KİTABIN ADI : İNSAN OLMAK
YAZARI : ENGİN GEÇTAN
1. Kalıpları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır.
2. Hasta toplum, bünyesindeki normal bir davranışı normal dışı olarak yorumlayabilen toplumdur. Belirli bir oranda toplum kurallarına uyma, toplu halde yaşamak için gereklidir ve bunun karşıtı tutumlar bireyin kendisi için de zararlı olabilir. Ancak normalliğin temel ölçütlerinden biri, kişinin kendisini iyi hissedebilmesidir. Bu ise yalnızca yaşamın sürdürülmesini değil, insanın dünya içinde kendine özgü bir yer edinebilmesini ve yaşamından doyum sağlayabilmesini de içerir. Buna karşılık, yalnızca toplumun onayına yönelik davranışlar kişiliğin ortadan silinmesine neden olabilir.
3. Bazı insanlar yaşayarak mutluluğa ulaşacakları yerde, mutlu olabilmek için kendi dışlarında bir şeyler olmasını bekler, ya da nasıl mutlu olunacağı konusunda sonu gelmez tartışmaları sürdürürler.
4. İnsan çevresini algılarken seçicidir, yalnızca seçtiklerini görür, diğerleri algı alanının dışında kalır.
5. Değişme, “neden” öyle davrandığımızı görebilmekten çok o davranışı “nasıl” yaptığımızı anında fark edip, aradaki yaşantımızı anlamaya çalışarak gerçekleştirilebilir. Bir insanın bunu tek başına başarabilmesi pek de kolay değildir. Çünkü bu her şeyden önce bir “niyet” ve “kararlılık” sorunudur.
6. İnsanın kendi içinde ürettiği kargaşa dış dünyadaki gerçek tehlikelerden çok daha ürkütücüdür.
7. Günümüzde bile çoğu insan devletin getirdiği yasalardan ve vergilerden pek hoşlanmaz. Yasaların oluşturulmasını ve uygulanmasını gerekli bulur ancak bunların kendisinden çok diğer insanlar için gerekli olduğunu düşünür.
8. En basit düzeydeki toplumların yöneticileri yoktur. İlkel avcılar ancak bir araya geldiklerinde bazı kurallar uygulamışlardır. Belirli bir amaçla bir araya gelerek örgütlenir, işbirliği yapar, sonra da herkes kendi aile gruplarına dönerler.
9. Toplumların belirli bir düzen oluşturmalarında başlıca etken savaşlar olmuştur. Savaşlar sahip olma dürtüsüyle birlikte başlamıştır. İlk savaşlar avcı kabilelerin tarımla uğraşan gruplara saldırması biçiminde görülmüştür. Savaşlar giderek liderlerin, önderlerin, yöneticilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Önceleri sadece savaş zamanlarında gruplara önderlik edenler, gruplar büyüdükçe, barış zamanlarında da liderliğe devam etmek ve otoriteyi temsil etmek durumunda kalmışlardır. Önceleri bunlar din adamları ve büyücülerdi. Sonunda krallık bir devlet yönetimi olarak benimsendiğinde, savaş ve barış dönemlerindeki lider kimlikleri kralın kişiliğinde bütünleşti.
10. İnsan doğası zora ve baskıya karşı inatla direnme eğilimindedir. Bu nedenle, barış dönemlerinde de toplumları yönetme sanatı gelişmiş, devlet gücünün dolaylı ve hissettirilmeden uygulanabileceği çeşitli üst yapı kurumları oluşturulmuştur. Bunlar arasında aile, okul ve dinsel kurumlar sayılabilir.
11. Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimidir. Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişmiştir. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi de gelişmiş, çalınacak şeylerin de sayısı artmıştır. İlkel insanlarda mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar.
12. İlkel insan acımasızdı. Kendini koruyabilmek için öyle olmak zorundaydı. Ama diğer insanlara acı vermekten zevk alma eğilimi savaşlarla birlikte gelişmiştir. (İnsanın insana işkence etmesi ise tek tanrılı dinlerle birlikte başlamıştır. n.a.) başlangıçta bu yalnızca savaşta yaşanan bir duyguydu ve kabile içinde saldırgan davranışlara rastlanmazdı. Ne var ki, savaşta öldürmeyi öğrenen insan bunu barışta da uygulamaya başladı. Giderek anlaşmazlıklar da taraflardan birinin ortadan kaldırılmasıyla çözümlendi. O zamanlar yasa ve mahkeme yoktu. Buna karşılık köy halkı, üyelerinden birinin davranışı hakkında görüş ve yargılarını açıkça dile getirebilirdi.
13. Önceleri yargı organı olan grup lideri aynı zamanda yasama organı oldu. Törelerden kaynaklanan yasalarla devleti kendi düzenini korumak üzere geliştirdiği yasalar bütünleşti. Bu nedenle bir toplumun yasaları onun geçmişini yansıtır. İlkel toplumlarda cezalar daha acımasızdır. Çünkü yeterince yapısallaşmamışlardır ve bundan ötürü de güvensizdirler. Bir toplum oturdukça cezalar da hafifler.
14. Töreler olmadan uygarlık da olmaz.
15. Her toplumsal grupta o grubun kültürünü, bir kuşağın sonraki kuşağa sistemli bir biçimde öğretmesi sonucu, grup üyeleri ortak özellikler geliştirirler ve böylece o grubun temel kişilik tipleri oluşur. Bir grubun genç üyelerinin eğitimi ne kadar yoğun ve tek yönlü olursa, üyeler de o ölçüde benzerlik gösterir ve bireysel farklılıklar azalır.
Böylece sınırlı ve değişmez görüşleri olan bir toplum oluşur. Doğa toplumları bireyin özgürlüğünü sınırlar ama karşılığında ona, dünyanın gerçekte nasıl olduğu, kendisinin nasıl bir insan olduğu, kendisini ve dünyasını ne kadar değiştirebileceğini, doğru ve yanlış ya da iyi ve kötünün ne olduğu konularında oldukça kesin tanımlanmış bir varsayımlar sistemi sağlar.
Dolayısıyla birey, hangi olay karşısında nasıl davranması gerektiğini önceden bilebilir. Üstelik gelenek ve töreler, getirdikleri katı kuralların yanı sıra bazı gerilim boşaltma yöntemleri de sağlar. İlkel toplumlarda bu, dinsel ayinler sırasındaki dans, vecde gelme gibi durumlarda gerçekleştirilir. Daha gelişmiş geleneksel toplumlarda ise, kız kaçırma örneğinde olduğu gibi, usulüne uygun yapılmış olması koşuluyla bazı dürtüsel davranışlar hoşgörüyle karşılanabilir. Gelenekler ve töreler insana koruyucu bir ortam sağlar ama onun toplum içinde farklılaşmasını ve kişiliğine yeni boyutlar kazandırmasını da önemli ölçüde kısıtlar.
16. İnsan ekonomik bağımsızlığını kazanıp geleneksel gruplardan çağdaş topluma yaklaştıkça törelerin gücü zayıflamış, buna karşılık onu denetleyen yasaların sayısı çoğalmıştır.
17. Geçiş toplumu denilen grubu oluşturan bu insanlar, önce kentin çevresindeki küçük köy evlerinin benzerlerini kurmakta ve kentin toplumsal yapısı onları yutana dek orada geleneksel yaşantılarını sürdürmekte direnmektedirler. Bir yandan geleneksel yapıyı sürdürmeye çalışırken, diğer yandan kentin içine nüfuz etmeye çalışarak dışlanmışlık duygusundan kurtulmayı istemek, geçiş toplumunun yaşadığı çelişkilerin temelini oluşturmaktadır.
18. Geleneksel toplumlarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve insanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirirler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabilmesine ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına öncelik tanır. Bir başka deyişle, bir insanın gerçek kimliği, yaşadığı olayların ne olduğuna değil, o olayların kişi tarafından nasıl yaşandığına göre belirlenir.
Kendisini geleneksel değerlerle yönetmeye alışagelmiş insanlar birden bundan yoksun bırakılıp kendi varoluş sorumluluğu ile yüzleşmek zorunda kalırsa “kimlik bunalımı” denilen olgunun yaşanması da kaçınılmaz olur. Hızlı toplumsal değişimin oynak koşulları artık insanı çabuk karar almak zorunda bırakmaktadır.
Oysa özgürce seçim yapma konusunda çağdaş dünyanın koşullarına hazırlıklı olmayan kişiler ancak, alışılagelmiş, onaylanacağı önceden belirlenmiş, kurallara uygunluğu saptanmış kararları verebilirler. Bu, bir üst otoritenin (baba, kurum, töre, Tanrı) kararlarını yinelemekten öteye gitmeyen, esneklikten ve yaratıcılıktan yoksun bir olgudur.
Dolayısıyla, alışılagelmişin dışında bir durumla karşılaştıklarında paniğe kapılmaları da doğaldır.
19. Bir insanın kendine güvenmesi çocukluk yıllarında çevresine duyduğu güvenle başlar. Bu duyguyu sonradan, kendiliğinden elde edebilmesi oldukça güçtür.
20. Bebek görünürde sevecen de olsa, annesinin kendisine karşı tutumunun içten ya da zorlama olduğunu kolayca algılar.
21. Bebekte temel güven duygusunun oluşumunu engelleyen en önemli etmenlerden biri de kaygılı annedir. Kaygılı anne aslında yetişkin yaşamının sorumluluklarını üstlenebilecek güce yeterince sahip olmayan biridir. Anneliğe de gereğince hazır değildir. Çoğu kez annesi de kaygılı biridir. Çünkü kaygı bulaşıcı bir duygudur. Aramızda biri paniğe kapıldığında, kısa bir süre için de olsa benzer bir duyguyu biz de yaşarız. Bebek de tek güven kaynağı olan annenin kaygısını kolayca kendi var oluşunun bir parçası haline getirir. İleride sürekli tedirgin ve kolayca telaşa kapılan bir yetişkin olmak üzere.
22. Bebek, döl yatağındayken titreşimlerini algıladığı annenin kalp atışlarını doğduktan sonra da bir süre algılama ihtiyacındadır.
23. İnsanlar vardır, başkalarından sürekli bir şeyler bekler ya da isterler. Aslında bu, bir insanın ihtiyaçlarını kendisinin karşılamasından çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Üstelik onur kırıcıdır da. Ama onlar için önemli olan, diğer bir insanın ya da insanların kendileri için bir şeyler yapmasıdır. Bunun için her şeye katlanırlar. Genellikle bu tutumlarının bilincinde değildirler. Amaçları diğer insanları sömürmek değil, bir şeylerin hazırca kendilerine verilmesidir. Aşırı bağımlıdırlar ve kendi sorumluluklarını başkalarının üstlenmesini beklerler.
24. Orta yaş dönemine ulaştığı halde delikanlı davranışları gösteren, mesleğinde üstün başarı sağladığı halde kişisel ilişkilerinde ilkel tepkiler veren insanlara sıklıkla rastlarız. Bir görüşe göre, bu gibi durumlar belirli bir gelişim döneminde aşırı doyum sağlanması ve çocuğun bu dönemi bırakmak istemeyişi sonucu ortaya çıkıyor.
25. Kendi yetersizlikleri nedeniyle reddedici ya da aşırı koruyucu tutumlar gösteren ana-babaların çocukları ise kendilerine ayrı bir varlık olarak değer verilmediğinden kişiliklerini bütünleştiremezler. Yetişkinliğe ulaştıklarında da çocuklukta doyurulmamış ihtiyaçlarını diğer insanlardan karşılayabilmek için umutsuzca çabalarlar.
26. Anne ya da baba, kendi yaşamında yapmak isteyip de yapamadıklarının umudunu çocuklarıyla sürdürmek isteyebilir. Kimi ise vaktiyle annesi ya da babası ile yaşayamamış olduğu yakınlığı çocuğu ile gerçekleştirebileceği sanısına kapılır ve bu beklentilerini çocuğun yerine getirmesini bekler. Bazı ana-babalar çocuklarına kendi anne ya da babalarının adını vererek bu durumu somutlaştırırlar.
27. Bazen de anne ya da baba kendisine ilişkin bilinçdışı değersizlik duygusunu çocuğa yansıtır ve çocuğun kişiliğinde hoşlanmadığı kendisini görür. Böyle durumlarda genellikle çocukla anne ya da babanın cinsiyeti aynıdır. Yani babanın duyguları oğluna, anneninkiler kızında yaşanır.
28. Görünürdeki nedenler farklı da olsa, anne ya da babanın çocuğu kabul edememesinin temelinde ana-babalığı benimseyebilecekleri bir duygusal olgunluk düzeyine ulaşamamış oldukları gerçeği yatar. Bu ana-babalar, çocuklarında gözlemledikleri sorunlardan yine çocuklarını sorumlu tutarlar. Oysa ana-baba ve çocuk arasındaki sorunların başlangıç noktası her zaman ana-babadır. Yeterli olgunluğa ulaşamamış anne ya da babalar, çocukla baş edememe kaygısını yaşarlar.
29. Gerçek anne sevgisinden yoksun kalmış kişiler, yetişkin yaşamda genellikle katı ve hırçın olurlar. Dolayısıyla böyle bir insanın dünyasına sıcak annelik duygularını yerleştirebilmek oldukça güçtür.
30. Köklü toplumsal dönüşümlerin birkaç kuşakta tamamlanabilmesinin olanaksızlığı nedeniyle, kırsal kesimde kadının geleneksel yeri gereğince değişmemiştir.
31. Önce ikinci sınıf evlat, daha sonra gelin kimlikleri içinde ezilen kadın, anne olduktan sonra aile içinde giderek güç kazanmaya ve çocukları üzerinde egemenlik kurmaya başlar.
Bu yönden değerlendirdiğimizde toplumumuzda aile yapısının biçimsel olarak babaerkil ama gerçekte üstü kapalı bir anaerkil yapıya sahi olduğu bile söylenebilir.
32. Bazı kadınlar erkeğin otoritesini kabul eder, ancak içinde bu duruma karşı kızgınlık ve öfke vardır. Anne ezikliğini bir “mağdur kahraman” rolüne dönüştürebilir ve çocuklarını tümden kendi yanına çekebilir böyle bir anne, ezikliğini kızlarına aşılayabilir ve onlara erkekleri kötü tanıtmaya çalışabilir. Erkeklere duyduğu kızgınlığı ise oğulları üzerinde egemenlik kurarak ödünleyebilir.
33. Çocuğun kendine olan güveni anne babasına olan güveninden kaynaklanır ve gelişir. Çocuk anne babasını güçlü olup olmadıkları konusunda sürekli dener. Onları zayıf bulduğu alanlarda çileden çıkaracak davranışlarda bulunur.
34. Çoğu anne baba çocuğuyla baş edememekten yakınırken otorite ve çocuk rollerinin yer değiştirdiğini ve bunun da kendi yetersizliğinden kaynaklandığını göremez. Gerçekte çocuk kazandığı bu zaferden dolayı mutlu değildir. Anne ya da babasının güçsüzlüğüne tanık olmak, çocuğun onlara, dolayısıyla kendine olan güven duygusunun sarsılmasına neden olur.
35. Tutucu kişi, yapmak istediği ama yaparsa suçlanacağı davranışları başkalarında gördüğünde onlar eleştirerek ya da engelleyerek kendi isteklerini ketlemeye çalışır.
36. Anne babanın çocuğun davranışlarına karşı birbirinden farklı tepkiler göstermeleri de olumsuz sonuçlar doğurur. Çocuk, ana-babasını bir bütün olarak görme ihtiyacındadır. Bu nedenle, çocuğa ilişkin kararlardaki görüş ayrılıklarını onun önünde sergilememek gerekir.
37. Çocuğun cinsel oyunlarını fark eden ana-babanın onu suçüstü yakalamışçasına davranması yaşam boyu sürecek bir suçluluğun yaşanmasına neden olabilir.
38. Çocukluk haklarını gereğince yaşayamamış olan kişi, o dönemde karşılanmamış isteklerini, yetişkinliğe ulaşıp ana-baba olduğunda çocuklarına yöneltmeye başlayabilir. Bu durumda ise ana-baba ve çocuk rolleri yer değiştirir. Çocuk, ana-babasının çocuksu isteklerini karşılamak durumunda kalır.
39. Çocuğa kusur bularak olumsuz duygularına gerekçe arayan anne ya da baba, çocuğu kusursuz bir varlık durumuna getirerek onu benimsemeyi umar ve bu yolda çaba gösterir. Maskelenmiş red, bazen koruyucu davranışlar biçiminde ortaya çıkabilir. İticiliğin yarattığı bilinçdışı suçluluk duyguları, çocuğun hastalanacağı ya da öleceği ya da kötü alışkanlıklar edineceği korkusuna dönüşebilir. Böyle ana-babalar, çocuklarıyla ne denli ilgilendiklerini kendilerine ve çevrelerine kanıtlamak istercesine bir çaba içindedirler. Öte yandan, aşırı koruma her zaman çocuğun istenmeyişinin bir belirtisi olmayabilir. Özellikle anne ve çocuk ilişkisinde ortaya çıkan bazı koruyucu davranışların gerisinde annenin duygusal yalnızlığı bulunur. Bu gibi anneler, evliliklerinde bulamadıkları doyumu çocuklarında ararlar. Bazı ana-babalar ise karşı cinsten olan çocuklarına bir sevgiliye gösterilen davranışları andıran tutumlar gösterebilirler.
40. Aşırı hoşgörü ve disiplin noksanlığı çocukta bencil ve topluma karşıt davranışlarla sonuçlanır. Katı bir disiplin ise ana-babaya karşı korku ve öfke yaşanması, girişim noksanlığı ve insanlara dostça yaklaşamama gibi zararlı sonuçlar doğurabilir.
41. Ana-babadan korkmak olgunlaşmamış olmanın bir göstergesidir.
42. İnsanlardan korkmak, kızgınlık ve bu kızgınlığın yarattığı düşmanca duyguların dıştan fark edilmesi tehlikesinin doğal bir sonucudur. Ne var ki, tehlike kişinin kendi içinden değil de dıştan gelecekmişçesine algılanır. Dolayısıyla, diğer insanlardan olumsuz davranışlar geleceğini düşünen kişi, aslında kendi olumsuz duygularından korktuğunu göremez.
43. Bir insandan ya da bazı insanlardan korkmak gerçekçi nedenlere bağlı olabilir. Ancak burada sözü edilen korku, yaygın bir duygudur ve bir insan için hiç önem taşımayan ya da hiç tanımadığı insanları da kapsamına alır. Suçluluk ve değersizlik duyguları ise yalnızken de yaşanır ve bu duygulara “kimse beni istemiyor” düşüncesi eşlik eder. Bu düşünceyi doğrulayacak kanıtlar aranır ve bulunur da. Kanıtlar bazen insanı kendisinde aranır ve kişi kendi davranışlarını sürekli gözlemleyerek, ya yaptığı önemsiz hataları abartır ya da hatalı olarak nitelendirilmeyecek davranışlarını da olumsuz bir biçimde değerlendirir. Bu durumda düşmanca duygular insanın kendisine yönelmiştir ve kişi kendisini sürekli suçlar.
44. Kimi insanda ise bu duygular dışa yansıtılır ve kişi diğer insanların olağan davranışlarını yanlış yorumlayarak, onların kendisini eleştirmekte ya da suçlamakta olduğuna ilişkin gerçekte var olmayan kanıtlar yaratır. Bir insanın kendisinde var olan düşmanca eğilimleri başkalarına mal etmesi biçiminde yaşanan bu duyguya alınganlık denir.
45. İnsanları sevebilmek onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirebilmeyi gerektirir.
46. Çocukluk yaşantılarında özerk bir varlık olmaktan engellenen kişiler bu durumun yarattığı düşmanca eğilimleri çeşitli tepki biçimleriyle yansıtır.
47. Kızgınlık yaşadığımız kişi, yitirmekten korktuğumuz ya da bizi sevmesini istediğimiz biriyse bu duygunun bastırılma olasılığı daha fazladır. Bazen böyle durumlarda bastırılan kızgınlık, bileşik kaplar yasası uyarınca, nasıl olsa yitirmeyeceğimiz kişilere yöneltilir: Örneğin dış ilişkilerinde kızgınlığını bastıran kişi, tepkilerini aile üyelerine yöneltebilir. Bu nedenle dostluk ilişkilerinde sevecen ve yumuşak başlı olmasına karşın evinde hiddetli ve hırçın olan kişilere oldukça sık rastlanır.
48. İnsan kızgın olduğu için diğer insanlardan korkar, insanlardan korktuğu için de onlara kızar. Kızgın insan, “Nasıl olsa beni engelleyecekler ya da reddedecekler!” beklentisi içinde öyle davranışlarda bulunur ki, çoğu kez gerçekten de engellenir. Bu kez “İstenmediğimi zaten biliyordum!” biçiminde yaşanan bu duygu, kızgınlıkları daha da pekiştirir ve böylece bir kısırdöngü oluşur.
49. Düşmanca duygular taşıyan bir insan, bilinçli düzeyde insanlar tarafından kabul edilmeyi isterken, bilinçaltında bunun gerçekleşmemesini ister. İlk bakışta bu çelişki yadırganabilir. Ama düşmanca duygular taşıyan bir insan gerçekten kabul edildiğini fark ettiğinde, “kabul edilmeyeceğimi zaten biliyordum!” senaryosu da geçerliliğini yitireceğinden, düşmanca duygularıyla yüzleşmek zorunda kalır ve bu kez suçluluk duyguları yaşar. Bunu yaşamamak için de kabul edildiği durumları bozmaya ve kendi senaryosunu gerçekleştirmeye çalışır. Bu mekanizma bilinçdışında işlediğinden, ortaya çıkan durumları aslında kendisinin yarattığını fark etmez.
50. Bir insan diğer bir insana aşırı oranda bağımlıysa bu onun kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmakta olduğunu gösterir. Böyle biri diğer insana muhtaç olduğu oranda ona yönelik düşmanca duygular da taşır. Çünkü varoluşunun sorumluluğunu ve kaderini bir başka insana teslim etmiştir. Bu, kendi sorumluluklarını üstlenmiş iki insanın birbirine bağlılığından farklı bir durumdur. Aşırı bağımlı kişi, kendisine yakın insanlara karşı taşıdığı düşmanca duyguların çoğu kez bilincinde değildir. Üstelik bu kişileri sevdiğine de inanır, ama aslında sevmeden sevilmek istemektedir.
51. Dünyada umduğunu bulamadığı sonucuna ulaşan kişi, kendini ortadan kaldırmakla dünyayı cezalandırdığına inanır.
52. Sevilen kişinin yitirilmesi sonucu yaşanan yas, psikolojik onarım mekanizmaları sayesinde yaklaşık iki aylık bir süreden sonra giderek yoğunluğunu yitirir. Ancak, eğer sevilen kişi aşırı bağımlı olduğumuz, bilinçdışı düşmanlık duyguları da taşıdığımız biriyse, bu kez suçluluk duyguları ortaya çıkar ve kendimizi cezalandırma sürecine dönüşür. Böyle bir durum yas süresinin uzamasına, bazı durumlarda yıllarca sürmesine neden olabilir.
53. Toplum içinde güç sahibi olma isteği, içinde yaşadığımız kültürün doğal bir parçasıdır. Ne var ki, bazı kişilerin kazanma çabaları diğer insanları güçsüz bırakma ögesini de taşır. Böyle kişiler güç kazandıkça, çevrelerindeki insanların kendilerinden daha güçsüz olduklarını görmekten gizli bir haz duyarlar. Bazı insanlarda bu mekanizma saygınlık kazanma biçiminde işler ve kişi kazandığı saygınlığı başkalarını küçük görme duygusuyla birlikte yaşar. Oysa, eğer bir insan diğerlerini küçümsüyorsa, aslında küçümsenmekten korkan ve kendisini küçük gören biridir. Başkalarını güçsüz bırakmak için güç kazanma çabasında olan biri ise aslında başkalarına güçsüz görünmekten ya da güçsüz yönleriyle yüzleşmekten korktuğu için böyle bir mekanizma geliştirmiştir. Amaç güç ya da saygınlık kazanmak değil, düşmanca duygulara boşalım sağlamaktır.
Dolayısıyla, kazandıklarının onlara sağladığı doyumu yaşayacakları yerde sürekli tedirgindirler. Suçluluk ve değersizlik duygularından kurtulamaz, yakın ve sıcak ilişkiler kuramadıkları için giderek yalnız kalırlar. Yalnızlıkları düşmanca amaçlarını daha da kamçılayacağından giderek hızlanan bir kısırdöngünün tutsağı olur, istediklerini elde ettikleri halde neden mutsuz olduklarını anlayamazlar.
54. Bazı insanlar ise tam tersi bir mekanizma sonucu, güçsüzlükleri ile çevrelerinde egemenlik kurarlar. Özellikle toplumumuzda “zavallı” ve “mağdur” kişilere karşı geliştirilen tutum bu durumu pekiştirir. Diğer insanların duygularını sömürerek onlara dilediklerini yaptırabilen ve “edilgin saldırgan” olarak nitelendirebileceğimiz bu kişiler geliştirdikleri senaryolarında o kadar ustadırlar ki, çoğu kez bizden ne alıp götürdüklerinin farkına bile varamayız. Böyle bir insandan bazen, “Ne iyidir zavallı!” diye söz ederken, iyi ve zavallı kavramlarına eşanlam vererek nasıl bir oyuna geldiğimizi göremeyiz. Çünkü bileşik kaplar yasası burada da işler ve kişi biryandan kendini ezdirirken, öte yandan bu ezikliğini saldırganca amaçlarla kullanır.
55. Bir grup insan ise kızgınlıklarının ve düşmanca eğilimlerinin bilincindedir. Üstelik bazı insanlar kızgınlıklarını severler bile. Bu duygunun sürekliliğini sağlamak için ipuçları ararlar. Kızgınlığı sevmek ilk bakışta anlamsız bir tanım gibi görülebilir. Ancak, gerçekten bazı insanlar yalnızlıklarını ve boşluklarını gidermede kızgınlık duygusunu uyuşturucu bir madde olarak kullanır ve diğer insanlara karşı yaşadıkları sürekli öfke sayesinde kendileriyle yüzleşmekten kaçınırlar.
56. Aslında, Freud’un da bu konudan dolaylı olarak söz etmiş olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi, besin maddeleri sindirildikten sonra artıkları bağırsağın son bölgesinde birikir ve anüs kasları üzerinde belirli bir basınç oluşturduğunda da dışarı atılır. Dışkının atılması rahatsızlığa son verir ve bir ferahlama duygusu yaratır. Yaşamın ikinci yılında başlayan tuvalet eğitimi döneminde çocuk, anüs bölgesindeki gerilimi gidermekten duyduğu hazzı ertelemeyi öğrenmek zorunda kalır. Freud’a göre, annenin bu dönemdeki tutumu ve dışkılama işlevine karşı duyguları, çocuğun ileride sahip olacağı bazı karakter özelliklerini ve değerleri önemli ölçüde etkiler. Eğer anne katı ve cezalandırıcı bir yöntem uygularsa, çocuk ya korkusundan dışkısını tutar ve kabız olur, ya da kızgınlığını dışa vurur ve dışkısını sıklıkla ve rastgele bırakma alışkanlığı geliştirir.
Aslında dışkılama işlevlerine karşı katı ve cezalandırıcı bir tutum geliştiren annenin bu tutumunu çocuğun diğer davranışlarına karşı da göstermesi doğal bir beklentidir. Bu koşullarda yetişen bir çocuk ya tutucu bir karakter geliştirir ve ileriki yaşamında olumsuz duyguları baskı altında tutan biri olur, ya da tepkici bir karakter geliştirir ve baş kaldırıcı, yıkıcı, kızgınlık nöbetleri ya da eziyet etme eğilimleri gösteren bir kişilik yapısı geliştirir. Aslında dışkı ve kızgınlığın eşanlam taşıması küfür niteliğindeki bazı sözcüklerde de oldukça belirgindir.
57. Dünyaya karşı kızgınlığını ve insanlara yönelik düşmanca eğilimlerini bilinç düzeyinde yaşayan kişi, diğer insanların olumlu yönlerini görmezden gelir, buna karşılık olumsuz yönlerini seçici bir biçimde algılayarak bunlara adeta bir büyüteçle bakar; hatta bazen bir insana onda bulunmayan olumsuz nitelikleri bile atfedebilir. Böylece, insanlara karşı geliştirdiği düşmanca duygulardan ötürü kendini haklı bulmaya ve suçluluk duygularıyla yüzleşmemeye çalışır. Yine de şiddetle savunduğu gerekçelerine karşın olumsuzluğun dışarıdan değil, kendisinden kaynaklandığını arada bir görebilir ve için için yaşadığı suçluluk duygularıyla yüzleşmek durumunda kalabilir. Ama bu dönemler genellikle çok kısa sürer ve o yine bildiği senaryoyu sürdürür.
58. Kimi insan ise sürekli olarak diğer insanları “iğneleyerek” kızgınlık boşaltır. Bu, mizah, şaka, sitem, kinaye, vb. dolaylı yollarla olduğu gibi, bazen de doğrudan acıtmak istercesine söylenen sözlerle gerçekleştirilir.
59. Etkin olamayan bir insan ilişkilerinde rahat olamaz.
60. Her bir insan kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini başlatabilmek için insanın davranış alanını daraltan katı savunma sistemlerini görebilmesi gerekir.
61. İnsan, doğa güçlerine ve bazı hayvan türlerine oranla zayıf bir varlıktır. Bu nedenle, her insanın varoluşunda eksiklik duygusu vardır. Çünkü insan, çocukluk döneminden ötürü, yaşamına “normal” bir çaresizlik içinde başlar. Çocukken, güçlü yetişkinle arasında yaşayan güçsüz bir varlıktır. Sonraki yaşamı boyunca, daha önce kendisine egemen olan insanlar ve doğal güçler üzerinde üstünlük kurmak ve gücünü kanıtlamak için çaba gösterir. Çoğu kez bununla da yetinmez, kusursuz bir varlık olmaya çalışır.
62. Kendisine değer verilmemiş bir insan bir başkasına değer veremez. Bunu sonradan öğrenebilmesi de ancak kendisine değer verebilmeye başladıktan sonra işleyebilen iki yönlü bir süreçtir. Bir başka deyişle, insan kendine değer verebildiği oranda başkalarına da değer verir; diğer insanlara gerçek anlamda değer verdiğini hissettikçe kendisini de değerli bulur. Yoksa bir diğer insanı yücelterek kendimizi küçültmek, ne ona ne de kendimize değer vermektir. Üstelik böyle bir durum, değersizlik duygularının gerisinde yatan düşmanca eğilimlerin ve suçluluk duygularının daha da pekiştirilmesine yardımcı olur.
63. Başkalarını küçümseyen insan, kendisini de küçümseyen, dolayısıyla küçümsenmekten korkan birisidir. Bir başkasının onu küçümsemesi, aslında kendisinin de kendisini küçümsemekte olduğu gerçeği ile yüzleşmesine neden olur.
64. İnsan gerçeklerini tanıyabildiği oranda kendisiyle uzlaşır ve çevresine karşı da daha hoşgörülü olur. Bunu başaramayan biri ise hoşlanmadığı ve kabul etmediği bilinçdışı benliğini diğer insanlara yansıtır, onları eleştirir ve kınar. Bunu yaparken, aslında, tanımadığı gerçek benliğini seyretmekte olduğunun farkında değildir.
65. Kendisini üstün bir varlık olarak algılayan kişi, çevresinden gelen en küçük bir eleştiriye bile katlanamaz. Gerçek benliğiyle yüzleşmesine neden olan durumları dünyanın sonu gelmişçesine yaşar. Bu nedenle gururunu incitebilecek bir durumla karşılaştığında ya da karşılaşmak üzere olduğunu hissettiğinde o durumdan kaçmaya çalışır. Kaçamadığı durumlarda ise değersizlik duygularının gerisindeki düşmanca eğilimler denetiminden çıkar ve gururuna darbe indirenlerden öç almaya çalışır.
66. Benmerkezcilik, çocukluk dönemlerinde sıcak tepkiler vermeyi öğrenememiş olma sonucu oluşan kusurlu bir davranıştır.
67. Kaygı bulaşıcı bir duygudur ve kaygılı insan çoğu kez çevresindeki kişileri de kendi sistemine sokmayı başarır. Ancak bu arada ilginç bir çelişki de yaşanır. Kaygılı insan, kaygılarına katılmayan kişilere karşı bir yandan kızgınlık yaşar ve onları kendisini ciddiye almamakla suçlarken, öte yandan kendisiyle birlikte sürüklenmedikleri için onlara saygı ve güven duyar.
68. Kaygı, kökenini bireyin çocukluk yaşantısından alır. Bu yaşantılar çocuğun ana-babası ve öğretmenleri gibi yetişkinlerin yanı sıra yaşıtlarıyla olan ilişkileri de içerir. Kaygı, çocuğun çevresindeki kaygılı insanların varlığı ile gelişir. Bulaşıcı bir duygu olduğundan, kaygılı ve telaşlı bir annenin bakışları, ses tonu ve genel havası çocuğu etkisi altına alır. Anneden geçen kaygı sonucu çocuk, zihninde yeni bağlantılar kurarak çevresindeki bazı diğer kişiler ve durumlar karşısında da kaygı duymaya başlar ve bunlarda uzak durmayı öğrenir. Reddedici ve küçük düşürücü tutumlar çocuğun kaygılı bir insan olarak gelişmesine katkıda bulunur.
69. Dış dünyadan kötülük beklentisi giderek çocuğun da çevresine karşı düşmanca duygular geliştirmesine neden olur ve bu eğilimleri denetleme güçlükleri, kaygı duygusunun yaşanmasındaki en önemli etmen olarak varlığını sürdürür.
70. Kaygı duygusuna son verebilmek oldukça güçtür. Kaygının bir diğer özelliği de kapsadığı alanın giderek genişlemesidir. Mantığa uymayan bağlantılar kurulması sonucu, çocukluk yaşantılarının izlenimleri yetişkin yaşamda da dış dünyaya yönelik olumsuz genellemelere yol açabilir.
71. Bazen kaygı duygusunun gerisinde, insanın kendisini yetersiz görmesinden kaynaklanan çatışma bulunur.
72. Mide ülseri, bağırsak spazmı, hipertansiyon, astım, bazı deri hastalıkları ve diğer birçok bedensel bozuklukların gerisinde doğrudan yaşanmayan duygular bulunur. Boşalım yolu bulamayan bu gerilimler ve kaygılar organlar aracılığıyla anlatım bulurlar.
73. Bazen insanın iç dünyasından kaynaklanan olumsuz duyguların yarattığı tedirginlik ve kaygı biçim değiştirerek belirli durumlara yönelik panik tepkileri biçiminde yaşanır. Örneğin kimi insan yüksek bir yere çıktığında yoğun bir panik yaşar. Kimi paniğinin nedenini anlayamaz, kimi ise bunun kendini aşağıya atma korkusu olduğunu seçebilir. Böyle bir durumda düşmanca eğilimler kişinin kendine yönelmiş ve bilincinde olmadığı bir ölme isteği geliştirmiştir. Bu isteğin gerisinde suçluluk duyguları ve kendini cezalandırma eğilimi bulunur.
74. Bazen kedi ya da köpek gibi belirli bir hayvanla karşılaşmak yoğun bir paniğin yaşanmasına neden olabilir. Burada düşmanca eğilimler insanın dışında ve kendine yönelik olarak yön değiştirmişlerdir. Kimi insan ise paniği kendi dışında ve başkalarına yönelik olarak yaşayabilir ve hiçbir neden yokken yakınlarından birinin öleceği korkusuna kapılabilir. Bu, insanın özellikle o yakınına karşı düşmanca duygular taşıdığı anlamına gelmez. Daha çok suçluluk duygularıyla ilişkilidir ve bağımlı olduğu bu kişinin sevgi ve desteğinden yoksun bırakılarak cezalandırılma korkularını içerir.
75. İnsanlar vardır, duvardaki tablo biraz çarpık dursa düzeltmeden edemez, otomobillerin plaka numaralarını izler ya da aynı anda birden çok mektubu postaya verirse mektupları yanlış zarflara koyduğu kuşkusuna kapılır. Baskıcı ve cezalandırıcı bir ortamda yetişmiş olan bu tür kişiler gerçek benliklerine o denli yabancılaşmışlardır ki, derinlerde olan kızgınlıklarını ancak bu yoldan denetim altında tutabilirler.
Çarpık duran tablo, o insanın gerçek benliğini ve bu benliğin suçluluk duygusu uyandıran eğilimlerini yansıtır. Tabloyu düzeltmek ise vicdanına, toplum normlarına ve vaktiyle ana-babası tarafından zihnine işlenmiş olan değer yargılarına boyun eğmeyi simgeler. Çarpık duran tablo dışarıya fışkırmak isteyen gerçek benliğini kışkırtıcı bir uyaran olduğundan, kişi farkına vardığı çarpıklığı düzeltmeden rahat edemez. Böyle durumlarda, kişiliğin kuralcı ve yargılayıcı bölümü, içinden geldiğince davranmak isteyen diğer bölümünü sürekli tehdit altında tutar.
76. “O bensiz yapamaz!” sözü aslında “Ben onsuz yapamam!” gerçeğinin saptırılmasından başka bir şey değildir.
77. Yüzyıllar boyu kahır ve üzüntüden doyum sağlamayı bir yaşam biçimi olarak benimseyip bunu türkülerine, şarkılarına ve edebiyatına yansıtmış olan bir toplumun bireylerinin çağdaş dünyanın farklı beklentilerinin kendilerini uyanmaya ve etkin olmaya zorlamasını kızgınlıkla karşılayabilirler.
78. Anlamsızlıktan ve boşluktan bunalan bazı ev kadınları için kumar gün boyunca kullanılan bir uyuşturucu durumuna gelebilir. Gerçek yaşamda kazanılamayan zaferin kumar masasında elde edilebileceği umudu buna eşlik eder. Alkol ya da uyuşturucu madde tutkusu is bu tür durumların uç örnekleridir.
79. Yaşantıya dönüşmemiş bilgi gerçek bilgi değildir.
80. Bilmek uygulamaktır
81. Çocukluk dönemlerinde ya da sürekli yönetilmiş ya da gerekli rehberlikten yoksun bırakılmış kişiler, kendi seçimleriyle değil, tehditle güdülenirler. Burada tehdit sözcüğü ile anlatılmak istenen gerçek bir tehlikenin yaklaşmasından çok, bir insanın yapması gereken işleri son dakikaya bırakması gibi örneklerdir.
82. “Yapamam ki!” gerekçesiyle gerçekleştirmekten kaçındığımız davranışların çoğu aslında yapmak istemediklerimizdir.
83. Yeni doğmuş bebek annesinin ya da onun yerini alan birisinin sıcak ve sevecen yakınlığı ile gelişir. Çocukluk döneminde bunun yerini, diğer insanlarla birlikte etkinliklere katılma, arkadaş edinme ve çevresinden kabul görme ihtiyacı alır. Ergenlik dönemi ve bunu izleyen yetişkinlikte insan, dostluk ve yakın ilişkiler arar. Eğer bebek sıcak bir yakınlıktan yoksun kalır ya da böyle bir beraberlik zamanından önce sona ererse, bu yoksunluğunu düşlerinde yarattığı ilişkilerle gidermeye çalışır.
84. Annenin sıcak yakınlığı, çocuk dış dünyayla ilişkiye geçmeye yeterince hazır olmadan kesilirse (doğumdan itibaren en az üç yıllık bir süredir bu..n.a.) otaya ciddi sorunlar çıkabilir. Böyle bir çocukta sevginin nasıl olsa sürekli olmayacağı önyargısıyla, diğer insanlarla yakınlık kurma korkusu gelişebilir.
85. Bir insanın yalnızlığı, yalnızlığın boşluğuna ve ürkütücülüğüne karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarıyla da anlaşılabilir. Sürekli ve aşırı yemek yeme, anlamsızca ve sürekli bir şeyler satın alma, seçim yapmaksızın art arda film ya da TV seyretme, amaçsızca vitrinleri seyretme bunlar arasında sayılabilir.
86. Bireyin diğer insanlardan ayrı ve tek başına kalması kadar, doğal çevresinden almaya alışageldiği fiziksel uyaranlardan yoksu kalması da davranış bozukluklarına neden olabilir.
87. Tutucu ve değişmez görüşleri olan bazı toplumlarda bir insanın olağan bireyleşme çabaları bile engellenir ya da her şeye karşın bireyleşme sürecini sürdürmekte direnen kişiler toplumdışı kalabilirler. Böyle bir toplum, çağdaş ölçütlere göre sağlıksız bir yapıya sahiptir. Ne var ki, bireylerinin yaratıcı güçlerini eyleme dönüştürmelerine olanak tanımayan bu gibi toplumlar eninde sonunda çalkantılara sahne olur ve yapısal değişikliklere uğrarlar.
88. Yaşamın ilk döneminde anne çocuk ilişkilerinde başlayan ve süregelen aksaklıklar, çocukta “ben” kavramının yanı sıra “o” ya da “onlar” kavramının da gelişmesini engelleyebilir. Bu aksaklıklar, annenin kaygılı ve itici tutumlarında ya da kendi yalnızlığı sonucu çocuğa aşırı bağlanmasından kaynaklanabilir.
89. Böyle bir çocuk yetişkinliğe ulaştığında, ise çevresindeki kişilerin de ihtiyaçları olabileceğini idrak edemeyen, durumları salt kendi ihtiyaçları açısından algılayan, “ben” ve “o” ilişkisi yerine, “ben” ve “o” ilişkisi görüntüsü aslında “ben” ve “ben” ilişkileri kurabilen bir insan olarak yaşamını sürdürür. “Ben” ve “ben” ilişkisi ise maskelenmiş bir yalnızlığın anlatımıdır ve narsizm sözcüğü ile adlandırılır.
90. Aslında başkalarını kıskanan, ama bunun bilincinde olmayan Narsist kişi, onlar kendisini kıskanıyormuşçasına ipuçları bulabilir. Bir insana sevgi duyguları geliştirirse, aslında o kişide kendisine ait özellikleri sever ya da onun kişiliğinde kendisini yaşayarak, kendisine verilmiş olmasını istediği sevgiyi ona vermeye çalışır. Dolayısıyla bir başka insanın kişiliğinde aslında kendisini sever.
91. Narsist insan aslında kendi anne ya da babasının nassisizminin ürünüdür. Bir başka deyişle, vaktiyle anne ya da babası onu kendi uzantısı olarak algılamış olduğu için kendisi de diğer insanları öyle algılar. Bu nedenle kendi boşluğunu bir diğer insanla gidermeye çalışır ve bunun sevgi olduğuna inanır.. Birlikte olduğu insanı vaktiyle anne ya da babasının kendisini sevdiği biçimde sever ki bu o insanı kilit altında kapalı tutmak istercesine yaşanır. Dolayısıyla, Narsist eğilimleri olan insanlar daima birbirlerini bulurlar. Çünkü özerk ve bireyleşmiş bir insan bu ilişkiyi zaten sürdüremez.
92. Narsist insanlar işbirliğini öğrenememiş kişilerdir. Çünkü yalnızca kendi görüşlerinin doğruluğuna inanır ve diğer insanların duygu ve düşüncelerini anlamak için çaba göstermezler.
93. Narsist insan, çalışma yaşamındaki yardımcılarını, eşini ve çocuklarını da kendi varlığının bir uzantısı gibi görür. Dolayısıyla insanlar onun ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür.
94. Narsist insan, evliliğinde ya da diğer karşı cins ilişkilerinde mutsuzdur. Birlikte olduğu kişiyi de mutsuz eder. Bu kişiler dünyalarını gösteriş üzerine kurma eğiliminde olduklarından, eşlerini de ulaşmak istedikleri görkemin aracı olarak algılarlar. Bu tür evliliklerde eşler birbirlerini kendi varlığının uzantısı gibi gördüğünden kıskançlık duyguları da oldukça yoğun ve sık yaşanır ya da eşler evlilikleri içinde yaşadıkları yalnızlığa evlilik dışında çözüm aramaya çalışarak durumun daha da karmaşık hale gelmesine neden olurlar.
95. Kız çocuk olarak dünyaya geldiği için çocukluğunda ikinci sınıf evlatmışçasına davranılan, genç kızlığında erkek kardeşlerine oranla daha fazla baskı altında tutulan bir kadın, evlendikten sonra giderek geçmişteki ezikliğini ödünleyici tutumlar geliştirmeye başlayabilir. Evlendiğinde önceleri kayınvalide egemenliği altına giren kadınlarda bu tutumlar anne olduktan sonra gelişmeye başlar. Bu kadının davranışları geçmişin öfkesiyle güdülendiği için evliliğinde mutlu olma şansı da oldukça azdır. Çünkü bu kez de davranışları bir başka uca gitmiştir. Kocası ya da çocukları üzerinde açık ya da üstü kapalı bir egemenlik kurmaya çalışırken kendi bağımlılık eğilimlerini görmezden gelmiş olmanın yalnızlığını yaşar. Dolayısıyla geçmişteki ezikliğini şimdiki egemenliği ile ödünleme çabaları temeldeki değersizlik duygularını ortadan kaldıramaz. Verdiğinin karşılığını alamadığı sanısında olduğu için açık ya da kapalı olarak çevresini suçlayan, kendisine layık bir kocaya varamamış olduğundan yakınan ve kendi mazoşizmi ile çevresini bunaltan bir kadın görüntüsü ortaya çıkar. Bu kadının bir kızı olduğunda, ona kendi kadınlığına ilişkin değersizlik duygularını aşılayabilir ya da hoşlanmadığı cinsiyetini kendisine anımsattığı için ona karşı itici ve reddedici davranışlar geliştirerek ilgisini erkek evladına yönlendirebilir.
96. Fahişe olmamak için rahibe olmak.
(Erkeklere karşı oluşturulan yoğun sadist-mazoşist eğilimlere sahip kadınların erkekler tarafından zedelenme korkusu ve onların zedeleme isteklerine karşı geliştirilmiş bir mekanizmaya verilen isim.)
97. Sağlıklı olmayan kadın kimliklerinin gerisinde, incinmekten korkan, korunmak ve sevilmek isteyen “küçük bir kız çocuğu” bulunur.
98. Bu tür kadınların çoğu küçük bir kız çocuğu gibi sevilip okşanmayı gerçek bir cinsel beraberliğe yeğlerler. Cinsel ilişki bazen bir erkeğe rüşvet vermekten öte bir anlam taşımayabilir. Esasen böylesi kadınlarda orgazm olma güçlüğü de oldukça yaygındır. Orgazm olma, erkeğe tümden teslim olma ve dolayısıyla yok olma anlamına geldiğinden, bazı kadınlar kendilerini bu doyumdan engelleyerek erkeğe yönelik sadist ve kendilerine yönelik mazoşist eğilimlerine doyum sağlarlar. Bir başka deyişle, orgazm olamamanın gerisinde kendine ve erkeğe yönelik bilinçdışı öfke ve düşmanlık duyguları bulunur. Bu, kadınların sık kullandıkları bilinçdışı öç alma yoludur. Olgunlaşmamış olmanın ve hala ana-baba sevgisi beklemekte olmanın bir belirtisidir.
99. Ortakyaşam ilişkilerine genellikle eşlik eden güçlü bir duygu da kıskançlıktır. Bu duygu çoğu kez kökenini çocukluk yıllarına ilişkin çözümlenememiş kaygılardan (kız çocuğun babasını anneden, erkek çocuğu anneyi babadan kıskanması) almakla birlikte, yetişkin insan için bu olguyu olgunlaşamamış ve cinsel kimliğini yeterince geliştirememiş olmanın bir belirtisi olarak tanımlayabiliriz.
100. Eğer bir erkek ya da kadın bulunduğu her toplulukta birlikte olduğu kişiyi kıskanacak birini buluyorsa, yaşanan duygunun kişisel bir sorunun anlatımı olduğu düşünülebilir. Üstelik kıskançlığa konu olan üçüncü kişi çoğu kez böyle bir duyguya neden olabilecek davranışlarda bulunmayan birisidir. Ne var ki, erkek kendisinden daha güçlü olduğunu varsaydığı bir diğer erkeği, kadın kendisini gölgede bıraktığını sandığı bir diğer kadının varlığından tedirgin olur. Çünkü kendisinde eksik olduğuna inandığı şeylere bu insanın sahip olduğu sanısındadır. Ancak bilinçli düzeyde bunu böyle yaşamaz ve kendi dışında bir ilişkinin başlamakta olduğuna ilişkin ipuçları arar ve sonunda bunları üretir de. Bu öyle acı verici bir duygudur ki, kişiye bir kez egemen olduğunda mantıkdışı davranışların gelişmesine kolayca yol açabilir. Ortakyaşam ilişkisi yaşayan insanların aşırı bağımlılıkları ve kimliklerine ilişkin yetersizlik duyguları göz önünde bulundurulduğunda, yaşanılan terk edilme paniğinin yoğunluğu ya da bir başkasının kendisine yeğlenme olasılığının narsisizmine indirdiği darbenin ağırlığı anlaşılabilir.
101. Arada bir kıskanılmış olmak bazı insanlar için benliği okşayıcı bir etki yaratabilirse de gerçekdışı olayların nedeni olarak sürekli suçlanmak insanı bunaltır ve birlikte olduğu kişiye saygısını yitirmesine neden olur.
102. Kusurlu ana-baba tutumları sonucu bazı insanlar yetişkin yaşam için gerekli davranışları yeterince öğrenemezler. Engellenmiş olmanın yarattığı düşmanlığı denetleme güçlüğü, kişinin diğer insanlar karşısında korku ve değersizlik duygularını yaşamasına neden olur.
103. Bu tanıma giren nevrotik kişiler, tehlikeye karşı aşırı duyarlıdırlar, çok sayıda durumun tehlikeli olarak değerlendirilmesi algılamanın daralmasına neden olur.
104. Nevrotik insan sürekli olarak kendi duyguları, kendi umutları ve kendi sorunlarıyla ilgilidir.
105. Tüm çabası kendi bütünlüğünü korumaya yönelik olduğundan diğer insanlarla ilgilenmez ve onlara verecek pek az şeyi olur.
106. Kimi ise yoğun çaresizlik duyguları içinde düşman gördüğü dış dünyaya karşı kendini korumak amacıyla saldırgan davranışlar geliştirir. Yumuşak duygular baskı altına alınır, sert, kararlı ve katı tutumlar geliştirirler.
107. Sorunlara çözüm bulmak düşüncede belli bir esnekliği gerektirir. Oysa nevrotik kişinin düşünce sistemi katı ve değişmez niteliktedir.
108. Nevrotik kişi davranışlarından kendini sorumlu tutmaz, çevresindeki olayların kendi istemi dışında oluştuğuna ve onlara yön verebilmenin kendi elinde olmadığına inanmıştır. Duygularına suçluluk ve kızgınlık egemendir, sevgiyi fark edebilmede güçlük çeker ve kendini sürekli haklı bulur. Olayları yanlış yorumladığından davranışlarını yönlendirmede sürekli aksaklıklarla karşılaşır.
109. Nevrotik kişi olaylar hakkında derhal yorum yapar. Yeterince veri olmaksızın yaptığı bu yorumların doğru olup olmadığı üzerinde hiç düşünmez örneğin, tanıdığı bir kadın ve erkeği birlikte gördüğünde aralarında bir ilişki olduğu sonucuna ulaşır ve üstelik bunu gerçekmişçesine çevresine aktararak düşmanca eğilimlerine doyum sağlar.
110. Narsizmi sonucu kendi görkemine inanan nevrotik kişi, diğer insanları bu görkeme ulaşamadıkları için küçümser, olduğu biçimiyle dünyayı ya da başka bir deyişle gerçeği eleştirir.
111. İnsan gençken zamanı, kaç yılı geride bıraktığını düşünerek değerlendirir. Kaç yılı kaldığını düşünmeye başladığı andan itibaren de orta yaşa girmiş olur. Organizmanın artık eskimeye başladığını anımsatan sağlık sorunları, çocukların bağımsızlıklarını kazanmaya başlamalarını yarattığı boşluk, bazı yaşıtların erken ölümü, vb. durumlar da göz önünde bulundurulduğunda bu tür bir değişikliği kabul edebilmenin kolay olmadığı anlaşılabilir.
112. Miras düzenlemeleri, gençlere daha çok destek olma çabaları ve hayır yapma girişimlerinin temelinde, geride bir iz bırakma isteği bulunur.
113. İnsanlar vardır, bir eyleme geçmeyi son dakikaya erteler, sonra bir telaş yaşarlar. Kimiyse zamanının denetimi kendi elinde değilmişçesine her yere geç kalır. Böyle insanlar tıpkı çocukken olduğu gibi, baskı ve tehditle güdülenir, zamanlarını özerk bir biçimde kullanamazlar. Üstlerinde bir baskı olmadıkça hareketsiz kalır, başka bir gücün kendilerini eyleme geçirmesini beklerler.
114. Bazı insanlar sahip oldukları şeylerle ya da diğer insanlarla birlikte yaşayacakları yerde onları seyrederler. Kiminin evinde yıllardır kullanılmayan ve vitrinde saklanan fincan ya da tabak takımları bulunur, kimiyse beraberliklerinde diğer insanları yalnızca izler, katılmaz ve katmaz.
115. Dünyada iki türlü insan vardır: Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeler.
116. Özgür insan daha az korkar, onun için sevebilir.
117. Diğer insanların gerçeklerini anlayacağımız yerde, onları dünyada yalnızca kendi gerçeklerimiz varmışçasına yargılamak etkin olabilmemizi engeller ve yalnızlığa yol açar.
118. Eskiden insanlar sessizce acı çekerlerdi. Şimdi ise bunu dile getiriyor ve sorunlarını tartışıyorlar.
119. “Düşmanca ve saldırgan eğilimler taşıyan insanlar bu eğilimlerinden arınabilirler mi?” sorusunun yanıtı bu insanların tümü için olumlu olmayabilir. Çünkü bu bir “niyet” sorunudur ve ilk adım insanın kendi düşmanca eğilimlerini ve saldırgan davranışlarını görebilmesi ve kabul edebilmesiyle gerçekleşir.
120. Düşmanca eğilimlerini tanımaya ve kabul etmeye başlayan insan, davranışlarının kendisi için ne denli zararlı olduğunu görmeye başlar ve bundan rahatsız olur. Çünkü insan haklı olduğunu kolayca kabul eder, ama yanılmış olduğunu kabul etmek benliğe indirilmiş bir darbe olarak yaşanır.
121. Gerçek anlamda sevgi, diğer insanları da kendimiz kadar sevebilmeyi içerir, kendimizden çok ya da kendi yerimize değil. Bir başka deyişle, sevgi, diğer insanların seçimlerini kendi seçimlerimiz gibi sevebildiğimizde gerçekleşir.
122. Toplumların belirli bir dönem içerisinde geçirdiği zorlanmalar, bireyin yıkıcı eğilimlerinin etkinlik kazanmasına neden olabiliyor.
123. Çoğunluğun ortaklaşa kabul edebileceği bir tarihi, yansız bir değerlendirmeyle tanımlayamamış ve özümseyememiş bir toplumun zorlanmalar karşısında bunalıma girmesini de doğal karşılamak gerekir.