KİTABIN ADI : AYDINLARIMIZ VE LAİSİZM
YAZARI : DEMİRTAŞ CEYHUN
1.SOĞUK SAVAŞ VE TÜRKİYE : Bilindiği gibi, Kapitalist Batı’nın, sosyalizme karşı ta yüzyılın ortalarından bu yana sürdürdüğü acımasız savaş, 1950’lerden itibaren birden, sonradan “soğuk savaş” diye adlandırdıkları bir sinsi savaşım haline dönüştürülmüştür. 1949-50’lerde, önce Amerika’daki ilerici yazarları, çizerleri, düşünürleri, sanatçıları komünist olmakla suçlayarak yargılayan, işinden eden, üniversitelerin, basın çevrelerinin ve Hollywood’un altını üstüne getiren Mac-Carthyst saldırıyla başlayan bu sinsi savaşın temel stratejileri de, bugün daha açık bir biçimde görüldüğü gibi, bir yandan politikadan ellerini eteklerini çekmeleri için aydınların gözünün yıldırılmasına çalışılırken, öte yandan da özellikle sosyalist bloku çevreleyen kuşaktaki azgelişmiş ülkelerde etnik veya dinsel dürtüler kışkırtılarak, bir takım fanatik guruplar yaratmak olmuştur.
2.Daha 1946’larda, hem iktidardaki CHP’nin, hem de muhalefetteki DP‘nin Amerika’nın gözüne girebilmek için nasıl çırpındıklarına ve DP yöneticilerinin iktidara gelir gelmez hemen Amerika gezilerine çıkarak “Türkiye’yi küçük Amerika yapacaklarını” açıklamalarına bakılacak olursa, doğrusu DP iktidarının ilk iş olarak ezanı tekrar Arapçalaştırmasının, tarikat liderlerinin sırtlarını sıvazlayarak tarikatları yeniden canlandırmasının, ardı ardına imam hatip okulları açmasının, Kuran kurslarına izin vermesinin, kısacası aşırı dinci bir politika izlemesinin altında da Amerikan parmağının varlığından kuşkulanmak, pek de bir komplo teorisi olarak değerlendirilmese gerektir galiba. Sanırız, bu sinsi savaşta sosyalizme karşı bir engel olarak kullanılmak üzere ilk eşelenen etnik kimlik de, Arap ulusçuluğu olmuştur gördüğümüz kadarıyla.
3.Daha 1952’de General Necip ile Albay Nasır’ın, basit bir askeri darbeyle Kral Faruk’u yurt dışına kaçırtıp, bir ulus devlet kurmaları sağlanmıştır.1954’te Cezayir’de Fransızlara karşı bağımsızlık savaşı başlatılmıştır.1956’da Tunus bağımsızlığına kavuşturulmuştur.1958’de General Kasım, Irak’ta krallığa son verip bir Arap Cumhuriyeti kurmuştur.İlginçtir, bu süreçte de bir yandan Arap halklarının ulusal bağımsızlık dürtülerinin uyandırılmasına çalışılırken iktidarı daha 1954 yılında General Necip’ten bütünüyle devralmış olan Nasır’ın, 1956’da Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırmasına göz yumularak bütün Arapların gönlünde taht kurmasına özellikle olanak sağlanmıştır sanki.Çünkü anımsanacağı gibi, Nasır’ın bu kararına, güya şiddetle tepki gösteren İngiltere ve Fransa’nın Mısır’ı havadan bombalamaya başlamalarına da hemen Amerika engel olmuştur.Bu başarının rüzgarıyla geçekten Atlas Okyanusundan Hint Denizine kadar Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki bütün Arapların ulusal kahramanı haline gelen Nasırın,bu olayın hemen ardından, Arap devletlerini Mısır’ın öncülüğünde bir bayrak altında toplama girişimi de, ola ki bu politikanın içinde bulunduğundan, desteklenmiştir başlangıçta. Nitekim, bizce hiç kuşku yok ki, bu destekle, 1958 yılında Suriye’nin katılması sağlanarak Nasırın öncülüğünde “Birleşik Arap Cumhuriyeti” kurulmuştur. Ama ne var ki, bu yeni devletin, sosyalizme karşı bir önlem olarak düşünülmüşken, daha kurulur kurulmaz İsrail’i Ortadoğu’dan silip atacağını ilan ederek savaş çıkarması üzerine galiba, bu politikadan derhal vazgeçilecek 1960’lardan itibaren, bu kez de Arap ulusçuluğunun parçalanmasına çalışılmıştır sanki. Örneğin 1961yılında bir askeri darbeyle Suriye’nin “Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden” ayrılması sağlanmıştır. Hemen ardından da, Filistin ulusçuluğunun hızla etkin kılınarak bütün dünyaca tanınması için çabalar harcanmıştır. Daha sonraki yıllarda da, gördüğümüz kadarıyla etnik kimliklerin yerine dinsel kimliklerin taşınması yeğlenmiştir kesinlikle. Örneğin Arap ülkelerinde, bu tarihten sonra artık Arap ulusçuluğu yerine bir yandan köktendinci tarikatlar hızla güçlendirilerek ülke yönetiminde etnik konuma getirilirken, öte yandan Müslüman kardeşler, Hizbullah, Hizbulislam vb. gibi yeni yasadışı dinci örgütlenmelerle, hem ülkelerin siyasal dengelerinin sarsılması sağlanmış, hem de Ortadoğu’daki sünnilik-şiilik kavgası sanki yeniden sinsi, sinsi körüklenmiştir gördüğümüz kadarıyla.
4.Anımsanacağı gibi, sosyalist ülkelere karşı verilen savaşımın adı da bu tarihten sonra “yeşil kuşak” olarak değiştirilmiştir nitekim. Bu nedenle, sünni-alevi kavgalarının 1960’lı yıllardan itibaren Anadolu’da da birden alevlenmesi, sanırız biz rastlantı olmasa gerektir doğrusu. Bilindiği gibi, demokrasi, bağımsızlık, insan hakları, özgürlük, ulus, ulusçuluk vb. bir çok kavram gibi “laiklik” kavramı da, insanlığın siyasal gündemine ve dil dağarcığına ilk kez Fransız devrimiyle girmiştir. Ancak bütün öteki kavramların kaynağı olan temel kavram da laikliktir, galiba hiç kuşku yok ki. Çünkü Fransız devrimi, gene bilindiği gibi, Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edip, imparatorların artık hem devletin, hem de kilisenin başkanı haline geldiği ve imparatorluğun kendiliğinden bir din devleti haline dönüştüğü 324 yılından bu yana neredeyse 15 yüzyıldır süren Katolik Kilisesinin din devletine karşı, laik devlet düşüncesini savunmuş, dolayısıyla ümmet‘e karşı ulus, kutsallaştırılmış buyruklara kayıtsız koşulsuz itaate karşı demokrasi, bağımsızlık, insan hakları, özgürlük vb. düşünceleri insanlığın siyasal gündemine girdirmiş, insanlık tarihinin dönüm noktası bir olgudur.
5.Katolik kilisesinin din devletleri, engizisyon mahkemeleriyle, ortaçağı, sözcüğün tam anlamıyla yanık insan eti ve kan kokan bir cehenneme çevirmişlerdir gerçekten de. Bu baskılara karşı daha X. yüzyılda, kilisenin devlet yönetiminden elini çekmesi için gizli örgütlenmeler başlamış, XII –XIII. yüzyıla gelindiğinde Katolik dünyası muhalif tarikatlardan geçilmez olmuştur. XIV. Yüzyılda John Wycliffe, İngiltere’de kiliseye karşı bir köylü ayaklanması başlatmıştır. XV: yüzyılda Papaz Jan Huss, Papa tarafından aforoz edilerek Orta Avrupa’ da yakılmıştır. 1517’de Martin Luther, katolik kilisesine baş kaldırmış ve yeni bir kilise, Protestanlığı kurmuştur. 1572’de Katolik kilisesinin din devleti, Fransa’da tarihe Saint-Barthelemy katliamı diye geçen birProtestan avı başlatmış ve Paris’te bir günde üç bini aşkın Protestan öldürülmüştür. Daha sonra bütün ülkeye yayılarak ta 1593 yılına kadar süren bu insan avında on binlerce Protestan’ın kellesi uçurulmuştur.
6.HIRİSTİYAN LAİSİZMİ Mİ? İSLAM LAİSİZMİ Mİ? Görüldüğü gibi, ”laik devlet” kavramı, ilk kez Batı Avrupa’da, Hıristiyan kiliselerinin ortaçağ teokratik devletlerine karşı, önce düşünsel planda başlatılmış ve kanlı bir biçimde yüzyıllar boyu sürmüş bir savaşım sonunda, hiçbir dinsel gurubun siyasal erki ele geçirerek bir başka dinsel gruba baskı yapamayacağı bir yeni devlet türü olarak insanlığın siyasal gündemine girmiştir. Yani, ilk kez Hıristiyan batı Avrupa ülkelerinde gerçekleşen bu yeni “laik devlet” in ana hedefi de, gene hiç kuşku yok ki, kimi çevrelerce ısrarla savlandığı gibi “din ile devleti ayırmak” ”din ile devleti birbirine düşman etmek“ filan şöyle dursun, tam karşıtı, dinsel farklılıklar arasında bir tolerans sağlanacağı ve bütün kiliselerin, bütün dinlerin “karşılıklı bağımsızlık ilkesi içinde bir arada, eşit koşullarda” yaşayacağı bir düzenin kurulmasına çalışmak olmuştur kesinlikle. Nitekim bu, Hıristiyan ülkelerde “laik devlet” kavramı ile birlikte çok kullanılan bir diğer kavram da “tolerans” kavramıdır hala. Çünkü unutulmamalıdır ki şeriat, Hıristiyanlıkta kutsal kitaptan kaynaklanmamaktadır.
7.Bilindiği gibi, İncil, gökten inmemiş, İsa‘dan sonra 4 havari tarafından 60 ile 110 yılları arasında kaleme alınmıştır. Hatta, bu 4 havariden Aziz Luka, İsa’yı hiç görmemiştir ve başkalarından dinlediği öyküler dayanarak İsa’nın çocukluğunu anlatmaktadır yazdığı İncil’de. İsa’nın yaşam öyküsünün ve öğretisinin anlatıldığı bu 4 İncil’de, Katolik kilisesinin kararıyla tanrı tarafından gönderilmiş kutsal tek bir kitap olarak kabul edilmiştir. Oysa, gene bilindiği gibi, İslam inancına göre Kuran, gökten vahiyle inmiştir, yani Tanrının kitabıdır, Tanrının buyruklarıdır. Bu nedenle, şeriat da Hıristiyanlıkta kiliseden (ruhban sınıfından) kaynaklandığı halde, Müslümanlıkta kutsal kitaptan, Tanrı’nın kitabı Kuran‘dan kaynaklanmaktadır.
8.Kısacası, atalarımız tarihçilerin belirlemelerine göre Anadolu’ya iki ayrı yönden girmişlerdir ve güneyden Arabistan üzerinden gelenlerin genellikle Sünni-Hanefiliği benimsemiş olmalarına karşılık kuzeydoğudan İran üzerinden gelenler şaman veya heteredoks Müslümanlarıdır. Güneyden gelen Sünni Hanefilerin Anadolu’ya vakıf, cami, mescit, medrese gibi İslam’i kurumlar taşımalarına karşılık, Şaman veya heteredoks Müslüman aşiretler de beraberlerinde türkü, saz şiiri, tekke müziği, tasavvuf, Ahi örgütü ve zaviye gibi orta Asya kökenli gelenek ve kurumları getirmişlerdir buraya. Bilindiği gibi, Anadolu Türk devletleri, “Hıristiyan reayadan (köylüden) haraç adı altında daha fazla vergi alındığı, için “fethettikleri topraklardaki Hıristiyanları veya öteki dinlerden olanları zorla Müslümanlaştırmaya kesinlikle kalkışmamaktadırlar. Hatta, Prof. Stanford Shaw’un da “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye“ adlı kitabında belirttiği gibi, ”Askerlik hizmeti yerine cizye denilen vergiyi de ödedikleri taktirde, Hıristiyanların veya öteki azınlıkların artık canlarıyla birlikte malları ve dinleri de devletçe korunmakta ve güvence altına alınmakta” dır.
9.OSMANLI İMPARATORLUĞU GERÇEKTEN SÜNNİ-HANEFİ BİR İSLAM DEVLETİ MİDİR? Görüldüğü gibi, Osmanlılarda, medreselerin de hiçbir organik bağı yoktur aslında. Hıristiyanlar veya Museviler çocuklarını nasıl kendi tapınaklarını avlularında kendi olanaklarıyla kurdukları okullarda kendi inançlarına göre kendileri eğitiyorsa, Müslüman da çocuklarını tıpkı onlar gibi kendi olanaklarıyla, kendi inançlarına göre eğitmektedirler. Diyelim sünni-hanefiler çocuklarını cami avlularında gene aynı vakıfların olanaklarıyla kurdukları medreselerde eğitirlerken, heteredoks Müslümanlar da kendi olanaklarıyla (ola ki cem evlerinin avlularında ) kurdukları tekke ve zaviyelerde, olanakları ölçüsünde kendi inançlarına göre eğitmekte, kesinlikle medreseye göndermemektedirler. Bütün bu eğitim kurumlarına devlet gerçekten de tam anlamıyla eşit uzaklıkta duruyor olsa gerek ki, ilginçtir, Fatih, Kanuni gibi sultanların kendi adlarına, kendi paralarıyla saray çevresinde kurdukları o ünlü medreselerden birine bile eğitim içim gönderilmiş tek bir şehzade yoktur tarihimizde. Çünkü padişah çocuklarının eğitimi için saray’ da “ Şehzadeğan mektebi “ denilen ayrı bir okul vardır. Padişahın çocukları beş, altı yaşına basınca, Haremde, dar-üs-saadet Ağasının (baş haremağasının) odasının yanındaki bu okullara gönderilmektedirler. Kuşkusuz bu şehzade hocaları sultan çocuklarına okuma yazma ile birlikte İslamiyet’le ilgili temel bilgileri ve ibadet kurallarını da Sünni-Hanefi inancı doğrultusunda öğretmektedirler. Unutmayalım ki, özgün Osmanlı kültürünün ve uygarlığının oluşturulmasında katkılarda bulunmuş bir diğer eğitim kurumu da, özellikle İstanbul’daki özel dershanedir. Örneğin “Şeyhülislam Zekeriya Efendinin İstanbul kadısı olduğu sırada yaptırdığı bir defter yazımına göre, “uzman kişilerce isteyenlere ücreti karşılığında, medreselerde okutulmayan edebiyat, felsefe, genel tarih, coğrafya, matematik, astronomi gibi dindışı konularda derslerin verildiği “Muallimhane “ denilen bu özel dershanelerin sayısı, “XVII. yüzyıl ortalarında 1656’yı” bulmaktadır.
10. Bilindiği gibi, Osmanlıların, XV yüzyılın ortalarından itibaren üst görevlere, artık Anadolu’da hazır buldukları medreselerden yetişmiş ulema yerine, kendilerinin saraydaki okullarda eğittikleri devşirme Hıristiyan çocuklarını getirmeyi yeğlemelerini, kimi çevreler bugün de ısrarla Türklerin saraydan kovulması, veya yönetimin Türklerden arındırılması şeklinde yorumlamaktadırlar. Üstelik kışkırtıcı bir üslupla. Ama, o yıllarda henüz bir etnik kimlik bilincinden ve insanlar arasında aşiret boyutundan öte bir etnik dayanışma bilincinin varlığından söz edebilmek, elbette olanaksızdır. Bu nedenle, aslında Osmanlıların bu uygulamasının da İmparatorluğu bir an önce teokratik bir İslam devleti haline getirmeyi kutsal bir görev bilen Sünni-Hanefi ulemanın iktidarı sinsice de ele geçirme girişimlerine karşı düşünülmüş bir “ ihtiyati tedbir” şeklinde değerlendirilmesi galiba daha gerçekçi yaklaşım olsa gerektir doğrusu. Ama ne acıdır ki, gördüğümüz kadarıyla, gene aynı çevreler, böyle bir varsayımın olasılık şeklinde tartışılmasına bile izin vermemişlerdir bugüne dek. Fakat ilginçtir, öte yandan ulema, bizce hiç kuşku yok ki, dolaylı bir biçimde de olsa bu uygulamalara karşı tepkisini daha Fatih döneminde göstermiştir oysa. Çünkü, yargı örgütünün yeniden ulemanın tekeline girmesi de, teokratik kilise devletlerinin engizisyon mahkemeleriyle yarattığı o “yanık insan eti kokulu“ ortaçağı aratmayacak dehşetteki cadı kazanlarının kaynatıldığı, zındık ve mülhit suçlamalarıyla binlerce kişinin inadına kılıçtan geçirilip ateşe atıldığı bu korkunç dönemde, Ebussuud Efendi tarafından tam anlamıyla sağlanmıştır gerçektende.
11. Nitekim Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın “Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilatı” adlı kitabında da belirtildiği gibi, örneğin o tarihe kadar şeyhülislamlık (müftülük), ilmiye sınıfında, sırasıyla kazaskerlik, padişah hocalığı ve İstanbul kadısından sonra dördüncü derecede yer alırken, Ebussuud Efendi önce bu sırayı bozup şeyhülislamlığı kazaskerliğinin üstüne çıkararak kadıların ve Müderrislerin atanması yetkisini de kazaskerlerin elinden alıp şeyhülislama vermiştir. Üstelik bununla da yetinmemiş, hem “kazaskerlerin azil ve tayinlerini şeyhülislamlığın görevleri arasına aldırtmıştır“, hem de o tarihe kadar kazasker olabilmek için her hangi bir koşul yokken, daha önce İstanbul veya Edirne kadılığı ile Anadolu kazaskerliği görevlerinden bilinde bulunmayı zorunlu kıldırarak, bir anlamda kazaskerlik görevini de ulemanın tekeline girdirmiştir. Hatta, şeyhülislamlık için de, daha önce Rumeli kazaskerliğinde bulunmuş olma koşulunu getirterek, sanki ulemanın bu tekelini daha da sağlamlaştırmıştır.
Kısacası, III. Murat’la birlikte artık sarayda da, sadrazam atamalarında bile söz sahibi olmaya başlayan ulemanın gözünde, İmparatorluğu bir an önce bir teokratik devlet haline dönüştürebilmek için Yeniçeri Ocağı’ndan başka engel kalmamış gibidir. Enderun Mektebi’nin bir an önce medreseleştirilmesi sağlanmalı ve yeniçeri ocağı devşirmelerin ve heteredoks Müslümanların elinden kurtarılmalıdır. Nitekim, geçekten de, ertesi yüzyılın, tahta çıkan 8 sultandan 4’ünün çocuk, 4’ünün deli, hatta kimilerinin zırdeli olduğu Osmanlı tarihinin lanetli yüzyıl diyebileceğimiz XVII. yüzyılın neredeyse tamamının, Yeniçeri Ocağını ele geçirebilmek uğruna Valide Sultanlarla iş birliği yaparak istenilen fetvayı verip her türlü herzeyi yiyen, olmadı mollaları cami avlularına toplayıp yeşil bayrak açtırarak “Şeriat isteriz! “ diye bağırtan, olmadı çocuk sultanların aklını çelip, “ bidat’tır “ diyerek çok şerefeli minarelerle, çok minareli yıktırmaya kalkışıp çevreye gözdağı veren ulemaya karşı II (Genç )Osman, IV. Murat, II Mustafa, Köprülü Mehmet Paşa, Fazıl Ahmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi sultan ve sadrazamların verdiği direnme kavgaları içinde geçtiğini söylemek, doğrusu kesinlikle bir abartma sayılmasa gerektir bizce. XVIII. yüzyılda da bilindiği gibi III.Ahmet, I.Mahmud, III.Mustafa, III.Selim, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Hekim oğlu Ali paşa, Koca Ragıp Paşa, Halil Hamid Paşa gibi sultan ve sadrazamlar da ulemanın bu sinsi saldırılarına karşı hızla Batılılaşma girişimlerini başlatıp, Avrupalı subaylara askeri mühendislik okulları açtırarak direnmişlerdir ısrarla.
12. BİR İSLAM RÖNESANSI VE AYDINLANMA ÇAĞI DA, ANADOLU’DA OLA Kİ BU YÜZDEN YAŞANMAMIŞTIR : Bu nedenle, Rönesansın yaşandığı tarih ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin neredeyse özdeş olduğunu, çakıştığını söylemek, gerçeğe pek de aykırı düşmese gerektir doğrusu. Nitekim Fatih’in İstanbul’u Fethettiği 1453’ü, Ortaçağın sona erdirildiği tarih olarak değerlendiren tarihçilerimiz bile vardır bu nedenle. Oysa Osmanlıların İstanbul’u fethetmesi olayıyla Ortaçağ veya Rönesans arasında, tarihsel özdeşliğin dışında bir nedensellik ilişkisi kurabilmek elbette kesinlikle olanaksızdır. Ancak Fatih’in Bellini’yi İstanbul’a çağırarak resmini yaptırdığı, Leonardo da Vinci ile mektuplaştığı, resim bilgisini geliştirmesi için Nakkaşbaşı Sinan Bey’i İtalya’ya gönderdiği de bilinmektedir. Yani Osmanlıların da, en azından Fatih döneminde Rönesans’tan, veya İtalya’daki o büyük sanatsal sıçramadan haberlerinin olduğundan da kuşku duyulmasa gerektir galiba. Ama ne yazık ki, tarihsel süreçlerinin çakışmasına ve bu olgulardan haberli bulunduklarına dair bunca kanıta karşın, bizce hiç kuşku yok ki, farklı üretim ilişkileri aşamalarında yaşanmaları ve çok farklı toplumsal yapılara sahip olmaları yüzünden, Rönesans düşüncesinin temelini oluşturan “aklın dogmaya egemen kılınması” ilkesi, Osmanlı düşüncesine gene de şuncacık olsun yansımamıştır bütün tarihi boyunca.
13. Kuşkusuz ilk yıllarda özel mülkiyet hakkına sahip çıkarak, Hıristiyanlığa göre de “Tanrının dünyayı bütün insanların ortak kullanmaları için yarattığını” savunanlar da olmuştur. Örneğin M.S.150-200 yılları arasında yaşamış Tertullianus, Hıristiyanlığın “yarin yanağından gayri her şeyin bütün insanlığın ortak malı olduğunu savunduğunu“ bile öne sürmüştür. Ne var ki Hıristiyanlık, IV. yüzyılda Roma imparatorluğu‘nun resmi dini haline getirildikten sonra, bu tür görüşler sona ermiş ve Katolik kilisesi “özel mülkiyet hakkını“da kutsallaştırmıştır, siyasal erki ele geçirir geçirmez. Oysa Müslümanlık, gene bilindiği gibi, tam karşıtı, egemen üretim ilişkisi hala hayvancılık ve ticaret aşamasında bir toplum dini olarak kurulmuştur Arabistan’da. Yani neredeyse tamamı çöllerle kaplı bir topraklarda, vahalardaki bahçelerden öte bir tarım zaten söz konusu bile değildir. Bu nedenle İslam devletleri de fethedilen toprakları kesinlikle bir üretim aracı şeklinde değil, tam karşıtı, ”ıkta sistemine göre” personel rejimiyle ilgili bir öğe olarak değerlendirmişlerdir, daha ilk günden itibaren. Toprakları fethediliş şekline göre üç guruba ayırıp, ya savaşta yararı görülen aşiretlere ganimet olarak vermişlerdir ya da başarılı komutanlarla diğer görevlilere bir çeşit ücret olarak bırakmışlardır. Bu durum da, doğal olarak Batılaşma karşıtı şeriatçı akımların hızla güçlenmesine çalışılmıştır. Batılaşma yerine, artık Araplaşma savunulmakta, Ortaçağ İslam uygarlığı ideal örnek olarak gösterilmektedir.
14. Türk ulusçuluğu düşüncesi, kesinlikle yasaktır. Zındıklık Jöntürklük, dehrilik (dinsizlik ve materyalistlik) ile eş tutulmaktadır. Öyle ki “lisan bahisleri yasaktır“ diye bir ferman yayımlanarak, yalnız Türk ulusçuluğu düşüncesinin değil Türkçe üzerine yazıp konuşmanın da suç sayıldığı açık, açık belirtilmiştir Abdülhamit döneminde. Nitekim “Ahmet Mithat Efendinin yalısında dostlarıyla düzenlediği sohbet toplantıları“ da, “Türkçe üzerine konuşmalar yapıldığı“ gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ancak, bu Kanun-u Esasi, sanıldığı gibi sultanın yetkilerini sınırlandıran, örneğin yasama yetkisini elinden alıp seçimle kurulacak meclise devreden, meşruti sistemin gerektirdiği nitelikte bir anayasa değildir kesinlikle. Tam karşıtı Abdülhamit’in bu üç buçuk dört ay içinde, gerçekten de çok ustaca dolaplarla hazırlattığı, uyruğun neredeyse yarısının başka dinlerden olmasına karşın İslamiyet’in devletin resmi dini olduğunu yasa hükmü haline getiren, dolayısıyla egemenliğin de kayıtsız koşulsuz Tanrının yeryüzündeki vekili halife sultanlarda bulunduğu ilkesini yasalaştıran Osmanlı tarihindeki ilk yazılı metindir. Nitekim aynı anda 1774 tarihli Kaynarca Antlaşması’ndaki, “Rus Çarlarının Osmanlı ülkesindeki Ortodoks Hıristiyanların koruyucusu olduğu” önerisi üzerine getirilmiş “Osmanlı sultanları da Kırım Müslümanlarının koruyucusudur” hükmü kanıt gösterilerek, Sultan Abdülhamit’in de zaten dünyadaki bütün Müslümanların halifesi olduğu savlanmaya başlanılmıştır hemen. Yavuz Sultan Selim’in hilafeti 1517 yılında Ridaniye savaşından sonra Kahire’den İstanbul’a getirdiği savı da, ola ki aynı günlerde ortaya atılmıştır. Ve çeşitli İslam ülkelerinden, Sultan II. Abdülhamit’in dünyadaki bütün Müslümanların halifesi olduğunu kabul eden şeyhler, emirler davet edilmiştir İstanbul’a ardı ardına. Sarayın çevresine, bu konuklar için özel konutlar yaptırılmıştır.
15. CUMHURİYET VE LAİSİZM : Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, II. Meşrutiyet bizce, Osmanlı tarihinde ilk kez, saltanatın omurgasını oluşturan hanedanın mutlak yetkesinin yaralanmasına da neden olmuştur aynı zamanda. Gerçi yürürlüğe girdirilen 1876 Anayasasında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır, Sultanın, örneğin Harbiye ve Bahriye Nazırları ile Şeyhülislamı tek başına atama yetkisi hala elindedir, örf-i yasama yetkisinin meclise devredilmesi filan söz değildir. Ama ne var ki, 24 Temmuz 1908’de yayımlanan bu dört satırlık Hatt-ı Hümayunun sıkıyönetimi ve sansürü kaldırması inanılmaz bir coşku yaratmıştır başkentte. Bu coşkuyla da, o tarihe kadar ülkede sadece dört gazete varken, bu sayı birden 200’ü aşmış, “ilk üç buçuk yıl içinde ülkede tam 607 gazete ve dergi yayımlanmış”tır. Meşrutiyet, Osmanlı aydınlarınca bir anlamda Fransız devrimi ile özdeşleştiriliyor olsa gerek ki, hemen ertesi yıl 24 Temmuz bayram olarak ilan edilmiş ve düzenlenen törenlerde de Fransızların ulusal marşı “Marsailles” çalınmıştır. Ansızın patlayan bu çılgın özgürlük ortamında da, eleştirilmeyen, tartışılmayan konu ve kurum kalmamıştır doğal olarak. İlginçtir, en çok tartışılan konu da “ devlet” olmuştur. Gerçekten de ortada, ne bütünüyle İslam şeriatını benimsemiş teokratik bir din devleti vardır, ne yasama erkinin mecliste olduğu Batılı anlamda bir meşruti devlet ve ne de bir ulusal devlet. Ama, öte yandan da anayasaya göre “İslamiyet”, devletin resmi dinidir. Sözcüğün tam anlamıyla bir kaos yaşanmaktadır.
16. Prof. Enver Ziya Karal’ın, 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmış, liseler için yazdığı “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” adlı ders kitabında verdiği bilgilere göre, Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920’de açılabilmesini sağlamış 115 Milletvekilinden 78’i zaten İstanbul’dan acele kaçıp Ankara’ya gelmiş Mecli-i Mebusan üyeleridir. Yani, Büyük Millet Meclisi’nin, açılıştaki üyelerinin üçte ikisi, daha dört beş ay önce Osmanlı Meclisi için seçilmiş milletvekilleridir. Nitekim Işıl Çaka’nın, Prof .Bülent Tanör’ün yönetiminde yaptığı, çağdaş yayınlar arasında kitap halinde de çıkmış “Türk parlamento Tarihinde II. Meclis“ adlı doktora çalışmasında verilen bilgilere göre, Birinci Büyük Millet Meclisinde görev yapmış eski Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyesi milletvekillerinden 47’si 1923 seçimlerinde İkinci Büyük Millet Meclisi’ne de girmeyi başarmıştır. Nitekim, 22 Nisan’da açılmasına karar verdikleri meclisi de, galiba gene hiç kuşku yok ki, bu milletvekillerinin baskısıyla, 23 nisan Cuma günü, Hacı Bayram camiinde topluca öğle namazı kıldıktan sonra “ulemadan ve şeyhlerden oluşmuş sarıklı, cüppeli, fesli, kalpaklı mebuslar, üzerinde kutsal ayetler yazılı bir yeşil sancağın ve başındaki rahlede bir kuran ve Lihye-i Saadet (sakal-ı şerif) taşıyan Sinop mebusu Hoca Abdurrahman Efendi’nin ardından, dualar okuyup tekbirler getirerek törenle gidip açmışlardır. Meclis binasındaki odalardan birini de, acele “küçük bir mescit“ haline getirtmişlerdir. Bilindiği gibi, gerçekten de, 1 Mart 1924 günü açılan meclisin ikinci dönem birinci toplantı yılının daha başında, 3 Mart 1924’te, Şeyh Sait Efendi ve elli arkadaşının verdiği “Halifeliğin kaldırılması ve Osman Oğulları soyundan olanların Türkiye dışına çıkarılması” hakkındaki, Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ile elli arkadaşının verdiği “Şerriye ve Evkaf Bakanlığının kaldırılması“ hakkındaki ve Manisa Milletvekili Vasıf Bey ile elli arkadaşının verdiği “Eğitim ve öğretimin vakıfların elinden alınarak Milli eğitim bakanlığına bağlanması” hakkındaki, ünlü adıyla Tevhid-i Tedrisat yasası“ ile ilgili önergeler ardı ardına görüşülerek, her üçü de aynı gün yasalaşmıştır. Bu yasaların metinlerinde veya gerekçelerinde de, laisizm şöyle dursun, dinle ilgili her hangi bir kavram da zinhar geçmemektedir doğal olarak. Hatta öyle ki, yasanın gerekçesinde “Halifeliğin, Hükümet ve Cumhuriyet kavramlarının içinde zaten var olduğu için kaldırıldığı“ bile öne sürülmüştür. Bu nedenle görüldüğü gibi, İkinci Büyük Millet Meclisi de insan yapısı açısından Birinci Büyük Millet Meclisinden pek de farklı değildir aslında. Oysa Mustafa Kemal de, 1923 seçimlerini salt bu amaçla yaptırmıştır. Bilindiği gibi milletvekili adaylarını neredeyse isim, isim belirlemiştir. Örneğin, İzmir Mebusu Hacı Süleyman Efendi’ye, aday olmaması için 20Mayıs 1923 günü “Namzetlikten sarfınazar buyurmaklığınızı kaydettik” diye telgraf bile çekmiştir. Bu konuda sorun çıkarabilecek bölgelere ve kişilere çekilmiş bir çok telgrafı vardır. Kısacası Mecliste, Mustafa Kemal’in dışında, laisizmi içtenlikle savunan bir ikinci milletvekili daha bulabilmek, galiba gerçekten olanaksızdır. Çünkü hilafetin ve şeriatın tartışılabileceği mektepten yetişmiş veya özel dersler alarak kendini yetiştirmiş Osmanlı münevverleri de (aydınları da) tıpkı medreseli ulema takımı gibi düşünmeye bile cesaret edememektedir görüldüğü kadarıyla. Mustafa Kemal’in çevresindekiler de, Fatih Rıfkı Atay’ın yazdığına göre “devrimciliğine bağlı fikir ve ideal takımı” birkaç kişinin dışında, “ basit itaatçılar “ ile “Onun insan ve politikacı zaaflarını menfaat (çıkar) için istismar etmekten başka bir şey düşünmeyen türedi takımı” dır, ve “ bu üç takım, Mustafa Kemal’in sofrasında daima yan yana gelmişler, fakat hiçbir zaman birleşmemişler“ dir.
17. MUSTAFA KEMAL’İN LAİSİZM ANLAYIŞI VE “DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI”
Kuşkusuz, bu söylevin ardından 10 nisan 1928 günü kabul edilen yasayla gerçekleştirilmiş en büyük değişiklik de, “Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir“ tümcesinin Anayasadan çıkarılması olmuştur. Aynı yasayla yapılan bir diğer önemli değişiklik de milletvekili andındaki “Tanrı adına “ yerine “Namusum üzerine “ deyiminin konması olmuştur. Doğrusu, İkinci Meşrutiyet‘ten sonra “Türkçülük“ düşüncesini güya siyasal ideoloji olarak benimsemiş İttihatçı aydınların, birbirlerinin tam karşıtı “ulus” ve “ümmet “ kavramlarını kolayca karmakarışık ederek bu politikalarını “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim“ diye sloganlaştırmış olmaları bile bu gerçeği bütün çıplaklıyla gözler önüne serse gerektir, sanırız. Zaten Cumhuriyet de, dinler veya tarikatlar arasındaki bir iktidar kavgasını bastırarak, bütün dinlere ve tarikatlara eşit uzaklıkta duracak toleranslı bir yönetim olarak değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu duruma düşmesinin temel nedeni saydıkları medrese eğitiminin ve yargının dindışı kalmasını sağlayacak bir yeni yönetim şekli olarak tasarlanmıştır kesinlikle.
18. Öyle ki, örneğin eğitimi dinin elinden kurtarmak için Şer’iye ve Evkaf Bakanlığını kapatarak,bütün okulları güya Milli Eğitim Bakanlığına bağlamışlardır ama, bu düzenin asıl mali temelini
oluşturan “vakıflarla“ neredeyse hiç ilgilenmemişlerdir. Oysa “vakıflar“ XIX. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin artık belkemiğini oluşturmaktadır. Örneğin Prof. Gotthard Jöschke, XIX. Yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ekilebilir toprakların dörtte üçünün vakıflar eliyle yönetildiğinin tahmin edildiğini yazmaktadır. Gene Prof .Gotthard Jöschke’ye göre, “Efkaf hukuku ile yeterince ilgilenmemiştir, Cumhuriyet’in kurucularının, hukuku şeriat hükümlerinden bütünüyle temizlediklerini söyleyebilmek de olanaksızdır.”
19. Bilindiği gibi, Diyanet İşleri başkanlığı Mustafa Kemal tarafından, “Dinin işlerine karıştırılmaması” şeklinde açıkladığı “laiklik” anlayışının temel kurumlarından biri olarak kurulmuştur Yani kesinlikle Şeyhülislamlığın, ne Bab-ı Meşihat’ın ve ne de Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’ nin bir devamıdır. Asıl görevi de bizce hiç kuşku yok ki Sünni-Hanefi Müslümanlığın ibadetle ilgili hükümlerinin uygulamasını düzenlemekten çok, bu Ortodoks Müslümanların İslamiyet’in şer’i hükümlerini yeniden yaşama geçirme heveslerini sürekli kontrol altında tutmak olsa gerektir. Nitekim bizce gene bu nedenlerdir ki, salt Sünni-Hanefi mezhepten olan ilahiyatçılardan oluşturulmuştur. Kesinlikle akademik bir din kurulu niteliği taşımadığı için de Alevilerin ve Bektaşilerin temsil edilmesi elbette söz konusu bile olmamıştır. Unutulmamalıdır ki, Sünni-Hanefi ulemanın, bütün Osmanlı tarihi boyunca İmparatorluğu bir din devleti haline dönüştürmeye çalışmasına karşılık Aleviler ve Bektaşiler hep devletten yana olmuşlardır. Salt bu gerçek bile, Diyanet İşleri Başkanlığının, üstelik Mustafa Kemal tarafından bütünüyle Sünni-Hanefilerden oluşturulmasının nedenini yeterince açıklasa gerektir galiba.
Ne var ki, ilk on padişahın hepsinin ordunun başına geçip bütün fetih seferlerine katılmış olmalarına karşın on birinci padişah, Kanuni’nin oğlu II. Selim’den itibaren Yeniçeri Ocağının ve ulemanın baskısıyla zorla Eğri Seferi’ne katılan, ancak daha ilk çatışmada bozguna katılıp, atını mahmuzlayıp kaçmak üzereyken lalası tarafından durdurulmuş III Mehmed’le, cihangir olma tutkusuna kapılmış çocuk sultanlar II. (genç) Osman’ı, IV. Murad’ı ve daha sonra da II. Mustafa’yı saymazsak, son üç yüzyılda tahta çıkmış 22 Padişahtan hiçbiri ordunun başına geçip bir “gaza “seferine çıkmamıştır.
20. CEZAYİRLİ BİR PROFESÖRÜN “LAİKLİK “TANIMI...
Lyon Üniversitesinde sosyoloji dersleri veren Cezayirli bir Müslüman Prof .Lahouari Abdi “ilke olarak bütün dinler demokrasiye karşıdır“ diye belirttikten sonra “Hıristiyan dünyasında devlet ve kilise arasındaki İktidar çekişmesinin ne denli kanlı geçtiğini hatırlatarak “laiklik’i şöyle tanımlamış. ”Laiklik bireyin egemenliğinin, yani bireyin kendini yönetebileceğinin farkına varmasıdır. İnsanın kendi hakimiyetinin bilincine varması süreci bir çok ülkede değişik biçimler alıyor“.
21. ADOLU TÜRKLERİNDE DİN ,SİYASAL OTORİTE VE EDEBİYAT:
Ne var ki, tıpkı Latin şiiri gibi Arap şiiri de, VII. yüzyılda İslamiyet’le birlikte sanki bıçakla kesilmişçesine sona ermiştir birden. Çünkü bu şairlerin çoğu, yalnız İslamiyet’e katılmamakla da kalmamış, Kuran‘ın Enbiya (Peygamberler) suresinin 5. ayetinde de belirtildiği gibi Muhammed‘in kendisine gökten vahiy indiğini ve kuran‘ın Tanrının sözleri olduğunu söylemesini, “Hayır! Bunlar saçma sapan rüyalardır. Hayır! onu kendisi uydurmuştur. O bir şairdir“ diyerek şiddetle karşı çıkmışlardır. Nitekim, Kuran’da da bu şairlerle ilgili ayrı bir süre vardır. Bu şuura (Şairler) Suresi’nin 223. ayetinde “Onlar şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar” denilerek şairlerin genellikle şeytana uymuş, sapık, büyücü, insanları kötü yola yönlendirici kişiler olduklarını vurgulandıktan sonra da 224. ayetinde “Şairlere ancak sapıklar uyarlar“ diye buyrulmaktadır. Yasin süresinin 69. ayetinde de Muhammed için, ”biz ona şiir öğretmedik, bu ona zaten yakışmazdı” denilmektedir.
22. Kısacası Hıristiyanlığın roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline getirildiği IV. yüzyıldan ortaçağın sona erdiği Rönesans’a, XV-XVI yüzyıla kadar, teokratik kilise devletlerinin sultası altındaki feodal Avrupa toplumlarından her hangi birinde şöyle dişe dokunur bir şiirin de var olduğundan söz edebilmek galiba gerçekten olanaksızdır. Fakat ilginçtir, doğu dünyasında ise, İslamiyet’le çatışan Arap şiiri, Ortodoks Müslümanlar olan Sünni halifeler döneminde de gerilemesini sürdürürken, bir başka İslam toplumunda şiir inanılmaz bir gelişme göstermiştir. Aynı yüzyıllarda VIII. yüzyılın sonlarından itibaren İslamiyet’le birlikte Arap şiirinin de etkisine giren İran şiiri, ola ki ülkelerindeki Abbasi ve Selçuklu egemenliklerine karşı aynı zamanda direnme savaşımı da veren karşı mezhepten olmanın tepkimesiyle, biraz da IX. yüzyıldan sonra aruz veznini de alarak çok büyük bir gelişme göstermiş ve Firdevsi, Ömer Hayyam, Nizami, Şeyh Sadi-Şirazi, Hafız vb gibi gerçekten de çok büyük ustalar yetiştirmiştir daha sonraki yüzyıllarda.
23. Atalarımız, gene tarihçilerin verdikleri bilgilere göre, Anadolu’ya biri Arap yarımadası üzerinden, güneyden, diğeri de İran’dan, Hazar denizinin güneyinden, doğudan olmak üzere iki ayrı koldan girmişlerdir ve gene bilindiği gibi, güneyden gelenlerin genellikle İslamlığı Arabistan’ da benimsemiş Sünni-Hanefi’ler olmasına karşılık doğudan gelenlerin de neredeyse tamamı Şaman, ya da panteist ağırlıklı heteredoks Müslümanlar, bugünkü deyimimizle Alevi-Bektaşi’lerdir. Doğal olarak beraberlerinde de çok farklı kurum ve disiplinler getirmişlerdir Anadolu ya. Örneğin Orta Asyada veya Arabistanda Sünni-Hanefi Müslümanlığı benimsemiş Oğuz boyları beraberlerinde getirdikleri cami, mescit, medrese, vakıf gibi İslami kurumlarla kentsel kesimleri Türkleştirir ve aynı zamanda da Müslümanlaştırmaya çalışırlarken, çoğu hala Şaman göçebe boylar ise beraberlerinde getirdikleri Orta Asya ve İran kökenli, tasavvuf düşüncesi, ahilik örgütü, halk şiiri, tekke geleneği vb. kurum ve disiplinlerle özellikle kırsal kesimleri hızla Türkleştirmeye girmişler ve gelecek göçebe boylara da yerleşebilecekleri alanlar hazırlamışlardır, çok bilinçli bir biçimde. Prof. Neşet Çağatay’ın “ bir Türk kurumu olan Ahilik” adlı çalışması, bu konu da geçekten ışık tutucu değerdedir. Anadolu’nun Türkleştirilmesinde uygulanan bu farklı kurum ve disiplinler de, doğal olarak farklı kültürlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu farklı mekanlarda, örneğin hemen hemen aynı yıllarda Sünni-Hanefi ideoloji kentsel kesimde, yeni bir Anadolu sentezi olarak niteleyebileceğimiz Mevla’na şiirini ve Mevleviliği yaratırken, kırsal kesimde de Yunus Emre Şiiri ve Bektaşilik doğmuştur. Anadolu Türk kültürünün XIII. yüzyılda yetiştirdiği bu iki büyük şair, hiç kuşku yok ki dünya şiirinin de büyük ustalarıdırlar ve şiirlerini Farsça yazan Mevla’na, daha sonraki Osmanlı divan şiirine kaynaklık ederken, şiirlerini Oğuzca (Türkçe) söyleyen Yunus Emre de Anadolu halk şiirinin, hatta bugünkü çağdaş Türk şiirinin kurucusu olmuştur. Kuşkusuz bu iki şair de, dünyanın bütün büyük şairleri gibi aynı zamanda dönemlerinin büyük düşünürleridirler. Nitekim, Fransız yazarı Pierre Seghers’in “Lamour Sublime” adlı kitabındaki açıklamalarına göre, bugünkü Batı düşüncesinin kurucularından Martin Luther, çağdaşı ünlü düşünür Erasmus’a gönderdiği bir mektubta, kendisinden üç yüzyıl önce yaşamış bu şairin, Yunus Emre’nin kimi şiirlerinin çevirilerini de ekleyerek, “Bunları çoğaltıp, dağıtın. Bu Türkmen dervişi dinde reformu bizden çok önce gerçekleştirilmiş“ diye yazmıştır.
24. Gerek Selçuklularda, gerekse Osmanlılarda, Medreseler sanıldığı gibi devlete bağlı eğitim kurumları değildir kesinlikle. Her topluluk çocuklarını kendi dinsel inançlarına göre kendileri eğitmektedir. Hıristiyanlar kiliselerde, Museviler havralarda, Sünni- Hanefiler de cami avlularındaki cami vakıflarına bağlı medreselerde çocuklarını eğitilirken, heteredoks Türkler de çocuklarına, sınırlı da olsa tekke ve zaviyelerde eğitim vermektedirler. Devlet kendi gereksinimi için de sarayda Acemi Oğlanlar Ocağı ve Endurun Okulu adıyla ayrı Okullar açmıştır. Şehzadeler ise kesinlikle bu okullardan her hangi birine gönderilmemekte, sarayda özel öğretmenler tarafından eğitilmektedirler. Sultan II. Murad döneminde, 1420’lerden sonra ise şehzadelerin eğitimi bütünüyle sarayda görevli şairlere bırakılmıştır. Bu nedenle, ta XIX. yüzyıla kadar, şiir yazmayan Osmanlı sultanı ve şehzadesi yok gibidir sanki. Ayrıca matematik, astronomi, coğrafya, felsefe, edebiyat gibi din dışı konularda dersler veren özel dershaneler de vardır İstanbul’da ve “Muallimhane” denilen bu özel dershanelerin sayısı,” Şeyhülislam Zekeriya Efendi’nin, İstanbul kadısı olduğu sırada yaptırdığı bir defter yazımına göre, XVII. Yüzyılın ortalarında 1656’yı bulmuştur.
25. Unutulmamalıdır ki, söz konusu yıllarda daha henüz ne Fransız şiiri vardır, ne İngiliz, ne de Alman. Bilindiği gibi, İngilizce ancak XV. yüzyıldan sonra yazı dili haline gelmiş, ama ünlü düşünür Thomas More, Rönesansın baş yapıtlarında biri olan ünlü “Utopia” adlı kitabını XVI. yüzyılda, 1516’da bile İngilizce değil, Latince yazmıştır Fransa‘da da, ta XVI. yüzyıl ortalarına kadar yazı dili olarak Latince kullanılmıştır.
26. ”İnanan insan” kavramına karşı “düşünen insan” kavramının gündeme getirilerek dogmalara karşı aklın egemen kılındığı aşama, diye özetleyebileceğimiz Rönesans hareketinin ardından yaşanan, insanın kendi ve aklıyla gördükleriyle kendi varlığının bilincine vararak, din, töre, ahlak, kültür vb. gibi konularla ilgili sorunlarını gene kendi aklı ve bilinciyle irdelemesi aşaması olan XVIII. yüzyıldaki “aydınlanma çağı” da tam anlamıyla şairlerin, yazarların düşünürlerin bir ürünüdür, bilindiği gibi.
27. Örneğin, daha başlangıçta Hıristiyanlığın kölelilik aşamasının yaşayan bir antik tarım toplumu dini olarak kurulmasına karşılık Müslümanlık, tıpkı Musevilik gibi, egemen üretim ilişkisi hayvancılığa ve ticarete dayalı bir göçebe toplum dini olarak doğmuştur. Bu nedenle de, Hıristiyanlığın, toprak mülkiyetini kutsallaştırarak feodalite ile kolayca bütünleşip köle emeğiyle tarımda sermaye birikiminin sağlanmasına olanak veren bir aile dini olmasına karşılık, Müslümanlık, fethedilen topraklarda ısrarla ıkta sistemini uygulayarak toprak ağalığı kurumunun oluşmasına izin vermeyen, faizi haram sayarak ticareti koruyan, çok eşlilik ve harem gibi erkekten yana göçebe toplum kurumlarını kutsallaştıran bir erkekerkil dindir.
28. DİVAN ŞİİRİ VE MEDRESE
Kiliseye başkaldırma yürekliliğini göstererek, Hıristiyanlığın bir özeleştiri yapmasını sağlayıp, Batı düşüncesine büyük bir soluk aldırmış ve çağ atlaşmış “Dindeki ilk reformist Martin Luther“ kendinden tam üç yüzyıl önce yaşamış Yunus Emre’nin şiirlerini ünlü Erasmus’a göndererek, bunları çoğaltıp yayın bu Türkmen dervişi dinde reformu bizden çok daha önce gerçekleştirmiş “ diye yazmış, ta XVI.Yüzyılda.
29. Ancak, bir imparatorluk haline dönüşülürken zorunlu olarak yaratılmış yeni kültür dilinden dolayı bir şiiri yadsıyabilmek için hem ne anlama geldiği belirsiz “Kültürü yerleşik düzen yaratır“ gibisinden cafcaflı sözler edip, hem de bir göçebe kültürünü ve şiirini bugünkü kültürümüze ve şiirimize de temel yapmaya kalkışmak, sanırız Hilmi Yavuz’un vurguladığı oryantalist tavırdan da öte, olsa olsa doğulu bir aşağılık kompleksinin dürtüsüdür. Gerçekten, kültürün tek yaratıcısı olarak gösterilen bu “yerleşik düzeni“ deyimi ne anlamda kullanılmaktadır acaba? Unutmayalım ki, halen Orta Asya’da yaşayan Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar, Moğollar, Türkmenler, Tacikler binlerce yıldır hep o topraklar üzerinde oturmaktadırlar, ama hala göçebedirler. Fakat, gene binlerce yıldır sürekli bir vatandan bir başka vatana kovulup duran Yahudiler ise, artık göçebe değillerdir. Fransız bilim adamı Felicien Chaaaye’in “insanlığın en büyük buluşu” diye nitelediği, üretirimi köle emeğinden hayvan emeğine geçiren yeni koşum usulü, atlardaki boyun hamudu yerine omuz hamudu buluşu da, unutmayalım ki bir göçebe kültürü ürünüdür.
30. VAKIF ÜNİVERSİTELERİ, (SANAL ÜNİVERSİTELER)
Gerçekten, üniversite eğitimi üzerinde, ülkemizde şu son on yıldır oynanan oyunlardan kamuoyunun yüzde kaçının haberi vardır acaba? Örneğin üniversite eğitiminin de hızla özelleştirildiğinin acaba kaçımız farkındayız? Vakıf kalkanının ardına sığınmış ama her ne hikmetle ise “Vakıf“ sözcüğünden pek de hoşlanmayan “üniversite” adı altında kurulmuş bu özel yükseköğretim kurumlarının sayısının halen üniversitelerimizin güya dörtte birini oluşturan bu özel yüksek okullarda da toplam üniversite öğrencisini sadece %1,8’inin (yüzde bir virgül sekizinin) okuduğunu kaç kişi bilmektedir?
31. Örneğin gazetelerde çıkan haberlere göre İstanbul Yedi Tepe Üniversitesi 1998-1999 öğretim yılı için öğrencilerden, fakültesine göre on bin dolar ile altı bin dolar (yani günkü kurla 4 milyar 200 milyon ile iki buçuk milyar ile) arasında bir ücret almıştır. İstanbul Bilgi Üniversitesi 6.650 dolar, Koç Üniversitesi 6.500 dolar, İstanbul Doğuş Üniversitesi İngilizce programları için 5.500 dolar, İstanbul Kültür Üniversitesi 6.250 dolar, İstanbul Maltepe Üniversitesi 6.000 dolar, İstanbul Işık Üniversitesi 6.000, Tarsus Çağ Üniversitesi 5.000 dolar, İstanbul Fatih Üniversitesi ile Ankara Atılım Üniversitesi 4.500 dolar, Ankara Çankaya Üniversitesi de 4.300 dolar istemiştir. Görüldüğü gibi, bu sanal üniversitelerin öğrencilerden istedikleri en düşük yıllık eğitim ücreti, o günkü kurla 1 milyar 800 milyon liradır. Oysa, Devlet Üniversiteleri aynı yıl, öğrencilerden tıp fakülteleri ve konservatuarlar için 74 milyon, diş hekimliği ve eczacılık için 61 milyon, mimarlık mühendislik için 48 milyon, veterinerlik için 42 milyon, hukuk, iktisat, siyasal bilgiler ve diğer fakülteler için de 38 milyon lira yıllık öğrenim ücreti almıştır.
32. Bilindiği gibi Bilkent formülü de, Prof. Doğramacı’nın eseridir. Yasalarla getirilen onca ödüne karşın, sermaye çevrelerinin “vakıf” çözümüne hala sıcak bakmadığı görülünce aynı zamanda da YÖK Başkanı olan Prof. Doğramacı bu kez kurucusu olduğu Hacettepe Üniversitesi'nin vakıflarına, yani bir Devlet Üniversitesine, ülkemizdeki ilk özel “vakıf yüksek öğretim kurumunu”, Bilkent’i kurdurtmuştur, özel kesimin kafasındaki ikircikleri giderebilmek amacıyla hiç kuşku yok ki. Fakat ilginçtir, devlet desteğiyle kısa sürede ülkenin en ünlü yüksek öğretim kurumu haline getirilmiş olmasına karşın, Bilkent örneği de, gördüğümüz kadarıyla özel sektörün iştahlandırılması konusunda beklediğince etkili olamamıştır.
33. 3.4.1991 gün ve 3708 sayılı yasayla getirilen bu ”ek madde 18” e göre, ”en az iki yıldır eğitim yapan” bir vakıf, yükseköğretim kurumuna başvurması halinde, ”Devlet yükseköğretim kurumuna o yıl tahsis edilen toplam bütçe ödeneklerinin öğrenci sayısına bölünmesiyle elde edilen miktarın, ilgili vakıf yükseköğretim kurumunda okuyan öğrenci sayısıyla çarpılmasıyla bulunacak miktarın yarısını geçmemek” koşuluyla Devlet yardımı yapılabilmektedir. Sermaye kesimlerini birden iştahlandıran da galiba bu madde olmuştur. Maddenin yürürlülüğe girmesinin daha yılı dolmadan, 5.3.1992 tarihli 3785 sayılı yasayla iki vakıf üniversitesi kurulmuştur. Kadir Has ve Koç Üniversitesi’ni 23.8.1993 tarihinde Başkent üniversitesi izlemiştir. Gerçekten de, gene Prof. Dr. Güngör Evren’in yazısında verildiği bilgilere göre, Devlet bu sanal üniversitelere “kamu arazilerini ve orman alanlarını” bol keseden tahsis etmekle kalmamış, 1996 bütçesinden Devlet üniversitelerine öğrenci başına 100 milyon lira tahsisat ayırırken, yasanın öngördüğü sınırları da dikkate almayarak, Bilkent’e öğrenci başına 83 milyon lira, Koç üniversitesine öğrenci başına 90 milyon lira, Başkent üniversitesine ise -artık her ne hikmetleyse- öğrenci başına tam 574 milyon lira yardım verilmiş”tir. 6 Haziran 1999 günlü Cumhuriyet gazetesinin “Vaziyet” köşesinde çıkan bir yazıda da; ”Eskiden çok zenginler malını, mülkünü, parasını bağışlayıp vakıf kurar ve gereksinimi olanlara yardım ederdi. Şimdi tam tersi oluyor; vakıf kurup Devlet’ten para alıyorlar. Güya vakıf olan Koç, Bilkent, Başkent ve Işık üniversiteleri, YÖK’e başvurup toplam 5 trilyon 121 milyar lirayı kasalarına aktarmışlardır” denilmektedir.
34. VAKIF ÜNİVERSİTELERİ, “ TEVHİD’İ TEDRİSAT ” YASASINA DA AYKIRIDIR...
Ancak, varlığından sanırız artık kuşku duyulması gereken, bu köktendinci (şeriatçı) vakıfların kurdukları sanal üniversitelerin kazanç amacı güttükleri söyleyebilmek ise, galibi gerçekten olanaksızdır... Çünkü, amacın kesinlikle kar değil, tam karşıtı, köy ve kasabalardaki zeki ve yetenekli çocukların burs veriliyormuş gibi devşirilip, dinsel ağılıklı bir eğitimden geçirilerek, laik devletin yerine bir şeriatçı İslam devleti kuracak mücahitler şeklinde yetiştirilmesi olduğu, ta 1950’lerden bu yana, güya destek vermek için kurdukları vakıflar aracılığıyla gizlice ele geçirdikleri İmam Hatip okullarındaki, gene vakıflar aracılığıyla açtıkları Kuran kurslarında, öğrenci yurtlarındaki, modern tekke ve zaviyeler olan ışık evleri vb. gibi yerlerdeki uygulamalarında bütün çıplaklığıyla görülmektedir doğrusu. Kısacası, bu gün üzerinde dikkatle durmamız gereken bir diğer sorun da, son yıllarda sayısı neredeyse geometrik diziyle artan (VAKIFLAR) konusudur. Nitekim, Türkiye’nin en büyük yayın organı Hürriyet gazetesinin köşe yazarı Fatih Altaylı da, 21 Haziran 1999 günü, köşesinde “Türkiye’de irtica en rahat “VAKIF“ adı altında örgütleniyor. Parasal ilişkilerinin en rahat VAKIF perdesi altında gizleniyor. Bütün melanet VAKIF kisvesi giyerek kotarılıyor. Fakat hiç kimse Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne de ne olup bittiğini araştırmıyor” diye yazmak zorunda kalmıştır.
35. Ancak, Tamer Bacınoglu’nün 6 Temmuz 1999 günü Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Türkiye’de Alman Vakıflarının marifetleri “ adlı, gerçekten çok ilginç yazısında öğrendiğimize göre, şeriatçı İslamın Türkiye’de de iktidara gelmesi için çalışanlar, sadece buradaki tarikatların Türkiye’de kurdukları VAKIF’lar değilmiş meğer. Örneğin CDU, SPD, FDP ve birlik 90 / yeşiller gibi Almanya’nın önde gelen iktidar partilerinin kurdukları, güya NGO (Hükümetlerde hiçbir ilişki olmayan) “Konrad Adenauer Vakfı”, “ Friedrich Ebert Vakfı” “Fridrich Naumann Vakfı” ve “Heinrich Böll Vakfı” adlı, Almanların deyimiyle, kimi “Politik Vakıflar” 1984’ten itibaren Türkiye’de de şubeler açarak, tamamını Alman hükümetlerinden sağladıkları parasal olanaklarla, buradaki tarikat vakıfları gibi, güya gene NGO kimi örgütlerle birlikte, Türkiye üzerine yoğun araştırma çalışmaları yaparken, buradaki tarikatlar da öte yandan, hiç kuşku yok ki gene ayna Alman çevrelerinin desteğiyle 1996 yılında Bonn‘da “Şeyh Said Vakfı” adında bir şeriatçı vakfı kurmuşlardır.
36. Yani, devlet, Evkaf Nezareti aracılığıyla da, ta 1913 yılına kadar medreselerdeki eğitim politikasıyla veya özlük işleriyle filan kesinlikle ilgilenmemiştir. Osmanlıların medrese eğitimine de karışmaya niyetlenmesi, ancak İkinci Meşrutiyet’ten sonra olmuştur. İttihat ve Terakki Hükümeti, medrese eğitiminde de bir reform yapmak amacıyla, 1913 yılında, ilk kez devlet parasıyla “Medresetül Eimme ve’l Huteba” (İmam ve Hatip Medresesi) adlı bir medrese açarak, eğitimi devlet kontrolüne almaya çalışmışlardır. Ancak çok ilginçtir, Osmanlı Meclis-i Mebusanı artığı olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmiş şeriatçı milletvekilleri, 20 Kasım 1921’de, ulemadan Vehbi Efendi’yi Mustafa Kemal’e rağmen Maarif Vekili seçtirip, Osmanlılar döneminde kurulmuş rüştiyelerin, idadilerin, hatta Galatasaray Lisesi’nin adının “medrese” olarak değiştirilmesi ve Maarif Vekaletinin kapatılarak, bütün eğitim işlerinin Şer’iye Vekaletine bağlanması için girişimlerde bulunmadan önce, gerçekten şeytanın bile aklına zor gelecek bir kurnazlıkla, daha 20 ocak 1921’de, gene Mustafa Kemal’e rağmen Teşkilatı Esasiyi Kanunu’na bir madde ekleterek, Osmanlılardan kalan “Evkaf Nezareti”nin adını da “Şer’iye ve Evkaf Vekaleti” şeklinde değiştirmişlerdir. Eğitim sistemi Osmanlı dönemindekinden de geriye götürecek bu şeriatçı girişimlere ise, ne yazık ki Mustafa Kemal bile ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra yanıt verebilmiştir, bilindiği gibi. Vehbi Efendi, Maarif Vekilliğinden ancak Cumhuriyet’ten sonra düşürülebilmiştir. 3 Mart 1924’te ardı ardına çıkarılan üç yasayla da, Hilafet kaldırılmış, Evkaf ve Şer’iye Vekaleti kapatılmış ve ülkede ki bütün eğitim Maarif Vekaleti’ne bağlanmıştır. Bu nedenle, Tevhidi Tedrisad yasası, bizce üzerinde önemle durulması bir belgedir gerçekten de... Çünkü, bu yasayla şeriatçı Milletvekillerine ödün verilip, medreselerin İmam Hatip okulu adıyla, üstelik devlet tarafından yeniden açılması kabul edilirken, öte yandan bu Medreselerin de, vakıfların ellerinden alarak her yönleriyle Maarif Vekaleti’ne bağlanıp, devlet kontrolüne alınmıştır asıl. Nitekim bu sayedir ki, yasanın yürürlüğe girmesinin hemen ardından açılan 29 İmam Hatip okulunun 3’ü, daha birinci yılının sonunda 1925’te, 6’sı 1926’da, 18’i 1927’de ve 1928’de, geri kalan iki tanesi de 1930 yılında kapatılmıştır.
37. SIRA ŞİMDİ DEVLET ÜNİVERSİTELERİNDE Mİ?
İlginçtir, tıpkı “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” diyen II Abdülhamit’in Maarif Nazırı Haşim Paşa mantığıyla, bugün de devletin nesi var nesi yok hepsini satıp özelleştirilse ülkeyi daha iyi yöneteceklerine inanan siyasilerimiz, galibi 1982 Anayasasını değiştirirken onca sözcük oyununu da, salt özel sektöre yüksek eğitim ticaretini yeniden sağlamak amacıyla yapmamışlar, asıl amaçları devlet üniversitelerini nasıl özelleştireceklerini düşünerek, daha o günden kılıf hazırlamamakmış meğer. Çünkü, İzmir Üniversiteleri Öğretim Elamanları Derneği Başkanı Prof. Hamza Bulut’un 12 şubat 1998 günü Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazıda belirttiği gibi, bizce de, ”kapitalist ekonominin iki temel ayağından biri maksimum kazanç, ötekisi de minimum maliyettir”, oysa “üniversite ve araştırma merkezleri çok pahalı yatırımlardır”, dolayısıyla “özel sektörün gerçek anlamda bir üniversite yatırımını taşıyabilmesi tartışılır” bir konudur.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, yapılacak yatırımın gerçek anlamda bir üniversite niteliğine kavuşabilmesi için de, nice yılların birikimi bir deneyim zenginliğinin sağlanmasını beklemek gerekir. Sanal üniversiteler ise, bu açıklarını, ya deneyimli devlet üniversitelerinin parlak öğretim üyelerini parlak ücretlerle transfer ederek, ya da kendilerine, üniversite eğitimini yozlaştırmak pahasına yeni imajlar verdirterek kapatabilmenin yollarını aramaktadırlar.
Ne var ki, daha çoğu ilk mezunlarını bile vermemişken, bu sanal üniversitelerle, onca devlet desteğine karşın, bekledikleri “minimum yatırımla maksimum karı” elde edebileceklerinden artık umutlarını yavaş yavaş kesmeye başlamış olmalılar ki, şimdi de, bir yandan devlet bütçesinden daha büyük parçalar koparabilmenin yollarını aralarken, öte yandan da, tıpkı Petlas vb. devlet kurumlarının özelleştirilmelerinde olduğu gibi yok pahasına kapatacaklarından kuşku duymadıkları devlet üniversitelerine göz dikmişlerdir, anlaşıldığı kadarıyla.