KİTABIN ADI : UYGARLIĞIN AHLAKİ BUNALIMLARI
YAZARI : LESLIE LIPSON
1. Karşılaştığımız sorunlardan bazılarının daha önce hiç görülmemiş olması nedeniyle, başarılı olmak için ürettiğimiz çözümlerin de bazı temel yenilikler içermesi gerekmez mi?
2. Şehir bir toplumun kültürünün ve gücünün en fazla yoğunlaştığı noktadır. ...burada uygarlığın iyi yanları katlanarak artırılır ve şekillendirilir. ...burası uygarlığın önemli konularına odaklanılan yerdir.
3. Büyük milletler otobiyografilerini üç ayrı metinde yazarlar, atalarının kitabı, sözlerinin kitabı ve sanatlarının kitabı. Bu kitapların hiçbiri diğer, ikisi okunmadıkça anlaşılamaz, fakat bu üçünden en güvenilir olanı sonuncusudur.
4. Uygarlıklar genellikle ya iki zıt kutuptan birine doğru yönelir ya da ikisi arasında zikzaklar çizerek ilerler. Seçenekler şunlardır: Bir uygarlıkta baskın değerler ya bu dünyalı ya da öbür dünyalı olabilir. Eğer ilki söz konusu ise, o zaman ilgi odağı bu dünyadaki yaşam sırasında insanoğluna neler olduğudur. Bu dünyaya ilişkin herhangi bir değerler sistemi, sadece insanlığı merkez almakla kalmaz, sorgulanan, aynı zamanda duygularımızla algıladığımız ve aklımızla anladığımız fenomenler alemi olan bu dünyadır. Böyle inançlar usçu olarak isimlendirilebilir, çünkü mantık, yalnızca mantık bunların gerçek ya da yanılgı olup olmadıkları konusunda son sözü söyleyebilir. Bunlara hümanist de denebilir, çünkü araştırmanın başı da, sonu da, insanın durumudur.
5. ÇİN UYGARLIĞI : Yang ve Yin, evrende kendini gösteren iki güç için kullanılan terimlerdir. İki zıt kutup olmalarına rağmen bir anlamda birbirlerini tamamlamaktadırlar, çünkü hiçbiri diğeri olmaksızın etkili olamamaktadır. Yang etkin, olumlu ve güçlüdür; Yin ise edilgen, olumsuz ve zayıftır. Yang ışık ve eril; Yin karanlık ve dişi olarak temsil edilmiştir. Bu klişeleşmiş tiplerle saygıdeğer Çin ailesi arasındaki ilişki açıktır. Bu çifte gücün, dünyayı oluşturan ve bir düzen içinde yöneten beş ana elemana dayanarak işlediğine inanılır. Bu elemanlar; su, ateş, maden, ağaç ve topraktır. Bunların ilişkisi daireseldir. Şöyle ki; su ateşi söndürür, ateş madeni eritir, maden tahtayı tahrip eder, ağaç toprağı baskı altına alır, toprak ise suyu emer.
6. Konfüçyüs birbirine sıkı sıkıya bağlı, hiyerarşik bir toplum arayışındadır ve saygıyı yavaş yavaş aşılayarak dayanışmayı besleyen bu adetleri kabul eder.
· Buna saygı gösterildiği takdirde ataların ruhlarının kişiye yardım edebileceğine, aksi halde zarar verebileceğine olan geleneksel inanış vardır. Bununla beraber bu inançlar doğru da olabilir.
· Ti ve T’ien var olabilir. Belki ruhlar gerçekten vardır. Bu sanıya göre hareket etmek topluma zarar vermez. Tam aksine, toplum genelinde yüksek güçlere gereken saygının gösterilmesinin telkin edilmesi, nesiller boyunca aile birliğini güçlendirir.
7. Bu tarihçede öğretici çok şey vardır. Çin deneyimi göstermektedir ki, dayanıklı bir uygarlık, üyelerinin etrafında toplanabileceği ve devamlılığı olan bir toplumsal çekirdek gerektirmektedir. En önemsenen değerler, bu toplumsal çekirdekle uyum sağlayanlar, onu yansıtıp güçlendirenler olmalıdır. Bunların işlevi aydınlara bir mantık ve kitlelere ahlak doğruluğu sağlamaktır.
8. En büyük fark, Hindistan’daki kast sistemidir. Bu sistem brahmanlar (rahipler), ksatriyalar (savaşçılar), vaişyalar (üretim ve ticaret işlevini üstlenenler) ve şudralar (işçiler) olarak adlandırılan dört ana sınıfı içerir. Bu dördünün de altında, aşağıların en aşağısı olan ve en pis işleri yapan, dokunulmazlar (paryalar) denilen grup bulunur.
9. Ne var ki, kaba kuvvetle ortaya çıkan ve baskı politikası ile sürdürülen güç, eğer saf ve cahilleri ikna edebilecek bir inanç demeti ile kutsanırsa daha kalıcı ve hatta çok daha dayanıklı olabilir. İşte fizik ötesi ve psikoloji ile güçlendirilmiş mitlerin ve dinin oynadığı rol de budur.
10. Buddha’dan daha üstün bir ahlaki lider hiçbir uygarlıkta görülmemiştir.
11. Zamanla, olabilecek en kötü şey –ve Buddha’nın öğretilerinin tam tersi oldu. Bir takım imgeler, tütsüler ve bağışlanan mal mülklerle kendisi bir tapınma nesnesi haline geldi. Böylece, ahlaki bir akım, örgütlü bir dine dönüştü. Bunlar olduğunda, Hindu geleneğiyle Buddhist “Yenileştirme” akımı arasında seçim yaptırabilecek pek fazla bir fark göze çarpmaz oldu.
12. Batı uygarlığı, başlıca dört geleneğin karışımından doğmuş bir melezdir, bunlar Yunan, Roma, Yahudi ve Hıristiyan gelenekleridir. Bazıları buna bir beşinciyi de eklemeye eğilimlidir; o da Cermen halkının etkileridir. Ancak onların damgası, bu tartışmada baz alınan değerlerden ziyade, sosyo-ekonomik ve askeri teknikler alanında daha derindir.
13. Yeryüzü, bereket tanrıçası biçimine bürünerek saygı görmüştür – Akdeniz’in doğu kesiminde çok yaygın olan bir inanç. Bereket kültürlerinde yaşamı kutlayan bir yan, bir hüner vardır. Bunlar Mezopotamya’nın savaş tanrıları ile Mısırlıların ürkütücü yer altı dünyasından ne kadar da farklıdır!
14. Onur ve rütbe karşı karşıyadır ve çağ bir “kahramanlık” çağıdır.
15. Sokrates’in uygarlığa yaptığı başlıca katkı kolaylıkla tanımlanabilir. O bize zihnimizi nasıl kullanacağımızı öğreten kişidir. Bu yürekli duvarcı, ona söylenen her şeye iki soruyla karşılık verdi: Bunun anlamı nedir? Doğru mu?
16. Böylesine kısa süren bir yaşamın etkilerinin bu kadar uzun sürmesinin nedenleri nelerdir? Onun etkili olması başlıca iki nedene bağlıdır: Biricisi yaşarken verdiği öğretinin doğasında, ikincisi ise ölümden sonra önem kazanan inançlarda bulunur. İsa’nın öğrettiği ne varsa devrimcidir. Değerlerinde bir radikal olan İsa, çağdaşlarına hiç çekinmeden meydan okudu.
17. Gerçekte, Musevilik ve Hıristiyanlık arasındaki başlıca fark da budur; Musevilik doğruluğu, Hıristiyanlık ise sevgiyi anahtar olarak kabul etmiştir.
18. Evet ama, İsa’nın düşüncelerinin sonradan yayılmasının nedenleri nelerdir? Bu sorunun yanıtı, birçok insanın mantıksızca doğaüstü güçlere inanmaya hazır oluşunda yatar.
19. Direksiyona inancın geçmesine izin verdiğiniz anda, mantık arka kanepeye geçmek zorundadır.
20. KATOLİK KİLİSENİN GÜCÜ: Uygarlıktaki her büyük akım, geleceğe ait hayali bir görüş ile başlar ve ondan sonra da bir grup idareci tarafından işletilir. Bunlar örgütleme yeteneği olan kişilerdir. İlgilendikleri şey güçtür ve bunu sağlamak için kurumlar oluştururlar. Sonra da görüşün aslına ait değerleri budamaya başlar, daraltırlar. İsa’nın öğretisinin başına gelen de budur. Havariler ve ondan sonrakiler İncil’i yaydıkça, Hıristiyan toplumları ortaya çıktı ve derken kiliseler birer birer inşa edilmeye başlandı. Bundan sonra olanlar ise bir Yunan trajedisini aratmayacak niteliktedir. Öbür dünya ağırlıklı bir inanç, bu dünyaya ait bir beceriyle bozuldu. İmparator Konstantin’in (MS312) Hıristiyanlığa geçişinden sonra Hıristiyanlık, imparatorluğun resmi dini haline getirildi. Bunun üzerine kilise dünyevi güçlerle uzun süreli bir ortaklığa girdi. Artık ikisi birbirini destekleyecekti. Böylece, kilise zulüm kurbanı iken zulmedenlerin başına geçmiş oldu. Zayıfken barışsever olan bu kurum, güçlenince düşlerini gösterdi. Augustinus, ilahiyatçıların askeri eylemlerinin bahanesi olan “haklı savaş” (justum bellum) doktrinini ortaya attı. Önceleri yoksul olan kilise zenginliğe boğuldu. Böylece korunacak mal, mülk ve hiç de manevi olmayan çıkarlar elde edindi. Hıristiyanlık, Dağdaki Vaaz’dan bu yana çok yol almıştı.
21. Ancak Yunan edebiyatının geri kalanı (12. yüzyıla kadar Aristotales’in tüm külliyatı, Mantık kitabının bir bölümü hariç) putperest olarak damgalandı ve bu nedenle incelenmesi yasaklandı. Gittikçe daha az sayıda rahip ve yazmanın Yunanca bilgisine sahip olduğu gerçeğine bağlı olarak, böyle bir incelemenin yapılması her durumda olanaksızlaştı.
22. DEĞERLER NASIL EVRİMLEŞİR SORUSUNA FARKLI BİR YANIT : Onun erdeminin kusuru da işte burada yatmaktadır. Barış zamanı, bu şövalyelerin yararları sınırlıydı; normalde sıkıntıya düşmüş kurtarılacak küçük hanımların sayısı pek fazla değildi. Bu nedenle şövalyeler varlıklarına bir gerekçe yaratabilmek için kargaşa çıkarmak zorundaydılar. Fransa 14. yüzyılda yalnızca Kara Ölümle değil, insan kökenli bölgesel bir hastalıkla da uğraştı ki, bu da “serbest bölüklerin” kiniydi. Söz konusu bölükler, haydutluk ve çapulculuk yaparak hayatını kazanmak üzere herhangi bir liderin emrinde çalışan, ordusu dağıtılmış askerlerden oluşuyordu. Serbest bölük liderlerinin çoğu, hiçbir bağı olmayan, eskiden yaşadığı toprakları terk etmiş eski soylulardı. Bu gruplar, bütün halkı haraca bağlayarak, Fransa’nın baş belası oldular.
23. KUSURA DÖNÜŞEN ERDEMLER : İslam uygarlığının çizdiği resim nedir ve nasıl açıklanabilir? İncelemekte olduğumuz sorun açısından aydınlatılması gereken şey, İslamiyet’in yükselişi ve gerilemesidir. Burada, olayların gidişi gözle görülen, belli bir motif oluşturur. Çağdan çağa, ülkeden ülkeye izlenebilen, dalga gibi bir hareket görüyoruz. İslam, sırasıyla Medine ve Mekke’deki Arap halkı arasında, Şam ve Bağdat’ta, Moğol Hindistan’ında ve Osmanlı Türkleri arasında zirvededir. Bununla beraber, bu alanların her birinde başlangıçtaki ilerlemenin ardından durgunluk ve çöküntü gelir. Bunun nedeni nedir?
İpucu, İslam’ı farklı, hatta onu eşsiz yapan özelliklerden çıkarılabilir. Burada, öbür dünyalılıkla tanımlanan bir din etrafında kurulmuş bir uygarlık vardır. Bu dinin ana doktrini nedir? İslam’ın belirttiğine göre bu, seçilmiş peygamberlerine vahiy yoluyla bildirilen Allah’ın iradesine tam bir teslimiyettir. Kuran’da söylenenler Muhammet’in değil, Allah’ın sözlerinden ibarettir, onun otoritesi en yüksek derecededir. Daha da ötesi, hiçbir insan bunu değiştiremez.
İslamın gücü ve zayıflığı işte bu inançlarda yatar. Başlangıçta Kuran’ın sıkı, müsamahasız ve kesin olarak emredilmiş mesajı çeşitli toplumlarda –baştan sona Ortadoğu’da, Kuzey Afrika kıyılarında, İspanya, Hindistan ve güneydoğu Asya’da- harekete geçirici bir etki yaptı. Bu nedenle canlılık merkezleri birbirini izledi. Fakat bir süre sonra teslimiyet göstermiş toplumlarda kımıldayamaz hale geldi. Öbür dünyalılıkla esnek olmayan bir tutumun karışımı, zamanla bu dünyadaki hayatı boğar. Eğer dünyayı Allah yönetiyorsa, olan biten her şey Allah’ın iradesidir. İnsan, önceden “yazılmış” olduğunu herkesin bildiği yazgısını sorgulamaya veya ona meydan okumaya cesaret edemez. İçine böyle değerlerin işlediği bir uygarlık nasıl durgunlaşmaz ki?
24. Uygarlıklar neden yaratıcı olur veya neden başarısız kalır? Her büyük uygarlık, kendi olağandışı dönemini yaşamıştır; fakat tahmin edileceği gibi bunlar sayısız değildir. Ayrıca, genelde bu dönemler pek uzun sürmez. Büyük işlerin başarıldığı zaman aralığı bir veya iki yüzyıl sürer ve arada zirveyi oluşturan süre altmış-yetmiş yıldır.
25. İslamiyet bugün halen faal olan belli başlı dört uygarlıktan en kısa süreli olanıdır. Araplardan kaynaklanıp Arap olmayan kültürlere sıçrayan bir dini inanç etrafında toplanmış olan bu uygarlık, Abbasi halifesi 1258 de Moğollar tarafından yok edildiğinden beri, öncülük edecek bir merkez ya da kurumdan yoksundur. Sonuç olarak, birbirini izleyen devirlerde, dağınık alanlarda ayrı ayrı zirvelere tırmanışı, islamın en belirgin özelliğidir. Abbasilerin Bağdat’ta hüküm sürdüğü (750-1258) beş yüz boyunca görülen en seçkin dönem, dokuzuncu yüzyıldır. Bunda Halife El Me-mun’un (813-833) bilim ve felsefeyi etkin biçimde teşvik etmiş olmasının katkısı büyüktür. İslamiyet’in belli başlı diğer zaferleri, Arap özünden uzaklarda gerçekleşmiştir. Emevi İspanya, Safevi İran, Osmanlı Türkiye ve Moğol Hindistan. Bunlar İbni Rüşt ve Elhamra, Firdevsi ve İbni Sina, Kanuni Sultan Süleyman, Ekber ve Tac Mahal’i yetiştiren toplumlardır.
26. Geçmişin büyük esin merkezleri hakkında insanın dikkatini çeken ilk nokta, birkaç istisna dışında hepsinin oldukça küçük yerler olmasıdır. Hatta bazıları için çok ufak bile denebilir. 150 yıl öncesine kadar insanların kırsal kesimde veya çok küçük kasabalarda yaşadığını anımsamamız gerekir. Kentler 8000 yıldan beri var olmuşlardır ve kuşkusuz onların gelişimi ile uygarlığın belli yanları arasında doğrudan bir ilişki vardır. Fakat söz konusu kentler ne çok sayıdaydı, ne de yerlileri toplam nüfusun büyük bir yüzdesini oluşturuyordu. Çağdaş birleşik şehirlerin ya da bugünkü adıyla megakentlerin yayılışı, Lewis Mumford tarafından ayrıntılı olarak tahlil edilmiştir. Bunlar sanayileşmenin insanlığa zorunlu olarak ödettiği bedelin bir bölümüdür. 15.yüzyılda ününün zirvesindeyken Atina’nın nüfusu 250.000 idi. O zaman için çok yüksek olan bu rakam sadece deniz ticareti sayesinde mümkün olmuştu. MS üçüncü yüzyılda Roma’nın bir milyon kişiye ev sahipliği yaptığı tahmin ediliyor, çünkü mühendisler suyu tepelere taşıyabilen yüksek su kanalları tasarlamışlardı. Konstantinopolis altıncı yüzyılda Jüstinyen’in yönetimi altındayken, yarım milyonlu bir nüfusa sahipti. MS ikinci yüzyılda, ilk sayım yapıldığında Çin’in nüfusu bazı büyük kentler de dahil olmak üzere, toplam 57 milyona ulaşmıştı. Geçmişte istisnai durumların çoğu, bu kentlerin daha bir bölgenin idari ve ekonomik ağını merkezileştiren başkentler olmaları gerçeğine bağlıdır.
27. İkinci emir Yahudilerin “oyma put” yapmasını yasaklar. Bundan dolayı sanatla ilgilenen yetenekli Yahudiler heykelden kaçınmışlardır. Ancak, Eski Ahit şarkı ve dans fırsatları ile dolu olduğundan, müzik onların özgürce çalıştıkları bir sanat dalı olmuştur.
28. Buradan daha da kapsamlı bir genelleme çıkmaktadır. Uygarlığa sürekli olarak eşlik eden savaş, insanoğlunun yaratıcı yeteneğini, diğer insanları öldürmek ve yaşadıkları yerleri tahrip etmek için daha etkin yollar keşfetmeye yöneltti. Sonuç olarak, yöneticilerin zihinlerinin askeri gereksinmelerle meşgul olduğu dönemlerde daha fazla yaratıcılık görülmüştür.
29. Yok etme dürtüsü, yaratma güdüsünün ikizidir ve bu gerçekte insan güdülenmesinin bir paradoksudur.
30. Yunanlılar ve Romalılarda dinin ikinci planda olması, onların politik ve kültürel üstünlüğünün bir sonucudur. Bunun aksine Yahudi halkının (dini) üstünlüğü ise onların politik ve felsefi olarak aşağılarda kalmasına neden olmuştur.
31. Eğer Yunanlılar ve Romalıların bir rahipleri ve bir Tanrıbilimleri olsaydı, insan ilişkileri ve gereksinmeleri üzerine kurulmuş, mükemmel devletlerini asla yaratamayacaklardı.
32. Yunanlılarla Romalıları yönlendiren akıl idi. (Ya da onların iddiası böyleydi, ancak uygulama her zaman böyle olmadı.) Hümanist oldukları için Tanrılarını da, doğal biçimde, kendi görüntülerine uygun olarak hayal ettiler. Oysa Yahudiler, her şeye gücü yeten bir Tanrıya, Yehova’ya inandıkları için imanın hakimiyeti altındaydılar. Aynı anda her iki yöne gidemezsiniz. Mantığı yücelttiğinizde imanı ikinci sıraya koyacaksınız veya tersi olacaktır. Eleştirel düşünceye güvenmek ile sorgusuz sualsiz kabul edilen inanç bir arada olamaz.
33. Haçlı Seferleri nedeniyle Avrupalılar İslam uygarlığını ilk elden gözlemleme olanağını buldular ve istedikleri ya da işlerine yarayacak ne varsa beraberlerinde getirdiler. Tülü, sivrisineklere karşı cibinlikle örtünmek üzere tasarlanmış dört direkli yatağı, müslinle örtülmüş koni şapkayı kazandılar. İlaveten, Avrupa İslam’ın Çin’de bulduğu bazı parçaları da elde etti. Daha önce sözü geçen kağıt ve barutla birlikte pergel, tatar yayı, metal örgülü zırh, çeşitli gemi halatları vb.
34. Sıra Avrupa’ya geldiğinde, Atlantik kıyısında yaşayanlar, deniz kuvvetlerini fethetmek, zaptetmek ve ticaret yapmak amacıyla okyanuslara yaydılar. Tarihte bilinen hiçbir uygarlık, Batı Avrupa’nın on altıncı yüz yıldan itibaren Amerika Kıtalarında, Asya’da ve Afrika’da yarattığı dünya çapındaki etkinin bir benzerini yapamadı. Başlangıçta bunu mümkün kılan fiziksel olanaklar, gemiler ve silahlardı. Ticaret yapmak veya bazı yerlere yerleşmek için denize açılan Avrupalılar, güvenliği sağlamak için askeri birliklere gereksinim duydu. Sonra da İncil’i “putperestlere” yayma fırsatını yakaladıklarını gören Katolik ve Protestan rahiplerinden yardım geldi. Yerli halk sarsıntıya farklı şekillerde tepki gösterdi. Amerika kıtalarındakilerin –kuzey, orta ve güney- çoğu dağıldılar, hatta bazı yerlerde yok edildiler. Arapların doğu kıyılarında yaptığı gibi, batı kıyılarını köle kaynağı olarak kullanan Avrupalıların gelişiyle Afrika da mahvedildi. Savaşçı Zulular gibi istisnalar dışında, Afrika kabileleri etkin bir karşı koyma için teknolojik açıdan fazlasıyla geriydiler ya da kendi aralarında bölünmüşlerdi.
35. Türkler tarafından Asya’ya giden yolların kapatılmasıyla Batı Avrupalılar cüretkar ve atılgan, bir ellerinde Haç, diğerinde eski tüfekler, suya indiler.
36. Atılımların hepsinde önem verilen nokta aynı değildir. Bazılarında Tanrısal öge çok güçlüdür, İbrani Peygamberlerinde olduğı gibi; diğerlerinde, ahlaki olanlar daha baskındır, Konfüçyüsçü Çin’de olduğu gibi; öbürlerinde kültürel etken en üst düzeydedir, Yunanlılar arasında olduğu gibi. Ancak, hepsinin ortak yanı, değerlerde yaptıkları önemli sıçrayıştır.
37. ...O halde böylesine iyiliksever bir varlık, acı ve ıstıraba neden olan kötülüğe nasıl izin verir? Her şeye gücü yeten Tanrı’nın iyiliğiyle Şeytan uzlaştırılabilir mi? Tektanrılı inançların Tanrıbilimcileri, kendi kendilerini, çözümlemeye çalıştıkları ve tamamen kendi yarattıkları bu mesele ile kıskıvrak bağlamışlardır. Kendilerini kaçınılamayacak bir ikilemin içinde bulmuşlar ve karmakarışık, mantıksız çelişmelerin ağına düşmüşlerdir. Çünkü kötülük vardır, yalnızca iyi olan bir Tanrı, her şeye gücü yeten olamaz, çünkü eğer olsaydı, onun iyiliğinin kötülüğü yok etmesi gerekirdi. Tersine çevrilecek olursa, her şeye gücü yeten bir Tanrı bütünüyle iyi olamaz, çünkü kötülüğün devam etmesine izin vermekten sorumludur.
38. Üstünde durduğumuz son nokta, o dönemde diğerleriyle kıyaslanabilecek hiçbir mayalanmanın olmadığı iki uygarlığı akla getiriyor. Bu ikili, Mısır ve Mezopotamya’dır. Söz konusu devrede Nil ve Dicle-Fırat vadilerinde neden önemli hiçbir felsefe ortaya çıkmadı? Yanıt bu uygarlıkların toplumsal yapısında ve bunun kültürel yaratıcılık üzerindeki hafifletici etkisinde bulunabilir, diyorum. Mısır, Babil ve Asur’un çilesini çektikleri kusur aynıydı. Bunlar kültürel alanın din adamları hiyerarşisi egemenliğinde olduğu toplumlardı. Tanrı’nın tapınakları, -Amun, Ra ve Osiris’in, Marduk ve Ashur’un tapınakları- örgütlenmiş rahiplerin elindeki gücün temelini oluşturan kurumlardı. Kişisel ayinlerin olduğu kadar, krallar için yapılan resmi törenlerin idaresi de onların tekelindeydi. Daha da ötesi, inanç sistemlerinde kutsal kabul edilen dogmalar bütün topluma öylesine yayılmıştı ki, bunlar özgür düşüncenin önünde müthiş bir engel oluşturdu.
39. Yeni bir öğretinin çabucak yaygınlaşıp kabul gördüğüne nadiren rastlanır, çünkü değişikliğe karşı direniş, normalde yenilik arzusundan daha güçlüdür.
40. Kişi doğru hareket etmek için neyin doğru olduğunu bilmelidir.
41. Bütün silahlı peygamberler başarılı olmuşlardır. Silahsızlar ise başarılı olamamışlardır.
42. Ahlaki sistemlerin ve dinlerin bir bölümü kültüre bağımlıdır. Diğer bölümü ise evrenselleşme potansiyeli taşıyanlardır. İlkinden kastım, belirli bir insan grubu ile sınırlanmış, yalnızca bu gruba özgü olanlardır. Bunlar kendi değer ve düşünce sistemlerini miras olarak alır ve diğerlerine aktaramaz. Örnek olarak, Konfüçyüscülük, Hinduculuk ve Museviliği verebiliriz. İlki aile ilişkileri ile çok yakından ilgili olup Çin tarihinin bir ürünüdür vr ihraç edilmeye uygun değildir. Hinduculuk da kastların sürekliliğini sağlama amacına hizmet ettiği için Hindistan toprağına kök salmış olarak kalır. Benzer olarak Musevilik, başkalarını kendi dinine çağıran bir inanç değildir, çünkü doktrini, Yahudilerin Yehova ile bir sözleşme yapmış, “seçilmiş halk” olduğuna dayanır. Sonuç olarak, Konfüçyüs ahlak sistemi Çinliler için, Hindu ahlak sistemi Hindular için ve Musevi ahlak sistemi de Yahudiler içindir.
43. Doğa, insan yeteneklerinin mükemmelleşmesine hiçbir sınır koymamıştır… insanın mükemmelleşebilirliği gerçekten sınırsızdır.
44. İnsan hiçbir kötülüğü, dini inançlara sığınarak yaptığı kötülük kadar tam anlamıyla ve neşeyle yapmaz.
45. İnsan gerçeği ancak aklını kullanarak bulabilir.
46. Gerçekte yabancı istilası, bir uygarlığın ana değerlerine ya da kurumlarına meydan okuduğunda bu uygarlık, ya karşı koyacak ve istilacıları reddetmeyi başaracak, ya da boyun eğmek zorunda kalacaktı. Bu bağlamda akla Çin’in Buddhizmi geri püskürtmesi veya Fransa ve İtalya’nın İslamiyet’e direnişi geliyor. Ya da bunların aksine, Aztek ve İnkaların Katolik İspanya tarafından zapt edilişi ve izleyen süreçte bu uygarlıkların yok oluşu.
47. Ancak Batı uygarlığı, Atlantik kıyısı halkı okyanusa aşırı yayılırken, bunun sonucu olarak, son birkaç yüzyılda yeni bir şey olmuştur. Bu uygarlıklar diğer kıtaların geniş bir bölümünü içene alan imparatorluklar kurarlarken, kendi inanç sistemlerini, toplumsal kurumlarını ve teknolojilerini de beraberlerinde götürdüler. Tarihe daha önce hiçbir uygarlığın temsilcileri, insanlığın içine bu kadar işleyip, ona bu kadar egemen olmamıştı. Bu yüzyılda Batılı devletlerin politik denetimi, sona ermesine ermiştir ama, kültürel, teknolojik ve ekonomik etkisi hala devam etmektedir.
48. Savaş, uygar adamların aynı ölçüde uygarlaşmış başkalarını öldürmek amacıyla, devamlı olarak suç işlediği barbarca bir alışkanlıktır.
49. 1980 tarihli bir Birleşmiş Milletler raporu, dünyadaki kadınların ekonomik durumlarını şu şekilde özetledi: Kadınlar dünyadaki çalışma saatlerinin yaklaşık üçte ikisini doldurmaktadır; buna karşın toplam dünya gelirinin yalnızca % 10 kadarı kadınlara verilmektedir; dünya genelinde mülkiyetin % 1’inden daha azına sahiptirler.
50. Hindu uygarlığı dul kalan bir kadının, kocasının cenazesinin yakıldığı ateşte kendini kurban etmesini istemektedir. Dinin onaylayıp kutsallaştırdığı bu düşünce tarzı korununca, günümüz Hindistan’ında Hindu adetlerine göre, karısının getirdiği çeyizle tatmin olmayan kocası ya da onun ailesi tarafından yeni gelinin mutfakta kazara alev almış süsü verilerek, öldürmek amacıyla yakılması az rastlanır bir şey değildir. Bu uygulama yalnızca köylere özgü de değildir. Yalnızca Delhi’de, 1982 gibi yakın bir tarihte, 610 kadın yakma olayı bildirilmiştir.
51. Bu sahnenin oyuncuları üç ana gruptan oluştu: Batı’nın ekonomik olarak gelişmiş ülkelerini içine alan “birinci dünya”, Sovyetler Birliği ve onun komünist ortaklarını içeren “ikinci dünya” ve Asya, Avrupa, Latin Amerika’nın az gelişmiş ülkelerinden oluşan “üçüncü dünya” ülkeleri.
52. İnsan, tarihin eski devirlerinde bir istilacı veya despot tarafından soğukkanlılıkla topluca öldürülen çaresiz kurbanlarla ilgili bir olayı okuduğunda, türümüzün insanlık dışı davranışları nereye kadar vardırabileceklerini görerek tüyleri ürperir. Fakat sözünü ettiğim bu Yahudi kıyımı uzak geçmişte değil, bu çağda olmuştur ve hala hafızalardadır. Bundan da öte, her şeyin olup bittiği ülke, nesnel bir yaklaşımla, hiçbir şekilde vahşi olarak nitelendirilemez. Tam aksine, Almanlar 18. ve 19. yüzyılda uygarlığa fevkalade katkılarda bulunmuştur; toplumsal gelişim ölçütlerine göre bir sıralama yapılmış olsaydı, ülkeleri dünya liderleri arasına girebilirdi. Uygarlıkta 2000 yıllık bir ilerlemenin, böyle bir toplum tarafından, on yıllık bir süreç içerisinde ortadan kaldırıldığını görünce, yaptığımız ilerlemenin gerçekte ne kadar kırılgan olduğuna şaşmaktan kendimizi alamayız.
53. Eleanor Roosevelt’in o tarihlerde dünya sahnesinde göze çarpması, aslında başka bir oluşuma işaret ediyordu. Onun çağdaşları Mahatma Gandhi, Albert Einstein ve Albert Schweitzer gibi kişilerdi. İzleyen on yılda dünya, Papa XXIII. John’u ve Martin Luther King, Jr.’ı tanıyacaktı. Bu altılının pek çok ortak yönü vardı. Hepsi insanlığın birliğine inanıyordu; düşünceleri ve faaliyetleri evrensel alandaydı. Hitlerciliğin dehşetinden çok kısa bir süre sonra insanlık, onların kişiliklerinde ahlaki ilerlememiz için yeni modeller üretti.
Garip olan şey, bu olağanüstü kişilerin bir araya toplandığı ve faaliyet gösterdiği 1940’lardan 1960’larn başına kadar olan dönemden sonra, aynı ölçüde üstün nitelikli kimselerin ortaya çıkmamasıdır. Yalnızca Rahibe Theresa dışında, bugün hayatta olan, geniş ölçüde tanınış ve insanlığın vicdanına seslenebilecek yetenekte hiç kimse yoktur.
54. İnsan hakları ve insanın görevleri konusunun hemen ardından gelen başlık, eğitim. Bu sözcüğü kişinin –zihinsel, kültürel ve sanatsal- gelişimini kapsayan, çok geniş bir anlamda kullanıyorum. Bu konu kendi başına ahlakın bir parçası değildir, fakat sonuçları itibarıyla tamamen ahlakidir. Uygarlığın görevi, benimsediği değerlere uygun olarak insan üyelerinin gelişimini sağlamaktır. Bu açıkça onun ahlaki sorumluluğudur, çünkü bir uygarlığın neyi benimseyip neyi yasakladığına bağlı olarak insanların yaşamı zenginleşir veya güdükleşir. Sayesinde tüm insanların kendi gizli güçlerini geliştirebileceği eğitim olanaklarına duyulan gereksinim bundandır. Sorum şu: 20. yüzyıl esnasında uygarlığın bu açıdan geldiği duru nedir?
55. Eğitim genelde Amerikalıların büyük çoğunluğunun değer verdiği üç değerden biridir –diğer ikisi ise bireycilik ve ticaretçiliktir- ve toplum bunların ilki tarafından güçlendirilirken, ikincisi ve üçüncüsü tarafından sık sık zayıf düşürülür.
56. Nüfus Dairesinin istatistiklerine göre Amerikalıların %99’u okur-yazar sayılmasına rağmen, pek çok uzman her beş yetişkinden birinin “uygulamada okuma yazma bilmeyenler” –bunun anlamı bu insanların okuma yazma becerilerinin, basılmış malzemeyi okumak ve çeşitli formları oldurmak ya da çağdaş kültürün gerektirdiği hesapları yapmak için yeterli olmamasıdır- grubuna dahil olduğunu belirtmiştir.
57. Farklı durumlara göre farklı nedenler vardır. Örneğin çok açıkça görülmektedir ki, İslamiyet’te aşırı tutuculuk, bu uygarlığın Batıya karşı duyduğu düşmanlığın bir ifadesidir. Mollalar nefret edilen gayrimüslimlere karşı Kutsal Savaşlarını, bizim değerlerimizi, düşüncelerimizi ve ahlakımızı lanetleyerek sürdürmektedir – bu esnada “Büyük Şeytan”ın uçak, teyp, televizyon, tank ve saatli bomba gibi nimetlerinden büyük ölçüde yararlanmayı sürdürmektedir. Ancak bir olgu, aşırı tutuculuğun şahlanışında olduğu gibi, dünya çapındaysa ve birçok uygarlığı birbirine düşman ediyorsa, bunun altında bazı genel nedenler yatıyor olsa gerek. Bunları ayırt etmek mümkün müdür?
58. Bununla beraber, bu motif evrensel sayılmaz. Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’de, Mustafa Kemal, devlet gücüyle tüm toplumu yeniden düzenlemek için politik liderliğini kullanarak, İslam kültürünün batılılaşmasını başlattı ve ekonomiyi çağdaşlaştırdı. Bunun aksine 1980’lerde İran’da, devlet idaresini ve ekonomiyi kendi gelenekçi şeriat yorumuna uymaya zorlamak için tersyüz ederek aşırı tutucu karşı devrimini başlatan ise bir dini lider, Ayetullah Humeyni oldu. Bu da göstermektedir ki, temel dönüşümler ister ileriye, ister geriye doğru olsun, bir kültürün herhangi bir dalından kaynaklanabilir; fakat ortaya çıktığı zaman harekete geçirdiği değişikliklerin hızı farklı alanlara göre değişir.
59. AIDS’in nedenini keşfetmek ve bir tedavi geliştirmek için şimdi laboratuarlarda yürütülen bilimsel araştırmalar ile 14. yüzyılda Batı Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Ölüm salgınında olanlar arasındaki karşıtlık son derece çarpıcıdır. 1348’de Fransa Kralı, Barbara Tuchman’ın anlatımıyla, “Paris Üniversitesi tıp fakültesinden bu musibetle ilgili bir rapor istedi...Doktorlar ayrıntılı savlar, karşı savlar ve kanıtlarla bunu Satürn, Jüpiter ve Mars’ın, 20 Mart 1345’te, Kova burcunun 40. derecesinde üçlü olarak bir araya gelmesine bağladılar. Bununla beraber, aynı kişiler “nedeninin en yüksek düzeyde eğitim görmüş aydınlar tarafından bile anlaşılamadığı” sonucunu doğruladılar.
60. Ortalama ömür 1983 yılında İzlanda’da 77 yıl, Norveç, İsveç, Hollanda ve Japonya’da 76 yıl gibi yüksek bir rakamdır. Fakat Çad ve Etiyopya’da bu rakam yarıya inmektedir – kesin bir rakam vermek gerekirse 40. Üçüncü Dünyanın birçok ülkesinde bebek ölümleri, doğan her 1000 bebekten 200’ünü kapsayacak kadar yüksektir – ki bu da batının 15 katıdır. 1 ve 5 yaş arası çocuk ölümleri Üçüncü Dünya’da her 1000 çocuktan 30’unda görülmektedir, bu da batınınkinden 250 kat daha yüksek bir orandır. Doğum sırasında anne ölümleri de yine batının 300 katıdır. Wendell Wilkie’nin işaret ettiği gibi, insanlık aynı dünyada yaşıyor olabilir, fakat çifte standartlı iş gördüğümüz muhakkaktır.
61. Yumuşatılmış ifadeyle “gelişmekte olan ülkeler” adıyla anılan bu devletlerin bütçelerine bir bakın. Ne görürüsünüz? WHO raporlarına göre, en yoksul ülkelerde yıllık sağlık giderleri 1989’da kişi başına ortalama 5 dolardan daha azdır, gelişmiş bölgelerde bu miktar ortalama 400$ olmaktadır.
62. Bazı konularda değerleri sanıldığından daha ahlaki olan Machiavelli’den bir alıntıyla ifade edersek “Halkın amacı, soylularınkinden daha onurludur; zira soyluların istediği baskı yapmak, halkınki ise yalnızca bu baskıdan kaçınmaktır.”
63. Böyle aşırı tutucu dindarlar, İskenderiye kütüphanesini yıktırdığı söylenen Arap komutanın mantığıyla hareket ederler. Bu komutan, oradaki kitapların eğer Kuran’a uygunsa lüzumsuz; yok eğer karşıysa hatalı olduklarını iddia etmiştir. Kısacası, her iki durumda da gereksizdirler. Gerçek anlamıyla alınırsa bu, Batının sunmak zorunda olduğu her şeyi reddetmek anlamına gelir, tam da Gandhi’nin köy kültürünün değerlerini yücelttiği ve yurttaşlarını yerel giysiler giymeye çağırdığı zaman Hindistan’da yaptığı gibi. Aşırı tutucu Araplar bu kadar öteye gidemez. Tam tersine, amaçlarına hizmet ettiği sürece Batı teknolojisini gönüllü olarak alırlar. Onların sorunu, araç gereci hoş karşıladıktan sonra, onların üretimine ve kullanımına eşlik eden ekonominin altında yatan fikirleri ve eğitim kavramlarını nasıl dışarıda bırakacaklarıdır.
64. Gerçekten de, büyük uygarlıklar arasında İslamiyet, önümüzdeki yüzyılda başarılı bir canlanma ve uyanışa girme olasılığı en az olanı gibi gözükmektedir. Beni bu sonuca götüren iki etken vardır. Biri İslam toplumları arasındaki müzmin bölünmenin yaygınlığıdır. Kabile kültürü ve ilişkileri ile dini mezhepçiliğin vahşiliği, bu bölünmelerin etkisini artırmaktadır. 1991 yılında, Suudi Arabistan, Mısır ve Suriye Irak’a karşı yapılan savaşta ABD, İngiltere ve Fransa’dan yana taraf olunca, aralarındaki uyumsuzluk gerçekten de tüm dünyanın gözleri önüne serilmiştir. Birliğe bunca gereksinim olduğu halde bunu sağlamak son derece güç olduğundan, uyumsuz eğilimlere Müslümanların tepkisi, nüfusun bir bölümünün kalanlar için düzeni ve güvenliği sağladığı otoriter rejimlere boyun eğmek olmuştur. Düzeni kurmak için bu da bir yöntem olabilir, en azından geçici olarak. Ama bu, büyümenin ve toplumsal ahengin sürekliliğini sağlayacak bir yöntem değildir.
65. Bu kalıtsal zayıflık, İslami inanç ruhuyla daha da yoğunlaşan, başka bir kusurla ilişkilidir. Tek Tanrılı dinler hoşgörüsüzlüğe eğilimlidir, çünkü gerçeği vahiy yoluyla, seçilmiş bir haberciye –bir Musa, İsa ya da Muhammed- ulaştıran tek bir Tanrıya inanırlar. Sonuç olarak, gerçek inananlar uzlaşmaktan çok, ölçüsüzce savaşmayı seçeceklerdir. İslam uygarlığında, şehit olma arzusundan ötürü şiddete her zaman rastlanır. Çağdaş dünyada şiddet, terörist gruplar tarafından uygulandığından, kurbanlarının çoğu masum insanlar olan dehşet verici canavarlıklarla sonuçlanmaktadır. Ahlaki sistemi bu tür davranışları hoş gören ya da cezalandırmayı başaramayan bir uygarlık, daha yüksek bir düzeye çıkamaz. Bir noktada, şiddet geriye dönerek onu uygulayanları yok eder. Petrol yatakları boşaldığında, Ortadoğu’da milyonlarca çaresiz insan olacaktır.
66. Dünyevi dinler doğruluğundan emin olarak, başka düşünce tarzlarına karşı hoşgörüsüz dogmatik ilkeler öne sürer. İster Tanrıbilimsel, ister ideolojik olsun, mantığa dayanmayan inançların hepsinin zihinsel sonucu tutuculuktur.
67. Bir toplum ya onu üstü yapan bazı yeteneklerinin yardımıyla ya da yeni bir özellik geliştirerek sivrilir; sonra da, aynı özelliği zararlı olacak kadar aşırıya götürdüğü zaman gerilemeye başlar. ABD bu genellemeyi gösteren güncel bir örnektir. Bu ülkeyi büyük yapan, Amerika’nın en olağanüstü özelliği, bireyciliğe verdiği değerdir. Bu da kişisel düşüncenin ve girişimciliğin önemle vurgulanması anlamına gelir. Böylece zincirlerinden boşalan göçmenlerin enerjisi, zengin bir kıtanın doğal kaynaklarını geliştirmiştir. Ancak aynı nitelik, dengeleyici değerler pahasına aşırı vurgulandığı zaman olumsuz sonuçlar doğurur. Bu durumda bireycilik, bencilliğe, başkalarının düşünmemeye ve toplumun iyiliğini göz ardı etmeye yol açar.
68. Batı uygarlığında esas sorun, değerlerimizin çelişkisidir. İki kaynağımız arasındaki aykırılık asla giderilememiştir. Bugün bile bizi çileden çıkaran bir özelliktir bu. Toplumumuzun belli kesimleri, nüfusumuzun bir bölümü, Yunan-Roma düşünce sisteminin bugüne uyarlanabilen etkilerinden, usçuluk, laiklik ve hümanizm gibi değerleri en üst sıralara yerleştirir. Öte yandan bazıları, türümüzün kutsal bir varlık tarafından yaratıldığını ve insanların onun kulları olduğunu öne süren Musevi-Hıristiyan Tanrıbiliminin öbür dünyalı amaçlarını benimser. Bilim ve teknolojideki başarılarımız, ekonomik ve politik gelişimimizle beraber genelde eğitim sistemimize hayat veren felsefe, hep ilk görüş çerçevesinde düşünen kafaların eseridir denilebilir. Diğer görüşten ise birçok insanın eleştirmeksizin kabul ettiği, türümüzün ve evrenin doğası, yaşamın başlangıcı, ölümden sonra varoluş gibi konularla ilgili inançlar ortaya çıkar. Buna ilaveten, Tanrıbilim, toplumsal ilişkilerimizi biçimlendiren ahlaki değerleri önceden belirlemekle, diğerlerine gerek bırakmamıştır. Meselenin en can alıcı noktası da burada yatmaktadır.
69. Bizi ölümden sonraki hayali bir yaşamda ödüllendirme ve cezalandırma gibi ahlaki değeri düşük kavramlara bağlamaksızın, özgeci davranmaya itecek hümanist bir ahlak sistemine gerek vardır.
70. Günümüzde Altın Buzağı’ya tapınmanın yerini, putlaştırılmış Gayri Safi Milli Hasıla almıştır.
71. Ekonomik refah gereksinimleri ve askeri korunma gibi temel konuların üstesinden başarıyla gelemeyecek biçimde yapılanmış olan bir yönetim birimi, yok olmaya mahkumdur. Batı tarihinin ilk dönemlerinde böyle olmuş, “polis” yerini imparatorluğa bırakmış, bunun yerini derebeylik ve kilise-devlet ikiciliği almış, bunları da ulus-devlet izlemiştir. Günümüzde bu son birimin de toplumsal gereksinimlerimize daha uygun bir başka yapının geçişine izin vermesinin zamanı gelmiştir. Gerçekte, gelmekte olan kurumların ceninleri, bugün ortaya çıkmakta olan küresel toplumun rahminde zaten biçimlenmeye başlamıştır. Bunlar iki düzeyde var olmaktadır. Dünya sahnesinde Birleşmiş Milletler ve onun farklı konularındaki şubeleri – sonradan bir dünya devletinin hükümeti olabilecek öncüler. Bununla beraber, bu idealin etkin bir gerçeğe dönüşebilmesi için birkaç neslin ortak çabası gerekecektir.
72. Henüz insanlık kendi kendini birleşik bir çerçeve içerisinde, ne politik ne de idari olarak, yönetme yeteneğine sahip değildir. Var olan ulus-devlet kargaşasından geçiş döneminde bize yol gösterecek biraz daha fazla şey istenmektedir. Yeni bir buluş ortaya çıkmıştır bile: bir fenomen. Ben bunu bölge-devlet olarak adlandırmak istiyorum. Bunun ilk örneği, Avrupa Topluluğu adı altında, şimdi Avrupa’nın batısında yaratılmaktadır. Eğer şu anda izlediği yolda ilerlemeye devam ederse, yirmi yıl içinde federal bir süper devlet halini alacaktır. Üyeleri arasındaki geçmiş savaşalar ve rekabetler tarihin ışığında bakınca, politik alanda ne büyük bir devrim! Dört yüzyıl önce ulus-devleti yaratan aynı coğrafi ve kültürel bölgenin, bu birim işlevselliğini yitirirken onu izleyecek olanı şimdiden denemesi ne kadar anlamlı! Ayrıca demokratik sistemi bulmuş olan aynı uygarlığın, ayrı ayrı devletlerden bir birlik yaratmak üzere gönüllü onay vermeleri için, asırlık güç ve istila yöntemi yerine şimdi demokratik süreci kullanması da ne kadar anlamlı!
73. Ulus-devletin yanı sıra, bir gün eskisinden daha az etkili olacak olan bir başka şey de onun duygusal tamamlayıcısı olan milliyetçiliktir. Kendilerini ulus-devlete bağlayan duygular, günlük yaşamımızı biçimlendiren ve çerçeveleyen kurumların öznel yanıdır. Bunların etkilerinden biri, kendi bölgelerinden ya da yakın çevrelerinden daha geniş bir toplumda insanları birbirine bağlamaktır; bir ölçüde bunun olması iyidir. Yuva ve aile sevgimiz, dostlarımız ve hemşehrilerimizle bağlantılarımız, daha büyük bir bütün olan ülkemiz için duyduğumuz ulusal duygu ve sevgi hissiyle genişletilir. Ancak iyiye eşlik eden bazı olumsuzluklar vardır. Aynı devletin yurttaşlarını birleştiren ortak duygu, yine aynı gerçek yüzünden bizi diğer devletlerin üyelerinden ayırır. Milliyetçilik ayrı olma ve bundan ötürü farklı olma bilincini yükseltir – diğerlerini dışlama veya üstünlük ya da tamamıyla düşmanlığa doğru kayabilecek tutumlar doğurabilir. 21. yüzyılda gezegenimizin karşılaşacağı sorunlar, üyeleri öncelikle ulusal dilimler içerisinde düşünen, duyan ve hareket eden bir insan ırkı tarafından çözülemez.
74. Aynı savlar, her yönüyle, devlet gibi insanları bölen diğer büyük kurumlar için de geçerlidir. Bunlar örgütlü dinlerdir. Toplumsal etkileri, tıpkı devletlerinki gibi, çok karışıktır. İnsanları ortak bir inancın kucağında bir araya getirirken iyilik yaparlar; fakat her grubu birbirinden ayırarak aynı oranda da kötülük yaparlar. Tanrısal gerçek olma iddiasındaki doktrinlerin kaçınılmaz çıktıları, dogmacılık ve hoşgörüsüzlüktür. İşte bu nedenle, tarihin en kanlı savaşları dini inanç bayrağı altında yapılmıştır. Bugün bile, aslında kısmen dine bağlı düşmanlıklar yüzünden birbirini yok eden insanların sayısını çoğaltan acı ve talihsiz olaylar yaşanmaktadır. 1980’lerde Kuzey İrlanda’da, Protestanlarla Katolikler birbirini katletti; Yahudiler ve Müslümanların İsrail civarında; Sünni ve Şiilerin Irak ve İran’da; Buddhist ve Hinduların Sri Lanka’da; Müslümanların ve Rum Ortodoksların Kıbrıs’ta; Hıristiyan ve Müslümanların Sudan’da – listenin sonu yok – yaptıkları gibi. İşin özü, yandaşları arasında aşırı tutuculuğu, diğer Tanrılara inanmayı öldürmeye hazır hale getirecek ölçülere çıkaran kurumların uygarlık için çok büyük bir tehdit olduğudur. Örgütlü dinlerin bölücü etkileri kökünden silinip atılmadıkça insanlık birleşemez. Egemen politik sistemin ve dini kurumların bölücü etkisini ortadan kaldırmak, çok büyük güç ve yüreklilik isteyen bir iştir. Lakin bu yapılmadıkça, insanlık evrensel boyuttaki konularda ihtiyaç duyulan küresel fikir birliğine asla ulaşamayacaktır. Dar görüşlüler gezegen çapındaki sorunları çözemez.
75. Uygarlığın savaşları her zaman, yönetimlerin ve dinlerin başı altından çıkmıştır. Bunların gücü azalmazsa savaşların kökü başka nasıl kazınabilir?
76. Artık dünya politikasının ekseni, Doğu komünizminin kurumları ve felsefeleri ile Batı’nın ilerici demokrasi arasındaki düşmanlık olmayacaktır. Doğu-Batı ilişkileri yerine Kuzey-Güney veya ılıman ve tropikal bölgeler arasındaki uçurumlar küresel kaygılarda en ön sırayı alacaktır.
77. Savaşlar insanların kafasında başladığına göre, barış kalkanları yine insanların kafasında oluşturulmalıdır.
78. Yaşamlarımız seçtiğimiz değerlerce yönetilir.
79. Yirmibirinci yüzyılda dinsel dogmaların yerini alabilecek en uygun değerler, hümanist felsefeye ait olanlardır.
Örgütlü dinler, taraftarlarını, bireysel sınırları aşan, her birimizi evrensel bir bütünün parçaları olarak resmeden bir insanlık görüntüsüyle cezbederler. Bu görüntü insanın kendi ölümlülüğünün ötesine ulaşma ve daha geniş bir görüş açısı yakalama gereksinimini karşıladığından, çekicidir.
Oysa aynı gereksinim bizleri ödül umudu ve ceza korkusu ile ahlaklı tutan “Üstün Bir Varlık” olmaksızın, türümüzün birliğini ve birbirine bağımlılığını övgüyle karşılayan hümanizm tarafından daha yapıcı bir biçimde doyuma ulaştırılabilecektir.