BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  İnancın Sonu - Sam HARRIS
 

KİTABIN ADI : İNANCIN SONU (The End of Faith)

YAZARI             :Sam HARRIS

 

 

İnanmaya inanmıyorum. Benim yaklaşımım bilmektir ve bilmek bütünüyle farklı bir boyuttur. O şüpheden başlar, o inanmaktan başlamaz. Bir şeye inandığın an sorgulamayı bırakmışsındır. İnanç insan zekâsını yok eden en zehirli şeylerden birisidir.

Tüm dinler inanca dayanır; sadece bilim şüpheye dayanır. Ve ben dinî arayışın da bilimsel, şüpheye dayalı olmasını isterim. Böylelikle inanmaya ihtiyacımız olmaz. Onun yerine varlığımızın hakikatini ve tüm evrenin hakikatini bir gün bilebiliriz.                

 

Osho - Anlayışın Kitabı

 

************************************************************************************

 

İnanç, bir kez çekildi mi insanın hayatındaki diğer her şeyi yerinden eden bir kol gibidir. Bilim insanı mısınız? Liberal mi? Irkçı mı? Bunlar inancın gerçek hayata yansımalarından başka bir şey değildir.

Dünyadaki insanların çoğu, evrenin yaratıcısının bir kitap yazdığını düşünüyor. Ne yazık ki elimizde bu türden birden fazla kitap var; üstelik her biri kendisinin şaşmaz olduğunu iddia ediyor.

Bir ılımlı dindarlar vardır, bir de aşırı dinciler; bu ikisinin tutkularının ve niyetlerinin karıştırılmaması gerekir. Ancak bu kitabın ana temalarından biri, ılımlı dindarların kendilerinin de korkunç bir dogmanın taşıyıcısı olduğu: her birimiz diğerlerinin haksız inançlarına saygı duymayı öğrendiğimizde barışa giden yolun açılacağını hayal ediyorlar. Bu kitapta, dinsel hoşgörünün bizzat kendisinin (yani her insanın Tanrı hakkında dilediğine inanmakta özgür olması gerektiği fikrinin) bizi uçuruma doğru sürükleyen ana güçlerden biri olduğunu gösterebilmeyi umuyorum.

Evrene dair tüm inançlarımızın uyuşmasına gerek yoktu. Bir insan kafasında ördüğü ayırıcı duvarın farkına bile varmaksızın Pazar günü Tanrıdan sakınan bir Hıristiyan olarak ibadet edip, pazartesi sabahı tekrar bir bilim insanı olarak işine gidebilirdi. Böylece ne yardan vazgeçmiş olurdu, ne serden.

Çoğumuzun duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılayan şeyin (her ne kadar dolambaçlı yollardan ve korkunç bir bedelle olsa da) din olduğunu inkâr edemeyiz. Kaldı ki dünyanın işleyişine bilimsel veya başka yollardan vakıf olmak da bu ihtiyaçlarımızı doyurmaya yetmez. Varlığımızın manevi bir boyutu olduğu aşikar; hatta belki bu boyutu kabullenmek insan yaşamının en yüksek amacıdır. Ancak buna ulaşmak için, İsa’nın bir bakireden doğduğu veya kutsal kitabın Tanrı sözü olduğu gibi sınanması mümkün olmayan iddialara iman etmemiz gerekmediğini göreceğiz. 

 

DİNDEKİ “ILIMLILIK” SAFSATASI

 

Gallup araştırmasına göre:

 

Amerikalıların % 35’i, İncil’in evrenin Yaratıcısının birebir ve şaşmaz sözü olduğuna inanıyor.

Bir diğer % 48’i ise, İncil’in Tanrının “esinlenmiş” sözü olduğuna (yani yine şaşmaz ama bazı pasajların düz anlamlarıyla değil, simgesel anlamlarıyla okunması gerektiğine) inanıyor.

Geriye bu metni insan suretinde, sonsuz bilgeliğe sahip bir Tanrının yazdığından (üstüne üstlük içindeki 250.000 böcek türüyle beraber bu dünyayı yarattığından) şüphe eden % 17’lik bir kısım kalıyor.

Yine Amerikalıların % 46’sı, birebir, düz anlamıyla inanıyor (% 40’lık bir kesimse Tanrının milyonlarca yıl içinde yaradılışı yönlendirdiği inancında)

 

Bu da demek oluyor ki Amerikalıların 120 milyonu, Babil ve Sümerlilerin birayı mayalamayı öğrenmesinden sonra evrenin yaratıldığına inanıyor.

 

Eğer araştırma sonuçları bizi yanıltmıyorsa, yaklaşık 230 milyon Amerikalı, ne içsel bütünlüğe, ne de tarzında tutarlılığa sahip olmayan bir kitabı her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her yerde var olan bir ilahın yazdığına inanıyor demektir.

Hindular, Müslümanlar veya Museviler arasında yapılacak bir anketten de benzer sonuçlar çıkacağına şüphe yoktur. Bu da biz insanların, efsanelerin etkisiyle nasıl da tamamen kendimizden geçtiğimizi göstermektedir.

Son yüz yılda tıpta yaşanan gelişmelerden haberdar olanlarımızın büyük kısmı artık hastalıkları kişinin günah işlemiş olmasına veya cin çarpmasına bağlamıyor. Evrendeki nesneler arasındaki mesafeleri duyanlarımızın çoğu (aslında yarısı), her şeyin 6.000 yıl önce yaratılmış olduğu iddiasını (özellikle de uzak yıldızlardan gelen ışıkların dünyaya milyonlarca yılda ulaştığı düşünülürse) ciddiye almakta zorlanıyor. Ne var ki çağdaşlığa verilen bu gibi tavizler dinin zaman içinde mantıkla uyumlu hale geldiği, ya da dinsel geleneklerimizin ilkesel olarak yeniliklere açık olduğu anlamına gelmiyor.

14.Yüzyılda yaşamış iyi eğitimli bir Hristiyan’ı hayata döndürdüğümüzü hayal edin. Bu kişi çağımız için tam anlamıyla bir kör cahil olurdu; yalnız dinsel konular hariç. Coğrafya, gökbilim ve tıp ile ilgili bilgilerine çocuklar bile gülerdi; gelgelelim, Tanrıyla ilgili bilgileri üç aşağı beş yukarı bizimle aynı olurdu. Dünyayı evrenin merkezinde sanması, ya da “trepanasyon”un[1] (baş delgi ameliyatı) bilgece bir tıbbi müdahale olduğuna inanması budalaca olsa da, dinsel inançları eleştiriden uzak olurdu.

Eğer din insanoğlunun inançlarına yanıt veren hakiki bir platformsa, o zaman gelişime müsait olması gerekir; öğretilerinin ise gitgide daha az değil, daha çok faydalı olması gerekir. Her alanda olduğu gibi dinin de günümüzün arayışlarına cevap vermesi gerekir; sırf geçmişin doktrinlerini tekrarlaması değil.

GEÇMİŞİN GÖLGESİ

 

Dünyayla ilgili tüm bildiklerimizi bir anda unutuversek ne olurdu? Yarın sabah yedi milyarımızın birden hiçbir şey bilmez bir şekilde uyandığını hayal edin. Kitaplarımızın ve bilgisayarlarımızın hepsi yerli yerinde, fakat içeriklerini anlayamıyoruz. Ne arabalarımızı kullanmasını biliyoruz, ne de dişlerimizi fırçalamasını. İlk hangi bilgimizi geri isterdik?

Eh, yemek bulma ve barınak bulma ihtiyaçlarının en başta geleceğine şüphe yok. Aletlerimizi kullanmayı ve tamir etmeyi de bir an önce kullanmayı öğrenmek isterdik. Bir de tabii sözlü ve yazılı konuşmak en temel önceliklerimiz arasında yer alırdı; ne de olsa dili bilmek diğer birçok becerinin kapısını açar.

 

Peki, bu insanlığımızı geri kazanma sürecinin tam olarak neresinde İsa’nın bir bakireden doğmuş olduğunu bilmemiz önemli hale gelirdi? Ya da tekrar diriltilmiş olduğunu? Peki, bu gerçekleri (yani eğer sahiden gerçeklerse) tekrar nasıl öğrenebilirdik? İncil’i okuyarak mı?

Raflarımızda buna benzer daha pek çok antik çağdan kalma inciler olacağını unutmayın. Örneğin: Bereket tanrıçası İsis’in başında etkileyici bir çift inek boynuzu olduğu “gerçeği” gibi. Okumayı sürdürdüğümüzde, Tor’un yanında bir çekiç taşıdığını, Marduk’un kutsal hayvanlarının at, köpek ve çatal dilli ejderha olduğunu öğrenirdik.

 

Tekrar diriltmeye çalıştığımız dünyamızda en yüce payeyi acaba hangisine verirdik? Yehova’ya mı? Şiva’ya mı?

 

Peki, evlenmeden cinsel ilişkiye girmenin günah olduğunu ne zaman öğrenmemiz gerekirdi? Ya da zina yapanların recm edilmesi gerektiğini? Ya da ruhun zigota döllenme anında girdiğini? Peki ya kitaplarımızın bir tanesinin özel bir konumu olduğunu, çünkü bizzat evrenin Yaratıcısı tarafından yazıldığını iddia etmeye başlayan aramızdaki tuhaf insanlar hakkında ne düşünürdük?

Söylemek istediğim, bugün kutsal saydığımız çoğu şeyin kutsal olmasının tek nedeni dün kutsal sayılıyor olmaları.

Hâlbuki modern dünya, en azından potansiyel olarak, ekonomik, çevresel, siyasi ve tıbbi gereksinimlerden dolayı zaten kaynaşmış durumda. Dinin bu yeni dünya üzerindeki etkileri ise tehlikeli boyutlarda gerici. Geçmişimiz sırf geçmiş olduğu için kutsal olamaz.

 

DİNSEL AŞIRILIK

 

Hemen hemen hiçbir din, temel inançlarını sınamamızı ya da doğruluğunu gözden geçirmemizi sağlayacak bir yöntem sunmadığı için, her kuşak öncekilerin batıl inançlarını ve kabilesel nefretlerini miras almaya mahkûmdur.

Aşırı dinci Müslümanlar Batı kültüründen ithal edilen şeylerin, karılarını ve çocuklarını Tanrı’dan uzaklaştırdığına eminler. Ayrıca bizim inanmayışımızı da, İslam’ın yayılmasını engellediği ölçüde, öldürülmeyi hak edecek kadar korkunç bir günah olarak görüyorlar. Bu tutkularını sözcüğün sıradan anlamıyla “nefret”e indirgemek yanlış olur. Müslüman aşırı dincilerin çoğunun ne Amerika’ya gitmişliği var, ne de bir Amerikalıyla tanışmışlığı.

Korkunç suçları işleyen Müslümanların çoğu cennete gitmek arzularını açıkça dile getiriyor. İsraillilere saldırırken başarısız olan Filistinli bir intihar bombacısı, kendini buna iten şeyi “şehadet sevdası” olarak açıklamıştı. “Hiçbir şeyin öcünü alma peşinde değildim,” diye eklemişti, “Tek istediğim şehit olmaktı.”

Günümüzde Batının bütün Müslüman ülkelerinden çok daha fazla refah ve maddi güce sahip olması ise dini bütün Müslümanların gözünde şeytanın bir oyunudur. Ve bu durum cihad için hep bir açık davetiye olarak kalacaktır.

Bernard Lewis’in gözlemlediği gibi, Peygamberin döneminden beri İslam “Müslümanların hafızalarında ve zihinlerinde politik ve askeri güce sahip olma ile özdeşleşmiş”tir. Hoşgörü ve dinsel eşitlik söz konusu olduğunda, İslam’ın temel felsefesinin bahtı özellikle karadır; zira bir Müslümanın mahşer gününde hepimizi bekleyen zorlu mahkemeyi[2] es geçip doğrudan cennete girmesinin tek yolu şehadettir.

 

Tekrar diriltilerek meleklerce sorgulanacağı günün beklentisiyle toprağın altında yüzyıllarca çürümektense, şehit olan kişi “kara gözlü hurilerin” kendisini beklediği Allah’ın bahçesine doğrudan buyur edilir.

Peki, kutsal kitaplarımızda hiç hata olmadığını nereden biliyoruz? Çünkü kitapların kendileri öyle söylüyor. Bu gibi epistemolojik kara delikler dünyamızın ışığını hızla içeri çekiyor…

Elbette din kitaplarımızda bilgece, avutucu ve güzel pek çok şey bulunuyor.

Ama bilgelik, avutuculuk ve güzellikle dolu sözler Shakespeare’in, Virgil’in ve Homer’in sayfalarında da var. Üstelik bugüne kadar kimse onların eserlerinden ilham alıp binlerce insanı da öldürmedi…

 

ÖLÜM: İLLÜZYONLAR PINARI

 

İyi veya kötü her şeyin değişerek sonunda yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya sanki bizi sırf canı istediğinde midesine indirmek için yaşatıyor. Anne babalar çocuklarını, çocuklar anne babalarını yitiriyor. Dostlar bunun son el sallayış olduğunu bilmeden birbirine el sallıyor. Uzaktan bakıldığında, teması yitiriş olan dev bir gösteriden başka bir şey değil hayat…

Ancak görünüşe bakılırsa tüm bunların bir çaresi var. Eğer doğru yaşarsak (ille de ahlaklı olması gerekmiyor!!!, ama belli bazı antik inanışlar ve kalıplaşmış davranışlar çerçevesinden çıkmazsak) istediğimiz her şeyi öldükten sonra elde edebiliriz. Bedenlerimiz er geç bizi yarı yolda bıraktığında, fiziksel saframızı fırlatıp atarak yükselir ve yaşarken sevdiğimiz herkesle tekrar bir araya geleceğimiz diyara doğru yolculuk ederiz. Tabii haddinden fazla mantıklı olanlar ve diğer ayaktakımı bu mutlu yerden uzak tutulacaklar! Yaşarken kuşkularını askıya alanlar ise, sonsuza dek istediklerini yapma hakkına sahip olacaklar…

Bir insanın ölümden sonra ne olacağına dair taşıdığı inançlar, yaşamla ilgili inançlarını da belirler. İnanca dayalı dinin ölümden sonrasına dair bilgimizdeki boşlukları doldurur gibi yapmasının gücü de buradan gelir: bu gerçeğin altında ezilenlerin üstündeki yükü kaldırmış olur. Ölmeyeceksin. Bu söze bir kez inandı mı, başka türlü aklına bile getiremeyeceği şeyleri yapabilir insan.

Bugün Amerika’da eğer bir başkan adayı, cennet ve cehennemin varlığından duyduğu şüpheyi açıkça dile getirirse, seçilmesi imkânsız hale gelebiliyor. Siyasi liderlerimizden başka bir “bilgi” alanında değil de bir bu alanda yetkinlik beklememiz gerçekten düşündürücü. ABD’de bir berberin bile zanaatını sergilemeden önce geçmesi gereken bir ehliyet sınavı varken, savaş ilan etme ve ulusal politikalarımızı belirleme yetkisi verdiğimiz kişilerin (yani insanların yaşamını kuşaklar boyu kaçınılmaz olarak etkileyecek kişilerin) işe başlarken herhangi bir konuda bilgili olmaları kendilerinden beklenmiyor…

 

Bir sonraki başkanlık seçimimizde İncil okuyan bir aktörün, okumayan bir roket mühendisinden daha çok oy alacağı neredeyse kesin. Mantıksızlığın ve uhreviliğin hayatımızı yönetmesine izin verdiğimizin bundan daha net bir göstergesi olabilir mi?

Ölüm olmasaydı, inanç temelli dinin etkisi yok denecek kadar az olurdu. Belli ki ölüm gerçeği bize dayanılmaz geliyor; inanç ise mezara girdikten sonra daha iyi bir hayata kavuşacağımız umudundan besleniyor.

İNANÇLA BARIŞIK OLMAK

 

Bilimin ruhani ve ahlaki sorular karşısındaki sessizliğinin sona ermesine az kaldı. Bu konularda günün birinde tamamen akılcı hale gelebilecek (en uç mistik deneyimleri bile açık ve bilimsel sorgulamanın kapsamına sokacak) bir yaklaşımın ilk işaretlerini psikologlar ve nörobilimciler arasında daha şimdiden görebiliyoruz. Hayatlarımızın sevgi, şefkat, hayranlık ve coşkuyla taşması için ille de mantıksız olmamızın gerekmediğini, ruhanilik ve mistisizmin akılla barışık olabileceğini fark etme zamanımız geldi artık.

Bir insan neye inanıyorsa ona göre davranır. Seçilmiş halktan olduğunuza, çocuklarınızı Tanrı’dan uzaklaştıran şehvet düşkünü bir kültürün girdabına kapılmış olduğunuza, gâvurları katlederseniz sonsuza dek hayal ötesi güzelliklerle ödüllendirileceğinize inanıyorsanız, bir gökdelene uçakla dalmak için birinin sorması yeter. Buradan da anlaşılabileceği gibi, bazı inançların tehlikesi özünden gelir. İnsanoğlunun akla hayale sığmayacak bir gaddarlık kapasitesi olduğunu biliyorsunuz; peki ama şunları da sormanız gerekmez mi: bu gaddarlık kapasitemizi ne tür ideolojiler doruğa çıkarır? Ve bu inançları gündelik söylemlerimizin yıpratıcı etkilerinden zarar görmeyecek şekilde nasıl konumlandırabiliriz?

 

Kitaplarımızın evrenin Yaratıcısı tarafından yazılmış olduğuna dair en ufak bir delil bulunmadığını, önce krallar ve başkanlardan başlayarak hepimizin itiraf etmesinin zamanı geldi artık. İncil’in çöllerde yaşayan, dünyanın düz olduğunu sanan ve el arabasını gelişen teknolojinin nefes kesen bir örneği olarak değerlendiren insanlar tarafından yazılmış olduğu neredeyse kesin. Derleyicilerin ve düzeltmenlerin emekleri ne kadar büyük olursa olsun, dünyaya bakış açımızı böyle bir belgeye dayandırmak demek, insan aklının laik siyaset ve bilim kültürü sayesinde kazandığı 2.000 yıllık medeniyet içgörüsünü inkâr etmek demektir.

Görünürde tehlikesiz olan inançlar bile, eğer haksız iseler hoş görülmesi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir. Örneğin: Çoğu Müslüman, Tanrı’nın kadınların nasıl giyindiğiyle ilgilendiğine inanıyor. Zararsız gibi görünse de, bu düşüncenin yol açtığı acılar inanılmaz boyutlarda. 2002 Dünya Güzellik Yarışmasında Nijerya’da çıkan ayaklanmada 200’den fazla insan öldü; masum erkekler ve kadınlar palalarla doğrandı, kimisi canlı canlı yakıldı. Sırf kadınların sahillerde bikiniyle dolaşmaması uğruna…

 

Bu olaydan önce yine aynı yıl Mekke’deki dini polis, itfaiyecilerin ve sağlık görevlilerinin, yanan bir binada mahsur kalan onlarca ergenlik çağındaki kızı kurtarmasını engelledi. Niye? Çünkü kızlar kutsal kitabın zorunlu kıldığı geleneksel başörtülerini takmıyorlardı. Yangında 14 kız öldü, 50 kız yaralandı. Dinciler, Tanrı’nın etek boylarıyla ilgilendiğine inanmakta serbest olmalı mı gerçekten?

 

DÜNYANIN TEMSİLİ OLARAK İNANÇLAR

 

İNANÇLAR ne olursa olsunlar; hiçbirimiz sınırsız sayıda inanca sahip olamayız. Filozoflar inançların nicel olup olmadıkları konusunda şüphe duyuyor olsa da, beynimizin saklama kapasitesinin, soyut anılarımızın sayısının aşağı yukarı 100.000 sözcükten oluşan kelime dağarcığımızın sınırlı olduğu açıktır. Dolayısıyla, günlük hayatımızda etkin olan (zihnimizde zaten barındırdığımız) inançlar ile ihtiyaç halinde oluşturabildiklerimiz arasında bir ayırım yapılması gerekmektedir.

Elbette herkes “inanç” kavramını istediği gibi yeniden tanımlamakta ve dolayısıyla da onu akılcı veya doğaüstü amaçlarına uygun hale getirmekte özgürdür. Ama dindar kişileri binlerce yıldır harekete geçiren “inanç” bu değildir. Benim üzerinde durduğum husus tam da Tillich’in tanımladığı şey, yani “çok fazla kanıta dayanmayan bilme eylemi” anlamına gelen inanç (iman) kavramıdır.

Her şeye safça inanma hali dünyevi söylemlerin akla yatkınlık, içsel tutarlılık, nezaket ve tarafsızlık gibi kısıtlarından arınmaya başladığında imana dönüşür.

Dünya hakkında inandığımız konuların birçoğuna başkaları inanmamızı söylediği için inanırız. Dünya görüşlerini meydana getiren şey, uzmanların otoritelerine ve sıradan insanların tanıklıklarına duyulan güvendir. Hatta daha eğitimli hale geldikçe, ikinci elden bize ulaşan inançların sayısı da artar. Sadece duyusal ve teorik olarak gerekçelendirebildiği önermelere inanan bir kişi, dünya hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor demektir; tabii eğer kendi cehaleti tarafından çabucak öldürülmezse.

İnancın birçok insanı iyi şeyler yapmaya teşvik ediyor olması, inancın kendisinin iyilik için elzem (veya hatta iyi) bir teşvik aracı olduğunu göstermez. Bir insan evrenin doğasıyla ilgili birtakım olağanüstü fikirlere inanmadan da kendi yaşamı pahasına başkalarını kurtarabilir. Buna karşılık, bugüne kadar işlenmiş olan en korkunç insanlık suçları, gerekçelendirilmemiş inançlardan kaynaklanmıştır.

ANTİ SEMİTİZM

 

Yahudilere karşı gösterilen mantıksız nefretin, bizim zamanımızda en ciddi biçimde hissedilen bir dizi etkiye yol açmış olmasıdır.

 

Antisemitizm, hem Hıristiyanlığa hem de İslam’a içkindir; iki gelenek de Yahudileri, Tanrı’nın ilk vahiylerini doğru düzgün işleyememiş beceriksizler olarak görmektedir.

 

Hıristiyanlar bunun yanında Yahudilerin İsa’yı öldürmüş olduğuna ve ondan sonra hayatlarına Yahudi olarak devam etmelerinin de İsa’nın Mesihlik mertebesini sapkınca inkâr etmek anlamına geldiğine inanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman inancı fark etmeksizin, bağlam ne olursa olsun, Yahudi nefreti, bir inanç ürünü olarak kalmaktadır.

Her ne kadar Almanya’da Yahudilere duyulan nefret kendisini baskın olarak seküler bir biçimde göstermiş olsa da, aslında doğrudan ortaçağ Hıristiyanlığından miras alınmıştır. Yüzyıllar boyunca, dindar Almanlar, Yahudileri kâfirlerin en kötü türü olarak görmüş ve tüm toplumsal sorunları, onların inançlılar arasındaki süre giden varlığına yormuştur.

Hıristiyanlık da İslam da Eski Ahit’in kutsallığını benimsemiş ve kendi inançlarına kolayca uyarlamıştır.

 

İslam; İbrahim, Musa ve İsa’yı, Muhammed’in müjdecileri olarak onurlandırmaktadır.

 

Hinduizm, çok sayıdaki koluyla, gördüğü neredeyse her şeyi kucaklamaktadır (Ör: birçok Hindu, İsa’yı, Vishnu’nun bir avatarı olarak görmektedir).

 

Yahudilik, kendini, dinmek bilmeyen hatalarla sarılmış halde bulmaktadır. Bu yüzden, bunca hizipçi ateşi kendine kendine çekmesi pek de şaşılacak bir şey değildir. Yahudiler, dindar oldukları kadar, Tanrıyla benzersiz bir anlaşma yapmış kişiler olduklarına da inanırlar.

Meryem’in bakireliğine meraklı olanlar için ne yazık ki İbranicedeki (parthenos sözcüğünün yanlış bir çeviri örneği olduğu) alma sözcüğü, bekârete herhangi bir imada bulunmadan, yalnızca “genç kadın” anlamına gelen bir sözcüktür. Hıristiyanların bakireden doğum doğması ve kilisenin seks konusundaki gerginliği, kesinlikle İbraniceden yapılan yanlış bir tercümeden ibarettir.

KÖKTENCİ İSLAM’DA SORUNLAR

 

Her dinde olduğu gibi, İslam’ın da çok başarılı günleri olmuştur. Avrupalı Hıristiyanlar hadsiz hudutsuz bir cehaletin içinde keyif çatarken, İslam bilginleri cebiri bulmuş, Platon ve Aristoteles’in eserlerini tercüme etmiş ve henüz ham olan çeşitli bilimlere önemli katkılar yapmıştır. Klasik Yunan dönemine ait metinlerin Latinceye çevrilmesi ve Batı Avrupa’da Rönesans’ın tohumlarını ekmesi ancak Müslümanların İspanya’yı fethi sayesinde gerçekleşmiştir.

Birçok başka din gibi İslam da, çeşitli bölünmelere uğramıştır.7.yüzyıldan beri, (çoğunlukta olan) Sünniler, Şiileri bölücülükle suçlamışlar; Şiiler de bu iltifatı iade etmişlerdir. Bu mezheplerin kendi içinde de bölünmeler yaşanmıştır; hatta İslamcı olduğu şüphe götürmez olanlar arasında bile.

Şeriatın diğerlerine en büyük tehdidi oluşturan ve savunucularının gizlemek için en çok çaba sarf ettiği özelliği, cihat ilkesidir. Bu terim asıl anlamıyla, “mücadele” veya “çabalama” olarak çevrilebilir, ama bu bağlamdaki genel karşılığı “kutsal savaştır” ve bu anlamı da kazara edinmemiştir.

Dindarlar, bir kişinin kendi günahkârlığına karşı savaş açmayı ifade eden bir iç (büyük) cihadın varlığını öne çıkarsalar da, hiçbir vicdan muhasebesi, dış (küçük) cihadın, yani kâfirlere ve dinden çıkanlara karşı yürütülen savaşın, dinin merkezi özelliklerinden biri olduğu gerçeğini gizlemez.

“İslam’ın müdafaası” için girilecek olan silahlı bir çatışma, her erkeğin dini zorunluluğudur. Eğer “İslam’ın müdafaası” sözünün, tüm dindarların “nefsi müdafaa” biçimindeki savaştığı anlamına geldiğini düşünürsek, yanılmış oluruz. Aksine, cihat görevi, belirsizliğe mahal vermeyecek şekilde, tüm dünyanın fethi için yapılan bir çağrıdır.

 

B. Lewis’in de ifade ettiği gibi, “ihtimal odur ki, cihat görevi, yalnızca ateşkeslerle duraklayarak, tüm dünyaya İslam inancını kabul ettirene veya kurallara boyun eğilene kadar devam edecektir.”

Dinciler, öbür dünyada olduğu kadar, bu dünyada da zafer istediklerini inkâr etmezler.

Her ne kadar kutsal kitap, dinden çıkanları öbür dünyada bekleyen cezaları tanımlamakla yetinse de (Kuran, 3:86-91), hadisler, bu dünyada dağıtılacak olan adalet konusunda oldukça katıdır: “Her kim dinini değiştirirse, onu yok edin.”

Hadislerin, genellikle kutsal kitabı yorumlamak için kullanılan bir tür lens görevi gördüğü göz önüne alındığında, birçok din hukukçusu, hadislerin, din pratiğinde daha büyük bir otoriteye sahip olduğunu düşünür.

Hıristiyanlık ve Yahudilik, hoşgörüsüzlük bakımından kulağa birbirinin aynısı gibi geliyor olabilir: ama ikisi de bu yollardan geçeli birkaç yüzyıl oluyor. Ancak, İslam’da şu bir gerçektir ki, dünya üzerinde özgürce yaptığınız sorgulamalar sonucunda yanlış kapıyı açarsanız, kardeşleriniz bu yüzden ölmenizi isteyebilir. O halde dincilerin, “dinde zorlama yoktur” ifadesini ne anlamda kullandığını merak edebiliriz.

7.yüzyılda yaşamış birisinin, cennetin, süt, bal ırmaklarıyla dolu bir bahçe olduğunu söylemesi 21. Yüzyılda yaşayan birisinin, aynı yeri, her ruhun çok lüks yepyeni bir araba süreceği, ışıl ışıl bir şehir olarak tasvir etmesine denktir. Bir an durup düşününce, bu tür bildirimlerin, ne öbür dünya ne de insanın hayal gücü konusunda hiçbir şey öne sürmediği ortaya çıkacaktır.

S. Huntington’ın İslam ve Batı arasındaki çatışmaya uygun gördüğü “uygarlıkların çarpışması” şeklindeki tanımlama meşhurdur. Huntington, nerede Müslümanlar ve gayrimüslimler sınır komşusu olsa, orada silahlı çatışmaların yükselme eğiliminde olduğu söylenmiştir.

Nahoş bir gerçek için hoş bir söz bulmuş ve “İslam’ın sınırları çatışmalıdır,” demiştir. Ancak, Huntington’ın tezine birçok düşünür de saldırmıştır. Edward Said, “Bir din veya uygarlık hakkında genelleyici bir konuşma, büyük bir demagoji ve apaçık bir cehalet ürünüdür.” diye yazmıştır.

İslam dünyasıyla diyaloğumuzun, bu diyaloğun muhtemel sonuçlarından biri olarak, ortak hoşgörüye dayanan bir geleceğe işaret ettiğine inanmak rahatlatıcı olsa da, hiç kimse bu sonucu garanti edemez; İslam’ın en barışçıl ilkeleri bile. Köktenci Müslümanlığın sınırlamaları ve İslam’ın içinde, çağdaşlığa radikal (ve mantıklı) bir şekilde uyum sağlamak için verilen cezalar göz önüne alındığında, bence, İslam’ın barış veya savaş yoluyla kendisini yenilemek için bir yol bulması gerekiyor.

New York Times’ta yazan T. Friedman, İslamcı terörün kökünde, Müslümanların “aşağılanmasının” yattığını söylemiştir.

Orta Doğu’yu yorumlayan birçok kişi, terörizm sorununun, dindar Müslümanların inandığı şeye çevrilemeyeceğini iddia ediyor. Zakaria, uygulanan şiddetin köklerinin İslam’da değil, Orta Doğu’daki Arapların yakın tarihinde yattığını yazmıştı. Yalnızca elli yıl önce, Arap dünyasının, çağdaşlığın sınırında durduğuna ve sonrasında da birdenbire geri düşmeye başladığına işaret ediyordu. O yüzden, terörizmin gerçek sebebi de, o günden beri birçok Arap’ın maruz kaldığı zorbalık rejimiydi. Zakaria’nın ifadesiyle, sorun, “fakirlik değil, zenginlikti.

Zakaria’ya göre, Arapların kurtuluşunun anahtarı, ekonomik, siyasi ve sosyal olarak modernleşmelerinde yatmaktadır ve bu da, Batı’da Hıristiyanlığı zorladığı gibi, İslam’ı, liberalizmin yolunu takip etmeye zorlayacaktır. Buna kanıt olarak da, ABD, Kanada ve Avrupa’da yaşayan, “gerici olmadan dinine sadık olmanın ve öfkeye yenik düşmeden dindar olmanın yollarını bulmuş” olan milyonlarca Müslümanı gösteriyor.

 

Bunda biraz gerçeklik payı olabilir, ama Zakaria, can sıkıcı bazı ayrıntıları atlamış gibi görünüyor.

NOAM CHOMSKY’NİN HİKÂYESİ

 

Chomsky, ABD dış politikasını otuz yılı aşkın süredir ısrarla eleştirenlerden biridir. O, Dünya Ticaret Merkezi’nin enkazının hâlâ yığılı halde dumanının tüttüğü zamanlarda çıkan “9-11” isimli kitabında, bizi, “ABD’nin kendisinin başlıca terörist devletlerden birisi olduğunu” unutmamamız konusunda uyardı.

Chomsky’nin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar asi olduğuna dikkati çekmeden önce, o noktaların hakkını da teslim etmek istiyorum.

 

Şüphesiz ABD’nin, ülkenin hem içinde hem de dışında telafi etmesi gereken birçok şey vardır.

EVİNİZDE BU KORKUNÇ KARIŞIMI HAZIRLAMAK İÇİN:

 

·         Kızılderililere uyguladığımız soykırımdan farksız muamelelerle başlayın,

·         Birkaç yüzyıllık köleliği ekleyin,

·         Nazi Almanya’sından kaçan Yahudi mültecilerin ülkeye girişini reddedişimizi hatırlayın,

·         Modern despotlarla yaptığımız gizli anlaşmaları upuzun listesini ve bunları müteakip, bu despotların tüyler ürperten insan hakları kayıtlarını göz ardı edişimizi karıştırın,

·         Tat katması için Kamboçya’yı bombalayışımızı ve,

·         Son olarak da sera gazı salınımı için Kyoto Protokolü’nü imzalamayı, kara mayınlarının yasaklanmasını desteklemeyi ve kendimizi Uluslararası Suç Mahkemesi’nin karalarına teslim etmeyi reddedişimizi ekleyin.

 

Sonuç: Ölüm, ikiyüzlülük ve taze kükürt kokusu olacaktır.

Geçmişte korkunç şeyler yaptık (ABD olarak). Kuşkusuz, gelecekte de korkunç şeyler yapmaya hazırız. Bu kitapta yazdığım hiçbir şey, bu gerçeklerin inkârı veya açık açık mide bulandıran devlet uygulamalarının bir savunması olarak görülmemeli. Batı güçlerinin ve özellikle de ABD’nin, onarımı için bir şekilde ödeme yapması gereken birçok şey olabilir. Kabahatlerimizi kabullenmekteki başarısızlığımız da yıllar geçtikçe uluslararası camiada güvenirliğimizin azalmasına sebep oldu. Tüm bunları itiraf edebiliriz ve hatta Chomsky’nin şiddetli isyan hissini bile paylaşabiliriz; ama kendisinin dünyanın şu anki durumuna dair yaptığı analizin, bir körlük şaheseri olduğunu kabul etmek gerekir.

 

CENNETİN BATISI

 

ABD’nin Orta Doğu politikası, yıllar yılı, kısmen de olsa, köktenci Hristiyanların bir Yahudi devletinin geleceğinde bulunan çıkarları tarafından belirlendi. Hristiyanların “İsrail’e desteği” ise, aslında, siyasi söylemimizin içinde neredeyse fark edilmeden yol alabilecek kadar metafizik dini bir arsızlaşma örneğidir. Köktenci Hristiyanların İsrail’i desteklemesinin sebebi ise, “Kutsal Topraklar”daki Yahudi gücünün nihai birleşmesinin (özellikle Süleyman’ın Tapınağının yeniden inşasının), hem İsa’nın Tekrar Dirilişi’nin hem de Yahudilerin nihai olarak yıkılışının habercisi olduğuna inanmalarıdır.

 

Görünüşe göre, böylesi iyimser soykırım beklentileri, Yahudi devletini kuruluşunun ilk gününden beri yönetiyor: Yahudilerin Filistin’e dönüşüne gelen ilk uluslararası destek olan 1917 tarihli, Britanya Balfour Deklarasyonu’nda kısmen de olsa, İncil’e dair bilinçli bir uygunluktan ilham alınmıştır. Eskatolojinin[3] modern siyasete yaptığı bu gereksiz müdahaleler, dini inancın, asla abartılmayacak bir şey olduğunu gösteriyor.

Şu anki ABD hükümetinin birçok üyesi, mesleki sorumluluklarını dini ifadelerle tanımlıyor. Alabama Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Ray Moore’u ele alalım. Kendisi, bütün ülkedeki en yüksek altıncı cinayet oranıyla karşı karşıya bulan Yargıç Ray Moore, Montgomery’deki eyalet mahkeme binasının kubbesine, üzerinde “On Emir”in yazılı olduğu iki buçuk tonluk bir anıt dikmenin bu sorunu çözeceğini düşünmüştü. Bunun, ABD Anayasası’ndaki İlk Değişiklik’in “kuruluş” bendinin (metinde olmasa da) ruhuna aykırı olduğuna neredeyse kimsenin itirazı yoktur. Bir federal mahkeme, Yargıç Ray Moore’a, o anıtı kaldırmasını emrettiğinde, kendisi bunu reddetti. Kiliseyle devletin gerçekte ayrılmasında müdahil olmak istemeyen ABD Meclisi, federal fonların anıtın kaldırılması için kullanılmamasını garanti altına almak için, bir kanun tasarısında değişiklik yaptı.

 

Tek işi ülke yasalarını uygulamak olan Başsavcı J. Ashcroft, tüm bu süre boyunca sessiz kaldı. Kendisi, konuştuğu zaman, “Biz, herhangi bir devletin veya belgenin değil, yalnızca Tanrı tarafından bize bahşedilen özgürlüğün savunucusu olan bir milletiz,” gibi şeyler söyleme alışkanlığına sahip biri olduğundan, bu pek de şaşırtıcı değildi.

 

Bir Gallup anketine göre de, Ashcroft ve Meclis, en azından Amerikan halkının gözünde sağlam zemine basıyordu; çünkü bu ankete katılanların % 78’i, anıtın kaldırılmasına karşı çıktığını belirtmişti…

 

İYİLİĞİN VE KÖTÜLÜĞÜN BİLİMİ

 

Dinin, bir şekilde, en derin etik sezgilerimizin kaynağı olduğu şeklindeki yaygın fikir, abestir. Artık 2+2=4 olduğunu nasıl matematik kitaplarının sayfalarından öğrenmiyorsak, zalimliğin de yanlış olduğunu Kutsal Kitapların sayfalarından öğrenmiyoruz.

Etik sezgilerimizin kökenlerinin biyolojide olduğu gerçeği, etiği, “ahlaki görev” gibi dini kavramlarla temellendirme çabalarımızın yanlış olduğunu ortaya çıkarıyor. Boğulmakta olan bir çocuğu kurtarmak, kıyası anlamanın mantıksal bir görev olmasından daha ahlaki bir görev değil. Basitçe, dini fikirlerin, bizi etik bir yaşam sürmeye yönlendirmesine ihtiyacımız yok. Mutluluk ve acı hakkında ciddi bir biçimde düşünmeye başladığımızda, dini geleneklerimizin, etik sorular konusunda, genel anlamda sorularda olduğundan daha güvenilir olmadığını görürüz.

Eğer tanrı dünyayı ve içindeki her şeyi yarattıysa, çiçek hastalığını, vebayı ve bağırsak kurdunu da onun yarattığını hatırlamak faydalı olacaktır. Yeryüzüne kasıtlı olarak bu tür korkular salan herhangi bir insan, işlediği suçlar yüzünden hapiste çürütülürdü.

 

Bir yıl önce Orta Doğu’nun çöllerini mesken tutan (ve görünüşe göre oradaki insanları sonsuza dek kendi adına kan dökmeye mahkûm eden) tanrısal varlık, etik konusunda danışılacak biri değildir. Tabii kendisini, verdiği eserler temel alınarak yargılamak oldukça heves kırıcı bir girişim olurdu.

 

Bu noktaya ilk gelen, Bertrand Russel’dı: “Mantıksal ikna kabiliyeti bir yana, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve yüce gönüllü tanrısal bir varlığın, cansız bir nebula için milyonlarca yıl zemin hazırladıktan sonra, Hitler, Stalin ve hidrojen bombasının nihai olarak ortaya çıkışıyla kendisini layıkıyla ödüllendirdiğini düşündüğüne inanan insanların etik değerleriyle ilgili, bana garip gelen bir şeyler var.

 

Bu çarpıcı bir gözlemdir ve karşılık bulması da mümkün değildir. Tanrının bariz yetersizliklerinin karşısında, dindarlar genellikle dünyevi kuralları evrenin Yaratıcısı’na uygulanamayacağını savunmuştur.

Dini inanca sahip birçok insan, kendisini, aynı inanca sahip olmayanlardan ahlaki anlamda ayırdığı için, din, ahlaki kimliğin en büyük kısıtlayıcılarından biridir. Başka hiçbir ideolojinin ağzı, bir ahlaki topluluğu diğerinden neyin ayırdığı konusunda bu kadar iyi laf yapmamaktadır.

MUTLULUĞUN PEŞİNDE 

Mutlu olmamız için neye ihtiyacımız vardır? Neredeyse yaptığımız her şey bu soruya bir cevap olarak görülebilir. Yemek yememiz, barınmamız ve giyinmemiz gerekir. İnsanların dostluğu gerekir. Ve bu dostlukların hakkını verebilmek için sayısız şey öğrenmemiz gerekir. Hoşumuza giden bir iş bulmamız gerekir. Ve dinlemeye zaman ayırmamız gerekir. Üstelik tüm bu gerek duyduğumuz şeyleri, biri bitince diğeri başlayacak şekilde, bitmek tükenmeksizin arama ve gerçekleştirme döngüsünden bir çıkış yok gibidir.

Peki, ama bu tür şeyler mutluluk için yeterli midir? Sağlık, zenginlik ve arkadaşlar insanın mutluluğunu garantileyebilir mi? Belki hayır. Dahası, mutluluk için bunlar gerçekten gerekli midir? Eğer öyleyse tüm maddi ve ailevi bağlarını koparıp onlarca yılını mağaralarda meditasyon yaparak geçiren Hintli yogilere ne diyeceğiz?

 

Onlar da gayet mutlu olabiliyor. Hatta bazıları kusursuz bir mutluluk içinde olduklarını iddia ediyorlar.

BİLİNÇ 

Bilinci beynin ürettiği fikri, şu an için bilim insanları arasında olsa olsa bir inanıştan ibarettir. Kaldı ki bilimsel yöntemlerin bunu ispatlamakta veya çürütmekte yetersiz kalacağı yönünde pek çok neden bulunuyor.

Ruhsal olanaklarımız büyük oranda kendimizin ne olduğuna bağlıdır. Fiziksel anlamda her birimiz birer sistemiz; daha büyük bir sistem olan dünya ile kesintisiz madde ve enerji alışverişi içindeyiz. Her bir hücrenizin hayatı, bir değiş tokuş ağının üzerine kurulmuş durumda. Bu ağa bilinçli bir etki yapma olanaklarınızsa son derece kısıtlı: nefesinizi tutmak veya buzdolabından bir dilim daha pizza almak gibi şeyler yapabilirsiniz.

Fiziksel bir sistem olarak karaciğeriniz vücudunuzun geri kalanına ne kadar bağımlıysa siz de doğaya o kadar bağımlısınız. Ayrıca kendi kendini düzenleyici ve sürekli bölünen hücreler topluluğu olarak, genetik atalarınızın bir devamısınız: anne babanız, onların anne babaları, böyle milyonlarca kuşak geriye gidebiliriz. Bir noktadan sonra atalarınız daha az insana ve daha çok göl yosununa benzemeye başlayacaktır. Fiziksel açıdan yaklaşacak olursak, yaşamın o muazzam nehrinde küçük bir girdaptan fazlası değilsiniz.

Doğrusunu isterseniz, fiziksel benlik arayışımızda derimizin sınırları dâhilinde bahşedeceğimiz her türlü ayrıcalık tamamen gelişigüzel olacaktır.

“Ben” sözcüğü her neyi ifade ediyorsa, yalnızca bedeni ifade etmediği açıktır. Sonuçta çoğumuz kendimizi bedenimizin içindeki bir şey olarak görürüz. “Benim” bedenimden bahsetmemle “benim” arabamdan bahsetmek arasında büyük bir fark yok gibidir.

Bilinç ve beden arasındaki gerçek ilişki ne olursa olsun, deneyimlerimize göre konuşacak olursak beden, bilinçli benliğin ilişki içinde olduğu bir şeydir.

 

Evrimsel ve gelişimsel yönden bu bakış açısının tam olarak ne zaman ortaya çıktığı belirsiz de olsa kesin olan bir şey var: çoğumuz yaşamımızın ilk yıllarında bir yerlerde “ben”e dönüşerek kalıcı özne haline geliriz; böylece tüm görüngüler[4], içleri ve dışlarıyla bilinmeyi bekleyen birer nesneye dönüşür. Bilim insanları dünyanın doğasına dair sorgulamalarını bu “ben”le başlatır. Her dindar dua ederken ellerini bu “ben”le açar.

 

DOĞUNUN BİLGELİĞİ 

Aslına bakarsanız, Doğu ve Batı arasındaki manevi farklar Kuzey ve Güney arasındaki maddi farklar kadar sarsıcıdır. Jared Diamond’un çarpıcı tezini tek cümleyle özetlemeye çalışırsak, ileri uygarlık Sahra-altı Afrika’da yükselmemiştir, çünkü gergedanlara semer vurup savaşa gidemezsiniz.

 

İnanç da gergedan gibidir aslında: sizin yapmanız gereken işi, sizin için yüklenemez, ama yanı başınızdayken tüm dikkatinizi onun üstünde yoğunlaştırmanızı talep eder. Buradan ruhsal farkındalığın, Boğaziçi’nin doğusunda olağan bir kazanım olduğunu çıkarsamak doğru olmaz. Öyle olmadığı da açıktır. Ayrıca Batı’nın bilgelikten tamamen yoksun olmadığını ve Asya’nın da yalancı peygamberlerden ve şarlatan ermişlerden payına düşeni aldığını kabul etmemiz gerekir.

 

Yine de, Doğu’nun büyük filozof mistiklerini, Batı’nın felsefi ve dinsel geleneklerinin büyük isimleriyle karşılaştırdığımızda fark açıkça belli olur: Buda, Şankara, Padmasambhava, Longçenpa ve günümüze kadar uzanan daha nicelerinin Batı’da dengi yoktur.

 

Biz Batılılar, ruhsallık açısından cücelerin omuzlarında yükselmiş gibiyiz. Dolayısıyla çoğu Batılı bilginin bu görüşleri değersiz görmesine de aslında şaşırmamamız gerekir.

Bilincin içsel özelliklerini çıkarmayı amaçlayan çoğu içgözlem tekniğinden meditasyon yöntemleri olarak bahsedilir. Meditasyonun önündeki ana engel düşünmektir. Bunu duyan pek çok insan meditasyonun amacının düşüncelerden arınmış bir hale gelmek olduğunu sanır. Bazı deneyimlerin düşünceyi geçici olarak durdurmayı gerektirdiği doğru olsa da, meditasyonun hedefi, düşünceleri bastırmaktan ziyade onlarla özdeşleşmemizi kırmaktır. Bu sayede düşüncelerin bizzat ortaya çıkışını fark edebiliriz.

Batılı bilim insanları ve filozoflar arasındaki genel görüş, düşünmenin bilinçli yaşamın baş göstergesi olduğudur. Düşüncesiz zihin parmaksız ele benzer. Doğunun ruhsal okulları ise, düşünmenin pratik bir zorunluluk olmasını kabul etmekle beraber, şu temel görüşü savunur: “benlik” hissini doğuran şey, bu akıp giden düşüncelerin düşünce olduğunu fark edemeyişimizdir.

Tabii okumak da bir tür düşünmektir. Bu sözcükleri okuyan kendi sesinizi muhtemelen zihninizde duyabiliyorsunuzdur. Ama nedense bu cümleleri kendi düşünceleriniz gibi hissetmiyorsunuz.

Tek bir sözcüğü bile özümsemeden paragraflar, hatta sayfalar dolusu yazıyı okumak ne demektir hepimiz biliriz. Ömrümüzün çoğunu da böyle bir halde geçirdiğimizi çok azımız fark ederiz: şu andaki görüntü, ses, tat ve duyuları, kısaca şimdiki zamanı, sönük bir şekilde, bir düşünce perdesinin arkasından algılarız. Ömrümüzü kendimize geçmiş ve geleceğin hikâyesini anlatarak geçirirken, şimdiki zamanın gerçekliği çoğu zaman keşfedilmeden kalır. Bilincin düşünce ortaya çıkmadan önceki özgürlüğü ve basitliğinden habersiz bir yaşam süreriz.

 

SONSÖZ 

Bu kitabı yazmaktaki amacım, belirli bir tür mantıksızlığa kapıları kapatmaya yardımcı olmaktı. Dini inanç her ne kadar, insan cehaletinin düzelti olasılığını bile kabul etmeyen türlerinden birisi olsa da, kültürümüzün her köşesinde eleştiriye karşı korunaklı haldedir.

Birçok insan hâlâ ölümden sonra gelecek bir dünyanın fantezisi uğruna, bu dünyadaki mutluluğu, merhameti ve adaleti kurban etmeye istekidir. Tüm bunlar ve diğer tür yozlaşmalar, takvanın[5] köhne yolunda bizleri beklemektedir. Dini farklılıklarımız sonraki dünyada ne anlama geliyorsa gelsin, bu dünyada yalnızca tek bir hedefleri vardır: Cehalet ve katliam dolu bir gelecek.

Eğitimin ve zenginliğin, akılcılık için yeterli güvence sağlamadığını gördük. Elbette, Batı’da bile, eğitimli insanlar, bir önceki çağın kanla boyanmış yadigârlarına sadık kalmaktadır. Bu sorunu halletmek, kökten dinci bir azınlığı dizginleme meselesi değildir, bu, etik ve manevi deneyime karşı, inanca hiçbir şekilde başvurmayan yaklaşımlar bulma ve bu bilgiyi herkese yayma meselesidir.

Bu dünya, kötü fikirlerle kaynamaktadır. Hâlâ insanların (kâfirlik gibi) hayali suçlardan ölüme mahkûm edildiği veya bir çocuğun eğitiminin tamamının, antik bir dini kurgu kitabını ezberlemekten ibaret olduğu yerler hâlâ bulunmaktadır.

 

Kadınların, üreme özgürlüğü dışında, neredeyse tüm insani özgürlüklerden mahrum bırakıldığı ülkeler vardır. Ama yine de bu toplumlar hızla, gelişmiş silahlardan oluşan cephaneler edinmeye devam etmektedir. Eğer gelişmekte olan dünyayı, özellikle de radikal İslam dünyasını, küresel uygarlıkla uyumlu amaçları takip etmeye ikna edemezsek, hepimizi karanlık bir gelecek beklemektedir.

Dinlerimiz arasındaki rekabet, sıfır-toplamdır. Dini şiddet hâlâ hayatımızdadır, çünkü dinlerimiz, doğaları gereği birbirlerine düşmandır. Hıristiyanlık, İslam, Yahudilik veya herhangi başka bir inancın ilkeleri içinde dini hoşgörü veya dini çeşitlilik için herhangi bir temel bulunmadığını fark etmemizin zamanı gelmiştir.

Tıpkı kölelik ve yamyamlık konusunda olduğu gibi, dini savaşlar da bizim için bir gün tahayyül dahi edilemeyecek hale gelecekse, bu dini dogmalarımızdan vazgeçmemiz sonucu olacaktır.

Bir insanın inancıyla ilgili saygı duymamız gereken tek şey, o kişinin bu dünyada daha iyi bir yaşama duyduğu arzu olmalıdır; bir sonraki yaşamda onu beklediğinden emin olduğu şeye hiçbir zaman saygı duymamız gerekmemiştir.

Bugünden bin yıl sonra ne olacağımızı-ve hatta birçok inancımızın abesliği göz önüne alındığında, olup olmayacağımızı bile-bilmiyoruz, ancak bizi ne tür değişimler beklerse beklesin, tek bir şey değişime uğramayacaktır gibi görünmektedir: deneyim var olduğu müddetçe, mutluluk ve acı arasındaki fark bizim başlıca endişemiz olacaktır.

Ölümden sonra her birimizi neyin beklediğini bilmiyoruz; ama bildiğimiz şey, ölecek oluşumuzdur. Açıkça cahil olduğumuz konularda bilgi sahibi olduğumuzu varsaymada da (duygulara sahip diğer canlıların mutluluğuna dair samimi bir endişeye sahip olarak) etik bir biçimde yaşamanın mümkün olduğu ortadadır.

 

Düşünün: tanıştığınız her insan, bugün yanından geçtiğiniz veya geçeceğiniz her insan ölecektir. Ömürleri yeterince uzun olursa, her biri, arkadaşlarının veya aile üyelerinin ölümünün acısını yaşayacaktır. Hepsi de bu dünyada sevdikleri her şeyi kaybedecektir. Bu sırada onlara nazik davranmaktan başka bir şey yapmayı neden düşünelim ki?

Ahlaki sezgilerimizi gerçekleştirmek için bu yaşamın ötesine geçecek veya bu dünyada davranışlarımıza rehberlik etmesi için onları dönüştürecek bir ödül veya ceza şemasına gerek yoktur.

 

Başvurmamız gereken melekler, yalnızca, daha iyi doğamıza ait olanlardır: akıl, dürüstlük ve sevgi.

 

Korkmamız gereken şeytanlar ise, yalnızca, her insanın zihninde gezinenlerdir: cehalet, nefret, açgözlülük ve kesinlikle şeytanın başyapıtı gibi görünen inanç.

Durumumuzun hikmeti hakkında konuşmak için hiçbir mitin kucaklanmasına gerek yoktur. Yaratılışın güzelliği ve enginliği karşısında huşu içinde yaşamak için hiçbir kişisel tanrıya tapmaya gerek yoktur.

Dini kimliklerimizin günlerinin sayılı olduğu açıktır. Uygarlığın günlerinin sayılı olup olmadığı ise daha çok bunu ne kadar yakın zamanda fark edeceğimize bağlı gibi görünmektedir.

KAYNAKÇA

İNANCIN SONUThe End of Faith (İnanç ve Mantığın Kafa Kafaya Çarpışması)

Sam HARRIS (*) Çeviren: Tunç Tuncay Bilgin

Kuzey Yayınları-1. Baskı: Mayıs 2014

(*)Stanford Üniversitesi felsefe bölümünden mezun olmuştur. Hem Doğu’nun hem de Batı’nın dini gelenekleri üzerinde ve bunların yanında birçok farklı ruhani disiplinler üzerinde 20 yıl kadar bir süre çalışmalar yapmıştır. Şu anda, sinirbilimi üzerinde doktorasını tamamlamaktadır.



[1]Arkeolojik kanıtlar bunun en eski cerrahi işlemlerden biri olduğunu gösterir. Öyle anlaşılıyor ki bu işlem saralı ve zihinsel özürlülere, içlerindeki şeytanı çıkarmak için uygulanıyordu.

[2] Mahkeme-i Kübra

[3]Eskatoloji: Dünyanın sonuna dair inançları ve doktrinleri inceleyen bir felsefe dalı.

[4]Yani duygularımızla algılanarak bize görünür hale gelen her şey.

[5]Takva: Bütün günahlardan kendini korumak/ Dinin yasak ettiği ve haram olduğundan şüphesi olan şeylerden çekinmek.

 
 
  Bugün 1544868 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol