KİTABIN ADI : HARİTA METOD DEFTERİ
YAZARI : MURATHAN MUNGAN
1. Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda yatar.
2. Çocukken zaten doğanın bir parçası olarak yaşarız. Sonra parçalanma başlar, kendi içinde ve her şeyle… Belki de bunun için herkes çocukluğunu anlatmak ister birilerine. Ayrı bir ad verme gereği bile duymadığımız o saf hayatı anlatarak yeniden ele geçirmek isteriz. Anlatmak ikinci hayattır.
3. Daha çocukluktan başlayarak yaşamın kendisini “sorunsallaştıran” benim gibilerin hayatıysa farklı bir seyir izler. Yaşamak, bir yandan her çocuk gibi, onlar için de verilmesi gereken sıradan, gündelik bir “var olma ve büyüme mücadelesi” dir, öte yandan hayatın doğrudan kendisini “mesele” edinmiş tedirgin bir ruha sahip olduklarından, soruların ve sorunların ağırlaştırdığı zihinsel yüklerle boğuşmak anlamına gelir.
4. Her birey, benliğinde aile hasarlarının derin izlerini taşır. Kimileri farkındadır kendindeki hasarın, kimileri değildir; ama hepimiz yaşamımızın önemli bir bölümünü o hasarların izlerini örtmeye harcar, hatta zaman içinde giderek bunlar üzerinden kabuk değiştirmeye çalışırız.
5. Bu nedenle anılarını yazmaya kalkışmak, ne olursa olsun sonuçta geçmişi yorumlamaktır; yazıya dökerek çocukluk travmasını dünyayla paylaşma arzusudur.
6. “Dertli biri” ya da “acıların çocuğu” olmanın kişiye adeta “toplumsal prestij” sağladığı bir kültürel iklimde, çocuklar sahip oldukları her türlü üzüntü, keder ve yastan adeta hoşnutluk duyarlar. Bir süreliğine ilgi odağı olma, etrafındakilerin merhametiyle kucaklanma, dramatik bir figür olarak kabullenilme isteği bunu kışkırtır. Çocuklar da büyükler gibi, anlatacakları dokunaklı anıları, içli hikayeleri olsun isterler.
7. Geçmişi inanmak istediği şeylerle doldurabilir insan.
8. Hiçbir geçmiş yüzleşmeden aşılamaz.
9. Geçmişi ancak ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız.
10. Aynı topraklara özlem duymanın ortaklığı onları yakınlaştırmıştı.
11. Hep insanların kendine acımasını istedi annem; galiba sevgilerinden de, saygılarından da çok bunu istedi. Varlığını en çok böyle hissediyordu sanırım; melodrama yatkın çocuk yüreğim, o zamanlar hep annemim yanındaydı. Onun en iyi seyircisi, duygularının en iyi alkışçısıydım.
12. Derin bir duygulanmışlık içinde hem birbirlerinden kopup uzaklaşıyor, hem de görünmez biçimde kenetleniyorlar.
13. Bazı anlar, eşyalar, güçlerindeki şiddetin kaynağını söylemeden öylece dururlar belleğimizde.
14. Şimdi düşünüyorum da olaylar karşısındaki dayanıklılığımı babamdan almış olmalıyım.
15. Altına ilişkin kadim söylencelerde dillendirildiği gibi onun kişiyi “hipnotize” eden; insanın içindeki karanlığı ortaya çıkaran vahşi bir çekim gücü varsa, kuyumcu vitrinlerinin önünde saatlerce dikilip sabitlenmiş gözlerle bileziklere, yüzüklere, küpelere, gerdanlıklara, kolyelere güneşe tutulmuş gibi uzun uzun bakan insanları anlamak gerekir.
16. Anadolu’da birçok kadının hayatla kurduğu güven ilişkisi kollarındaki bileziklerinden geçer. Her şeyin sahibinin erkekler olduğu bu dünyada onlara tanınan belki de tek mülkiyet alanıdır bu.
17. Bir noktadan sonra aslının ne olduğunu bilmenin hatta bir aslı olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor.
18. Çevremizde tanıdığımız pek çok kadın gibi annem de yaşamındaki irili ufaklı dramlarla beslendi; ömrü boyunca kendisinin hiçbir konuda kabahatinin olmadığı bir hayatı hep bir mağdur olarak yaşamayı seçti ve sevdi.
19. Belki de güçlü bir anne ve güçlü bir baba arasında yarılmış her çocuğun yazgısı gereği, ben de hem babam gibi kendime olan sonsuz güvenime yaslandım, hem annem gibi hayatımda hep beni sonradan mutsuz edebilecek köklü bir güvensizliğe ihtiyaç duydum.
20. Oburluktan çok hayata duyulan iştahın insanı tabiatla bütünleştiren kışkırtmasıydı bu.
21. Kendisi bir biçimde farkında olsun ya da olmasın, bir çocuğun şu ya da bu nedenle diğerleri gibi olmadığını anlamasının her zaman ruhsal bir bedeli vardır. Kimi zaman ödemesi ömre yayılan bir bedeli..
22. Oysa kendi başlangıcımızı bilemeyiz..
23. İlk anılarımız, anısızlığımızdır.
24. Ev içinde dar bir merdivenle üst katta babaannemin odasına çıkılırdı; onun boğuk, buğulu sesini, hep ağırbaşlı bir kederle bakan yüzünü, ağaç yaprakları gibi ışıyan gözlerini hatırlıyorum. Sanki pencerenin kenarına oturmuş, camdan vuran solgun ışıkta hala şefkatli bir dalgınlık içinde bakıyordu bana.
25. Anılarımızda bazen başkaları ile kayıt farkı oluyor.
26. Ergen çocuklar için başka evler, aileler her zaman daha iyi bir sığınakmış gibi gelir.
27. Erken ölümü beni derinden etkilemiş, üzmüştür. Buğulu sesini hatırlarım zaman zaman; şefkatindeki sahiciliği.
28. Çocuk yaşımda bile onun, kendine layık görmediği bir kocayla evli olmanın kapanmayan hesabıyla yaşadığının farkındaydım.
29. Kazandığı her bahisle kendini doğruluyordu sanki ya da yaşamındaki bir boşluğu daha tıkamış oluyordu. Sonradan düşünüyorum da, kim bilir neleri unutmak içindi o kadar çok şeyi hatırlaması.
30. Aile sırları söz konusu olduğunda bilmezden, görmezden gelmek, ne olursa olsun “aileyi koruma yasası” değil midir? Böyle olaylar karşısında hafıza hatırlamak için değil, silmek için çalışır.
31. Ergenliğin zalim eşiklerinde büyüklerin dünyasıyla çarpışmak! Hangi çocuk unutur?
32. Anadolu’nun çeşitli kentlerindeki akrabaların çeşitli vesilelerle birbirlerinin yaşadıkları kente misafir gitmeleri, bir süre orada kalmaları akrabaları bir arada tutmaya yarayan, aralarındaki bağı güçlendiren bir taşra geleneğiydi. Konuklar en iyi koşullarda ağırlanır, şehrin görülmesi gereken yerleri gezdirilir, izzet ikramda kusur edilmez, ayrılık günü geldiğinde gözyaşlarıyla kucaklaşarak yöreye özgü armağanlarla uğurlanır, bir süre sonra da iade-i ziyarette bulunulurdu. Kimi zaman birilerinin gittikleri yerden tayin ya da ölüm haberi gelirdi, nedense bir daha o kente hiç gidilmeyeceği sanılırdı. İnsanlar gibi kentler de ölüverirdi.
33. Büyüdükçe yavaş yavaş babanızın mekanlarından da uzaklaşırsınız. Artık daha çok akranlarınızla vakit geçiriyorsunuzdur, büyüklerin arasına daha az karışıyor, hatta onların sohbetlerinden sıkılıyorsunuzdur. Kendi dünyanızı yaratmaya çalıştığınız yaşlara gelmişsinizdir.
34. Hoşnutlukla kısılan gözlerdeki ışıltılı şefkati görmek hoşuma giderdi.
35. “Tartışırdı” dediysem sözün gelişi; babam tartışmaya tahammülsüz biriydi, o sadece “haklı çıkardı”.
36. Hayatta sürekli birincilik kazanmak hakkı olduğunu sanan çocuksu bir kibrin beslediği bu haksız güvenin bir yerinden kırılmasının, bana sonraki yıllarda hayat ve hayallerim arasında bir denge tutturmak konusunda katkısı olduğuna inanırım.
37. Bizi insanlaştıran şeylerden biri de başarısızlık deneyimleri ve öğretici yenilgilerdir.
38. Ne de olsa hayatın bizim tesadüf dediğimiz şakalarına gizli anlamlar yüklemek konusunda eskisi kadar hevesli olmadığım yaşlara gelmiştim.
39. Asıl adı “Her Gelen Meydanı “ iken zamanla halk ağzında “Hergele Meydanı” na dönüşen, oraya itfaiye binası yapıldıktan sonra da bu kez “İtfaiye Meydanı” diye anılan o meydandaki berber dükkanında biçimlenmiştir.
40. Yaptığımız hata kişiliklerimizi lekelemez, asıl kişiliğimiz, bunun hata olduğunun farkına varmamızı sağlayan yanımızdır çünkü.
41. Şüphe zekayla buluştuğunda ne olursa bana da öyle oluyor. Yıllar içinde bu sinsi şüphe bir burgaç gibi içimin saklı bir yerinde çoğu kez benden habersiz dönüp duruyor. Sezgilerle beslenen şüphenin ne denli güçlü, inatçı olduğunu yaşayanlar bilir, varlığı bir kez hissedildikten sonra giderilmesi, yatıştırılması zordur, ikna olması için yaşamdan güçlü kanıtlar ister.
42. Çocuk ruhumun melodram ihtiyacının bir oyunu mu, hiçbir zaman emin olamadım.
43. Mardin’in yerlisi dediğimiz büyük çoğunluğu Arap olan halk gündelik yaşamını Arapça sürdürür, kendi arasında Arapça konuşur, bir kuşak öncesi zaten Türkçeyi de ya bilmez ya çok az bilirdi. 1935 yılında valilik kanalıyla duyurulan tamimle devlet Mardin’de “yabancı dille” konuşmayı yasaklar. Bu konu 1 Mart 1935 tarihli gazetelerde bir vatanseverlik örneği” haber olarak yer bulur. Yabancı dillerden kasıt, bölge ahalisinin konuştuğu Arapça, Kürtçe, Süryanice, Ermenicedir. Oysa bölgede en az bilinen dil Türkçedir. Belediye zabıtaları yolda, çarşıda “yabancı dil” konuştuğunu duyduğu insanlara para cezası kesmeye başlar. Bin yıldır konuştukları anadilleri ağızlarından alınan halk birdenbire dilsiz kalır. Yasaktan haberi bile olmayan şehre inmiş Kürtler, parası olmayan yoksullar karakola çekilip falakaya yatırılır. Çocukluğumda o günlere ait çok hikayeler anlatıldığını bilirim. Bu tür yasakların kendisi ortadan kalksa bile yankısı yıllara yayılır.
44. Adana yöresinde “Babahannuş” olarak bilinen, közlenmiş patlıcan ve biberle yapılan yemeğin asıl adı “Abugannuş” tur.
45. Her çocuk annesinin yemeğini beğenir. Biraz da damağın hafızasındandır bu.
46. Bilmediğiniz birileri, bildiğiniz babanızdan söz ettiğinde yüreğiniz nasıl başka türlü kaynarsa o gün bana da öyle oldu.
47. 12 Eylül darbesi olduğundaysa, “en kızıl kitapları” birlikte yakmış, bazılarını da çatıya odunların arasına birlikte saklamıştık. Ben büyümüştüm, babam yaşlanmıştı, Türkiye hep aynı Türkiye idi.
48. Çocukluğumda yaşıma büyük gelen bir merhametle içimi sızlatam kurumlardan biri de yetiştirme yurduydu.
49. Bize yıllar yılı “hayatın gerçekleri” diye anlatılıp dayatılan sınıflı toplumların zalim bilgisi idi hayat bilgisi..
50. Taşrada yaşayanlar eski bir yaşan sürdürdükleri duygusundan kurtulamazlar; bu yüzden Anadolu yıllar boyunca her tür yeniliği takip etmek için hep yüzünü İstanbul’a dönük tutmuş, modern ve gelişmiş görünmek adına onun yaşamını taklit etmeye, alışkanlıklarını edinmeye çalışmıştır. O yıllarda pek çok taşra kentinde adı Emirgan olan çay bahçesine, adı Foto Stil olan fotoğrafçı dükkanına rastlamanız bundandır. Yeşilçam yıldızlarının mecmua sayfalarında yayımlanan ya da hayranlarına gönderdikleri fotoğrafların altında yer alan Foto Stil adı, kim bilir kaç Anadolu fotoğrafçı dükkanının tabelasına yazılmıştır.
51. Kulağımda o günlerden kalma, “O yaşta kadının giyeceği renk mi şu?”, “Koskoca adam genç delikanlılar gibi giyinmeye utanmamış mı?” gibi ayıplama cümleleri, anonim yaşamı örgütleyen “büyük gözaltının” kaç yaşında olursa olsun evlenmiş, hatta daha otuz yaşına bile varmamış insanları için işleyen “kılık kıyafet kanununa” işaret ederdi.
52. Özellikle birkaç erkeğin bir arada bulunduğu dükkanlara kızların, kadınların girmeye çekinecekleri konusunda uyarılırdık.
53. Remzi’yi gördükçe ona acır, dünyaya kızardım.
54. Vicdanı yalnızca kendinden olanlara sızlayanlara, merhameti yalnızca kendisine benzeyenlere duyanların insanlığına hep kuşkuyla baktım.
55. O yıllarda tek başına çalışıp ailesini geçindiren bir kadın olarak başardığı bir hayatın hak edilmiş bir gülümseyişi bu.
56. Malının başında bulunma ihtimali zaten ortadan kaldırılmış tarla, toprak, dükkan, emlak sahibi Ermeniler için “arandığında malının başında görülmediğinden…” diye gerekçeler uydurularak topraklarına, mülklerine nasıl el konduğuna, hayal,i borçlar yaratılarak haczedilen mallarının yağmacı bir güruhun üzerine nasıl geçirildiğine dair tanıklıklar içeren belgelerle çocukluğumda kulağımda kalmış hikayeler arasında koşutluklar kuracak; bölgede yapılan büyük hak ve mal gaspını hukukileştirmek için başvurulan hileleri öğrenecektim.
Örneğin, bazı durumlarda o mülkün sahibi olan Ermeni’yi Halep’te, Beyrut’ta gördüğünü, zaten geri dönmeyeceğini beyan eden iki şahidin ifadesi tapu kaydının değişmesi için yeterli görülmüş, kamulaştırmalarda mülk sahibi olmasını istedikleri kişiler için çok düşük rayiçler biçilmiş, tapu kaydı düzeltme gerekçesiyle “emval-i metruke” statüsüne sokulan pek çok gayrimenkul dönemin yöneticilerinin uygun gördüğü ailelere sahiplendirilmiştir.
Çocukken birilerinden duyduğumuz, “Dedemin babası, dedem evlenirken ona bu konağı yaptırmış” gibi sözler biz büyüdükçe, okudukça, öğrendikçe tarihin tozlarına karışacaktı. Tarihini sahiden Malkoçoğlu, Karaoğlan filmleri gibi bir şey sanan, geçmişini ancak övülecek yanları kadarını bilen bir toplumda “geçmişle yüzleşmek” sözü bugün bile pek çok kişi için ruha ağır, akla zarar geliyor elbet.
57. Tarihleri boyunca onca zulme, kıyıma, kırıma uğramış olan Ezidilerin büyük çoğunluğunun bugün başka ülkelere göç etmiş olmasının, Süryanilerin Mardin’den, Midyat’tan kalkıp dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmasının nedeni “dinlerin ve kültürlerin buluştuğu hoşgörü şehrinde” keyiflerinin pek yerinde olması değildi elbet. Benim çocukluk yılarımda belli bir yaşa gelmiş Süryani kızlar “kaçırılırlar korkusuyla1 eğitimlerini sürdüremez, geceleri sokağa bile çıkamazlardı. Şeytanlaştırma daha çocuklukta başlar, ilkokulda Müslüman çocuklar Süryani çocukları gördükleri yerlerde işaret parmaklarını üst üste çaprazlayıp yaptıkları “salip” denilen haç işaretine tükürür, küfürler ederlerdi.
Makarios kıyafeti giydirilip boynuna haç takılmış eşek maketinin şehrin sokaklarında dolaştırıldığı Kıbrıs olayları sırasında, sırf Hıristiyan oldukları için hedef seçilen, saldırıya uğrayanlar da onlardı. Keldanilerin kilisesi vardı ama kendileri ortada pek yoktu. Savurkapı mahallesinde Yahudi Çeşmesi, Ayn II Yahud Çeşmesi, Şeyh Salih mıntıkasında Yahudi mezarlığı vardı ama peki Yahudiler nerede, sorusunun bir anlamı yoktu. Onca kaynak tarafından dillendirilen Rişmil’in geçmişte bir Hıristiyan köyü olduğu, Mardin merkeze 10 km. uzaklıktaki Kabale köyünün de, aslında adını “kabala” ilminden alan bir Yahudi yerleşimi olduğu da konuşulmazdı elbet. Mardin Stadyumu’nun yıkılıp yok edilen ermeni Mezarlığı arazisi üstüne inşa edildiği de ya bilinmez, ya da bilinmek istenmez.
58. Mardin’i ziyareti sırasında zamanın belediye başkanı tarafından Mustafa Kemal’e armağan edilen kürkün bugün Konya Müzesinde sergilendiği gururla anlatılır, ama o kürkün aslında bütün aile fertleri katledilmiş, mallarına el konulmuş Mardinli tüccar Tazbazyan’a ait olduğu ya bilinmez, ya söylenmesi istenmez.
59. Mevsimlerin hakkıyla yaşandığı, baharın bahara, kışın kışa benzediği yıllardı.
60. Geçmişle ilgili hatırladıklarımızın tümünün yoğun bir mutluluk, derin bir keder gibi güçlü duygular içermesi gerekmez. Bir öğle sonrasında amaçsızca pencereden dışarıyı seyretmenin, çinko damda takırdayan yağmurun sesinin, bir kanepede kucağında bir kitapla uyuyakalmanın, uzandığınız divanda, başınız birinin dizinde sobanın tıslamasını, çaydanlığın fokurdamasını dinlemenin sıradan anlarının ölümsüzlüğünden çatılır hatıralarımızın çoğu… Hatıra dediğin ayrıntılarda sızlar.
61. Tek çocuk olarak büyüdüm. Tek çocuk olmanın getirdiği özgüveni, zamanla yalnızlığın derinleştirdiği bir hüzünle dengelemeyi öğrenir insan.
62. Hatıralar söz konusu olduğunda herkes aynı yaştadır.
63. Çocuklar küsmenin gücünü de erken keşfederler; bunun erken edinilmiş bir silah olarak kullanmayı da..
64. Ebeveynler çocuklarının kendilerine ait arzularının olmasını istemez; onlarda kendi arzularının yansımasını yahut devamını görmek isterler. Çocuğu için, “Aynı bana çekmiş, diyebilmek, başkalarına “Aynı babası” ya da “Aynı anası gibi” dedirtmek hoşlarına gider; aynılığın tanıdıklarında sağlanacak güven ve süreklilik duygusu her şeyden daha önemlidir onlar için.
65. Pek çok kişi başkalarının takdirine, onayına kilitlenmiş bir hayata mahkum olur.
66. İnsanın kendine “sorun” olması, başkaları yüzünden değil de kendi yüzünden acı çekmeye başlaması, o yaşlardaki çocuk için taşımakta zorlanacağı erken bir ezadır.
67. Çok erken bir yaşta kendi kaynaklarıyla üstesinden gelemeyeceği zorlu bir sorunla karşı karşıya kalmıştır.
68. O sıralardaki duygusallığı kendime bile fazla geliyor, taşıyamıyordum.
69. Hayat bilgisi denen şeyin çoğu kez sınıf bilgisi olduğunu benim için bir kez daha doğrulayan bir deneyim olmuştu bu.
70. Duygularımı kendim için sadeleştirmem çok zamanımı aldı.
71. Annemin gerçekleri onun inanmak istedikleriydi.
72. Geleneksel annelik mitolojisi gereği pek çok anne çocuğuna suçluluk, bağımlılık ve mahcubiyet aşılamaya bakar. Kendilerini vazgeçilmez hissetmeye ihtiyaçları vardır.
73. Dokunma bilgisi zayıf insanlardandı, kimseyi şöyle bir içtenlikle kucaklayıp bağrına basmazdı mesela. Kendince belki sevmişti beni, ama bana sevildiğimi hissettirmedi.
74. Şefkatin iyileştirici gücüne en çok çocuklar inanmak ister.
75. Anladığım kadarıyla dünya annemi çok incitmişti.
76. Hayatı dışarıdan seyrettikleri gibi beni de dışarıdan seyrediyorlardı.
77. Kötü bir insan değildi. Kendi canını yakmak pahasına başkalarının canını yakmaktan çekinmeyen bir gözü karalığı vardı.
78. “Yüreğinin en dibine inmiyor dileğin,” derler.
79. Babamı görünce içim ılımış, sesime bir parlaklık gelmiş, beni alkışlarken gururunu görmek gönendirmişti. Böyle beklenmedik anlarda insan, dipte, derinde duran, arada olan biten hiçbir şeyin kolay değiştiremeyeceği köklü bir sevgiyi keşfediyor. Anladığım kadarıyla, bizi zaman zaman karşı karşıya getiren kişiliğimizin birbirine benzeyen yanlarıydı.