TARİH BOYUNCA TÜM IRKLAR,
TÜRKLER’İ BÖYLE GÖRDÜLER:
Ye’cüc-Me’cüc taifesi…
Türkler'in Orta Asya'daki yurtlarından çıkıp dünyadaki diğer ırklarla
tanışmasının üzerinden neredeyse 1500 yıl geçti.
Türkler, yeni tanıştıkları ve çoğu kez yenilgiye uğrattıkları bu toplumlar
üzerinde bıraktıkları kötü izlenimleri, aradan geçen bunca süre içinde
silmeyi başaramadılar.
Ne yazık ki, sürekli Türkler aleyhine işlemiş olan bu süreç,
günümüzde de devam ediyor...
Asya'da fetihlerine devam eden Zülkarneyn'in önünde,
Arap tarihçilerinin “Türkler” dediği Ye'cüc-Me'cüc kavmi...
Yeryüzünde iftiraya uğramış insanlar olduğu gibi,
iftiraya uğrayan ve topluca suçlanan milletler de var...
Günümüz iletişiminin henüz hayal, görüntünün oldukça silik, haberleşmenin açıkça sakat, bilginin düpedüz yalan, deneyin alabildiğine eksik olduğu ve eğrinin doğrudan ayırt edilemediği karanlık çağlarda örnekleri pek fazla görülen bu suçlama ve iftiralar, ayrıca milletlerin topluca sergiledikleri ve kalın çizgilerle birbirinden ayrılan karakter farklılıklarından da kaynaklanıyordu...
İftiranın asıl itici gücü, korku!
Yüzyıllarca korku ve dehşet içinde yaşadı insanlar...
Doğadan korktular, ele geçiremedikleri güçlerden korktular, birbirlerinden korktular, anlamadıkları şeylerden dehşete düştüler...
Başlarına ne geldiyse, nedenlerini bir türlü bilemediler.
Bu yüzden de, topluca suç işledikleri halde bu suçları bazen bireylere,
bazen kalabalıklara yamadılar...
İşte, böyle bir ortamda dünyaya yayılmaya başlayan
Türk milleti de bu çeşit iftiralardan payına düşeni aldı...
Ortaçağ'da bilinmezlik, korku ve dehşetle açılan gözler,
Asya'dan kopup gelen ve birkaç defa Avrupa'nın kapılarını zorlayan
Bu ulusa karşı kuşkularla doldu...
Onlar "Türk" diyorlardı...
Savaşçı, yerinde durmaz, zıpkın gibi bir kavimdi...
Şair Faruk Gürtunca, yakın zamanda bu kavmin tarifini şöyle yapmıştı:
Tarihi çevir, nal sesi. kısrak sesi bunlar
Delmiş Roma 'nın kalbini mızrak gibi Hunlar
Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler...
Türk 'ün yüce tarihine binbir zafer ekler...
* * *
Dünya atının nalları altında ezildi
Kaç haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi
Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden
Kudretle zafer bizlere miras dedemizden...
Ama batılılar aynı görüşleri taşımıyorlardı...
"Mamma mia, gli Turchi!" (Anacığım, Türkler!)
İkinci Çin Seddi: Silivri'den Terkos Gölü'ne duvar
Türkler kendilerini böyle anlattılar, ama batılılar aynı görüşleri taşımıyorlardı...
Atilla'nın altını üstüne getirdiği İtalya'da annelerin küçük çocuklarını "Mamma mia, gli Turchi!" (Anacığım, Türkler!) haykırışlarıyla korkutmaları Latin dünyasında atasözü olurken, Yaşlı Bizans, Avarlar, Peçenekler, İskitler ve Bulgar Türkleri'nin saldırılarından kurtulmak için canını dişine takmış savaşıyordu.
Bu amaçla Bizans, 5. yüzyılda İmparator Anastasios zamanı.
Silivri'den Terkos Gölü'ne duvar çekerek dünyaya ikinci bir Çin Şeddi hediye etmişti... Bu set bugün yok! Köylüler taşlarından duvar örmüşler...
Bir sözlükten "Türkler"...
"Bir nevi taifedir ki boyları uzun, gövdeleri kıllı
ve renkleri gök ve kılları kızıl ve başlarının iki
yanında yüzü ve iki yanında gözü var,
her birisi hem erkek ve hem dişi olur ve her birisi
yüklü olup doğurur ve ikisi bir fili tutup yirler,
henüz dahi doymazlar, begayet yürük olurlar..."
"Ahterî-i Kebir"
Ahterî Mustafa Efendi
Bir batılı Ortaçağ ressamına göre, uzun boyunlu
ve boynuzlu Asya Türkleri...
Cengiz Han'ın veya 4. yüzyılda Avrupa'yı
alt üst ederek asırlarca unutulmayacak
korkunun kaynağı olan Atilla'nın askerleri...
Türk düşmanlığı ve iftiralar sadece Batı Hıristiyanlığında mı?
Kuşkusuz, bütün bu gelenekselleşmiş "Türk düşmanı" edebiyatını yalnızca Hristiyan batıya özgü olduğunu düşünmek safdillik olur...
Tarihe baktığımızda, Ortadoğu halklarının da benzer davranışları en az batıdaki kadar sıklıkla sergilediğini görüyoruz.
Türklere iftira etmek için kolları sıvayan tarihçilerin başında. 12. yüzyılda yaşamış Antakya Yâkûbi Patriği Mikail geliyor,., Mikail, bilim tarihinde ün yapmış "Vekayiname"sinde Türkler hakkında aynen şu görüşlere yer veriyor:
"Yiyeceklerini bulma ve seçme konusunda Türkler'in hiçbir kuralları yoktur.
Yerde sürünen bütün yaratıkları, hayvanları, vahşi canavarları, yılanları, böcekleri ve kuşları yerler. Leşleri yerler...
Yavrulayan dişilerin karınlarından çıkan uzantıları yerler...
Hatta, ölmüş insanların cenazelerini bile yerler..."
İranlı Kuran bilgini Kadı Beyzâvî:
"Bunlar insan eti yemeyi gelenek edinmişler..."
Türkler'in insan eti yedikleri iftirasını sadece Antakyalı Patrik Mikail değil.
7. yüzyılda yaşamış ünlü İran'lı Kuran bilgini Kadı Beyzâvî de savurmaktadır.
Onun görüşü ise şöyle: 1848 baskısı "Envar-ut tenzil" isimli eserinde
"Bunlar insan eti yemeyi gelenek edinmişler..." diyor...
Herodot
İnsan eti yeme konusunda
Türk milletine yöneltilmiş iftiralar kervanına ünlü Yunanlı
tarihçi Herodot da katılmaktadır. Herodot, kitabının
4. cildinin 26. sayfasında,
Orta Asya'nın Aral Gölü havzasında yaşayan
ve kendilerine "Mesagetler" denen İskit Türkleri'nin,
yaşlanan ana-babalarını öldürdüklerini ve koyun etleri
ile birlikte pişirip yediklerini anlatıyor.
İmam Hazin
Kitab-ı Mukaddes'te "Gog-Megog" ya da İslam'ın
kutsal kitabı Kuran-ı Kerim'de "Ye'cüc-Me'cüc" adı ile
anılan topluluğun Türkler olduğu konusunda doğuda
ve batıda pek çok yazar söz birliği etmiştir...
Bunların ilki, Hicret'in 8. yılında yaşamış İmam Hazin'dir...
"Ye'cüc-Me'cüc"ün Türkler olduğu konusunda kesin
görüşünü açıklayan İmanı Hazin.
1304 baskısı "Lubab-ut-tevil" adlı kitabında
"Bunların işi gücü dünyayı tahrip etmektir..." diyor
ve Türkleri şöyle tarif ediyor:
"Bir kısmı çam ağacı boyunda. bir kısmı 120 arşın eninde ve 120 arşın boyunda;
diğer bir kısmının bir kulağı yatak, bir kulağı yorgan yapacak kadar geniş;
nihayet bir grup bir karış boyunda...
" Benzer çoğu İslam eserinde de sözü geçen bu halk "tiksinti verici yaratılışta, basık burunlu, yayvan suratlı, küçük gözlü" nitelemeleriyle tanıtılır;
Bu milletin Türkler olduğu ve Türkler'le savaşılmadıkça "kıyamet günü"nün gelmeyeceği anlatılır.
Şihabeddin Ahmed
"Nihayet-ül-ireb fi fünun-il edeb" adında bir kitap yazan Şihabeddin Ahmed-in Nüveyri isimli bir Arap yazarına göre Türkler, "Ye'cüc-Me'cüc" taifesinin "Nesnas" kolundandır.
Bunlar, çok uzun ve çok kısa olmak üzere iki kısma ayrılır.
"Çengel gibi" tırnakları ve "canavar gibi" dişleri vardır. Çeneleri "dev çenesi" gibidir. Bütün vücutları kıllarla kaplıdır...
Yahudi tarihçi Josephe Flavius
Miladın birinci yüzyılında yaşamış Yahudi tarihçi Josephe Flavius'un
"İskitler'in Ye'cüc-Me'cüc" olduklarını yazdığı ve 8. yüzyıl yazarlarından
Aethicus'un "Cosmographia" isimli eserinde Türk ırkının 'Ye'cüc-Me'cüc"
neslinden olduğunu ilan ettiğini İsmail Hami Danişmend "Türklük Meseleleri" isimli kitabında uzun uzun anlatıyor...
Ressam Ligozzi'nin bir Türk müftüsünü betimleyen resmi..
Türkler'in Papa'sı olarak tanımlanan müftü, Şeytan'ın hocası olarak gösteriliyor...
İftiradan / Yalan yanlış bilgiden senteze...
Türkler'in boylarını postlarını, vücutlarının kıllarını, ayak parmaklarının tırnaklarına, Varıncaya kadar her yerini inceleyen Türk düşmanlarının vardıkları bir nokta var: Türkler medeniyet kuramazlar... Çünkü, zeka dereceleri ve medeni yetenekleri bir medeniyet kurmaya uygun değildir...
Tanınmış bir batılı bilgin olan Gerard de Rialle'in, 1875 baskısı "Memoire sur l'Asie Centrale" adlı kitabında yazdığına göre Türkler, Moğollar gibi sarı ırka bağlıdır ve her iki ırk da "aşağılık" Ve "ilkel"dir. Bunların kafaları "zeka yoksunu", hareketleri "ağır ve kaba"dır.
20. yüzyılda yaşamış bir Alman bilgini de Rialle'le aynı görüşü paylaşmaktadır.
Doğu Türkistan'da araştırmalar yaparak geçmiş parlak bir medeniyetin izlerini bulan Von le Coq isimli bu bilgin, 1910'da yayınladığı "Exploration Archeologi-que a Tourfan" İsimli kitabında Türkler'i şöyle anlatır: "Bu yörenin insanları Türk olamazlar. Çünkü, Türkler böyle ileri bir medeniyet kuracak yeteneğe sahip değillerdir... Belki İranlılar'dır. Bu yüzden onlara Sogdlular diyorum..."
İster Hıristiyan batı, isterse Müslüman Ortadoğu olsun;
Türkler'e karşı oluşan bu geleneksel düşmanlığın kökenine günümüzden bakınca, tarihsel ve psikolojik nedenlerin ağır bastığı kolaylıkla fark ediliyor.
Tarihin belirli dönemlerinde her iki gücün de karşısına sıkça çıkan bu
"üçüncü ve yok edilemeyen amansız güç"ün neden olduğu korkunun,
Dünyada başka hiçbir ulusa karşı yöneltilmemiş bir düşmanlık duygusunu pekiştirdiği görülüyor.
Ancak, burada ilginç ve belki de biraz tuhaf olan bir nokta var ki,
O da, bu geleneksel düşmanlığı her iki dünyanın da bilinçli bir şekilde
kuşaktan kuşağa aktarması ve Türkler'in hâlâ bu ikili tavrın farkına
varamaması...
Nezih UZEL
Focus 1996 Kasım
Bir Ortaçağ ressamının hayaline göre, savaşlardan sonra sivil halka saldıran ve
düşman nesilleri kurutmak için çocukları öldüren Türkler...
Çıkarların çatışması sonucu oluşmuş düşmanlık
Türkler, binlerce yıl, irili ufaklı çeşitli devletler ve boylar şeklinde Asya'nın ortalarından Avrupa'nın içlerine kadar yayılmışlardı...
Bütün bu farklı bölgelerde, onlarla birlikte yaşamış diğer halkların kuşkusuz,
Bu yaman ve acımasız göçebe savaşçılarla bir biçimde ilişkisi olmuştu.
Ancak, halkları ve savaşçıları karşı karşıya getiren en temel ilişki de, çıkarların
çatışması sonucu oluşmuş düşmanlıktan başka bir şey değildi...
Aslında karşılaştıkları her kültüre kolaylıkla uyum sağlayan Türkler,
Böylece eski dünyanın belki düşmanı en bol uluslarından biri, hatta ilk sırada yer alanı oldular.
Böylesine ilginç bir düşmanlık oluşumunu tarihin en eski devirlerinden bu yana,
kesintilerle de olsa izlemek mümkün...
Herkesin bildiği gibi bu konudaki birikim öylesine çok ki, giderek
"Türk düşmanlığı tarihi"nden, sosyolojisinden, hatta kültüründen bile söz etmek olanaklı bir hale geliyor.
Türk düşmanlığının Avrupa'daki ilk izleri
M.S. V. yüzyıldaki Hun saldırılarına kadar uzanıyor.
Hunlar'ın Romalılar üzerindeki etkileri öylesine derindir ki, bugün bile Yunan basını, Türkiye'yi kötüleyeceği zaman bunu hâlâ "Attila" adında odaklaştırmayı ihmal etmiyor.
Papa II. Paschalis, 1100 yılında yazdığı bir mektubunda, bütün Müslümanlar'ı
"Barbarorum" sıfatıyla anmış ve "Turci" olarak nitelemiştir. "Turchia" adının ilk geçtiği Latince eser ise, Alman kralı Friedrich Barbarossa'nın Haçlı Seferi'ni (1188-1190) konu alan "Ansbert Günlüğü"dür.
Bu tarz Haçlı kroniklerin de, Türkler'in korkak olduklarından ve tabana kuvvet
nasıl kaçtıklarından söz edilirken, zaman zaman da savaşçılıkları ve yiğitlikleri anlatılır. Alman asıllı Georg'a göre, "Türkler sinsi ve kötüdür,
Ama yeteneklerini kullanacak kadar da akıllıdırlar..."
16. yüzyıl Türk-Avusturya savaşları sırasında,
Viyana'da kurulu olan Avrupa'nın ender matbaalarından birinde basılan,
Türklerin çocukları mızraklara geçirdiklerini ve ana-babayı esir ederek
Atlarının arkasından sürüklediklerini anlatmaya çalışan bir propaganda broşürü...
Türkleri bir çırpıda "insan avcısı" olarak nitelemişti...
1185-1204 tarihleri arası Bizans'ı anlatan "Historia"sı hâlâ bir başyapıt olan
Bizanslı ünlü tarihçi Niketas Khoniates'in özellikle Selçuklu Türkleri hakkında
yazdıkları ilk elden kaynaktır.
Türkler'e alabildiğince tarafsız yaklaşan Niketas, İmparator Manuel'in yeğenlerinden biri olan Teodoros Dasiotes'in Selçuklular tarafından esir edilerek Konya'daki Selçuklu Sultanı Mesud'un yanına götürülmesini şöyle anlatır:
"Orduya av eti getireceklerine, kendileri insan avcılarına av olmuşlardı..."
Ünlü tarihçi, Türkleri bir çırpıda "insan avcısı" olarak nitelemişti.
'Ellerimizi kanlarıyla yıkamak için'
And içtiğimiz Haç'ın düşmanlarıdır...
"Historia", 2. Haçlı Seferi'nden de uzun uzun söz eder.
Fransa Kralı VII. Louis, 1147 Ekimi'nde Menderes Nehri'nin kıyısına ordusuyla birlikte dizildiğinde, karşı kıyıda da Türk atlıları, yayalar ve okçular çarpışma için hazır beklemektedir.
Türkler ok atışlarıyla ön sıradaki Latinler'i devirmeye başlarlar.
Bunun üzerine Louis ordusunu geri çeker.
Ertesi sabah atının üzerinde askerlerine cesaret vermek için uzun bir söylev verir.
Tabii, Türkleri uzun uzun karalayarak...
Karşıda, aramızda sadece bu geçit (nehir) bulunan barbarlar, kendileri ile savaşmayı çoktan beri arzu ettiğimiz ve Davud'un dediği gibi, 'ellerimizi kanlarıyla yıkamak için' and içtiğimiz Haç'ın düşmanlarıdır...
Bu Türkleri, vahşi hayvanlar gibi sürülerinden, ülke ve şehirlerinden söküp atmalıdır...
Türkler rezil olacaklar. Bu nehrin kıyısında cesetleri zaferin çok uzaktan görülen şahidi olmak üzere, ölmez zaferimizin işareti olarak tepeler teşkil edecek...
Ve savaş VII. Louis'yi haklı çıkartacaktır.
“Daha ne kadar bu milletin sillelerine katlanmak zorundayız?...”
Niketas Khoniates, Türklerle yapılan savaşları anlatmaktan yorgun düşmüş gibidir ve yeni savaşları dile getirmeye başlamadan önce, "yüreğini ferahlatan" şöyle bir yakarışı da kitabının sayfalarına eklemeyi ihmal etmemiştir:
"Tanrım, daha ne zamana kadar gözlerini, buralarda yağma ve yangınlara terkedilmiş, sana tapmayan ve sana inanmayan akılsız bir milletin istihzalarına alçakça hedef kılınmış bu topraklardan çevireceksin?...
Hizmetçi Hacer'in oğullarının (Türkler) biz hür insanları köleleştirmeleri, senin kutsal kavmini mahv-ü harap etmeleri gibi anlamsız durum daha ne kadar sürecek?...
Daha ne kadar bu rezil milletin sillelerine katlanmak zorundayız?..."
Bu konudaki diğer önemli kaynaklardan birisi de 952-1136 yılları arasını anlatan
"Urfalı Mateos Vekayinamesi" adındaki eserdir.
Urfalı Mateos, kitabının 37. bölümüne şöyle girer:
467'nci yılın (17 Mart 1018-16 Mart 1019) başlangıcında, mukaddes Haç'a tapınan bütün Hıristiyan halk, Allah'ın hiddetine maruz kaldı.
Öldürücü nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve
'Ekanimi Selase'ye tapınanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı.
Çünkü kanatlı yılanlar, bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiler.
Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle oldu.
Bu zamanda Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenistan'ın Vaspurakan eyaletine geldi ve Hıristiyanlar'ı kılıçtan geçirdi...
Bu katliam haberi üzerine Ermeniler ordularını toplayıp Türk ordugahına karşı yürür, iki ordu korkunç bir savaşa tutuşur.
Mateos burada ilginç bir tesbit yapıp şöyle diyor: "Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca, onların acaip şekilli, yaylı, kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler:.."
Düşmanlarının gücü karşısında şaşkına dönen Ermeniler geri çekilirler.
Türklerin durumunu Kral Senekerim'e anlatırlar.
O da öylesine kederlenir ki, yemez, içmez, sabahlara kadar uyumaz.
Durmadan azizlerin yazı ve sözlerini inceler.
Sonunda bu yazılarda, Türk askerlerinin ilerleyecekleri devri görür ve
yeryüzünün tahrip edileceğini anlar.
Hamin oğulları olan Türk milleti …
Kralın okudukları, Aziz Ermeni Katolikosu Büyük Nerses'in, Hıristiyanların başına gelecek felaketleri sıralayıp, her kötülüğün "Ham’ın oğulları olan Türk milletinin eliyle birer birer husule geleceğini" anlattığı yazılardır. Nuh'un oğullarından olan "Ham", babasına karşı isyankar olmuş biridir ve bu nedenle hem kendisi hem de ondan türeyenler tüm tektanrılı dinlerin mitolojisinde lanetli kabul edilmişlerdir.
503 tarihinde (8 Mart 1054-7 Mart 1055), Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Ermenistan üzerine yürümüş ve Mandzgert (Malazgirt) şehrini kuşatmıştır.
Ne var ki Sultan, uzun uğraşlara rağmen kenti alamaz.
Sonunda Malazgirtliler, mancınığa bir domuz koyup Sultan'ın ordusunun içine fırlatırlar ve hep bir ağızdan: "Ey sultan bunu kendine karı yap, biz de Mandzgert şehrini cihaz olarak sana veririz" diye bağırarak hakaret ederler.
Çok değil, 16 yıl sonra Tuğrul'un kardeşi Alpaslan, Mateos'un Luka İncili'nden yorumlayıp "Türklerin gelişini deprem, sel, güneşin kararması gibi beliren korkunç alametlerle" anlatışında olduğu gibi, Malazgirt'i 1071 yılında bir gün içinde alır ve kardeşi Tuğrul'un öldüğü sırada yapmış olduğu vasiyeti yerine getirmek için, bütün şehir halkını kılıçtan geçirir...
ABD'de Ermeniler'in Türkiye'deki Ermeni katliamına karşı kamuoyu oluşturmak için
dağıttığı el ilanları.
Trajikomik bir vahşet...
Johannes Schiltberger, 1381'de Münih'te doğan, Niğbolu Savaşı sonunda Osmanlılar'a esir düşen, ama yaşı 16 olduğu için hayatı bağışlanan bir Alman'dır.
Yıllarca çeşitli Türk hakanlarının saraylarında gözde ve özel bir esir olarak yaşayan Schiltberger, "Türkler ve Tatarlar Arasında, 1381-1440" isimli eserinde Timur'un Şam kentini alışını anlatır. Olay yalnızca Schiltberger açısından değil, Türkler için de oldukça trajikomik bir vahşettir:
Timur kenti alınca, kadı gelip hakanın ayaklarına kapanır, kendisi ve diğer hocalar için merhamet diler. Timur da, hocaların camide toplanmalarını emreder.
Bunun üzerine kadı, kendi ailesini ve tüm hocaları alıp camiye gider.
Ama bu arada fırsattan istifade bazı kurnaz kişiler de içeriye dalar,
Balık istifi dolan camideki insanların sayısı 30 bine ulaşmıştır.
Esir yazar, öykünün gerisini şöyle anlatıyor:
"Timur, cami dolunca kapıların kapanmasını emretti.
Sonra caminin etrafına odunlar yığıldı ve ateşlenmesi emredildi.
Camideki bütün insanlar öldü.
Ayrıca, adamlarından her birinin kendisine bir adamın kellesini getirmesini emretti..."
Türkler, tüm Hıristiyanların gözünde ister Müslüman olsun
isterse şaman, hepsi "putperest'di.
Günümüzde bile pek yıkılamayan bu inanç,
Özellikle eski çağlarda gerçek bir önyargı anlamına gelmekteydi.
Kanuni döneminde İstanbul'da dört yıl kalan Manuel Serrano adında bir İspanyol, günlük yaşamı ayrıntısına kadar anlatmıştı.
Erkeklerin çok eş almaları, haremleri, kıskançlıkları, kadınların yaşam boyu kafeste yaşaması ve İslam'ın bu konudaki belirleyici tavrını şöyle yorumluyordu:
"Ne yaparlarsa yapsınlar, yine de şeytanın peşine takılıp cehenneme gideceklerine göre, biraz dünyadan kâm almalarını hoş görmek gerekir..."
Türkler, özellikle Hıristiyan kilise adamlarının gözünde
"Tanrı'nın Cezası" olmuşlardı...
Ünlü reformcu Martin Luther (1518), bir makalesinde Türkleri "Tanrı'nın kırbacı"na benzetiyordu ve onlarla ilgili olarak, "Türklere Karşı Savaş (1528)" ve “Türklere Karsı Duaya Çağrı (1541)" adlarında iki küçük kitap yazmıştı...
Luther'e göre “Türk ordusu şeytanın ordusuydu"
ve "Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar,
Zamanı gelince onları yargılayıp cezalandıracaktı..."
Hammer : "inançsız, acımasız,
Eli kanlı ve kutsal yerlere karşı saygısız"
Tarih yazarlarına göre de Türkler tüm kötülükleri taşımaktaydılar.
Yansızlığı ile tanınan tarihçi Hammer bile, Rodos'un fethini anlatırken,
Türkleri, "inançsız, acımasız, eli kanlı ve kutsal yerlere karşı saygısız" şeklinde nitelemişti.
Habsburg Hanedanı krallarında "Düşman Türk” imgesi...
Rönesans ve Aydınlanma (XV-XVIII yy'lar arası) dönemlerinde ünlü Habsburg Hanedanı krallarında ve yöneticilerinde özel bir tür "Düşman Türk imgesi" vardı.
Bu yaklaşım, günümüz tarihçilerinden Maximilian Grothaus'un konuyu özellikle araştırmasına neden olacak kadar çok yönlüydü.
Habsburglar'ın bu tarihlerde tümüyle söylenceye dayalı "Düşman Türk" imgesi, tarihçi Maximillian'a göre şu dört kaynaktan beslenmekteydi:
"Askeri tehditlerden kaynaklanan Türk imgesi",
"İslam Peygamberi ve Türk imgesi",
"Kafir, katil, şehvet düşkünü Türk imgesi: Tanrının kırbacı",
"Türklerle savaşta yardımcı olan tanrı, Meryem ve azizler"...
Shakespeare de payına düşen kadar katkıda bulundu...
Batıda yüzyıllar boyu değişmeyen, klasikleşmiş bir moda akım şekline bürünen
“Türk düşmanlığı”na Shakespeare de payına düşen kadar katkıda bulundu.
Ünlü ozanın "IV. Henry" adlı oyununda tahta çıkan Kral, halkına şöyle sesleniyordu:
"İngiliz sarayı Türk sarayı değil. Ben Murat değil, Henry'im Henry!"
Kardeşlerini öldürmeyeceğini söyleyerek övünen Henry, söylevini,
"İstanbul'a varıp Türk'ü sakalından asacağım" diyerek sürdürüyordu.
Yine Shakespeare, "Kral Lear" isimli eserinde de Türkleri "kadın düşkünü" olarak karalamıştı.
“…Türklerle savaşmak ve onları yok etmek zorundayız...”
Osmanlı Devleti'nin yöneticileri, 1839'da "Gülhane Hattı", 1859'da da "Islahat ve Tanzimat Fermanları" ile kendini Avrupa'ya kabul ettirmeye çabalıyordu.
Ne var ki, Katolik Kilisesi kardinallerinden Newmann da, aynı tarihlerde Liverpool'da "Türk Tarihi" üzerine konferanslar vermekteydi.
Kardinal Newmann, verdiği üçüncü konferansta konuyu şu cümlelerle adeta temelden özetlemekteydi:
"Türklerin savaş gücünü inkar etmiyorum.
Ama işte bu güç, onları, imanın ve uygarlığın amansız düşmanı yapıyor.
Onun için Türklerle savaşmak ve onları yok etmek zorundayız..."
*Kaynak : Focus - Kasım 1996 sayısında "Tarih Boyunca Tüm Irklar Türkler'i Böyle Gördüler: YE'CÜC-ME'CÜC TAİFESİ" başlığı ile yayınlanan yazıdan alınmıştır.