BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  Türkleri Böyle Gördüler
 

TARİH BOYUNCA TÜM IRKLAR,

TÜRKLER’İ  BÖYLE GÖRDÜLER:

 

Ye’cüc-Me’cüc taifesi…

 

Türkler'in Orta Asya'daki yurtlarından çıkıp dünyadaki diğer ırklarla   

tanışmasının üzerinden neredeyse 1500 yıl geçti. 

 

Türkler, yeni tanıştıkları ve çoğu kez yenilgiye uğrattıkları bu toplumlar 

üzerinde bıraktıkları kötü  izlenimleri, aradan geçen bunca süre içinde 

silmeyi başaramadılar. 

 

Ne yazık ki, sürekli Türkler aleyhine işlemiş olan bu süreç, 

günümüzde de devam ediyor...

 

Asya'da fetihlerine devam eden Zülkarneyn'in önünde, 

Arap tarihçilerinin “Türkler” dediği Ye'cüc-Me'cüc kavmi...

 

Yeryüzünde iftiraya uğramış insanlar olduğu gibi, 

iftira­ya uğrayan ve topluca suç­lanan milletler de var... 

 

Günümüz iletişiminin henüz hayal, görüntünün oldukça silik, haberleş­menin açıkça sakat, bilginin düpedüz yalan, deneyin alabildiğine eksik ol­duğu ve eğrinin doğrudan ayırt edile­mediği karanlık çağlarda örnekleri pek fazla görülen bu suçlama ve ifti­ralar, ayrıca milletlerin topluca sergi­ledikleri ve kalın çizgilerle birbirin­den ayrılan karakter farklılıkların­dan da kaynaklanıyordu...

 

İftiranın asıl itici gücü, korku­!

Yüzyıllarca korku ve dehşet içinde yaşadı insanlar... 

Doğadan korktular, ele geçiremedikleri güçler­den korktular, birbirlerinden korktu­lar, anlamadıkları şeylerden dehşete düştüler... 

 

Başlarına ne geldiyse, ne­denlerini bir türlü bilemediler. 

Bu yüzden de, topluca suç işledikleri halde bu suçları bazen bireylere, 

ba­zen kalabalıklara yamadılar...

 

İşte, böyle bir ortamda dünyaya yayılmaya başlayan 

Türk milleti de bu çeşit iftiralardan payına düşeni aldı... 

 

Ortaçağ'da bilinmezlik, korku ve dehşetle açılan gözler, 

As­ya'dan kopup gelen ve birkaç defa Avrupa'nın kapılarını zorlayan 

Bu ulu­sa karşı kuşkularla doldu... 

 

Onlar "Türk" diyorlardı... 

Savaşçı, yerinde durmaz, zıpkın gibi bir kavimdi... 

Şair Faruk Gürtunca, yakın zamanda bu kavmin tarifini şöyle yapmıştı:

 

Tarihi çevir, nal sesi. kısrak sesi bunlar

Delmiş Roma 'nın kalbini mızrak gibi Hunlar

Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler...

Türk 'ün yüce tarihine binbir zafer ekler...

*   *  *

Dünya atının nalları altında ezildi

Kaç haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi

Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden

Kudretle zafer bizlere miras dedemizden...

 

Ama batılılar aynı görüşleri taşımı­yorlardı...

"Mamma mia, gli Turchi!" (Anacığım, Türkler!)

 

İkinci Çin Seddi: Silivri'den Ter­kos Gölü'ne duvar

Türkler kendilerini böyle anlattılar, ama batılılar aynı görüşleri taşımı­yorlardı... 

Atilla'nın altını üstüne ge­tirdiği İtalya'da annelerin küçük ço­cuklarını "Mamma mia, gli Turchi!" (Anacığım, Türkler!) haykırışlarıyla korkutmaları Latin dünyasında atasö­zü olurken, Yaşlı Bizans, Avarlar, Pe­çenekler, İskitler ve Bulgar Türkle­ri'nin saldırılarından kurtulmak için canını dişine takmış savaşıyordu. 

 

Bu amaçla Bizans, 5. yüzyılda İmparator Anastasios zamanı. 

Silivri'den Ter­kos Gölü'ne duvar çekerek dünyaya ikinci bir Çin Şeddi hediye etmişti... Bu set bugün yok! Köylüler taşların­dan duvar örmüşler...

 

 

 

Bir sözlükten "Türkler"...

 

"Bir nevi taifedir ki boyları uzun, gövdeleri kıllı 

ve renkleri gök ve kılları kızıl ve başlarının iki 

yanında yüzü ve iki yanında gözü var, 

her birisi hem erkek ve hem dişi olur ve her birisi 

yüklü olup doğurur ve ikisi bir fili tutup yirler, 

henüz dahi doymazlar, begayet yürük olurlar..."

 

"Ahterî-i Kebir"  

Ahterî Mustafa Efendi

 

Bir batılı Ortaçağ ressamına göre, uzun boyunlu 

ve boynuzlu Asya Türkleri... 

Cengiz Han'ın veya 4. yüzyılda Avrupa'yı 

alt üst ederek asırlarca unutulmayacak 

korkunun kaynağı olan Atilla'nın askerleri...

 

Türk düşmanlığı ve iftiralar sadece Batı Hıristiyanlığında mı?

Kuşkusuz, bütün bu gelenekselleş­miş "Türk düşmanı" edebiyatını yalnızca Hristiyan batıya özgü olduğu­nu düşünmek safdillik olur... 

 

Tarihe baktığımızda, Ortadoğu halklarının da benzer davranışları en az batıdaki kadar sıklıkla sergilediğini görüyoruz. 

 

Türklere iftira etmek için kolları sı­vayan tarihçilerin başında. 12. yüzyıl­da yaşamış Antakya Yâkûbi Patriği Mikail geliyor,., Mikail, bilim tarihin­de ün yapmış "Vekayiname"sinde Türkler hakkında aynen şu görüşlere yer veriyor:

 

"Yiyeceklerini bulma ve seçme ko­nusunda Türkler'in hiçbir kuralları yoktur. 

Yerde sürünen bütün yaratık­ları, hayvanları, vahşi canavarları, yı­lanları,       böcekleri ve kuşları yerler. Leşleri yerler... 

Yavrulayan dişilerin karınlarından çıkan uzantıları yerler... 

Hatta, ölmüş insanların cenazelerini bile yerler..."

 

İranlı Kuran bilgini Kadı Beyzâvî:

"Bunlar insan eti yemeyi ge­lenek edinmişler..."

Türkler'in insan eti yedikleri iftira­sını sadece Antakyalı Patrik Mikail değil. 

7. yüzyılda yaşamış ünlü İran'lı Kuran bilgini Kadı Beyzâvî de savur­maktadır. 

Onun görüşü ise şöyle: 1848 baskısı "Envar-ut tenzil" isimli eserinde 

"Bunlar insan eti yemeyi ge­lenek edinmişler..." diyor...

 

 

Herodot

İnsan eti yeme konusunda 

Türk milletine yöneltilmiş iftiralar kervanı­na ünlü Yunanlı    

tarihçi Herodot da katılmaktadır. Herodot, kitabının 

4. cildinin 26. sayfasında, 

Orta Asya'nın Aral Gölü havzasında yaşayan 

ve kendilerine "Mesagetler" denen İskit Türkleri'nin, 

yaşlanan ana-babalarını öldürdüklerini ve koyun etleri 

ile bir­likte pişirip yediklerini anlatıyor.

 

İmam Ha­zin

Kitab-ı Mukaddes'te "Gog-Megog" ya da İslam'ın 

kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'de "Ye'cüc-Me'cüc" adı ile 

anılan topluluğun Türkler olduğu ko­nusunda doğuda 

ve batıda pek çok ya­zar söz birliği etmiştir... 

 

Bunların ilki, Hicret'in 8. yılında yaşamış İmam Ha­zin'dir... 

"Ye'cüc-Me'cüc"ün Türkler olduğu konusunda kesin 

görüşünü açıklayan İmanı Hazin. 

1304 baskısı "Lubab-ut-tevil" adlı kitabında 

"Bun­ların işi gücü dünyayı tahrip etmek­tir..." diyor 

ve Türkleri şöyle tarif edi­yor: 

 

"Bir kısmı çam ağacı boyunda. bir kısmı 120 arşın eninde ve 120 ar­şın boyunda; 

diğer bir kısmının bir ku­lağı yatak, bir kulağı yorgan yapacak kadar geniş; 

nihayet bir grup bir karış boyunda...

 

" Benzer çoğu İslam eserin­de de sözü geçen bu halk "tiksinti ve­rici yaratılışta, basık burunlu, yayvan suratlı, küçük gözlü" nitelemeleriyle tanıtılır; 

Bu milletin Türkler olduğu ve Türkler'le savaşılmadıkça "kıyamet günü"nün gelmeyeceği anlatılır.

 

Şihabeddin Ahmed

"Nihayet-ül-ireb fi fünun-il edeb" adında bir kitap yazan Şihabeddin Ahmed-in Nüveyri isimli bir Arap yazarı­na göre Türkler, "Ye'cüc-Me'cüc" ta­ifesinin "Nesnas" kolundandır. 

 

Bunlar, çok uzun ve çok kısa olmak üzere iki kısma ayrılır. 

"Çengel gibi" tırnakları ve "canavar gibi" dişleri vardır. Çe­neleri "dev çenesi" gibidir. Bütün vü­cutları kıllarla kaplıdır...

 

Yahudi tarihçi Josephe Flavi­us

Miladın birinci yüzyılında yaşa­mış Yahudi tarihçi Josephe Flavi­us'un 

"İskitler'in Ye'cüc-Me'cüc" olduklarını yazdığı ve 8. yüzyıl ya­zarlarından 

Aethicus'un "Cosmog­raphia" isimli eserinde Türk ırkının 'Ye'cüc-Me'cüc" 

neslinden olduğu­nu ilan ettiğini İsmail Hami Daniş­mend "Türklük Meseleleri" isimli kitabında uzun uzun anlatıyor...

 

 

Ressam Ligozzi'nin bir Türk müftüsünü betimleyen resmi..

Türkler'in Papa'sı olarak tanımlanan müftü, Şeytan'ın hocası olarak gösteriliyor...

 

İftiradan / Yalan yanlış bilgiden senteze...

Türkler'in boylarını postlarını, vücut­larının kıllarını, ayak parmaklarının tırnaklarına, Varıncaya kadar her yeri­ni inceleyen Türk düşmanlarının var­dıkları bir nokta var: Türkler medeni­yet kuramazlar... Çünkü, zeka dere­celeri ve medeni yetenekleri bir me­deniyet kurmaya uygun değildir...

 

Tanınmış bir batılı bilgin olan Ge­rard de Rialle'in, 1875 baskısı "Me­moire sur l'Asie Centrale" adlı kita­bında yazdığına göre Türkler, Mo­ğollar gibi sarı ırka bağlıdır ve her iki ırk da "aşağılık" Ve "ilkel"dir. Bunların kafaları "zeka yoksunu", hareketleri "ağır ve kaba"dır.

 

20. yüzyılda yaşamış bir Alman bilgini de Rialle'le aynı görüşü pay­laşmaktadır. 

Doğu Türkistan'da araştırmalar yaparak geçmiş parlak bir medeniyetin izlerini bulan Von le Coq isimli bu bilgin, 1910'da ya­yınladığı "Exploration Archeologi-que a Tourfan" İsimli kitabında Türkler'i şöyle anlatır: "Bu yörenin insanları Türk olamazlar. Çünkü, Türkler böyle ileri bir medeniyet ku­racak yeteneğe sahip değillerdir... Belki İranlılar'dır. Bu yüzden onlara Sogdlular diyorum..."

 

İster Hıristiyan batı, isterse Müslü­man Ortadoğu olsun;

Türkler'e karşı oluşan bu geleneksel düşmanlığın kökenine günümüzden bakınca, ta­rihsel ve psikolojik nedenlerin ağır bastığı kolaylıkla fark ediliyor. 

 

Tari­hin belirli dönemlerinde her iki gü­cün de karşısına sıkça çıkan bu 

"üçüncü ve yok edilemeyen amansız güç"ün neden olduğu korkunun, 

Dün­yada başka hiçbir ulusa karşı yönel­tilmemiş bir düşmanlık duygusunu pekiştirdiği görülüyor.

 

Ancak, burada ilginç ve belki de bi­raz tuhaf olan bir nokta var ki, 

O da, bu geleneksel düşmanlığı her iki dünya­nın da bilinçli bir şekilde 

kuşaktan ku­şağa aktarması ve Türkler'in hâlâ bu ikili tavrın farkına 

varamaması... 

                                                                                                 Nezih UZEL

                                                                                                 Focus 1996 Kasım

 

 

 

Bir Ortaçağ ressamının hayaline göre, savaşlardan sonra sivil halka saldıran ve

düşman nesilleri kurutmak için çocukları öldüren Türkler...

 

Çıkarların çatışması sonucu oluşmuş düşmanlık

Türkler, binlerce yıl, irili ufaklı çeşitli devletler ve boylar şeklinde Asya'nın ortalarından Avrupa'nın içlerine kadar yayılmışlardı... 

 

Bütün bu farklı bölgelerde, onlarla birlikte yaşamış diğer halkların kuşkusuz, 

Bu yaman ve acımasız göçebe savaşçılarla bir biçimde ilişkisi olmuştu. 

Ancak, halkları ve savaşçıları karşı karşıya getiren en temel ilişki de, çıkarların 

çatışması sonucu oluşmuş düşmanlıktan başka bir şey değildi... 

 

Aslında karşılaştıkları her kültüre kolaylıkla uyum sağlayan Türkler, 

Böylece eski dünyanın belki düşmanı en bol uluslarından biri, hatta ilk sırada yer alanı oldular.

 

Böylesine ilginç bir düşmanlık oluşumunu tarihin en eski devirlerinden bu yana, 

kesintilerle de olsa izlemek mümkün... 

 

Herkesin bildiği gibi bu konudaki birikim öylesine çok ki, giderek 

"Türk düşmanlığı tarihi"nden, sosyolojisinden, hatta kültüründen bile söz etmek olanaklı bir hale geliyor.

 

Türk düşmanlığının Avrupa'daki ilk izleri

M.S. V. yüzyıldaki Hun saldırılarına kadar uzanıyor. 

Hunlar'ın Romalılar üzerindeki etkileri öylesine derindir ki, bugün bile Yunan basını, Türkiye'yi kötüleyeceği zaman bunu hâlâ "Attila" adında odaklaştırmayı ihmal etmiyor.

 

Papa II. Paschalis, 1100 yılında yazdığı bir mektubunda, bütün Müslümanlar'ı 

"Barbarorum" sıfatıyla anmış ve "Turci" olarak nitelemiştir. "Turchia" adının ilk geçtiği Latince eser ise, Alman kralı Friedrich Barbarossa'nın Haçlı Seferi'ni (1188-1190) konu alan "Ansbert Günlüğü"dür. 

 

Bu tarz Haçlı kroniklerin de, Türkler'in korkak olduklarından ve tabana kuvvet 

nasıl kaçtıklarından söz edilirken, zaman zaman da savaşçılıkları ve yiğitlikleri anlatılır. Alman asıllı Georg'a göre, "Türkler sinsi ve kötüdür, 

Ama yeteneklerini kullanacak kadar da akıllıdırlar..." 

 

 

16. yüzyıl Türk-Avusturya savaşları sırasında, 

Viyana'da kurulu olan Avrupa'nın ender matbaalarından birinde basılan, 

Türklerin çocukları mızraklara geçirdiklerini ve ana-babayı esir ederek 

Atlarının arkasından sürüklediklerini anlatmaya çalışan bir propaganda broşürü...

 

Türkleri bir çırpıda "insan avcısı" olarak nitelemişti...

1185-1204 tarihleri arası Bizans'ı anlatan "Historia"sı hâlâ bir başyapıt olan 

Bizanslı ünlü tarihçi Niketas Khoniates'in özellikle Selçuklu Türkleri hakkında 

yazdıkları ilk elden kaynaktır. 

 

Türkler'e alabildiğince tarafsız yaklaşan Niketas, İmparator Manuel'in yeğenlerinden biri olan Teodoros Dasiotes'in Selçuklular tarafından esir edilerek Konya'daki Selçuklu Sultanı Mesud'un yanına götürülmesini şöyle anlatır: 

 

"Orduya av eti getireceklerine, kendileri insan avcılarına av olmuşlardı..." 

Ünlü tarihçi, Türkleri bir çırpıda "insan avcısı" olarak nitelemişti.

 

'Ellerimizi kanlarıyla yıkamak için' 

And içtiğimiz Haç'ın düşmanlarıdır...

"Historia", 2. Haçlı Seferi'nden de uzun uzun söz eder. 

Fransa Kralı VII. Louis, 1147 Ekimi'nde Menderes Nehri'nin kıyısına ordusuyla birlikte dizildiğinde, karşı kıyıda da Türk atlıları, yayalar ve okçular çarpışma için hazır beklemektedir. 

Türkler ok atışlarıyla ön sıradaki Latinler'i devirmeye başlarlar. 

 

Bunun üzerine Louis ordusunu geri çeker. 

Ertesi sabah atının üzerinde askerlerine cesaret vermek için uzun bir söylev verir. 

Tabii, Türkleri uzun uzun karalayarak...

 

Karşıda, aramızda sadece bu geçit (nehir) bulunan barbarlar, kendileri ile savaşmayı çoktan beri arzu ettiğimiz ve Davud'un dediği gibi, 'ellerimizi kanlarıyla yıkamak için' and içtiğimiz Haç'ın düşmanlarıdır... 

 

Bu Türkleri, vahşi hayvanlar gibi sürülerinden, ülke ve şehirlerinden söküp atmalıdır... 

Türkler rezil olacaklar. Bu nehrin kıyısında cesetleri zaferin çok uzaktan görülen şahidi olmak üzere, ölmez zaferimizin işareti olarak tepeler teşkil edecek...

Ve savaş VII. Louis'yi haklı çıkartacaktır.

 

“Daha ne kadar bu milletin sillelerine katlanmak zorundayız?...”

Niketas Khoniates, Türklerle yapılan savaşları anlatmaktan yorgun düşmüş gibidir ve yeni savaşları dile getirmeye başlamadan önce, "yüreğini ferahlatan" şöyle bir yakarışı da kitabının sayfalarına eklemeyi ihmal etmemiştir: 

 

"Tanrım, daha ne zamana kadar gözlerini, buralarda yağma ve yangınlara terkedilmiş, sana tapmayan ve sana inanmayan akılsız bir milletin istihzalarına alçakça hedef kılınmış bu topraklardan çevireceksin?... 

 

Hizmetçi Hacer'in oğullarının (Türkler) biz hür insanları köleleştirmeleri, senin kutsal kavmini mahv-ü harap etmeleri gibi anlamsız durum daha ne kadar sürecek?... 

Daha ne kadar bu rezil milletin sillelerine katlanmak zorundayız?..."

 

Bu konudaki diğer önemli kaynaklardan birisi de 952-1136 yılları arasını anlatan 

"Urfalı Mateos Vekayinamesi" adındaki eserdir. 

 

Urfalı Mateos, kitabının 37. bölümüne şöyle girer

467'nci yılın (17 Mart 1018-16 Mart 1019) başlangıcında, mukaddes Haç'a tapınan bütün Hıristiyan halk, Allah'ın hiddetine maruz kaldı. 

 

Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve 

'Ekanimi Selase'ye tapınanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. 

Çün­kü kanatlı yılanlar, bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üze­re geldiler. 

Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle oldu. 

 

Bu zamanda Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenis­tan'ın Vaspurakan eyaletine geldi ve Hıristiyanlar'ı kılıçtan geçirdi...

 

Bu katliam haberi üzerine Er­meniler ordularını toplayıp Türk ordugahına karşı yürür, iki ordu korkunç bir savaşa tutuşur. 

 

Mate­os burada ilginç bir tesbit yapıp şöyle diyor: "Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca, onların acaip şekilli, yaylı, kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler:.."

 

Düşmanlarının gücü karşısında şaşkına dönen Erme­niler geri çekilirler. 

Türklerin du­rumunu Kral Senekerim'e anlatır­lar. 

O da öylesine kederlenir ki, yemez, içmez, sabahlara kadar uyumaz. 

Durmadan azizlerin yazı ve sözlerini inceler. 

Sonunda bu yazılarda, Türk askerlerinin ilerle­yecekleri devri görür ve 

yeryüzü­nün tahrip edileceğini anlar.

 

Hamin oğulları olan Türk milleti­ …

Kralın okudukları, Aziz Ermeni Katolikosu Büyük Nerses'in, Hıris­tiyanların başına gelecek felaket­leri sıralayıp, her kötülüğün "Ham’ın oğulları olan Türk milleti­nin eliyle birer birer husule gele­ceğini" anlattığı yazılardır. Nuh'un oğullarından olan "Ham", babası­na karşı isyankar olmuş biridir ve bu nedenle hem kendisi hem de ondan türeyenler tüm tektanrılı dinlerin mitolojisinde lanetli kabul edilmişlerdir.

 

503 tarihinde (8 Mart 1054-7 Mart 1055), Büyük Selçuklu Sulta­nı Tuğrul Ermenistan üzerine yü­rümüş ve Mandzgert (Malazgirt) şehrini kuşatmıştır. 

 

Ne var ki Sul­tan, uzun uğraşlara rağmen kenti alamaz. 

Sonunda Malazgirtliler, mancınığa bir domuz koyup Sul­tan'ın ordusunun içine fırlatırlar ve hep bir ağızdan: "Ey sultan bu­nu kendine karı yap, biz de Mandzgert şehrini cihaz olarak sana veririz" diye bağırarak haka­ret ederler. 

 

Çok değil, 16 yıl sonra Tuğrul'un kardeşi Alpaslan, Mate­os'un Luka İncili'nden yorumlayıp "Türklerin gelişini deprem, sel, güneşin kararması gibi beliren korkunç alametlerle" anlatışında olduğu gibi, Malazgirt'i 1071 yılın­da bir gün içinde alır ve kardeşi Tuğrul'un öldüğü sırada yapmış olduğu vasiyeti yerine getirmek için, bütün şehir halkını kılıçtan geçirir...

 

 

ABD'de Ermeniler'in Türkiye'deki Ermeni katliamına karşı kamuoyu oluşturmak için 

dağıttığı el ilanları.

 

Traji­komik bir vahşet...

Johannes Schiltberger, 1381'de Münih'te doğan, Niğbolu Savaşı sonunda Osmanlılar'a esir düşen, ama yaşı 16 olduğu için hayatı ba­ğışlanan bir Alman'dır. 

 

Yıllarca çeşitli Türk hakanlarının sarayla­rında gözde ve özel bir esir ola­rak yaşayan Schiltberger, "Türk­ler ve Tatarlar Arasında, 1381-1440" isimli eserinde Timur'un Şam kentini alışını anlatır. Olay yalnızca Schiltberger açısından değil, Türkler için de oldukça traji­komik bir vahşettir:

 

Timur kenti alınca, kadı gelip hakanın ayaklarına kapanır, ken­disi ve diğer hocalar için merha­met diler. Timur da, hocaların ca­mide toplanmalarını emreder. 

 

Bu­nun üzerine kadı, kendi ailesini ve tüm hocaları alıp camiye gider. 

Ama bu arada fırsattan istifade bazı kurnaz kişiler de içeriye da­lar, 

Balık istifi dolan camideki in­sanların sayısı 30 bine ulaşmıştır. 

Esir yazar, öykünün gerisini şöyle anlatıyor: 

 

"Timur, cami dolunca kapıların kapanmasını emretti. 

Sonra caminin etrafına odunlar yığıldı ve ateşlenmesi emredildi. 

Camideki bütün insanlar öldü. 

Ay­rıca, adamlarından her birinin kendisine bir adamın kellesini ge­tirmesini emretti..."

 

Türkler, tüm Hıristiyan­ların gözünde ister Müslüman ol­sun 

isterse şaman, hepsi "putpe­rest'di.

Günümüzde bile pek yıkı­lamayan bu inanç, 

Özellikle eski çağlarda gerçek bir önyargı anla­mına gelmekteydi. 

Kanuni döne­minde İstanbul'da dört yıl kalan Manuel Serrano adında bir İspan­yol, günlük yaşamı ayrıntısına ka­dar anlatmıştı. 

 

Erkeklerin çok eş almaları, haremleri, kıskançlıkla­rı, kadınların yaşam boyu kafeste yaşaması ve İslam'ın bu konudaki belirleyici tavrını şöyle yorumlu­yordu: 

 

"Ne yaparlarsa yapsınlar, yine de şeytanın peşine takılıp ce­henneme gideceklerine göre, bi­raz dünyadan kâm almalarını hoş görmek gerekir..."

 

 

Türkler, özellikle Hıristiyan kili­se adamlarının gözünde 

"Tan­rı'nın Cezası" olmuşlardı...

Ünlü re­formcu Martin Luther (1518), bir makalesinde Türkleri "Tanrı'nın kırbacı"na benzetiyordu ve onlar­la ilgili olarak, "Türklere Karşı Sa­vaş (1528)" ve Türklere Karsı Duaya Çağrı (1541)" adlarında iki kü­çük kitap yazmıştı... 

 

Luther'e göre Türk ordusu şeytanın ordusuydu" 

ve "Bugün Türklerin ayakları al­tında ezilip inleyen Hıristiyanlar, 

Zamanı gelince onları yargılayıp cezalandıracaktı..."

 

Hammer : "inançsız, acımasız, 

Eli kanlı ve kutsal yerlere karşı saygısız"

Tarih yazarlarına göre de Türk­ler tüm kötülükleri taşımaktaydılar. 

Yansızlığı ile tanınan tarihçi Ham­mer bile, Rodos'un fethini anlatır­ken, 

Türkleri, "inançsız, acımasız, eli kanlı ve kutsal yerlere karşı saygısız" şeklinde nitelemişti.

 

Habsburg Hanedanı kralla­rında "Düşman Türk” imgesi...

Rönesans ve Aydınlanma (XV-XVIII yy'lar arası) dönemlerinde ünlü Habsburg Hanedanı kralla­rında ve yöneticilerinde özel bir tür "Düşman Türk imgesi" vardı. 

 

Bu yaklaşım, günümüz tarihçile­rinden Maximilian Grothaus'un konuyu özellikle araştırmasına neden olacak kadar çok yönlüy­dü. 

 

Habsburglar'ın bu tarihlerde tümüyle söylenceye dayalı "Düş­man Türk" imgesi, tarihçi Maximillian'a göre şu dört kaynaktan beslenmekteydi: 

"Askeri tehditler­den kaynaklanan Türk imgesi"

"İslam Peygamberi ve Türk imge­si", 

"Kafir, katil, şehvet düşkünü Türk imgesi: Tanrının kırbacı"

"Türklerle savaşta yardımcı olan tanrı, Meryem ve azizler"...

 

Shakespeare de payına dü­şen kadar katkıda bulundu...

Batıda yüzyıllar boyu değişmeyen, klasikleşmiş bir moda akım şekline bürünen 

“Türk düşmanlı­ğı”na Shakespeare de payına dü­şen kadar katkıda bulundu. 

Ünlü ozanın "IV. Henry" adlı oyununda tahta çıkan Kral, halkına şöyle sesleniyordu: 

 

"İngiliz sarayı Türk sarayı değil. Ben Murat değil, Henry'im Henry!" 

Kardeşlerini öl­dürmeyeceğini söyleyerek övü­nen Henry, söylevini, 

"İstanbul'a varıp Türk'ü sakalından asaca­ğım" diyerek sürdürüyordu. 

Yine Shakespeare, "Kral Lear" isimli eserinde de Türkleri "kadın düş­künü" olarak karalamıştı.

 

“…Türk­lerle savaşmak ve onları yok et­mek zorundayız...”

Osmanlı Devleti'nin yöneticileri, 1839'da "Gülhane Hattı", 1859'da da "Islahat ve Tanzimat Ferman­ları" ile kendini Avrupa'ya kabul ettirmeye çabalıyordu. 

 

Ne var ki, Katolik Kilisesi kardinallerinden Newmann da, aynı tarihlerde Li­verpool'da "Türk Tarihi" üzerine konferanslar vermekteydi. 

 

Kardi­nal Newmann, verdiği üçüncü konferansta konuyu şu cümlelerle adeta temelden özetlemekteydi: 

"Türklerin savaş gücünü inkar et­miyorum. 

Ama işte bu güç, onları, imanın ve uygarlığın amansız düşmanı yapıyor. 

Onun için Türk­lerle savaşmak ve onları yok et­mek zorundayız..."

 

*Kaynak : Focus - Kasım 1996 sayısında "Tarih Boyunca Tüm Irklar Türkler'i Böyle Gördüler: YE'CÜC-ME'CÜC TAİFESİ" başlığı ile yayınlanan yazıdan alınmıştır. 

 
 
  Bugün 1544813 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol