ATATÜRK’TEN DEMOKRASİ DERSİ
Sinan Meydan
İLK KURŞUN
“Demokrasi fikirdir; kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir…”
DEMOKRATİK DEVRİMİN KİLOMETRE TAŞLARI
Yıl: 1919: Amasya Genelgesi’nde: “Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” denildi.
Yıl 1919: Erzurum Kongresi’nde, “Milli iradeyi etkin milli kuvvetleri hakim kılmak esastır” kararı alındı.
Yıl 1919: Sivas Kongresi’nde, “Milletin temsilcilerinden oluşan bir meclis toplanmalıdır” kararı alındı.
Yıl 1920: Ankara’da milletin temsilcilerinden oluşan TBMM toplandı. O meclisin ilk kararlarından biri, “Milletin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” oldu.
Yıl: 1921: TBMM’nin hazırladığı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesine yer verildi.
Yıl 1922: Saltanat kaldırıldı.
Yıl: 1923: Halk partisi kuruldu.
Yıl: 1923: Cumhuriyet ilan edildi.
Yıl 1924: Halifelik kaldırıldı.
Yıl 1930: Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.
Yıl: 1934: Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.
TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ
Yüzyılın başında Türkiye’de Atatürk’ün gerçekleştirdiği “devrim” Attila İlhan’ın da sıkça ifade ettiği gibi bir “DEMOKRATİK DEVRİM”dir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren bir taraftan “emperyalizmi” dize getirmenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan Türkiye’yi halife-sultan diktasından kurtarıp “halk egemenliğine” hazırlamanın hesaplarını yapmıştır. Bu bakımdan Türk devrimi, dışarıda “Batı emperyalizme”, içerde “padişah diktasına” karşı gerçekleşmiştir. Atatürk, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” için savaşmıştır. En önemlisi, Atatürk önderliğindeki Türk Demokratik Devrimi, demokrasiye giden yolun “tam bağımsızlıktan” geçtiğini göstermiştir.
Bugün, “halk hareketleriyle” başlarındaki “emperyalizmin kuklası diktatörleri” başlarından atarak “demokratikleşeceğini” sanan Arap halkları, gerçek demokrasi için, yüz yıl önce Atatürk’ün önderliğindeki Türk milletinin yaptığı gibi, önce emperyalizme başkaldırmalı, önce bağımsız olmalıdır.
Dört bir yanı Batılı emperyalistlerce işgal edilen, savaş yorgunu ve yıkık bir ülkede “Önce Meclis” diyerek yola çıkan Atatürk, dünyanın ilk “demokratik kurtuluş savaşını” vermiştir.
“Önce meclis”, dolayısıyla “önce halk” diyen Atatürk, İslam dünyasında ilk kez “sultan-halife diktasına” son vermiş, eğitim öğretimi birleştirerek, Latin harflerini kabul ederek, yeni okullar açarak, kadın haklarına önem vererek ve siyasi partiler kurarak demokratik kültürün yerleşmesine çalışmıştır.
Atatürk’ün önderliğindeki TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ’nin üç önemli özelliği vardır:
1. Kurtuluş Savaşı, gerçek bir HALK MECLİSİ’yle birlikte yürütülüp kazanılmıştır.
2. Bin yıldan fazla bir zamandır Türk-İslam dünyasına çöreklenmiş, kişi otoritesine, “SULTAN-HALİFE DİKTASINA” son verilmiş ve CUMHURİYET İLAN EDİLMİŞTİR.
3. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda. İslam dünyasında “ilk”, Avrupa’da “yedinci”, Dünya’da “on ikinci” sıradadır. (Türkiye; Yeni Zelanda, Avustralya, ABD, Kanada, Güney Afrika Cumhuriyeti, Finlandiya, Danimarka, İzlanda, Rusya, Avusturya, Almanya ve İngiltere’den sonra; Fransa (1944-1945), Belçika (1944), İtalya (1946), Japonya (1945), Çin (1947), Hindistan (1950), İsviçre (1971)’den önce kadınlarına seçme seçilme hakkı vermiştir.)
DÜNYANIN DEMOKRASİ KARNESİ VE ATATÜRK TÜRKİYESİ
Ülkelerin gündemini büyük ölçüde Bolşevizm, Nazizm ve Faşizmin işgal ettiği 1930’ların dünyasında “demokrasiler” büyük darbe yemiştir. 1918-1920 arasında iki, 1920’lerde altı, 1930’larda dokuz ve Alman işgali altındaki beş Avrupa ülkesinde YASAMA MECLİSLERİNE son verilmiştir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve demokratik kurumları bir şekilde işleyen ülke sayısı Avrupa’da beş ve Amerika’da beş olmak üzere toplam on ülkedir: Bunlar, İngiltere, Finlandiya, İrlanda, İsveç, İsviçre, Kanada Kolombiya, Kosta Rika, ABD ve Uruguay’dır.
Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir.
Avrupa’da meclislerin kapatıldığı 1920’lerde Türkiye’de, hem de bir ölüm kalım savaşının tam ortasında, bir meclis açılmıştır.
Türkiye, I. ve II. Dünya Savaşı arasını meclisini kapatmaksızın aşan çok az sayıdaki ülkeden biridir.
II. Dünya Savaşı sonlarına doğru, 1944’de, meclislerin kapatılıp, anayasaların rafa kaldırıldığı, Nazi, Faşist ve Komünist diktatörlüklerin tüm Avrupa’yı ve dünyayı kasıp kavurduğu bir ortamda, Türkiye, “meclise” ve “anayasaya” sahip dünyadaki 12 ülkeden biri olmayı başarmıştır. Dahası bu Türkiye, sadece iki yıl sonra çok partili hayata (1946), altı yıl sonra da demokrasiye (1950) geçmiştir.
Hiç şüphesiz ki Türkiye bu “başarılı evrimi”, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ’ne borçludur.
Bütün bu gerçeklere karşın, ülkemizin “çakma liberalleri” ve “demokrat kılıklı siyasi İslamcıları” Atatürk’ü “diktatör”, Atatürk’ün önderliğindeki Türk Devrimini de “antidemokratik” olarak adlandırmaktadırlar. 1920’lerin, 1930’ların dünyasını, dünyayı kasıp kavuran savaşları, eli kanlı diktatörleri, yükselen faşizan siyasi kültürü, kapanan meclisleri, rafa kaldırılan anayasaları görmezden gelerek; Türkiye’deki “tek parti” yönetimine bakarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırka ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirerek Atatürk’ü “diktatörlükle”, erken Cumhuriyet dönemini ise “antidemokratiklikle” suçlamak, en basit tabirle, “bilgisizliktir”. Onların bu suçlamaları, 1920’lerin, 1930’ların tarihsel gerçekliğinden tamamen kopuk analizlere dayalıdır. Çünkü, 1920’lerin, 1930’ların dünyasında, bırakın “tek partiyi”, birçok ülkede “meclis” ve “anayasa” bile yoktur.
İLK KURŞUN
ATATÜRK’TEN DEMOKRASİ DERSİ
Dünya’da ve Avrupa’da meclislerin kapatıldığı, anayasaların rafa kaldırıldığı, faşizmin ve diktatörlüğün yükseldiği 1930 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, Afet İnan’a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabında, dünyadaki ve Avrupa’daki gelişmelerin aksine, adete geleceği görerek “Demokrasiyi yüceltmiştir”.
İşte, Atatürk’ün 1930 yılında Medeni Bilgiler kitabına DEMOKRASİ hakkında yazdırdığı o satırlardan bir bölüm:
“Demokrasinin en belirgin şekli Cumhuriyettir. (…) Demokrasi temeli, bugün çağdaş anayasanın genel ayracı gibi görünmektedir. Hükümdarlık ve oligarşi, artık zamanı geçmiş gerici şekillerden başka bir nitelikte anlaşılamazlar. (…)
Bir milletin pratikte demokrasi ilkesi, o millet çoğunluğunun toplumsal kuvvetinin bir sonucudur. Millet yeteri derecede kuvvetli olunca, kuvvet ve kudreti eline alır. Bu olay bazen ihtilal ile bazen de hükümdarlar ile barışçı bir anlaşma ile ortaya çıkar.
Artık bugün demokrasi düşüncesi sürekli yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci yüzyıl birçok baskıcı hükümetlerin bu denizde boğulduğunu görmüştür. Çarlık Rusyası, Osmanlı Padişahlığı ve Hilafeti, Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorlukları bunların başlıcalarıdır.
Bundan başka demokrasi ile yönetilen Portekiz gibi ılımlı hükümdarların, demokrasinin daha belirgin bir şekilde uygulanmasını kapsayan Cumhuriyet ile birlikte silindiği görüldü.
En sonunda bugün İngiltere, Belçika gibi büyük eski demokrasilerin, daha açık ve daha iyi düzenlenmiş bir demokrasinin gerçekleştirilmesi yolunda çalıştıkları görülmektedir.
Demokrasi düşüncesi, çağdaş anayasanın bir öğesi olduğu gibi düşünce çok eskidir. (…)
Türk milleti en eski tarihlerde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleriyle demokrasi düşüncesine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih dönemlerinde Türklerin kurduğu devletlerde, başlarına geçen padişahlar bu yoldan ayrılarak baskıcı (zorba) olmuşlardır.
Kralların ve padişahların baskısına dinler dayanak olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar, etraflarını saran papazlar, hocalar tarafından yapılmış özendirmelerle ilahi hukuka dayanmışlardır. Egemenlik bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu düşüncesi uydurulmuştur. Buna göre hükümdarlar ancak Allah’a karşı sorumludurlar. Kudret ve egemenliğinin sınırı yalnız din kitaplarında aranabilir. İlahi hukuka dayalı bir mutlakıyet kuralı önünde demokrasi ilkesinin ilk aldığı durum iddiasızdır. O öncelikle hükümdarı devirmeye değil, onun yalnız kuvvetini sınırlamaya, mutlakıyeti kaldırmaya çalıştı. Bu çalışma 400-500 yıl öncesinde başlar. Öncelikle kuvvetin milletten geldiği ve kuvvet sahibi olmayan bir ele düşerse onun ele geçirilebileceği, bu kuvvetin, milletin vekillerinden oluşan meclis tarafından kullanılması gerekeceği ifade edildi.
On altıncı yüzyılda demokrasi ilkesi hükümdarların gücünü kırmak için siyasi mücadele aracı olarak kullanıldı.
Bu mücadelede en sonunda ortaya atılan düşünceler şunlardan oluşuyordu: ‘Kuvvet millete aittir. Onu yasa çerçevesinde bir hükümdara vermiştir. Bazı durumlarda geri alabilir’
On sekizinci yüzyılda da demokrasi ilkesi karşı konulmaz bir kuvvet ve akım kazandı.
Demokrasi ilkesi milli egemenlik ilkesi şekline girdi ve anayasaya geçti. Artık milletle hükümdar arasındaki sözleşme düşüncesi kayboldu. Ortaya, egemenliğin bölünmez ve hiç kimseye verilmez düşüncesi çıktı.
Bu düşünceyi şöyle açıkladılar:‘Egemenlik bireylerin iradesinin üzerinde, bireylerin oluşturdukları milletin ortak kişiliğine dayanan genel toplumsal iradedir’ Bu nedenle egemenlik tektir, parçalara ayrılmaz ve egemenliğin ifade ettiği toplumsal irade onun sahibi olan ortak kişilik, millet tarafından hiçbir zaman başkasına devredilmez ve bırakılmaz
Demokrasi ilkesi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.
Bu noktayı birkaç kelime ile açıklayalım:
a. Demokrasi, temeli bakımdan esas itibariyle siyasi niteliktedir. Demokrasi bir toplumsal yardım veya ekonomik örgüt sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş, vatandaşların siyasi özgürlük ihtiyacını uyutmayı hedef alır.
Bizim bildiğimiz demokrasi, özellikle siyasidir; onun hedefi milleti idare edenler üzerindeki kontrolü sayesinde, siyasi özgürlüğü sağlamaktır.
b. Demokrasinin birinci özelliği ile ortak ikinci bir özelliği daha vardır. O da şudur; demokrasi fikirdir; bir kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir. Hükümet ilkesi de bir adalet sevgisini ve ahlak düşüncesini gerektirir.
Demokrasi memleket aşkıdır. Aynı zamanda babalık ve analıktır.
c. Demokrasi esasında bireyseldir. Bu özelikli vatandaşın egemenliğe insan sıfatıyla katılmasıdır.
d. En son olarak demokrasi eşitlik severdir; bu özellik demokrasinin bireysel olması özelliğinin zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz bütün bireyler aynı siyasi haklara sahip bulunmalıdırlar. Demokrasinin, bu bireysel ve eşitlik sever özelliklerinden genel ve eşit oy ilkesi çıkar.
Bizim devlet örgütümüzde esas ilkelerimizi oluşturan demokrasi (…) bazı düşüncelerin hücumuna uğramaktadır.
1. Bolşevik düşüncesi
2. İhtilalci siyasi sendikalizm düşüncesi
3. Menfaatlerin temsili düşüncesi
Bu düşüncelerin demokrasi kavramına hücumunda ne kadar haksız olduklarını açıklayalım.
1. Bolşevik düşüncesinin Rusya’da uygulanan şekline bakalım. Bütün Rus milleti içinden, işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir azınlık ekonomik esaslara dayalı komünist partisi adı altında birleşerek bir diktatörlük yaratmışlardır. Amaçlarında milli değildirler. Kişisel hürriyet ve eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine saygıları yoktur. İçerde, çoğunluğu zorla ve baskı ile düşüncelerine boyun eğmeye zorunlu tutarlar; dışarıda propaganda ve ihtilal örgütü ile bütün dünya milletlerine kendi ilkelerini yaymaya çalışırlar. Oysa hükümet oluşturulmasından amaç, özellikle kişisel hürriyetin sağlanmasıdır. Bolşevik hükümet şeklinde baskı öğesi görülmektedir. Bir topluma bir kısım insanların düşüncelerinin zorla, esir ve acizliğini yaşatmak şekline elbette ki akla uygun bir hükümet görüşüyle bakılmaz.
2. İhtilalci siyasi sendikalizm düşünce sahipleri de her türlü siyasi kuruluşları yalnız kendi menfaatleri lehine yaptırmak ve sonunda siyasi kuvvet ve egemenliği ellerine geçirmek isteyen işçi gruplarıdır. Bunlar amaçlarını zorla elde etmek fırsatını beklerken, zaman zaman genel grevler yaparak hükümet adamları üzerinde etkili olmakta ve bazı işleri kendilerinden taraf bitirebilmektedirler. (…)
3. Menfaatlerin temsili düşüncesi, çeşitli meslek sanat ve iş adamları toplum içinde ayrı ayrı birer topluluk, birer küçük toplum haline dönüşürlerse her bir topluluğun birbirinden farklı menfaatleri vardır. Bu nedenle diyorlar ki, her özel menfaat sahibi gruplar ayrı ayrı mecliste kendilerini temsil etmelidirler. O zaman seçim, millet bireyleri tarafından değil, gruplar tarafından ve grupların sahip olduğu menfaat derecesinde gerçekleşecektir. Mecliste bu gruplardan bir kaçı birleşip iktidar mevkiine geçince yalnız kendi menfaatleri lehine çalışacaklardır. Buna kim engel olacaktır?
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki biz, bu ve bundan önceki düşünceleri ülke ve milletimiz için uygun görmemekteyiz. Biz ülke halkı bireylerinin ve çeşitli sınıf mensuplarının diğerine yardımlarını aynı değer ve özellikte görmekteyiz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik severlik duygusuyla sağlamaya çalışmak istemekteyiz. Bu şeklin milletin genel mutluluğu, devlet yapısının kuvvetlenmesi için daha uygun olduğu inancındayız. Bizim düşüncemizde çiftçi, çoban, işçi tüccar sanatkar, doktor, kısaca herhangi bir toplumsal kurumda çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete bu anlayış ile yüksek düzeyde faydalı olmak ve milletin güven ve iradesini o yere harcayabilmek bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükümeti yöntemiyle mümkün olmaktadır.
Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır.
Türk, baskı ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi, sayısız özverilere katandı, başarılı oldu ancak ondan sonra özgürlüğüne sahip oldu. Bu nedenle özgürlük Türk’ün hayatıdır.
Artık Türkiye’de her Türk özgür doğar, özgür yaşar…”
Atatürk’ün MEDENİ BİLGİLER kitabındaki bu satırlar, DEMOKRATİK BİR DEVRİM yapan adamın milletine ilk DEMOKRASİ DERSİ’dir.
İşte eylemleriyle ve söylemleriyle Atatürk’ün “demokrasiye” bakışı…
Anlayana tabi!… Ne demişti Atatürk: “Demokrasi fikirdir; kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir…”
Kafalarını midelerine göre ayarlayan “sözde aydınların” Atatürk’ün bu sözlerini anlaması mümkün değildir tabi!…