devleti, tarım / tahıl ekonomisi ile savaş / haraç gelirlerine bağlı bir devlet olarak doğdu, öyle kaldı. Gelişen, sömürgeci endüstri ekonomisinin boy hedefi olarak yıkıldı. "Toprağa toprak kattı; ama değere değer katamadı."
56. 1525 yılında Hıristiyan ülkelerin kütüphanelerinde toplam onbin kadar el yazması vardı. Yüzyıl sonra (1625'te), toplam sayı1000'e katlanarak 10 milyon düzeyine çıkmıştı. Batı Dünyası, XVII yy.ın "Keşifler", XVIII yy.'ın "Aydınlama" çağına işte bu kitaplarla ulaşmıştır. Batıya giderek Hindistan'a ulaşacağını iddia eden; bu inancını denerken Amerika'yı keşfeden Kristof Kolomb'un elinde, Dünyamızın yuvarlak olduğunu gösteren geometri (hendese) ve geografya (coğrafya) kitapları vardı. Kitaplar matbaada basılmıştı. Osmanlı, bilgi teknolojisine karşı takındığı aldırmazlığın (bağnazlığın) bedelini çok ağır ödedi. Batı'yla arasındaki 200-250 yıllık gecikmeyi asla kapatamadı. Bu satırların yazıldığı 1990'lı yıllarda, ülkemizde yaşanan "Yazılı Basın bunalımı"nın nedeni, Basın'ın gazete satamayışı değil, toplumun okumayışı, okuyucu azlığı idi.
57. Tarihçi Naima, Kınalızade'nin Ahlak-ı Alai eserindeki "Adalet Çemberi"ni şöyle yorumlamıştı:
Mülk ve Devlet asker ve rical iledir.
Rical mal ile bulunur.
Mal reayadan husule gelir.
Reaya adl'ile muntazam-ül hal olur.
58. "Adalet Çemberi"nde gözden kaçan bir eksiğe değinir. Osmanlı, göçebe aşiretleri reaya olarak sınıflasa da, yerleşik hayata geçmedikleri sürece, vergi vermeyen göçebenin bu dairede yeri olamazdı. Aslında halkla devlet arasındaki ilişkiler ikili değil üç boyutluydu. Bir de "daire"de hiç görülmeyen ya da gösterilmeyen göçebe vardı. Esnaf ve sanatkarlar, devletten sadece çekindikleri için değil, göçebenin yağmasından korktukları için verirler vergiyi. Bu yüzden devlet, göçebeyi yerleştirmeye çalışmış, başaramayınca da "daire" dışında tutmak zorunda kalmıştır.
59. Adalet çemberinin öğeleri birbirleriyle bağımlıdır: Devlet kuluna; kul ise mal, para üretimine; mal üretimi reayaya; reaya adalete bağlıdır. Sonuç olarak, devlet reayaya adalet sağlamak zorundadır. Mülk, toprak, yurt (devlet) anlamında alınırsa, bugün adliye duvarlarına yazılan;
ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR!
özdeyişi, Arapça'dan veya Kınalızade'nin "Adalet Dairesi"nden gelmektedir.
60. Devlet, 1854'e değin dış borç almamıştı. İlk kağıt para (altın para yerine konan kaime; halk dilinde "Gayme"), Sultan Abdülmecit döneminde basıldı.
61. "Toprağı Şenlendirme" adı verilen devlet politikasının amacı, göçebe tebaayı vergi ödeyen reaya durumuna getirmektir.
Devşirme
Hıristiyan asıllı erkek çocukların, 3-5 yıl ara ile, Devletin askeri ve mülki hizmetleri için seçilerek toplanması, eğitilip yetiştirilmesi ve görevlendirilmesi geleneği I.Murad (1360-89) döneminde başladı. Rumeli'de başlayan uygulamaya sonraları, Arnavutluk, Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna ve Macaristan'daki Hıristiyan çocukları da katıldı. Ticaretle uğraşan Museviler devşirilmezmiş.
İstanbul'a gelince, kelime-i şehadet ile İslamiyet'e kabul edilir sonra sünnet edilirmiş. Eli yüzü temiz yakışıklılar saraylara; zekaca gelişmemiş olanlar polis ve bahçevan olarak yetiştirilmek üzere Bostancı kuvvetine gönderilirmiş. Geri kalanlar, Türkçe öğretilmek üzere çiftçilere kiralanırmış. Dönenler, Yeniçeri Ocağına girerlermiş.
Ailenin tek çocukları, Ruslar, İranlılar, Çingeneler ve de Türkler de Ocağa alınmazmış. Ocak XVII'da Müslüman Türklere açılmış. Türklere yalnız ulema merdivenine tırmanma şansı verilmiş. İstanbul'un fethini izleyen iki yüzyılda, Türk asıllı olmayan baş vezirlerin sayısı Türk asıllı vezirlerin tam yedi katı olmuş.
62. Örfi kanunlar, Sultan'ın çıkardığı kanunlardı. Şer'i kanunlar ise doğrudan doğruya İslam hukukundan Kuran'dan geliyordu. Fethedilen ülkelerin törelerinden ya da yeni sorunlardan kaynaklanan Sultan Kanunnameleri, Osmanlı Devleti'nin "laik hukuk" düzenini oluşturuyordu.
63. Padişahlar, ancak 1779'dan sonra kullandılar Halife ünvanını.
64. Özetle, Osmanlı Devleti teokratikti. Belki Batılıların tanımladığı anlamda mutlak, biçtiği ölçüde despot değildi ama patrimonyal (babaerkil ya da baba buyurgan) bir devletti. Toplam 215 Sadrazam'dan en az yirmi beşinin (yaklaşık yüzde 12), Padişah iradesiyle yani cellat eliyle öldürüldüğü hesaplanmıştır.
65. Osmanlı'nın "laik olup olmadığı" konusu tartışılmalıdır. İnalcık, Osmanlı'nın fethettiği kentlerdeki kiliseleri camiye dönüştürüldüğünü açıklar. Hıristiyan tebaa, hemen Müslüman olmadığına göre bu nasıl laikliktir? Ayrıca, Osmanlılar, Hıristiyan ya da Musevi milletlere gösterdiği hoşgörüyü, Alevilerden esirgememiştir. İslam devleti içinde dini muhalefet veya siyasi başkaldırı odağı olan Anadolu Aleviliği, İran'daki Şiilik, Mısır'daki Fatimilik, Hindistan'daki İsmaili tarikatı kadar eskidir. Ortak yanları, siyasi otoriteye (devlete) karşı direnmeleridir. Anadolu Alevilerinde, Hıristiyanlık öncesi çoktanrıcı inançların, Orta Asya kökenli Şamanlığın izleri okunur. Tarihçi Ocak, İslam öncesi inanç motiflerinin Bektaşilik'le sınırlı kalmadığını; sözgelişi, Türk İslam Kültürü'ndeki Hızır veya Hızır İlyas inancının Hıristiyanlık'tan kaynaklandığını gösterdi.
66. Dünya durdukça Sinan'ın Osmanlı eserleri de var olacaktı. Ne var ki dünya durmuyor, dönüyordu. Osmanlı ise sonrasızlığa, değişmezlik ilkesiyle erişmekte kararlıydı. Osmanlı'nın çıkmazı belki de bu ilkede saklıydı. Durağan veya değişmeyen dünya görüşü gereği, "Raiyyet oğlu raiyyettir, Sipahi oğlu ise sipahidir." Reayanın yani güdülenin, askeri yani güdenler sınıfına yükseltilmesi ancak özel durumlarda Sultan beratı (izni) ile mümkün olabilir. Bu kurala göre, herkes toplumdaki yerini koruyacak; kuşaklar ana babadan devir aldıkları görevlerini sürdürecek, devlet de sonrasızlığa ulaşacaktır. "Dünya durdukça"nın toplumsal koşulu kısaca budur. Ancak sonrasızlık mümkün değildir. Çünkü devlet, kendisine hizmet etmek üzere devşirdiği Hıristiyan tebaasını, reaya sınıfından alıp askeriye sınıfına yükselterek, sürekli bir sosyal hareketliliğe yani değişmeye yol açmaktaydı. Yalnızca arı ya da karınca toplumlarında rastlanan türden değişmez işbölümü hiçbir toplumda yürümemiş, denemeler uzun ömürlü olmamıştır. Birkaç yüzyıllık uygulama sonunda, Müslüman olmayan reaya, toplumun varlıklı sınıfı konumuna gelmiş; devleti ayakta tutan reaya ise yoksul düşmüş, toplumsal yapı alt-üst olmuştur.
67. "Osmanlı Devleti, XVI yy'dan sonra laikliğini yitirdi, Arap-İslam etkisine girdi. Vergi tahrir defterlerindeki Hıristiyan adları Arapçalaşmaya başladı. Osmanlı hukukundaki değişme gerileme olarak değil, "Laik hukuk-Şeriat ikilisinden Şeriata doğru yöneliş" olarak yorumlanır. Osmanlı'nın tarihi kararı, Avrupa'nın Rönesans yüzyılına rastlıyordu. İbn Rüşd'ün görüşleri Batı Rönesansı'nı etkilerken; Gazali, Türk İslam düşüncesine egemen oluyordu. Batı Rönesansı'nı, XVII.yy'ın bilimsel buluşları ile XVIII.yy.'ın Aydınlanma Çağı izlerken, Osmanlı Dünyası, özgür düşünceye geçit vermeyen din-iman-ahiret seçimini yapmış bulunuyordu. "Türklerin Ortaçağ Düşüncesindeki Yeri" ile katkıları, yeniçağlarda ne yazık ki korunamamıştı. Osmanlı, yeni-yakınçağlara bir ortaçağ (Tanrı) devleti olarak girdi, bu kimliğini sonuna değin korudu.
68. Orduyu modernleştirmek maksadıyla yabancı uzmanlardan yararlanan III.Mustafa, Yediyıl Savaşları'ndaki Prusya Zaferini, Büyük Frederik'in üstün yetenekli falcıları ile açıklıyordu.
69. Toplumsal varlıklar, kendilerini oluşturan bireyler gibi doğup gelişiyor, belki tümüyle ölmüyor ama er geç yorulup çözülüyor, dağılıyor; yeni bir ruh ya da kimlikle sanki yeniden doğuyorlar.
Osmanlı Devleti Düşüşünü Nasıl Geciktirdi?
Osmanlı modeli, Haldun'dan çok Eflatun'un devlet felsefesine yakındır ama ikisine de benzeyen öğeleri vardır. Osmanlı Ulemasının XV. yy'da formüle ettiği "Daire-i Adalet" modeli, üreticileri yönetime, yöneticileri de ekonomik etkinliklere katmadığı için, Haldun'un görüşlerine de çağdaş yönetim kuramlarına da uymuyordu.
70. Kuruluş döneminde tek bir Kazaskere (Kadı Askere) bağlı olan Osmanlı Askeriye sınıfı veya bürokrasisi, Fatih'in son yıllarında, Rumeli ile Anadolu Kazaskerliği olarak ikiye bölündü. Bu kazaskerler, 1590 yılında (III.Mehmet çağında) ihdas edilen Şeyh-ül İslam'a bağlandılar. Karar önemliydi; çünkü İmparatorluk yönetiminin en üst düzeydeki eşgüdümü -o güne değin hiçbir zaman var olmayan -bir Baş Müftü'ye bırakılıyordu. Bu yıllardan sonra, devlet memuru olan Osmanlı uleması Medrese'den yetişmiş din görevlisinin denetimine giriyor; ortaçağ devleti olarak kurulan Osmanlı, uzatmalı bir ortaçağ devleti oluyordu.
71. Osmanlı Medresesi'nde, tıp, matematik, fizik, kimya gibi akli bilimler, nakli bilim olarak kabul edildi. Böyle olunca da "alim", din bilgini, yani Kuran'ı bilen kişi oldu çıktı. Marifetname'nin 1970 yılında Türkçe alfabeyle yapılan son basımında, Erzurumlu'nun korktuğu başına gelmiş, evrimle ilgili bu bölümler metinden çıkarılmıştır.
72. Enderun mektebinden seçilmiş 150 kadar gencin Avrupa'ya gönderilmesi kararı (1832 yılı), medreselerle halktan gelen olumsuz tepkiler üzerine iptal edilmişti.
73. Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığı zaman, kaygılanır; öz kaynaklarını araştırmaya başlar.
74. Alevi Türklerle Osmanlı'nın koruyucu kanatları kırıldıkça, Sunni Müslümanların dine sarılması, Türklerle Türkmenlerin Aleviliğe, gayrimüslimlerin milliyetçiliğe yönelmesi de böyle açıklanabilir. Devlet yönetimine egemen olan akılcılık değil inançtı. İyi ya da kötü, bütün olup bitenler Tanrı iradesine uygun olarak gerçekleşmekteydi. Allah'ın külli (büyük) iradesini kulların cüzi (küçük) iradesiyle değiştirmek mümkün olmadığı / olamayacağı gibi günahtı da. Tanrı böyle buyurmuşsa, sual edilmeyecek bir hikmeti (bilgisi) olmalıydı. Din, devlet, eğitim ile bilim hayatında görüldüğü gibi, "skolastik" diye nitelenen ortaçağ görüşü Osmanlı'nın kaderini belirlemiştir. İlahi takdir ile mukadderat değiştirilemez, tartışılamaz; olsa da "Devlete millete zeval (çöküş, batış) göstermemesi" için Allah'a dua edilebilir. Maya Medeniyeti'nin "Gerçekleşmeyen umudu" gibi, Osmanlı aydını da, umudunu kesmemiş ama Allah'ın, İslam Devleti ile Müslümanları neden yalnız ya da güçsüz bıraktığını bir türlü anlayamamış; anlamaya başlayanları, anladıklarını söyleyenleri hoşgörüyle karşılayamamış, Mithat Paşa gibi bir şeyler yapmaya çabalayanları cezalandırmıştır.
75. Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını 1699'dan 1922'ye kadar sürdürebilmesi, milli çıkarları onu yıkmayı gerektiren ama söz konusu yıkımın başkasına (rakiplere) yararlı olmasından korkan ve mirasın paylaşımı konusunda aralarında anlaşmaya varamadıkları için Osmanlı'yı yapay olarak hayatta tutanların eseri olmuştur.
76. Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı'dan miras kalan yapısal kurumsal çelişkiler, Cumhuriyet döneminde sürmekte, su yüzüne çıkmaktadır. Bu bölümde ele alınacak temel soru ya da sorunlar işte bu sosyal-kültürel çelişkilerdir. Başka bir deyişle, temel sorun, "Türk Devrimi'nin aradığı kimlik"tir. Müslüman çoğunluk, milletin egemenliği ile devletin laikliğini kabul etmiş ya da edebilecek midir? Temel güçlük, yeni Türk insanını yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni Türk insanını yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü, çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerine değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu.
77. Kışlalı, Altı Ok'u oluşturan laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik ilkelerinin 1789 Fransız Devrimi'nden, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ilkelerinin ise 1917 Sovyet Devrimi'nden esinlendiğini; özetle, Türk Devrimi'nin liberalizm ile sosyalizmin sentezi olduğunu gösterdi. Biz bize benziyorduk, çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde, kapital (sermaye) sahibi orta sınıf (kentsoylu), sosyalizmi destekleyecek işçi sınıfı (proleterya), nasyonalizmin dayanacağı millet (ulus) bilinci, silahlı kuvvetlerle işbirliği yapacak endüstri kartelleri (holding1eri) yoktu. Çağdaş varlık ideolojisi (bilinci) yaratabilmek, ona dayanmak için, çağdaş uygarlık alanına girmek gerekiyordu. Kemalizm'in ülküsünü şöyle özetliyordu, Atatürk:
Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içerde ve dışarıda sayılan, tanınan, yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet. İşte Türk Devrimi'nin kısa bir tanımı.
78. Çağdaş dünyanın endüstrileşmiş ülkelerinde kent nüfusu yüzde 80; kır (tarım) nüfusu ise yüzde 20 dolaylarındadır. Türk çağdaşlaşmasının yapısal sorunu buradadır.
79. Tarım sektöründe yoğunlaşan nüfusun toprak, otlak, orman üzerindeki tüketici baskısını azaltmak amacıyla hazırlanan "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" tasarısı, parlamentodaki büyük toprak sahiplerinin "Toprak Reformu'ndan önce Tarım Reformu" (1944) savunmasını aşamadığı gibi, Halk Partisi içinde, varlıklı tarımcıların çıkarlarına sahip çıkan bir Demokrat Parti'nin doğmasına yol açmıştı.
Muhalefeti hazırlıksız yakalamak amacıyla yapılan erken genel seçimleri ancak sandık / bölge (açık oy gizli sayım) düzenleriyle (1946) kazanabilen Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 seçimlerini yitirmemek için tüzüğünde yer alan laiklik ilkesinden, kırsal kesimin sert tepkileriyle karşılaşan Köy Enstitüleri projesinden ödünler vermek zorunda kalacağını görmüş; ne ki, istenen çoğu ödünlerin verilmesine karşın, 1950 seçimlerini yine de kazanamamıştır. Dışarıdan doğru gözlemler yapan yabancı yazarlar, ülke ekonomisinin karşılaştığı yapısal sorunları üç başlık altında topluyordu:
(1) Savunma giderlerinin yüksekliği;
(2) Köylülere tanınan vergi bağışıklığı (Cumhuriyet Devrimi, kaldırdığı öşür yerine etkili / verimli bir vergi kaynağı bulamamıştı.)
(3) Enflasyona yol açan hükümet / tüketim savurganlığı .
80. Türk toplumunun geçirdiği büyük demografik değişime de değinmek gerekir. Cumhuriyet'in devraldığı nüfus yapısı, yüksek doğum oranlarının, yüksek ölüm oranlarıyla dengelendiği, nüfus artış hızının düşük, ömür beklentisinin 35 yaş dolaylarında gözüktüğü, geleneksel tarım tablosuydu. Cumhuriyet Hükümetleri, izledikleri etkili halk sağlığı (verem, sıtma, çiçek, trahom, cüzzam gibi) ve halk eğitimi programlarıyla, ölüm oranlarını düşürmeyi başardılar. Ancak, doğum oranlarının aynı hızla düşürülmesi mümkün olamadı. Bu dengesizlik, 1950'lerden sonra ciddi bir nüfus patlamasına, iç ve dış göçlere, çarpık kentleşmeye yol açtı.
81. Laik yoldaki Cumhuriyet'in Osmanlı'dan devraldığı din-devlet, diyanet-siyaset geleneğinde, Müslüman Türk toplumu, hukukta Hanefi, inançta Sünni ve siyasette yine Ehl-i Sünnet idi. Bu dini kimlikte Alevilere, Aleviliğe yer olmadığı açıkça görülmekte, resmi ağızlardan da ifade edilmekteydi. Cumhuriyet'ten sonra doğan kuşaklar, Türk vatandaşlarına verilen ilk "nüfus hüviyet" (kimlik) cüzdanlarının ikinci sayfasındaki "Dini:İslam", "Mezhebi:Sünni veya Hanefi" gibi resmi kimlik sıfatlarını hatırlarlar. Böyle bir kimlik belgesinin Alevi vatandaşlarımızca nasıl karşılandığı, nice benimsendiği soruşturma konusu olabilir.
82. Laikliğe indirilen en büyük darbe, Atatürk ilkelerini korumak adına devrim yapan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, 1982 Anayasası'yla Sünni din eğitimini zorunlu hale getirmiş olmasıdır. Milli birlik ve dini barış amacıyla okullarda uygulanan zorunlu din programı, 1980'li yıllarda Alevilerin haklı yakınmalarına yol açtı. Laiklik ilkesiyle bağdaşmayan, Alevileri camide namaza zorlayıp Sünnileştirmeyi amaçlayan uygulamanın, ülkeye ve topluma nasıl bir barış kazandırdığı, tartışılması gereken politika sorunudur.
83. Laik Cumhuriyet'e, karşı girişilen (heykel kırma vb) tepkiler Alevilerden değil, Sünni mezhep mensuplarından gelmektedir. Bütün örnekler, İslamcıların, laik Cumhuriyet'i değil, diyanet ile şeriatı savunduğunu gösteriyordu. Oysa, bir Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı, ANAP İktidarı'nın Devleti küçültme politikasını desteklerken, Diyanet örgütünün büyütülmesini öneriyor; Devlet İslam'ı yeterince koruyamıyor gerekçesiyle, İslam'ın Devleti koruyabileceğini öneriyordu. Halkbilimci Başgöz; bütün bu gelişmeleri şöyle yorumluyor:
Atatürk Devrimleri, laiklik ilkesiyle, dini devletten ayırdığı, dinin etki ve güçlerini toplum hayatı dışında tuttuğu için, (dincilerin) yergi oklarına hedef olmaktadır.
84. Şeriatçıların yeni hedefinin gençlik olduğunu saptayan Şaylan, 12 Eylül'den sonra güçlenen Şeriatçı (Sünni) akımların temel hedeflerini şöyle saptıyor:
· Allah ve Peygamberden başka otorite tanımamak,
· Tek İslam Devleti'ni kurmak,
· Batı'dan yalnız teknoloji alıp Batı kültürünü reddetmek,
· Ulusçuluğu ve Ulusal devleti ortadan kaldırmak,
· Toplumun, İslam adaletine göre yeni baştan yapılanmasını sağlamak.
85. Yenileşme programı, kararlı liderin ödün vermeyen iradesi ve inancı doğrultusunda uygulandı; ama bir tarih / kültür boşluğu da yarattı. Bu, bir "kimlik değiştirme" denemesiydi. O güne değin "Müslüman olduğuna veya doğduğuna şükredip", "Padişahım çok yaşa" diye haykıran Osmanlı tebaası Türkler'den, şimdi "Ne mutlu Türküm" ya da "Yaşasın Cumhuriyet" demeleri isteniyordu. Önder'in yakın çevresinden başlayıp yayılan dalgalar halinde, Türkler bu gidişe ayak uydurmaya, gerilerde kalmamaya çalıştılar ama kişisel kimliklerini unutmak, gizlemek ya da yadsımak pahasına. Yaşanan deneyim, insanbilimcilerin, "zorla kültürleme" (transkültürasyon) adını verdiği sürece benziyordu. Değişim, çocuklarla genç kuşaklarda, büyük kentlerin "Europa" ile tanınmış aydın çevreleriyle, kurtuluş savaşına katılmış asker-memur kadroları arasında görece -kolay değilse bile- daha hızla gerçekleşti. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti ya da Türk Toplumu, yalnızca askerlerle memurlardan oluşmuyordu.
86. Toplumun Türk(men) kesimi, Devrimci kadrolarda görev almaya hazır; devrimde üst görevler alan Sünni kadrolar ise, laik Türk kimliğini benimsemeye hevesli değildi.
87. Gelişmiş ülkelerde, kuram (bilim) uygulamadan gelir (yani tümevarır); gelişen ülkelerde ise, uygulama kuramdan çıkarılır. (yani tümdengelir.)
88. Yazar Tanpınar'a göre, Batı'dan farkımız, bizde orta sınıf olmayışıdır. Olayları zorlamış ama doğamamıştır. İkiliklerin kaynağı budur. Yazarın genel eğilimi, eski uygarlığımızın değerleriyle, inşacı atılımı bağdaştırmaktır.
89. Tarihin büyük aşamalarına ek olarak, endüstrileşme, kentlileşme, çağdaşlaşma süreçlerini yaşarken, globalleşme(dünyalaşma)'nin ve iletişim (bilgi) devriminin bedelini ödeyerek ayakta kalabilen toplumların sayısı büyük değildir. Sosyal bilimsel adıyla bu, düzensiz bir değişme, çarpık kentleşmedir. Sürecin boyutlarını görmek için büyük kentlerimizdeki otobüs terminallerine bakmak yeterlidir. Doğal bir felaketten kaçıp, bir yerlere yetişmeye, sığınmaya çabalayan bir göçebe panayırı görünümündedir, kent otogarı; bir kargaşa, doğru anlamda kaostur. Bu karmaşadan nasıl bir düzen çıkacağı önceden bilinemez. Ne var ki, eskisinden çok farklı bir bileşkenin oluştuğu kuşkusuzdur.
90. Görevli kişi devletin kulu iken, yaptığı hizmet yüce devlet varlığının simgesi olur, yani dokunulmazlık kazanır. Kamu hizmetine yönelik eleştiri "Devlete hakaret" sayılır. Devlet bürokrasisinde bütün bu "lik ve lük"lerin yarı resmi hiyerarşisi yankılanır. Makam koltuğunun arkasındaki duvara yerleştirilen deri, ahşap veya kumaş panonun çerçeve büyüklüğü, rengi, malzemesi, üzerindeki düğme sayısı, piyasa rayiç bedeli "kimin kim olduğunu" simgeler. Onun için yeni atanmış bürokratlar, "lik ve lük" odaları dışında yapılan kutlamaları saymazlar, dostlarının makama gelmesini beklerler.
91. Kişilik ya da karakter, o varlığı tanımaya, tanıtmaya, sınıflamaya yarayan yüklemlerin (sıfatların) toplamıdır.
92. Her toplum kendisini dünyanın hatta evrenin merkezine koyar. Ötekileri kendisinden genellikle aşağı yerlerde görür, değerlendirir. Etnosantrizm (biz merkezcilik) adı verilen evrensel eğilim ülkelerin imgelerini de etkiler. Bu anlamda imgeler, tarihi köklere dayanmakla birlikte ancak göreli gerçekleri ifade ederler. Biz Türkler nasıl İranlı'ya "Acem"; Araplar için "yalelli" "ne Şam'ın şekeri", diyorsak; bütün komşularımızın da biz Türkler için benzer "övgüleri" vardır. -doğru / yanlış, ileri / geri, haklı / haksız! Bizim "Moskof Gavuru"muza, Moskovalı "Anlayışsız Türk" ile karşılık verir. Bu tür kanılar, imgeler hızla oluşabilen fakat kolay değişip silinmeyen, toplumsal değer yargılarıdır. Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa geçerler, toplumun dilinde yaşar, yaşlanır, katmanlaşırlar. Bir ülkenin öz-kimliğini değiştirmek sanki daha kolay gibi görünür.
93. Dünya bizi savaşçı bir millet olarak tanır, biz de zaman zaman "ordu-millet" olmakla övünürüz? Dünya bizi kısaca, Avrupa kıtasını korkudan titreten "Barbar Türkler" olarak tanıyor. Bu eleştiriden kuşkusuz hoşlanmayız ama Türk kültürünü tanıtmak amacıyla, dünyayı tirtir titreten "Mehteran Bölüğü"nü her fırsatta dünya başkentlerine göndermekten kendimizi alamayız. Sadece yiğitçe savaşan, asker millet ününe sahip olmaktan belki mutlu değiliz; ama milli tarih kitaplarımızda "Çekeriz kılıçlarımızı, yok ederiz düşmanlarımızı" der dururuz. Denecek o ki, dış imgelerimiz, kimlik seçimlerimize belki uymuyor, ama onları, belli bir ölçü ya da anlamda kendimiz yaratıp besliyoruz. Sonra da yanıp yakınıyoruz onlardan. Kafirlerin Dar'ül Harp dünyasına barış götürmeyi (yani savaş açmayı) kutsal bir görev sayarız da, Hıristiyanların aynı şeyi yapıp bize karşılık vermesini hortlayan "Haçlılar ruhu" olarak eleştiririz. Bu örneklerle, dış dünyadaki Türk imgelerinin doğruluğunu ya da haklılığını savunmuyorum. Haklı ya da haksız, bütün bu imgelerin nerelerden kaynaklanmış olduğunu, "karşılıklılık ilkesi" uyarınca birbirini beslediğini söylemek istiyorum.
94.
İtalyanlarda "Türk" İmgesi
Sultan'ın kölesi (kulu), güdülmeye muhtaç, yağmacı, küfürbaz, tembel, askerlik ve savaştan başka yeteneği olmayan, mütevekkil, saldırgan, haşhaş üreticisi, kadın düşkünü, bıyıklı, suçluları kazığa oturtan, kibirli, anlaşılmaz ve gülünç bir dil konuşan, zevksiz, güzel sanatlardan anlamayan, cahil, kolay kandırılabilen, budala, despot ( buyurgan), çok eşle evli, şehvet (libido) düşkünü, kadın satan, korkunç, Avrupa'yı merak etmeyen, acımasız, okumaz-yazmaz, belgeye değer / yasaya önem vermeyen, yalnız kaba güçten anlayan, müzikten hoşlanmayan, ezberci, kızılderili vb. gibi.
Almanlarda "Türk" İmgesi
Türkler; dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, vicdansız, acımasız, ahlak kurallarına saygısız, en korkunç günahları işlemeye yatkın, inançsız, lanetlenmiş, tavşan gibi koşan (kaçan), korkunç, kuduz barbarlar ("Rabies Barbaricia"), sinsi, korkak, günahkar, kibirli, aşağılık, güvenilmez, zalim, şövalye gibi (soylu) davranmayan, Tanrı tanımaz (gavur), iğrenç kokulu, kötü, soyu sopu belirsiz bir halktır vb.
İngilizlerde "Türk" İmgesi
"Hiristiyanlığın büyük rakibi ya da düşmanı"; " Yabancı toplum ve kültür"; "Avrupa'nın korkulu rüyası" vb. gibi. Aslında, 1550'lerden sonra, Osmanlı Devleti'nin yayılma hızı kesilmiş, savaş gücü kırılmıştı. Ancak Viyana kapılarına dayanmış olan Türkler, Almanya ile İtalya'yı hala tehdit eder durumda görülüyordu. Büyük Britanya ile Osmanlılar arasındaki ticaret ilişkisi 1581'de kurulduğu halde, İngiliz ozanlar, Türkleri, "Hıristiyanlığın geleneksel düşmanı" olarak tanıtmayı sürdürdüler. Bu tutum, Avrupa kıtasında esen rüzgarları yansıtıyordu. Çağdaş İspanya'da hala önemli bir bayram günü olarak kutlanan Lepanto (İnebahtı 1571) Deniz Zaferi, Hıristiyanlarca, Kıbrıs (1570) yenilgisinin "kutsal bir intikamı" olarak yorumlanıyordu. Shakespeare'in Othello'sunda, güçlü bir Osmanlı (Türk) donanmasının fırtına sonucu batışı da aynı yolda yorumlanır. Othello, sevgili Desdomono'yu öldürüşünü, Türklerin kaba gücüne benzeterek kendi kendini yargılar.
95. Tarih yazarlarına göre, Türkler, Doğu'ya ait tüm kötülükleri taşımaktadır. Tarafsızlığı ile sayılan Tarihçi Hammer bile, Rodos'un fethini anlatırken, Türkleri "inançsız, acımasız, eli-kanlı, kutsal yerlere karşı saygısız" olarak niteler. Türklerin akrabalarını öldürme töresinden söz eder. Adelphus tarihinde (1522), Sultan II.Mehmet, "Deccal"a denk bir yaratık olarak tanıtılır. Sultan'ın amacı Hıristiyanlığa son vermek; yeryüzündeki tüm erdemlerin kökünü kazımaktır. Hıristiyanların başına Mehmet'i musallat eden Tanrı, Hıristiyanları uyarmaktadır.
"Allah'ın Cezası Türkler" imgesi, Martin Luther'in (1518), Türkleri "Tanrı'nın kırbacı"na benzeten makalesinden gelir. Bundan sonra Luther, Türklerle ilgili iki küçük kitap daha yazmıştır: Türklere Karşı Savaş (1528) ve Türklere Karşı Duaya Çağrı (1541). Bu kitapçıklardan anlaşıldığına göre Luther, Türklere karşı açılan kutsal savaşa değil, bu savaşın Hıristiyanlık adına Kilise tarafından yürütülmesine karşı çıkmıştır. Luther'e göre, kafirlerle savaş, kilisenin (Papa'nın) değil krallarla devletlerin görevi olmalıdır. Kilise savaşı değil, sevgiyi yaymalı, barışı yönetmelidir.
96. İslam, Muhammet ve Kuran-ı Kerim ile ilgili söylentilerin kaynağı Bizans'tır. İslam'ın yayılma döneminde, Bizans'ta oluşan İslam karşıtı inançlar, Ortaçağ Avrupa'sına ulaşmış, burada işlenip geliştirilerek Türk imgesiyle bütünleştirilmiş, "Düşman Türk" imgesinin ana kaynağını oluşturmuştur.
97. Kimse Türkler gibi, güzel rahat, yayılıp gevşemiş olarak, ilik ve kemiğiyle, ruhu ve bedeniyle oturamaz; otursa da keyfini çıkaramaz. Oturmak, Türk insanının özgün niteliğidir. Bedeninin her hücresi, yüzünün çizgileriyle oturur. Sanki hiç kalkmamış ya da kalkmayacakmış gibi. Bu sanatı, Topkapı Sarayındaki Sultanlardan öğrenmiştir sanki.
Başkalarını, evine, ofisine, odasına, okuluna, kahvesine, bahçesine oturmaya çağırır. Gelmeyene gücenir. Oturmayan konuğun ziyaretini saymaz. Oturanlar da birbirini oturmaya davet ederler. Resmi toplantılara oturum ederler. Oturumlara ad ve sayı verirler. En ciddi konuşmalar bir köşeye çekilip oturarak yapılır. Üç-beş hal hatırdan sonra, oturanlar genizlerini temizler, derin bir sessizliğe gömülür oturmaya devam ederler. Ayağa kalkmak, ayaklanmak, yürümek, otoriteye karşı gelmek ya da baş kaldırmakla eşittir sanki. Özetle, oturmak, Türk kültürünün kendine özgü niteliği, kimliğidir.
98. Amerikalı Frey'in (1966), "Türk Köyü Araştırması"ndan sonra yayımladığı "Bölgesel Farklılıklar Raporu'nda, şu çarpıcı değerlendirmeye yer verilmektedir.
Genel sonuç olarak, özetle denebilir ki, Türkiye'nin herhangi bir yerinden başka bir yöresine gidildiğinde, yalnız, topografya, iklim koşulları ve ekonomik gelişmişlik düzeyleri değil, fakat psikolojik ortam, kişilik yapıları ile seçimleri de değişiyor.
99. Çağdaş Türk kişiliği ve kimliğinin incelenmesi açısından en ilginç çabalardan birisi, Dundes, Leach ve Özkök'ün "Türk oğlan çocuklarının kafiyeli ağız dalaşı" konulu araştırması olmuştur. Hemen herkesin bildiği, fakat nedense, yerli-yabancı hiç kimsenin o günlere değin üzerinde ciddi olarak durmadığı "küfür edebiyatımızı" gündeme getiriyordu. Ortadoğu ile Balkan ülkelerinde küfürleriyle ünlü Türklerin küfür eğitimi, ergenlik öncesi 8-14 yaşları arasındaki erkek çocukların "kafiyeli ağız dalaşı" olarak başlıyor; hayat boyu bir eğitime dönüşüyordu. Kuşkusuz, her yerde her zaman küfür vardı; ama Türkçe'deki kadar zengin, gelişmişi, sunturlusu, neredeyse yüksek bir güzel sanat düzeyine erişmiş küfür edebiyatı yoktu. Araştırmacılar işte bu ilginç kültür hazinesini folklor (halkbilim) konusu olarak inceliyor, fakat açıklamada zorlanıyordu. Sonuç olarak bazı denenceler (ipotezler) üzerinde duruyorlardı. Kafiyeli ağız dalaşı:
· Kadın-erkek cinslerinin ayrı yaşamasından doğan cinsel açlık ve doyumsuzluğun dile getirilmesi;
· Ailenin şeref ve namusunu üstlenmeye hazırlanan erkek çocukların bir an önce erkek olma çabalarının dışa vurulması;
· Çocuklarının sünnet edilmesine (kesilmesine) razı olan sevgili analara ve kadınlara duyulan tepkinin ifadesi;
· Sünnet sırasında cinsel uzvun tümüyle kesilmediğini gösterme ya da erkekliğini kanıtlama çabası;
· Buyurgan devlet ile katmanlaşmış toplumun baskıları karşısında eğilerek kul-köle durumuna düşürülen erkeklerin, birbirleriyle oynadığı "ben senden daha erkek bir erkeğim" oyunu olabilirdi.
100. Türk imgesi sürekli dalgalanmalar geçirmiştir. Demokrasiye geçiş ve Kore savaşı ile düzelir gibi olmuşken, Afyon ekimi ve Kıbrıs (1974) müdahalesi ile yeniden bozuldu. Batı'daki etnik azınlıklar (Ermenilerle Yunanlılar) bu tür olayları Türkiye'ye karşı kullandılar. Ermeni soykırımı küllenirken, Kürt ayrılıkçılığı geldi gündeme. Eğer, bir mucize ile ülkenin, enflasyon, terör, Kıbrıs, Kürt sorunları bugünden yarına çözümlenmiş olsaydı, kuşkusuz, olumsuz Türk imgesi de değişir, düzelirdi. Ne var ki böyle mucizeler olmuyor. Yavaş fakat sürekli, kararlı çözümler aramaktan başka yol yok önümüzde. Olumsuz Türk imgeleri belli başlı köklerden besleniyor:
· Birincisi, Müslümanların Hıristiyanlığı kabul etmediği gibi reddettiği inancıdır. Bu yaygın inanç Avrupa'daki uluslaşma dönemiyle yeniden canlanan Hıristiyan akımlarca da beslenmiştir.
· İkincisi, Batı'nın ve Avrupa'nın teknoloji ve ekonomisiyle Dünya'ya egemen olmasından sonra gelişen üstünlük duygusudur. Bu duygu, Batı'nın Doğu ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilerken, Doğulu Türkler de bu sağlıksız gelişmeden kendi paylarına düşeni almışlardır.
· Üçüncüsü, XIX. yy'da Osmanlı egemenliği altında yaşayan azınlıklarda ortaya çıkan milliyetçilik akımlarıyla ulusal bağımsızlık savaşlarının yarattığı Türk imgesidir. Yunanlılar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar, Ermeniler, Arnavutlar, Araplar birbirlerinden özenip özerklik ya da bağımsızlık istediler. Avrupalı ülkeler milliyetçi bağımsızlık hareketlerini çoğu zaman sempatiyle karşıladıkları gibi fiilen desteklediler de -Türklerinki hariç. Bütün milliyetçi hareketler Türklere karşı olduğu için, hareketleri destekleyen Batılılar, Türk yönetimine karşı tavır almış; Türkleri özgürlük düşmanı gibi görmüş ya da göstermişlerdir.
· Dördüncüsü, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nda Almanların yanında yer almasıdır. Fransızlarla İngilizler, Osmanlı ile onu izleyen Türk Bağımsızlık Savaşı'nı düşman ve Barbar olarak görmüşlerdir.
101. Davison'un dört ana nedenine yenileri eklenebilir, kuşkusuz. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen Milli Kurtuluş Savaşı'nda, Türk Ordusu görünürde Yunan Ordusu ile savaştı. Aslında Britanya İmparatorluğu'na, bir anlamda bütün Batı'ya karşı savaştı. Batı Dünyası, Türk Milliyetçilik hareketinin başarıya ulaşmasını önleyememiş, yenik düştüğü Türkleri de bu yüzden bağışlayamamıştır. Batı Dünyası, savaştığı Almanya ile Japonya'yı bile bağışladığı halde, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız kalışını anlamamıştır.
Osmanlı Devleti'ni savaşta yenip Sevres'de parçalayarak, "Doğu sorunu"nu çözümlediğine inanan Batı'nın, zafer sevinci yıkıntının içinden yükselen Kemalist Türkiye ya da dirilen Türk varlığı karşısında kursağında kalmıştır. Türk düşmanlığının ana nedenlerinden biri, Batı'nın yok etmeye çabaladığı Türk varlığının dirilmiş, var kalmış olmasıdır.
Ancak çoğulcu Batı'nın Türkiye'ye karşı tutumu aynı değildir. Çoğunlukla Türkiye'ye karşıdırlar; ama farklı nedenler ve gerekçelerle:
· Laik Batı, Papayı öldürmeye teşebbüs eden İslam fanatizmine ya da sağcı komplosuna karşıdır.
· Liberal Batı, Türk askeri gücünden, görüntüsünden çekinmektedir.
· Hıristiyan Batı, Türklerin, İslam Köktenciliği akımına katılmasından korkmaktadır.
· Demokrat Batı, Türk demokrasisinin ekonomik geleceğinden kuşku duymaktadır.
· Akılcı ve Pragmatik Batı, "Müthiş Türklerle"le ortaklık kurmaktansa, Türkiye'yi Ortadoğu'daki çıkarlarını savunan bir taşeron olarak görmek istemektedir.
102. Türklerin Dünya'daki imgeleriyle ilgili bu bölüm, tarihçi Cahen'in şu tarafsız gözlemiyle özetlenebilir:
Osmanlı İmparatorluğu, Hıristiyan Batı Dünyası ile uzun yüzyıllar boyunca savaş halinde bulunduğu için Türk'e ait her şey, önceden ve tartışmasız olarak "geri, kötü, sorumlu ve despotik" olarak suçlanmış ve yargılanmıştır.
103. Göçebe Oğuz Boyları, toprağa yerleşip Anadolulu oldular ama Türklüklerini yitirmediler; Anadolu'yu Türkleştirdiler. Anadolu yerlileri ile Türkler günümüze değin süren bir kültürleşme süreci yaşadılar. Türkler ise kendi kurdukları Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarına karşı direnerek varlıklarını korudular. Bu başarıyı sağlarken içte, dış dünyada çifte bir çelişkiyi yaşadılar.
q Türklerin kurduğu devletler, Türkleri kendi varlığına karşı gördü, küçümsedi;
q Dünya ise, kurucusunu küçük gören devletleri "Türk" olarak bildi, adlandırdı.
104. Doğu'da olsun, Batı'da olsun, kültür ya da uygarlığa dayalı varlık görüşü çağımıza egemendir. İslam Dünyası, kültürel birliği, kurtuluşu (selameti) dinde (inançta) aradı; Batı Dünyası bilim ve teknolojide (akılda) buldu. İslam'ın bilime, Batı'nın dine dönüş söylemleri bizim kendimizi aldatmamız, yanılsamamızdır. İslam'ın toplumumuzdaki "milliyetçi" yorumuna göre, kültürün değişmeyen özü dindir. Öyleyse İslam dinimizi koruyabilir, Batı'dan yalnız teknoloji alarak çağdaşlaşabilir; Batı'ya yetişebiliriz, deniyor. Nasıl? Tabii tek örnek Japonların başardığı gibi. Japonlar acaba gerçekten böyle mi yapmışlar?
Bilim ile teknolojinin önemini yadsımayan Attila İLHAN'dan Türk-İslam sentezcilerine değin, kimi aydınlarımız böyle düşünüyor. Japon mucizesinin böyle olup olmadığını Berkes Hoca da sorgulamıştı. Gerçeğin hiç de öyle olmadığını göstermeye çalıştım. Şöyle ki, Japonlar, Batı'dan yalnız bilim ile teknoloji değil kültür de aldılar. Ancak, geleneksel kültürlerini bir yana bırakıp unutmadan; Batı kültürlerini kendi geleneksel kültürleri üzerine, ağacın yeni yaş (cambium) halkaları gibi aşılayıp ekleyerek. Geleneksel kültürlerini korudukları için, Batı kültürünü almamış gibi görünerek Dünya'yı yanıltılar. Eskiyi atmadan yeniyi alıp geliştirmek, Japonların çoğu ada kültürlerine benzemeyen özgün, üstün yeteneğidir. Tarihleri boyunca, Doğu-Batı arasında varkalmış Türklerin, Japonların yaptığını yapması pek de kolay görünmüyor.
Batı'nın teknolojisini alıp kullanabilmek için Batı kültürünü anlamak, bilimini alıp uyarlamak zorunluğu vardır. Teknolojiden yararlanmak -Japonların kanıtladığı gibi- ancak onu üretecek düzeye gelmekle mümkündür. Teknolojiyi üretebilmek için onun dayandığı temel bilimleri almak, bilim yapmak; bilimsel bilgiyi yaratan akılcı dünya görüşünü topluma egemen kılmak zorunludur. Kültürsüz teknoloji taklitçilik olur ki onunla ancak yeni sömürgeciliğe gidilir. Çağdaşlık, teknolojiyi kullanmak değil, üretmektir. Eğer toplum teknolojiyi üretemezse, teknoloji insanları kullanmaya başlar ki, çağımızda "kültürel geri kalma", "kültür emperyalizmi," ya da "kültür boşluğu" adı verilen olgu budur.
105. Küçük ya da büyük, devletin ekonomiyi gözetim altında tutabilmesi için, ülkenin ekonomik varlığını bilmesi gerekir. Çağdaş devletin dağıtım ya da yeniden dağıtım politikaları, ülkenin ekonomik varlığını bilmekle başarılı olabilir. Bu varlığı öğrenmenin güvenilir aracı tapu-kadastro'dur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkenin yarısının tapu kadastrosuna sahip değildir. Harita Mühendisleri Odası, yapılmış kadastronun da tam güvenilir (doğru) olmadığı görüşündedir.
106. Çağdaş kültürlerin övünecek kurumlarından biri, pazarlarının zenginliği kadar ulusallığıdır. Yöresel çarşılarımızı uluslar arası pazarlara açarken, ulusallığımızı yitirmemeye dikkat etmeliyiz.
107. Nüfus büyüklüğü değilse bile nüfus artış hızı, ülkemizin güncelliğini koruyan sorunlarından biridir. Artış hızının başlatıcı nedeni -sanıldığı gibi- yüksek doğum değil, kısa sürede düşürülmüş ölüm hızıdır. Ancak şimdi, doğum hızının da düşürülmesi gerekiyor. 1930'lu yıllarda 35 yıllık ömür beklentisine sahip görünen Türk toplumunda iki kuşak insan yaşarken, bugün 65 yıllık ömür beklentisiyle üç-dört kuşak birlikte yaşıyor.
108. Dünya'nın hiçbir gelişmiş ülkesinde, kalkınma "dengeli" olamamıştır. Yavaş ya da hızlı, planlı-plansız her türlü değişme dengesizliklere yol açar. Bozulan dengeler kolay kolay kurulamaz. Umutsuzluğa ya da karamsarlığa kapılmayalım.
109. Batı dünyasının 6-7 yy'da geldiği düzeye, 6-7 ONYIL'da varmayı amaçlayan Türk toplumunun çağdaşlaşma çabasındaki başarıları ile aldığı yol asla küçümsenmemelidir. Yeryüzünde, bu kadar köklü bir kültür devrimini deneyip da hala ayakta kalabilmiş toplumların sayısı yüksek değildir. Sorun, geçmişteki çabaların yeterliği / yetmezliği değil; nasıl hızlandırılacağıdır. Çağdaşlaşma, kuşkusuz, devletin aydın kadrolar aracılığı ile tepeden uyguladığı bir politikaydı. (Tarihte, tabandan gelen kültür devrimi asla görülmemiştir.) Ancak son yıllarda, toplumun kazandığı değişmenin ivmesi, siyasi kadroları geride bırakmaya başlamıştır. Devlet ile politik kadroların çağdaşlaşma sürecinde toplumsal süreçlerin gerisinde kaldığı yolunda yaygın bir ortak kanı (consensus) oluşmaktadır. Eğer bu tanı geçerliyse, yapısal sorunların çözümü, toplumun hızlı kalkınmasından çok, kamu hizmetlerinin yeniden örgütlenmesi süreci olarak ele alınabilir.
110. Çağımızın sorunu özgürlüktür. Politik özgürlüklere baskı dini tepkilere, dine inançlara baskı ise politik tepkilere yol açıyor. Demokratik yönetim bu iki büyük gücü dengede tutma sanatıdır. Oy almak için verilen ödünler, huzur ve güven için yapılan baskılar daha büyük, çözümsüz sorunlarla karşı karşıya bırakıyor toplumları. Sovyetler Birliği'nin yıkılıp dağılmasından alınacak dersler vardır.
111. Eğitimde her şeyi öğretmek yerine az sayıda, seçilmiş konuları çok iyi öğreterek, öğrenmeyi öğretmek yolu izlenmelidir. Milli Eğitimimizde eksikliği duyulan felsefe, bilgi yetmezliğinden, ya da bilimsizlikten kaynaklanmaktadır. Çağdaş (bilimsel) felsefe, ancak bilim yapılan ortamlarda ve kurumlarda gelişebilir. Eğer gerçekten felsefeye gerekseme duyuluyorsa, bilim eğitimine, bilimsel bilgi üretimine öncelik verilmelidir. Bilim -üzerinde konuşarak değil-yaparak üretilir. Kimlik sorunu, tarih veya tarih bilinci sorunu olarak kabul edilebilirse, kimlik sorunlarımızı çözecek olan tarih, ideolojik ya da resmi tarih değil, sosyal-kültürel tarihtir.
112. Spor kulüplerinin taraftarları üzerinde ciddi araştırmalar yapılsa, insanları belli kulüplere çeken temel etmenin, renk beğenisi'nden çok, başarı tutkusu olduğu gerçeği ortaya çıkabilirdi sanırım.
113. Kişilik yapımız, kimliğimizi; kimliğimiz de, dünyadaki imgelerimizi etkilediğine göre, acaba ulusal sorunlarımızın çözümüne, davranışlarımızı programlayan, dünyaya bakış açımızı belirleyen ulusal kişiliğimizden başlayabilir miyiz? Başka deyişle, buyurgan eğilimdeki kişilik yapımızı yumuşatıp demokratikleştirebilir miyiz?
114. Ulusal kimliklerimizi kolay kolay bire indirgeyemediğimize göre, acaba, çoğa, çoğula ve çeşitliliğe karşı daha hoşgörülü davranabilir miyiz? Bu sorun'un çözümü demokraside bulunabilir. Demokrasimizin temel sorunu ise, kanımca-sanımca, yoksulluk değil buyurganlıktır. Daha demokratik olmayı içtenlikle istiyor olabiliriz; ama demokrat bir kişilik yapısına sahip değiliz. Zorlandığımız her yerde sorunu kaba kuvvet, şiddet ve ceza ile çözümlemeyi yeğliyoruz.
115. "Kültürün kökü bunalım"dır. Silahlı kuvvetlerimiz birkaç kez denedi, başarılı olamadı. Nedeni, şiddetin azlığı değil belki çokluğu idi. Şiddet, Devlet terörü olarak sonuçlandı. Eğitim felsefecisi Ertürk'ün söylediği gibi "İtaat ekenler isyan biçerler." Temel kişilik yapısını yumuşatmak gerekiyor. Kültür sorunlarının çözümü yine kültürel süreçlerde bulunmalıdır. Sert kişilikli ana babaların çocuklarını, aile ortamında, okul öncesi dönemde daha demokratik (çoğulcu ve hoşgörülü) yaklaşımla eğitmeyi başarırsak, giderek öğretmenlerin, yöneticilerin ve politikacıların, uzman kişilerle özel danışmanların kişilik yapılarının yumuşaması gerçekleşebilir.
116. Özetle, kimlik sorununun çözümü, toplum ile birey arasındaki karşılıklı ilişkilerin, güven ve övünç içinde yürümesine bağlı görünmektedir. Bu duyguyu sağlamanın yolu kuşkusuz milli eğitimdir; ama ulusal birlik ile bir-örnekliği birbirinden ayırabilen bir milli eğitim.
117.
Yaşayan Ahilik
Sevgi göster herkese ha! Selamdan kaçınma sakın.
İnsanları ayırma ha! Hepsine adil ver hakkın.
Niyetin iyi olsun ha! Her şeyin gerçeğini söyle.
Hayırlı'dan ayrılma ha! İyi anlaş herkes ile.
Etrafına dostluk saç ha! Eser kalır sen gidersen.
İyi belle, unutma ha! Önce hizmet sonra sen'sin.
Babadağ Çarşı Kapısı'nda yazıt--Denizli
KRONOLOJİK TARİH
MÖ 8500 TARIM DEVRİMİ
MÖ 4500 BAKIR ÇAĞI
MÖ 2750 BEYAZ IRKLARIN BEŞİĞİ
MÖ 2250 YAZININ BULUNMASI
MÖ 1300 OKUR-YAZARLIĞIN YAYILMASI
MÖ 1300 HİTİTLER:TUNÇ ÇAĞI
MÖ 1000 KÜÇÜK ASYA'DA DEMİR ÇAĞI
MÖ 825 ALFABELERİN ÇEŞİTLENMESİ
MÖ 560 LİDYA, BABİL VE MEDLER
MÖ 480 DARA'DAN SONRA ASYA
MÖ 375 ELENLER VE PERSLER
MÖ 323 İSKENDER İMPARATORLUĞU
MÖ 192 BERGAMA VE PONTUS
MÖ 67 ROMA LEJYONLARI
MÖ 44 ROMALILAR VE PERSLER
MS 138 ROMA İMPARATORLUĞU
MS 406 DOĞU ROMA İMPARATORLUĞU
MS 600 DOĞU ROMA-AVAR TÜRK HANLIĞI
MS 737 BİZANS-EMEVİLER-TÜRKLER
MS 771 BİZANS-ABBASİLER VE TÜRKLER
MS 998 BİZANS-EMİRLER-TÜRKLER
MS 1028 BİZANS VE OĞUZLAR
MS 1071 BİZANS VE SELÇUKLU
MS 1092 SELÇUKLU SULTANLIĞI
MS 1130 HAÇLILARDAN SONRA ANADOLU
MS 1230 LATİN-SELÇUKLU-EYYUBİ
MS 1360 OSMANLI BEYLİĞİ
MS 1401 OSMANLI VE TİMURLENK
MS 1430 OSMANLI-BİZANS-BEYLİKLER
MS 1478 OSMANLI-AKKOYUNLU-MEMLÜK