KİTABIN ADI: DÜNYA DİNLERİ VE İKTİDAR
YAZARI: PAUL N. SIEGEL
1. Tanrı İsraillilere diğer halklar tarafından işgal edilmiş toprakları ele geçirmelerini emreder ve onlara bu mücadelelerinde yardım edeceğini vaat eder. Musa'ya "Tüm insanlara Ben'im, Rabbin, nelere kadir olduğunu görecekler" diye seslenerek böbürlenir.
2. Rabbinizin miras olarak size verdiği topraklardaki şehirleri fethettiğinizde, herkesi öldürün. (Yasanın tekrarı 20:16)
3. İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt öğretileri ile ilgili olarak; "Tıp henüz ilkel bir aşamada olmasına rağmen, hastalıkları İncil'de olduğu gibi cin çarpması ve tanrının cezası olarak görmemesi onu başlı başına tehlikeli kılıyordu."
4. Galileo'nun teleskop vasıtası ile güneşteki lekelerle ilgili buluşu, tanrının eserini kusurlu gösterdiği için lanetlendi. Teleskopun bu keşfinin öğretilmesi Katolik üniversitelerinde yasaklandı. Kopernik ve Galileo'nun güneş sabit dururken dünyanın onun etrafında döndüğü teorilerini destekleyen eserleri, 1835 yılına kadar Kilisenin kitap endeksinde müminlerin okumasının yasak olduğu kitaplar arasındaydı.
5. Aynı dönemde Luther ve Kalvin de Kopernik hakkında olumsuz fetvalar veriyorlardı.
6. Kan dolaşımının keşfi konusunda Harvey'e yaklaşan tıpçı ve filozof Servetus da Kalvin'in Cenevre'sinde ateşte yakılarak cezalandırıldı. Fikir ayrılıklarını yakarak öldürmenin bir ceza olarak kullanılması meşruiyetini tanrının da cehennem ateşini aynı amaçla kullanıyor olmasından alıyordu.
7. Diyorsunuz ki, doğa bir tanrı olmaksızın hiçbir şekilde açıklanamaz. Bu demektir ki; çok az anlayabildiğiniz bir şeyi açıklamak için, hiç anlamadığınız bir ilk nedene ihtiyaç duyuyorsunuz.
8. Bir inanışın yaygın olması, doğru olduğunu göstermez. Tanrının varlığına ilişkin "içsel sezgi" çocukluktan bu yana insan ırkına aktarılan bir düşüncedir; fakat bilgisini genişletmekte olan insanlık bu sayede çocuksu, akıldışı fantezilerden vazgeçme sürecindedir.
9. Tanrının yokluğunun bir ispatı olmadığına büyük bir ciddiyetle eminiz.. Fevkalade iyi, bilge, adil ve güçlü bir varlığın doğaya hükmettiğine ve hepsine tek sözüyle son verebilecekken budalalık, sefalet, suç ve düzensizlik dolu bir dünyayı yönettiğine inanmaktan daha sağduyuya aykırı hiçbir şey yoktur.
10. Yaşadıkları dehşet hakkında konuşmakta olan Yahudiler, bu tür bir kötülüğün var olmasına izin verdiğine göre bizzat tanrının da kötü olması kanaatine varırlar. Fakat ertesi gün bu küfürleri yüzünden cezalandırılırlar: Gaz odasına gönderilmişlerdir.
11. Kötülüğün daha yüce bir iyiliğe hizmet ettiği düşüncesinin bir versiyonu, bir tür ahlaki imtihan yeri olan dünyamızda kötülükle boğuşarak karakterimizi güçlendirdiğimiz iddiasıdır. Fakat bir bebeğin geri zekalı, deli ya da kör doğması hangi yüce amaca hizmet eder? Bu ıstıraplar, karakter inşasına yardımcı mı olur?
12. Eğer şempanzelerin de ruhu olduğunu kabul edeceksek, ruh atfetmeye canlılar aleminin hangi noktasında son vereceğiz? Amiplerde mi? Bir günlük bebeklerin ruhu ölümden sonra yaşayacaksa, zeka ve hafızaları çok az gelişmiş olduğuna göre nasıl bir bilince sahip olacaklar?
13. İlk Hıristiyanlar mucizeleri öyle canı gönülden kabullendiler ki, sözüm ona putperestler tarafından gerçekleştirilenleri bile reddetmediler.
14. Her egemen, yani üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, kendi çağında hakim olan ve hayata bakışını dışa vuran bir düşünceler sistemi, bir ideoloji inşa eder. Diğer sınıfların farklı çıkarları ve düşünceleri vardır; fakat bu sınıflar devrimcileşene kadar egemen ideolojiyi kabul etme ya da en azından onunla uyumlulaşma eğilimi gösterirler.
15. Dinin kaynağında vahşi insanın açıklayamadığı doğa olayları karşısındaki dehşet ve korkusu vardır. Tüm dinler gündelik yaşamı kontrol eden dış güçlerin insan zihnindeki fantastik yansımalarından başka bir şey değildir.
16. Engels, insan ruhunun ölümsüzlüğü düşüncesinin, uyku esnasında ruhun bedeni terk ettiğini ve rüyada görülen deneyimleri yaşadığını düşünen ilkel toplumlardan geldiğine dikkat çeker. İlkel toplumlar, ruhun ölümden sonra aynı rüyada olduğu gibi bedeni terk edeceğini varsayıyorlardı. O dönemde Engels'in bilmediği ve sonrasında modern antropolojinin tespit ettiği üzere, ölüm esnasında bedeni terk eden bu ruhtan -doğaüstü güçleri olduğu düşünülerek- korkuluyordu.
17. Din vahşilikten barbarlığa geçişle birlikte doğdu. nasıl ki üretimdeki gelişmenin daha büyük bir aşamasında Yunan uygarlığının ticari merkezleri felsefenin doğumuna, 17.yüzyıl sanayi toplumu ise modern deneysel bilimin doğumuna tanıklık ettiyse, toplayıcılıktan tarıma geçiş de beraberinde sınıflı toplumu ve üretim dışında kalan rahipleri getirdi. Fakat yeninin ilerlemesi sürerken eski de varlığını sürdürdü. Bilimin gelişmesine rağmen din yaşamaya devam etti ve din de kendi içinde büyünün ögelerini taşımayı sürdürdü.
18. Vahşi insan için doğaüstü güçler tarafından ele geçirildiğine inandığı nesnelere dokunmak tabu iken, Müslümanlar ve Yahudiler domuz eti yemez, Hindular inekleri öldürmez. Bir azizin ya da diğer kutsal karakterlerin ikonu neyse vahşi insanın fetişi de odur.
19. Büyü gibi dinin de kaynağında ,insanlığın doğa üzerindeki kontrolünün yetersizliği yatar.
20. Erken dönem Hıristiyanların binyılcı rüyaları -İsa'nın dirilerek yeryüzüne bin yıl sürecek bir Tanrının Krallığını kuracağı düşüncesi- yüzyıllar boyunca yoksulların ve ezilenlerin mücadelelerine ilham verdi. Bu, Marks'ın "din halkların afyonudur" sözüne yeni bir ışık tutar. Bu ifade genellikle, dinin kitleleri uyuşturarak sefaletlerini katlanılır hale getirdiği ve dolayısıyla onları ayaklanma yetisinden mahrum bıraktığı şeklinde yorumlanır.
21. Dinsel huzursuzluk aynı zamanda gerçek huzursuzluğun ve buna karşı protestonun ifadesidir.
22. Burjuvazinin yükselişini, sanayiyi ileri taşıyan bilimin gelişmesi takip etti; devrimci İngiliz burjuvazisinin dini, 17. yüzyıl Kalvinciliği bilimin yolunu açtı, burjuvazi ve bilim hızla dinin önüne geçti.
23. Teolojik bakışın sekülerleşmesi ile insan hakları dogmanın ve kutsal hakkın, devlet de kilisenin yerini aldı.
24. Bilim ile din arası savaş, 16. ve 17. yüzyıllarda astronomi, 19. yüzyılda jeoloji ve biyoloji cephelerinde yaşandı.
25. Din sadece doğa bilimlerinin taarruzu karşısında değil, Kitab-ı Mukaddes'in dilbilimsel incelemesindeki gelişmeler karşısında da geri çekildi. Araştırmacılar söz konusu metnin İ.Ö. 1200'den başlayıp İ.S. 200'ün ortalarına uzanan 14 yüzyılı aşkın bir sürede kaleme alındığını gösterdi. Musa'ya atfedilen Eski Ahit'in ilk beş kitabı aslında İncil'deki sırayı takip etmeyen bir sırayla farklı zamanlarda farklı kişiler tarafından yazılmıştır. İlk bölümü ikinci bölümünün büyük kısmından birkaç yüzyıl sonra yazılan Yaratılış, en az üç kişinin elinden çıkmadır. Benzer şekilde, İsa'nın müritlerinin tanık olduğu olayları aktardığına inanılan Yeni Ahit de uzun yıllar boyunca biriken sözlü geleneğin derlenmesidir.
26. Tüm eski ahlak teorileri, son tahlilde toplumun o çağda ulaşmış olduğu ekonomik düzeyin ürünüdür.
27. On emir ve Dağdaki Vaazı incelediğimizde, bunların sabit ve kabul edilebilir bir ahlaki dogma inşa etmediklerini görürüz. örneğin tanrının "hiçbir rakibi hoş görmeyeceğini" ilan eden İkinci Emir, "Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım" der. Liberal ilahiyatçılar suçluların torunlarına ve torunlarının çocuklarına dönük bu intikamcılığı bugün insan davranışı için rehber kabul ederler mi? Onuncu Emir, "Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin" der. Burada kölelik ahlaken onaylanmış ve kadınlar birer öküz gibi mal varlığı olarak kabul edilmiştir.
28. Katolikler, Aziz Bartolomeus Yortusu'nda bütün Fransız Protestanları öldürürken dinsel bir görevi ifa ettiklerini düşünüyorlardı. Protestanlar bu noktada öğreti düzeyinde kendilerini ayrıştırsalar da, öldürmeye her zaman karşı olmadılar. Luther, Köylü ayaklanmaları esnasında Alman köylülerine karşı Fransız Katoliklerinin Protestanlara karşı hissettiğine benzer duygular içindeydi. "Eli ayağı tutan herkes tarafından gizlice ya da açıkça, parça parça edilmeleri, gırtlaklanmaları ve bıçaklanmaları gerekir; aynı kudurmuş bir köpeğin öldürülmesi gerektiği gibi!" diye haykırıyordu.
29. Kiliseler "haklı savaş" doktrinine dayanarak, elbette kitlesel kıyımlara her zaman göz yumdular. Tesadüfe bakın ki, her kilise kendi devleti tarafından yapılan savaşları haklı görüyordu.
30. Aslında tanrıdan gelen tebliğler, sadece insan arzularının ve hayallerinin bir ifadesidir.
31. Freud'a göre din, "insanın kendi çaresizliğini tahammül edilebilir kılma ihtiyacından doğmuş olan" ve "kendisinin ve insan ırkının çocukluk döneminin çaresizlik hatıralarından imal edilen bir arzu giderimidir."
32. İnsanlar kendi yarattıkları tanrının karşısında secdeye vararak, kendilerinden ve diğer insanlardan yabancılaşırlar. Tanrının sunduğu bu korunmanın bedeli, kendi bütünlüklerini kaybetmektir. Çocuğun baskın ve kaprisli bir babaya itaati gibi kişinin tanrıya itaati de, buyurgan bir güce bağımlılığın yarattığı güvensizlik duygusunu pekiştirir ve Babaya karşı misilleme korkusuyla birleşik, bastırılmış bir isyankarlığı körükler. İnsanlık ancak bu bağımlılıktan özgürleşirse özgür olabilir.
33. İman, hiçbir kanıtın olmadığı bir şeye, sorgulamaksızın duyulan inançtır.
M U S E V İ L İ K
34. Din insanoğluna gökten inmedi, insanlığın kendi toplumsal gelişimiyle birlikte evrildi.
35. Cinayet ya da kazara adam öldürme gibi olaylar bireye dönük haksızlık olmaktan ziyade, kabileye ve dolayısıyla kabile şefine, yani gücü kendisine inananların sayısıyla orantılı kabile tanrısına karşı işlenmiş bir suç sayılırdı. Zira bu tanrıya inananlardan biri öldürülmüş ve tanrının gücü eksilmiş oluyordu. Böylelikle intikam için insan kurban etmek, yaradana yapılan bir yanlışın bedeline, onun öfkesini yatıştırmak için gerekli bir kısasa dönüşüyordu. Savaş zamanlarında tanrı elinden geleni yapmamışsa ve tüm umut yitirilmişse, eski Samiler bu kanuna başvurur ve zafer kazandıkları takdirde tüm düşmanların hayatlarını ve mülklerini tanrıya kurban edeceklerine ant içerlerdi.
36. Bütün dinler tarafından kullanılan, Büyük Tufan, Cennet ve Babil Kulesi mitleri Babil'lilerden devşirilmiştir.
37. Tanrıların imgelerinin toplumsal hafızada yer etmediği bir toplumun tek tanrı mefhumunu kabullenmesi daha kolaydır.
38. Filistin'deki Yahudiler komşu ülkelerin vaat ettiği koşulları sunmayan dağlık bir bölgede oturuyorlardı. Dolayısıyla bu toplum haydutluk yapmak ile göç etmek arasında bir tercih yapmak durumunda kaldı. Örneğin İskoçlar Yahudilerden farklı olarak her ikisini de bir arada yürütmeyi seçmişlerdir. Ancak Yahudiler, komşularıyla yaşadıkları sayısız mücadeleden sonra ikinci yolu seçtiler. Bu tür koşullar altında yaşayan insanlar yabancı ülkelere çiftçilik yapmaya gitmezler. Tıpkı Antik Çağda Arkadyalıların, Ortaçağ'da İsviçrelilerin ve günümüzde de Arnavutların yaptığı gibi daha ziyade paralı askerlik yapmaya giderler. Ya da Yahudilerde, İskoçlarda ve Ermenilerde görüldüğü gibi tüccarlığı benimserler.
39. Ermeniler de tıpkı yeryüzüne dağılmışlıkları ve becerileri konusunda benzerlik gösterdikleri Yahudiler gibi, en zor koşullar altında dinleri ve ulusal kültürlerine azimle bağlı kalmakla bilinirler.
40. "Yahudi Mucizesinin" bir mucize olmaktan çok, halkların kendi kimliklerini ve dinlerini korudukları sürecin en çarpıcı örneklerinden biri olduğu görülüyor. Marks'ın dediği gibi; "Yahudilik tarihe rağmen değil, tarih sayesinde ayakta kalmıştır." Ticaret ve daha sonra da tefecilik, Yahudiliğin korunmasında aracı olmuş süreçlerdir.
41. Yahudiler nerede bir sınıf oluşturmayı bırakırlarsa, orada hızlıca ahlaki, dini ve dilsel özelliklerini yitirirler ve asimile olurlar.
42. Anti-Semitizm, Roma İmparatorluğu'nda da mevcuttu; ancak nasıl feodal Avrupa'nın kralları onlara kendi toplumları içinde yargılama yetkisi vermek gibi çeşitli özel imtiyazlar tanıdıysa, Roma İmparatorları da onları benzer biçimde korumuşlardır. Bunun nedeni, doğal bir ekonomide toprak sahibi sınıfın ne kadar hakir görse de tüccarlara ihtiyaç duymasıydı.
43. Ortaçağ sonlarında kentlerin büyümesi ve yerli tüccarların güçlenmesi, Yahudilerin ticaretten uzaklaşması sonucunu doğurdu. Yahudiler soylulara ve köylülere kredi sağlayan tefecilere dönüştüler. Krallar onlardan para sızdıradursun, düşmanlığını kazandıkları halkın Yahudilere yönelik öfkesi çeşitli ayaklanmalarda kendini gösterdi. Feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmeye başlaması ve giderek artan para bolluğu sayesinde soylular sınıfı kendini tefeciliğin ellerinden kurtarabildi. Yahudiler de bir ülkeden diğerine sürülmeye başladı.
44. Şurası kesin ki, Yahudi düşmanlığı kendini dinsel biçimde ifade etti. İsa'nın öldürülmesi ile itham edildiler. Ayrıca Hıristiyan çocukları öldürerek, kanlarını Fısıh Bayramında yedikleri mayasız ekmeğin hamuruna karıştırmakla suçlandılar. Alsas'ta 1525 yılında yaşanan köylü ayaklanmasının sloganı "Rahipleri ve Yahudileri gebertelim" di. Avrupa hükümetlerini Yahudi sürgününe sevk eden, işte bu tür ayaklamalardı.
45. Toprağa bağlı köleliğin ortadan kalkması ve kapitalist toprak ilişkilerinin gelişmesi, varlıklı toprak sahiplerinin yatırım fırsatlarına yönelmesine ve dolayısıyla Yahudi tüccar ve orta sınıfın zayıflamasına neden oldu. Bu dönemde Yahudiler giderek pratikle bağları kopan bir grup haline geldi ve süreç içinde ayakkabı tamirciliği, terzilik, anahtarcılık gibi el becerileri isteyen işlere yöneldiler.
46. Avrupalılaşmış Yahudi aydınları kendilerini piyasanın ve sinagogun dışında tuttu. Bu durum "Yahudi olmayan Yahudi" kavramının doğmasına neden oldu. Hahamlarca aforoz edilen Spinoza'yı, Heine, Marks, Rosa Luxemburg, Troçki ve Freud gibi bilim insanlarının aforozu takip etti.
KATOLİKLİK VE PROTESTANLIK
47. Hıristiyanlığın çoğu okuma yazma bilmeyen ilk savunucularının öğretileri, dilden dile aktarılarak yayıldı. Sözlü bir geleneğe dayanan ve kendi sekter kaygıları içinde birbiriyle çekişen yobazlar tarafından yazıya aktarılan İnciller olaylara ilişkin bir tarihsel kayıt olarak güvenilmezdir. Dahası, tekrar ve tekrar, pek çok kez değiştirilmişlerdir. Bu sayısız değişikliğin ardından 4 ncü yüzyılda toplanan İznik Konseyin'de bugün bildiğimiz İnciller (Yuhanna, Luka, Markus, Matta İncilleri) oy çokluğuyla Tanrı'nın kelamı kabul edilmiş, aynı başlığı taşıyan diğer metinler reddedilmiştir.
48. Başlangıçta Hıristiyanlık Yahudilere sesleniyordu ve Yahudilikten kopmamıştı. Süreç içinde yeryüzüne Tanrı'nın Krallığını getirecek devrimci bir Yahudi mesihin dini olmaktan, krallığı bu dünyaya ait olmayan evrensel bir mesihin dini olmaya evrildi. Yahudilikten giderek koptu ve Roma ile barıştı; umudunu yitirmiş proleter kitleleri avutan bir dine dönüştü.
49. Hıristiyanlık, çok eski dönemlerden kalmasına rağmen Roma İmparatorluğunda yaygınlık kazanan İran'ın Mitra kültünden pek çok töreni ödünç almıştır. Mitra rahipleri kendini tanrıya adayanları kutsal su ile vaftiz eder, ekmek ve şarabı ayinlerde kullanır, yılın en kısa günü 21 aralıkta güneşin ölümünden sonra 25 aralıkta yeniden doğumunu kutlar ve güneş tanrının kutsal gün olan pazar günü ayinler yaparlardı. (sunday=güneş günü)
50. Kilisenin mal varlığı ve etkisi arttıkça, iç yapısındaki demokratik ögeler de yok olmaya başladı. Piskoposların gücü arttı ve Roma piskoposu tüm diğerlerinden üstün hale geldi. Kilisenin mülkleri artık Hıristiyan cemaatin ortak mülkü değildi, kapalı bir yapı olan ruhban sınıfına aitti. Sözde hizmet ettiği kitlelerden giderek kopan kilise bürokrasisi tarafından yönetiliyordu. Konstantin'in din değiştirmesi talihli bir tesadüf değil, dinin ihtiyaç duyduğu kudrete sahip olan imparatorlukla uzlaşmasıydı.
51. Aslında Roma'ya karşı proleter bir tehdit olan Hıristiyanlık, tam karşıtına, yani toplumsal düzenin payandasına dönüştü. Kilise köleliğin kaldırılmasına karşı çıktı; her mahalle papazının bir erkek ve bir kadın köle sahibi olma hakkı vardı. Manastırlar çok sayıda köleye sahipti ve kilise Ortaçağ'da köle sahibi olmaya devam etti. Kölelik kilisenin herhangi bir çabasıyla değil, zaman içinde serfliğe dönüşmesine yol açacak toplumsal evrimlerle ortadan kalktı.
52. Tıpkı kölelere olduğu gibi, serflere de Aziz Pavlus'un sözleriyle seslenildi: "Ey köleler, dünyadaki efendilerinizin her sözünü dinleyin, bunu saf yürekle, Rab korkusuyla yapın, Rab Mesih'e kulluk ediyorsunuz."
53. Cinsel perhiz ve rahiplere evlenme yasağı, Papa tarafından ruhban sınıfın mal varlığını kilise içinde tutmak amacıyla 11 nci yüzyılda getirildi; ancak rahiplerin muhalefeti nedeniyle 13 ncü yüzyıla kadar kurumsallaşamadı.
54. Manastır sistemi 4 ncü yüzyılın başlarında, Hıristiyanlığın kentlerden kırsal alanlara yayıldığı ve hala bir ölçüde ortakçı motiflere sahip olduğu bir dönemde ortaya çıktı.
55. Manastırlar güçlenmeye ve zenginleşmeye başlar başlamaz, papazların üretimde çalışmaları yerine serfleri çalıştırmaya başladılar. Aziz Louis döneminde rahipler meclisinin kendi serfleri üzerinde kurduğu baskı o kadar büyüktü ki, Kraliçe Blance onları uyarmak zorunda kaldı. Ancak manastır rahiplerinin buna cevabı serflerini istedikleri gibi aç bırakabilecekleri yönünde oldu.
56. Reform hareketi, yoksulluğun çok derinleşmediği 16 ncı yüzyıl İngiltere'si hariç, Avrupa'nın en fakir ülkelerinde ortaya çıktı. Bu tesadüf değildi. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeler kendi ekonomik gelişmişliklerini Papanın gücü sayesinde sürekli hale getirdiklerinden bir reform hareketine ihtiyaçları yoktu. Bu ülkelerin Katolik olarak kalmaları ruhani geriliklerinden değil ekonomik gelişmişliklerinden kaynaklandı.
57. Matbaanın bulunması ve kitap basımının artması üzerine kilise yasakladığı kitapların bir listesini yayımladı. Bu kilisenin bilginin yayılmasını önlemek için bulduğu mücadele biçimiydi.
58. Bu dönemde Kutsal Kitap'ın ve teoloji çalışmalarının Latince harici bayağı dillerde ifade edilemeyecek çok büyük sırlar içerdiği ilan ediliyor ve böylece kilisenin bu konudaki tekeli korunuyordu.
59. Bu dönemde Ortaçağ Engizisyonu yeniden canlandı. Engizisyon infazları insanların en vazgeçilmez eğlencesi haline geldi. Dinsiz ilan edilen insanları coşkulu kitlelerin gözü önünde canlı canlı yakmaktan çekinmediler. İdamdan önce tövbe edenler, tövbelerinden dönmesinler diye yakılmadan önce boğduruluyor daha sonra yakılıyordu.
60. Sınırsız bir servete sahip olan Fransız kilisesi Avrupa'nın en önde geleni idi. Vergiden muaf tutulmuştu, üyeleri sivil mahkemelerde değil kilise mahkemelerinde yargılanıyordu, eğitimde neredeyse tüm kontrol ondaydı ve kimse onun yetkisi dışında evlenemez, doğamaz ve ölemezdi.
61. 19 ncu yüzyılda, ilk kez Papa IX Pius, yapılan bir Vatikan Konseyi toplantısından sonra; "iman ve ahlak konularında mutlak yanılmaz" ilan edildi. Bu kural halen yürürlüktedir.
62. Kilise, dine saygılı olduğu ve iyi ahlakın gelişmesini desteklediği sürece yönetim biçimleri konusunda tarafsız kalacağını açıkladı. bu ilkeye dayanarak faşist İtalya, Almanya ve İspanya ile anlaşmalar yapmakta hiç zorlanmadı. Bu hükümetlerin kiliseye yaptıkları yardımlardan dolayı onların iyi ahlak sahibi olduklarını kabul etti.
63. Savaş sırasında Nazilere karşı direnen rahipler bunu, kendilerini vazgeçirmeye çalışan piskoposlara rağmen yapmışlardı.
64. 8 Kasım 1939'da Hitlere düzenlenen suikasttan sonra Katolik kilisesi Führeri koruyan ilahi mucizeden bahsetmiştir.
65. Benzer şekilde kilise Meksika'da karşı devrimcileri, İspanya'da Franko'yu desteklemiştir.
66. Papa Nazi toplama kamplarında milyonlarca insanın katli konusunda sessiz kaldı. Kamuoyuna hitaben ya da özel olarak yapılacak herhangi bir kınama Vatikan'ın çıkarlarını zedeleyecekti.
PROTESTANLIK
67. Günahlardan arınmanın ancak ve ancak imanla gerçekleşebileceği öğretisi, Luther'in teolojisinde merkezi bir yer tutar. Buna göre insan normalde günahkar bir yaratıktı, ancak tanrıya iman etmek ve kendini tamamen O'na adamak suretiyle ruhu temizlenebilirdi. Kilisenin ona emrettiği amelleri (Kutsal tatil, oruç günleri, cemaatler, hac yolculukları, azizlere tapınmak, tespih çekmeler, manastırlara yardım ve buna benzeyen çocukça şeyler) yerine getirmekle değil.
68. Böylece Luther kilisenin Tanrı üzerindeki tekelini kırdı. Küçük burjuva ve ucuz bir kilisenin özlemini duyan herkes Luther'i desteklemeye başladı. Öte yandan Luther şiddetli bir özel mülkiyet taraftarı idi. Tanrının özel insanlara bu hakkı tanıdığını savunuyordu. Köylü isyanları sırasında isyan eden köylüleri öldürmenin cennete gitmeyi garantilemek olduğunu da söyleyebiliyordu.
69. Kalvin ise daha farklı bir yaklaşımla, tanrının zenginlerle fakirleri belli amaçlarla bu duruma getirdiğini, herkesin kendi durumunu benimseyerek sonuna kadar çalışması gerektiğini söylüyordu. Bu nedenle gelişmiş ticaret merkezlerinde taraftar buldu.
70. İngiltere'deki dinsel uygulamalar için söylenen bir söz : "Din en amansız niyetleri saklamak için bir örtü yapıldı."
71. 17 nci yüzyılda İngiltere'de manastırlar toprakların beşte birine sahiptiler. Kral VIII.Henri kilisenin topraklarına el koyarak bunları küçük toprak sahiplerine dağıttı. Bu yolla, üretimden elde edilen para, Avrupa deniz ticaretini Hollandalıların elinden almaya yarayacak ticaret politikalarının finansmanında kullanıldı.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNDE DİN
72. Yeni dünyaya ayak basan insanlar, tıpkı Yehova'nın emri üzerine Kenan diyarındaki insanları katleden İsrail'liler gibi, Amerika'daki yerlileri öldürme hakkını kendilerinde görüyorlardı. Çünkü inançlarına göre tanrı onlara yeni dünyada bir medeniyet kurma gücünü bu şekilde veriyordu.
73. Beyaz adam bitmez bir iştahla her yeri işgal edip doğayı katletmeye başlayınca av sahaları tehlikeye giren Kızılderililer sömürgecilerin kendi toprakları üzerine kurdukları en zayıf yerleşimlere saldırmaya başladılar. Sömürgeciler buna soykırımla karşılık verdiler.
74. Sömürgecilerin 400 kişilik bir kabileyi tamamen yok ettikleri bir olaydan sonra şöyle bir yazı yazılabiliyordu: "Eğer tanrı askerlerin kalplerini O'na hizmet aşkıyla doldurmamış olsaydı, kendilerini öldürdükleri Kızılderililere merhamet duyarken bulabilirlerdi. Ancak tanrı askerlerin kalplerini çelik gibi yapmıştı."
75. Günümüzde buna benzer bir yaklaşımı bir ABD Başkanı -Reagan- sergileyebilmektedir. Reagan bir konuşmasında şunları söylemiştir. "Bu toprakların iki büyük okyanusun arasına yerleştirilmesinin ilahi bir planın sonucu olduğuna her zaman inanmışımdır."
76. Yahudi göçmenler ABD'ye ilk olarak 1830-1870 yılları arasında Almanya ve orta Avrupa'dan geldiler. İşportacılık ve ticaret yaparak ülkeye yayıldılar. Ancak 1870'li yıllardan itibaren Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunda esen anti-Semitizm rüzgarlarından sonra çok daha büyük bir Yahudi dalgası Amerika'ya ulaştı. Başlangıçta tekstil sektöründe ucuz işgücü olarak çalışan bu insanlar daha sonra terzi, ressam, matbaacı ve kuyumcu olurken pek çoğu işportacı ve eskici olarak kaldı.
77. Bu dönemde iş arayan Yahudiler ayrımcılıkla karşılaşmaya başladılar. İş ilanlarında sık sık "Sadece Hıristiyanlar için" ya da "Temiz görünümlü Amerikalı genç kadınlar" cümleleri kullanılıyordu.
78. Soğuk savaş döneminde din olabildiğince kullanılmış; "Tanrıya güveniyoruz" ya da "Tanrı biz iyi çocuklarını hiçbir zaman yüz üstü bırakmamıştı, şimdi de bırakmayacaktır" gibi sloganlar sık sık tekrarlanmıştır.
79. ABD'de din adamları askerlikten muaftır. Silahlı kuvvetlere katılan her din adamı otomatik olarak subay olarak atanır.
HİNDUİZM VE BUDİZM
80. Budizm kuzeybatı Hindistan'ın Aryan işgalcileri tarafından İ.Ö. 2000-1500 yılları arasında getirilen Vedik dinine karşı İ.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkan bir tepkiydi. Hinduizm ve Budizm uzun yıllar boyunca iç içe geçtiği için birlikte ele alınmaları mümkündür.
81. İran'dan gelerek Hindistan'ı işgal eden Aryan kabileleri yarı göçebe ve hayvancılıkla uğraşan savaşçı bir halktı. Aryanların kutsal metinleri olan vedalar dininin temel özelliği tanrılara sunulan kurbanlardı. ilk yıllarda kurbanlar diğer inanç sistemlerinde olduğu gibi insanken daha sonraları hayvanlar kurban edilmeye başlandı. Bu ritüel bir yatırımdı, zira kurbanlardan savaş ve barış zamanlarında zenginlik getirmesi beklenirdi.
82. Hindistan'da M.Ö. dönemlerdeki kabile yapısının çözülüşüyle üç toplumsal tabaka ortaya çıktı. Savaşçılar, din adamları (brahmanlar, rahipler) ve çiftçiler. Bunlara son olarak işgal edilen yerlerdeki sudralar eklendi. Sudralar Yahudiler gibi horlanan halk tabakasıydı. Böylece kast sistemi tamamlanmış oldu. Kast sistemindeki esas olgu; insan ekonomik olarak ne kadar aşağıda ise kastı da toplumsal ölçekte o kadar aşağıdaydı.
83. Ruhların göçü öğretisine göre, birinin ölümünden sonra ruhu, doğan başka birinin bedenine geçer. Ruhun kimin bedenine geçeceği ölen kişinin önceki hayatındaki amellerine bağlıdır. Her kastın gözetmesi gereken bir davranış yasası vardır. Doğaldır ki, sudralar için temel davranış yasası itaattir. Kutsal kitapta denildiği gibi; "tanrının sudraya salık verdiği tek meslek var.. diğer üç kasta uysalca hizmet etmek.. ona dürüstlük, uysallık ve saflık salık verildi.."
84. Diğer üç kast daha sonraki yaşamlarında bir üst kasta geçebilirlerdi. Sudralar hariç. Nasıl ki Ortaçağ Katolik Kilisesi öğretisi sadece toplumsal düzeni değil, aynı zamanda toplumsal düzenle de yakından bağlantılı kendi otoritesini sağlama almaya yönelikse, Brahmanların doktrini de öyleydi.
85. Krallıklar hanedana dönüşüyor, krallar taç giyme törenlerinde yeniden doğmuş ve ilahlaşmış kabul ediliyordu. Tanrılara adanan kurban törenleri, yüzlerce brahmanın görev aldığı ve çok sayıda hayvanın öldürüldüğü birer kraliyet töreni haline geldi. Brahmanlar krallara ilahlık atfediyor, krallar Brahmanlara cömertlikle karşılık veriyordu. Kurban sunulan tanrıların içinde en ünlüleri savaş tanrısı "Indra" ve ateş tanrısı "İgni" idi.
86. Kabile toplumunun özgürlüğünden sonra monarşik despotizmin dehşetiyle karşılaşan çok sayıda insan, toplumu reddetti ve kurtuluşu çileci pratiklerde arayarak gezgin dilenciler haline geldi. Bu arayışçılardan biri de Buda (Aydınlanmış İnsan) ismiyle ünlenecek olan Sidarta Gautama'ydı. (Yaklaşık İ.Ö.563-483)
87. Araplar dünyanın entelektüel olarak en ilerici ve üretken halkı oldukları esnada, tıp hakkındaki eserleri ve matematik bilgilerinin önemli bir kısmını Hint kaynaklardan edinmişlerdi.
88. Buda, kutsal metinleri (vedaları) ve bunlarla ilgili bilgileri tekellerinde tutan brahmanların otoritesini tanımıyor, hayvan kurban etmeyi reddediyor, şiddet karşıtı bir öğreti öneriyordu.Bu öğreti kabileler arasındaki anlaşmazlık ve savaşlardan zarar gören tüccar kesimin desteğini alıyordu. Budist manastırlar dilenmeyi kolaylaştırmak için kentlerin yakınına kuruldu. Budist keşişler daha çok alt kastlardan geliyordu. Budist tarikat kast dışı bir kesime dahil olmanın yoluydu.
89. Budizm ilk yıllarında evreni yaratan ve mükafat ve ceza dağıtan bir tanrının varlığını reddetmiştir. Bu haliyle ateist bir felsefenin din olup-olamayacağı sorgulanmıştır. Budizm evrenin bir tanrı tarafından yaratıldığını ve bir ruhun varlığını reddeden büyük ölçüde materyalist bir felsefeydi. Sonraki yıllarda kast sistemini özümsemiş pek çok kabile inancını da kapsayıp yozlaşarak dine dönüştü.
90. Budizm ruh düşüncesini reddetti ancak reenkarnasyon öğretisini korudu.
91. Budizm evrensel bir ruha inanmasa da bir mutluluk halinden, nirvanadan bahseder.
92. Bütün inanç sistemlerinin birbirlerinden bazı uygulamaları ödünç almaları gibi Budizm ve Hıristiyanlık da bu alışverişi yapmışlardır. Buda hakkındaki menkıbeler; gökten inme, babasız doğma, suda yürüme, şeytan tarafından baştan çıkarılma gibi olgular Hıristiyanlık tarafından ödünç alınmıştır. Ortaçağ Hıristiyanlığının Budizme borçlu olduğu diğer unsurlar, manastırcılık, çilecilik, kutsal emanetlere tapınma ve tespih kullanmadır. Kutsal emanet imali Ortaçağ Hıristiyanlığında olduğu kadar Budizmde de yaygındır. Her yerde tapınılan, Buda'nın ölümlü bedeninin kalıntıları, büyüklüğü ve miktarı itibarı ile bir fil sürüsü edecek kadar fazladır.
93. "Tanrı yoktur ve İsa Mesih onun oğludur" ironisinde olduğu gibi, Budistlerin dinsel inancı da şöyle özetlenebilir: "Tanrılar yoktur ve onların başlıcası Buda'dır."
94. Hinduizm çoktanrıcılığa da hürmet eder. İki büyük tanrı, Koruyucu Vişnu ile evrene kötülük hükmettiğinde onu yok eden Yokedici Siva'dır. İki büyük Hindu tarikatından biri Vişnu'ya diğeri Siva'ya tapar. Bir süreliğine Vişnu, Siva ile Brahma (Yaratıcı) bir tür teslis kurmuştur, fakat sonraları Brahma silinip gitmiştir.
95. İbraniler "Benim tanrım senin tanrından güçlüdür"den "benim tanrımdan başka tanrı yoktur" a geçmişken; Hindular "benim tanrım senin tanrından daha güçlüdür" den "senin tanrın benim tanrımın cisimleştiği bir bedenden ibarettir"e geçer.
96. Kadının ölen kocası ile birlikte yakılması, bir Vedik metnine dayandırılarak altıncı yüzyılda dini bir hüküm haline getirildi. Bu Rajputlar adı verilen savaşçı bir kabileden kalma bir uygulamaydı. Rajputlar Ortaçağ şövalyelerine benzer bir şeref yasasına sahiplerdi ve savaşta ölen erkekle birlikte karısı da yakılırdı. Eşler uyuşturucu madde verilerek ya da akrabaları tarafından buna zorlanarak yakılıyordu.
97. İSLAMIN HİNDUİZME ETKİLERİ
· Hindistan aralıksız olarak işgal ve fetihlerle karşılaştı,
· Müslüman Türkler, Afganlar ve son olarak Moğollar tarafından işgal edildi,
· Moğol İmparatorluğu 1526-1857 arasında hüküm sürdü,
· 1857 Sepoy ayaklanması ile İngilizler Doğu Hindistan'da hakimiyet kurdu,
· Pakistan'ın ayrı bir devlet olarak ayrılmasına kadar Hindistan dünyadaki tüm ülkelerden daha fazla Müslümana ev sahipliği yaptı, halen nüfusunun % 13'ü Müslümandır,
· Ülkenin büyüklüğü işgalci güçlerin tam bir hakimiyet kurmalarını hep zorlaştırmıştır,
· Arap işgalinin ilk yıllarında işgalci güçler; kasıtlı terör, sistematik katliam, zoraki sünnet,
kitlesel köleleştirme, tapınak imhası, muazzam bir yağma politikası idi,
· Gazneli Mahmut'un tarihçisi zaferlerden birini şu sözlerle anlatır: "Pek çok kafir öldürüldü ya da tutsak alındı ve Müslümanlar kendilerini kafirlerin ve güneşe ve ateşe tapanların kanıyla doyurana kadar ganimete tenezzül etmediler."
· Egemenler için tehlike arz etmediği sürece Hindular kendi yasalarıyla yönetildi. Böylece, İslam şeriatı intiharı yasaklasa da, Hindu kadınların sati adetini uygulamalarına izin verildi.
· İslamiyet'te bir kast sistemi olmadığı için çok sayıda Hintli Müslümanlığı seçmiştir,
· İslam sufizmi ile Hindu çileciliği arasında büyük benzerlikler vardır, iki inanç arasındaki önemli temas noktalarından birisidir bu,
98. Hıristiyanlığın yayılmasında olduğu gibi, Asya ülkelerinde Budizmin yayılmasında da din ve ticaret el ele yürümüştür.
99. GÜNÜMÜZDE BUDİZM: Batı emperyalizmin etkisiyle Budizm, Polonya ve İrlanda'da Katolik kilisesinin oynadığı role benzer şekilde, milliyetçiliğin aracı haline geldi. Manastırlar sömürge yönetimi tarafından desteklenmediği ve manastır düzeni zayıf düştüğü için, kendi topluluklarının lideri olan rahipler isyanın odak noktası haline geldi. Militan bir rahip azınlığı Seylan, Burma ve Hindiçin'de anti-emperyalist mücadelenin başını çekti.
100. (Manastırları destekleyen krallıklar, imparatorluklar vb. kurumlar zayıf düştüklerinde dışarıdan gelen tehditlere karşı manastırları fiziki olarak koruma zorunluluğu, filmlerde gördüğümüz savaşçı rahiplerin/din adamlarının oluşmasına neden oldu. Böylece ülkede çok iyi eğitilmiş, savaş sanatını bilen bir din adamları sınıfı oluştu.N.A.)
101. "Yukarıdan yarı-devrimler"i karakterize eden şey, geniş bir halk desteğine sahip ve kimi önemli reformlar gerçekleştiren Bonapartist bir liderin varlığıdır. Fakat ister radikal bir tarım reformu, ister emperyalizmden ekonomik bağımsızlık ya da demokratik özgürlükler olsun, bu reformların başarısı "eksik, sınırlı ve genellikle geçici"dir. Bütünüyle yerli bir sosyalizm inşa etme kisvesi altında, kapitalistlerin bireysel olanakları ötesinde yatırımlar gerektiren sanayiler devlet teşvikiyle kurulur ve böylece kapitalizmin büyümesi için gerekli altyapı sağlanırken; kamu iktisadi teşebbüslerinin yöneticileri, "bürokratik burjuvazi"nin mensupları olarak, özel sektör kapitalistlerinden aldıkları rüşvetlerle ceplerini doldururlar.
102. Mahayana Budizmi geleneğinde, Çinli ve Japon budistlerin fiziksel acıyı yok sayma ve bir ilke uğruna kendini kurban etme amacıyla bedenlerini ateşe atmalarını gösteren pek çok olay vardır. Mahayana Budistleri için bu, kendilerine karşı usandırıcı bir savaş yürüten hükümete direnmek amacıyla yapılan bir şehadet eylemidir.
İSLAMİYET
103. İslamiyet İ.S. 7. yüzyılda Arabistan'da doğdu, doğum yeri, ticaret yollarının kesişim noktasındaki önemli bir kent merkezi olan Mekke idi.
104. Kuran Muhammed'in bir tüccar olarak bakışını yansıtır, yoksul bir yetimlikten gelen ve büyük tüccarlar halkasına dahil olmayan bir tüccar olarak. Kuran kendiliğinden bir şekilde ticari ifadelerle doludur.
105. Tanrı ile insan arasındaki karşılıklı ilişkiler, ticari bir doğaya sahiptir. Allah, ideal bir tüccardır, hayat ticarettir, kazanır ya da kaybedersiniz. iyi işler yapan iyilik, kötü işler yapan kötülük kazanır, yaptığının karşılığını alır, hatta bu dünyada bile. Kimi borçlar affedilir, zira Allah merhametsiz bir alacaklı değildir.
106. Müslüman Allah'a borç verir, cennet için ön ödeme yapar, kendi ruhunu ona satar, bu karlı bir alışveriştir. Kafir ilahi hakikati üç kuruş pahasına satmıştır ve iflas eder. Kıyamet sonrası yeniden dirilişte, Allah tüm insanlarla son kez hesaplaşır.
107. Kuran insanlara eşitsizliğe karşı isyan etmeyi öğütlemez; fakat adil olmayan, sadece daha fazla para kazanmayı düşünen ve yoksula hiçbir şey vermeyen kibirli zenginleri lanetler.
108. Birbiriyle çekişen Arap kabilelerine kıyasla daha üstün uygarlıkların temsilcisi Hıristiyan ve Yahudilerin tektanrıcılığından haberdar olan Muhammed, hemşerilerine tek bir ilah olduğunu, bu ilahın Allah olduğunu tebliğ etti. Cennetin ve yeryüzünün yaratıcısı olan Allah Mekke tapınağının da ilahıydı. İsrailliler nasıl kendi kabile tanrılarını evrensel bir tanrı yaptılarsa, Muhammed de aynısını Allah için yaptı. Fakat tek ilah, evrenin efendisi olan Allah ile Araplar arasında özel bir bağ vardı, Yehova ve İsrailliler arasında olduğu gibi.
109. Muhammed Arapların yerel putlarını ve fetişlerini lanetledi, fakat hepsini elden çıkarmadı. Yahudilerin Kudüs tapınağındaki kutsal "Ahit Sandığı"nı, Musa'nın Yehova'dan aldığını iddia ettikleri tabletleri içerdiği inancıyla bir fetiş olarak elde tuttukları gibi, Muhammed'in takipçileri de muhtemelen bir meteor olan ve Muhammed'in her yanına gittiğinde öptüğü Mekke tapınağındaki Hacer-ül Esved'e hürmet etmeyi sürdürdüler. Mekke'nin bir ticaret merkezi haline gelmesinin nedenlerinden biri, hacıların buradaki tapınağı ziyaret etmesi ve yılın dört ayı boyunca çölün kanlı intikam kanunlarının kentte yasaklanmasıydı. Muhammed Mekke'ye haccı, bir Müslüman'ın ömrü boyunca mümkünse en az bir kez yerine getirmesi gereken, İslamın temel şartlarından biri kıldı.
110. İslam büyük ölçüde Yahudi-Hıristiyan inancının Araplaşmasıydı. Yahudilerin Eski Ahit'i tanrının kelamı kabul etmesi ve Hıristiyanların Yeni Ahit'i Eski Ahit'in devamı görmeleri gibi, Müslümanlar da Kuran'ı tanrının peygamber Muhammed'e melek Cebrail aracılığıyla ilettiği kelamı kabul ettiler. Muhammed'in tanrının elçisi olduğu, onun gelişinin İncil'de öngörülmüş olmasıyla "kanıtlandı"; Paul ve İbranilere Mektup'un yazarı da İsa'nın uzun zamandır beklenen Mesih olduğunu aynı yöntemle "kanıtlamıştı".
111. Eski çağlarda ateşli Hıristiyanlar, Muhammed'in bir deli olduğunu düşündüler. Onlara göre bir insanın tanrının kelamının elçisi olduğunu iddia etmesi bir delilikti, zira o kelam ebediyete kadar İncil'in kendisiydi.
112. Öte yandan dini bir üst sınıf komplosu olarak gören Batı Aydınlanma düşünürleri için, Muhammed kendi halkının saflığını kullanan zeki biri idi. Fakat kimi zaman anlık kararlar alırken kendi duymak istediğini duymuş olsa da, yukarıdan mesaj aldığına gerçekten inanmış olması çok daha muhtemeldir. Onun sanrıları Katolik kilisesi tarafından tanrı ile konuştuğu doğrulanan Aziz Teresa ve diğerlerinkinden farksızdı. Hepsi, tüm insanlardan uzakta, yoğun tefekkür ve dualarla bir telkin süreci yaşıyordu.
113. İslamın ritüelleri, Mekke kaynaklı olanlar hariç, Hıristiyanlık ve Yahudilikten ödünç alındı;
· Dinsel dualar secde edilerek yapılıyordu,
· İran Nesturileri gibi, gündoğumu ve günbatımında ibadet ediliyordu.. sonraki dönemlerde bu beş vakit olarak kesinleşti,
· İlk dönemlerde Yahudiler gibi Kudüs'e dönülerek ibadet ediliyordu, daha sonra Mekke'ye dönülmeye başlandı,
· Özel ibadetler Yahudilerin Sebt gününe hazırlandıkları cuma günü yapılıyordu,
· Oruç, sünnet olma ve domuz eti yasağı Yahudi uygulamalarıydı.
114. Yeni Müslüman devletlerin kurucuları, ya Müslüman modernistler ya da İslamın kimi biçimsel özelliklerini kendi siyasal amaçları için kullanan sekülaristlerdi. Türkiye'de Atatürk, Pakistan'da Cinnah, Endenozya'da Sukarno, Mısır'da Nasır ve Tunus'ta Burgiba bu isimler arasındaydı.Yukarıdan yarı-devrimler ya da kimi reformlar gerçekleştirmeyi başardılar.
115. Birinci Dünya Savaşından sonra kendi otoriter liderliği altında bir cumhuriyet kuran Atatürk, bu modernleştiricilerin ilkiydi ve modernleşme eski Osmanlı İmparatorluğuna göbekten bağlı olan dinsel otorite ile çatışmaya girmek anlamına geliyordu.
Atatürk bu nedenle tekke ve zaviyeleri kapattı, Batı'dan alınma ve şeriattan uzak bir yasal düzen kurdu, modern dünya ile uyumsuz pek çok eski uygulamayı/geleneği ortadan kaldırdı ve devletin dininin İslam olduğunu söyleyen anayasa maddesini sildirdi. Fakat özünde ilerici bir din olan gerçek İslamı "halkı sömüren, idareyi yoldan çıkaran ve inancı yanlış yorumlayan yobaz, gerici din adamlarından kurtararak özgürleştirdiği ve yeniden keşfettiği konusunda ısrarlıydı. Sonraki liderlerin bazıları onun yolunu izledi fakat çoğunluğu onun kadar ileri gidemedi.
Ülkesinin varlık nedeni din olan Cinnah iktidara geldikten sonra "Pakistan ruhbanlar tarafından ilahi bir misyonla yönetilen bir devlet olmayacak" dedi. Sukarno'nun politikası "İslama bir din olarak müsamaha göstermek fakat bir politik güç olarak gem vurmak"tı. Nasır çokeşliliği ve şeri mahkemeleri kaldırdı, kadınlara oy hakkı tanıdı, fakat amacı "İslamı zayıf düşürmek değil dönüştürmek", "dış politikada ondan istifade ederek iç politikada tarafsızlaşmak"tı. Burgiba "çağdaş müslüman yöneticilerin bu en putkırıcısı, "modernist reformları hayata geçirirken ulemaya dini liderler olarak belli bir statü verdi". Kısacası Sri Lanka ve Burma'nın BUdist yöneticileri gibi bu Müslüman yöneticiler de dini bir yandan modernleşmenin amaçlarına uyarlarken öte yandan birleştirici bir ideoloji olarak kullandılar.
116. İSLAMDA GERİCİLİK
117. Yukarıda sayılan ilerici hareketlerin sonraki yıllarda aldığı durumlara baktığımızda hemen hiçbir ülkede modernleşme hareketlerinin süreklilik kazanamadığını görüyoruz. Bütün ülkelerde din adamları radikal burjuva hükümetlerinden daha uzun ömürlü oldu.
· Bu kesim militan İslam saflarında dinamik bir rol üstlenmemiş olmalarına rağmen "kenarda sessizce bekleyen ve gözetleyen güçlü bir baskı grubu olarak büyük önem sahibiydi,
· Yukarıdan yarı-devrimlerin sınırlı ve yüzeysel kazanımları beraberinde hayal kırıklıkları getirdi. Bu yarım kalmış devrimlere karşı İslam bayrağı altında farklı düzeylerde tepkiler ortaya çıktı. Bu tepkilerin başını dindarlar ve din adamları, bazı ülkelerde de askeri şahsiyetler çekti.
· Birinci Dünya Savaşı sonrası İttifak Devletlerinin işgaline karşı Sovyetler Birliğinin yardımıyla Atatürk liderliğinde bir ulusal bağımsızlık savaşı veren Türkiye, İkinci Dünya Savaşı ertesi NATO üyesi oldu ve giderek yabancı sermaye tarafından kuşatıldı. Egemen sınıf , komünizm korkusuyla "dış saldırıya ve iç kargaşaya karşı toplumsal bağları pekiştirecek ahlaki ve toplumsal bir güç ihtiyacını hissetmeye başladı. Bu bağlamda müfredata yeniden din dersleri koyuldu, imam-hatip okulları açıldı ve devlet radyosunda dinsel programlar yayımlamak gibi dini destekleyici kimi önlemler alındı.
· Endonezya'da güçlü komünist partisi ile ordu arası bir denge üzerine kurulu Sukarno diktatörlüğü, 1965'te ordu tarafından devrildi. Ordu dört ay boyunca tarihin en kanlı katliamlarından birine imza attı ve Sukarno'nun ılımlı toprak reformunu tasfiye ederek Endonezya'yı yatırımcılar için bir cennet haline getirdi. Bu kanlı katliamda ordu tarafından hazırlanan ölüm listeleri paranglarla (büyük ağır bıçaklarla) silahlandırılarak ve ordu tanklarıyla köylere taşınarak buradaki insanları doğrayan sağcı Müslüman gruplara verildi. Devletin resmi açıklamasına göre 50.000, Uluslararası Af Örgütü verilerine göre bir milyondan fazla insan öldürüldü.
· Mısır'da gerici tepki iktidara geldikten sonra bir arınma devrimi ilan eden ve İsrail ve ABD emperyalizmi ile anlaşmaya çalışan Sedat yönetimi ile geldi. Sedat Nasır dönemini bir küfür dönemi olarak tanımladı ve artık bunu değiştireceğini ilan ederek Müslüman Kardeşlerin hapisteki üyelerini yasadışı örgüte katılmamaları koşuluyla serbest bıraktı. Böylece Pandora kutusunu açmış olan Sedat yine bir Müslüman fanatik tarafından öldürüldü.
· Pakistan bir yukarıdan yarı-devrim yaşamadı, fakat 1971'de Hindistan ile savaşta alınan yenilginin hemen ertesinde Butto, din adamlarının muhalefetine rağmen "İslami sosyalizm" vaadiyle iktidara geldi. Büyük toprak sahipleri parti içinde etkin hale geldikçe Butto reformları askıya almak zorunda kaldı. İslami önlemleri devreye soktu ve sosyalizm kelimesi yerine "Muhammed'in eşitliği" ni koydu. Sonraki süreçte General Ziya iktidarı ele geçirdiğinde "Pakistan ancak İslama sıkı sıkıya tutunduğu takdirde varlığını sürdürecektir" dedi. Yeni rejim artık toprak sahiplerini ve sömürücüleri temsil ediyordu.
· Cezayir ve İran'da da İslam bayrağı altında toplanan gerici tepkiler vardı, fakat onları diğer ülkelerden belirgin şekilde farklı kılan şey "halk devrimleri" diye isimlendirilebilecek "kesintiye uğrayan halk devrimleri" sürecidir. Bu devrimler "halk kitlelerinin, işçilerin veya köylülerin tarih sahnesine çıktığı, eski politik yapıları sarstığı, fakat sonunda liderliği ele geçiren ve devrimi kurumsallaştıran burjuva ya da küçük burjuva güçler tarafından etkisizleştirildiği yerlerde vuku buluyordu.
· Cezayir devriminin zaferi ardından işçiler ve köylüler Fransızların terk ettiği fabrika ve tarlaları kamulaştırdı, FLN'nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi) Bin Bella liderliğindeki radikal kanadını iktidara taşıdı. Fakat tutarlı bir politika izlenemedi ve bir askeri hareketle devrildi. Darbenin ardından Bumedyen birçok konuda Bin Bella'nın reformlarını sürdürse de tam bir başarı sağlanamadı. Marksizm ve İslam'ın birleştirilmesi mümkün olmadı, "Marksist ideolojiyi benimsemiyoruz, çünkü biz Müslüman ve Arabız" mantığı öne çıktı. İslam'ın yeniden dirilişi adı altındaki hareket kolayca ordu yanlısı, anti-komünist ve yabancı düşmanı bir harekete dönüştü.
· Anti-komünizm İran Humeyni rejimi tarafından da eski müttefikleri sosyalist sola ve burjuva milliyetçisi modernistlere karşı kullanıldı. Fakat Bumedyen rejimi anti-demokratikken, Humeyni rejimi vahşet derecesinde baskıcıydı. Devrime destek vermiş olan tüm sol ve demokrat güçler yok edildi. Devrimde hayati bir rol üstlenen kadınlara da yüz çevrildi. Dinde gericilik her yanı kuşattı.
118. "Yukarıdan yarı-devrimler" ve "kesintiye uğrayan halk devrimleri" tarihinin gösterdiği gibi, ilerici kazanımlar ve demokratik hakların korunup genişletilmesi ancak bir sürekli devrimle mümkündür.
119. (BÖYLE BİR OLUŞUMUN TOPLUMUN TÜM KATMANLARI TARAFINDAN KABUL GÖRMESİ İÇİN DE AYNI EĞİTİM VE İDEOLOJİK DESTEKLE BESLENEN EN AZ ÜÇ NESLİN GEÇMESİ GEREKİYOR. YANİ EN AZ 75 YILLIK BİR SÜRE. YUKARIDA ANLATILAN HİÇBİR İSLAM ÜLKESİ BU 75 YILLIK SÜREYİ KULLANAMADI. TÜRKİYE BAŞTA OLMAK ÜZERE YUKARIDAN YARI-DEVRİMLERİ GERÇEKLEŞTİREN ÜLKELERİN 2014 YILI İTİBARI İLE GELDİKLERİ NOKTA ORTADA. HEPSİ SÜREKLİ OLARAK DAHA DA GERİYE GİDEN BİR SÜRECİ YAŞAMAKTALAR. BELKİ DE İSALMİYETİN YAPISI VE YÖNETİM ANLAYIŞI BUNA İZİN VERMİYOR. n.a.)