Orduevi’nde uygulamalı demokrasi dersi
Güneri Cıvaoğlu
1938 yılı Mayıs ayı... Atatürk özel trenle Ankara’dan İstanbul’a giderken Eskişehir’de mola verir.
Gece, Eskişehir Orduevi’nde bir davet düzenlenir.
Eskişehir Hava Okulu’nun pilot subay adayı (öğrenci) teğmenler de geceye çağırılıdırlar.
O teğmenlerden Burhan Göksel’in anlatımından -özetle- gözlemler şöyle:
İlerleyen saatlerde gençleri etrafına, daha yakınına çağırıyor.
Gidiyoruz...
Diyor ki:
“Aramızda bir konuşma yarışması yapalım, içimizden birini başkan seçelim, o söz versin sıra ile Hatay mevzuunda konuşalım.”
Arkasından ilave ediyor:
“Ne olur beni başkan seçmeyin. Ben bu gece sadece konuşmacı olayım, hem...”
Sözünü bitirmeden araya giren bir genci Atatürk, sertçe kınıyor.
Ancak... Genç -özgüvenli- yetişmiş bir subaydır:
“Atatürk’üm” diyor.
“Bu demokratik yaşama düzenini siz verdiniz, siz öğrettiniz bize, benim rahatça konuşmamdan görüyorum ki rahatsız oluyorsunuz, özür dilerim.”
Atatürk’ün yüzündeki sert hatlar birdenbire değişmiştir.
Yeniden tatlı bakışlar:
“Size yeni bir teklifim var. Reylerinizi (oylarınızı) bana verin, bu genci başkan yapalım.”
Özel paneldeki konuşmalar artık başlamıştır.
Herkes bütün heyecanıyla Hatay’ı, Fransa’yı ve Türk tarihini ele alıyor.
Milli şiirler okunuyor.
Atatürk’ün güzel konuşmalardan hoşlandığı çok bellidir.
Söz yavaş yavaş tamamen kendisine geçmiştir.
Lakin seçtirdiği başkan hakkını kolay kaptıracak tiplerden değildir.
Hemen protesto ediyor:
“Benden söz almadan konuşuyorsunuz, bu usule aykırıdır.”
Atatürk başkana hak veriyor:
“Hımm... Çok esaslı başkanımız varmış...”
Sayın başkandan özür diliyor ve tabii yine konuşmasına devam ediyor. (*)
.......................
Dikkat ediniz, TSK’nın en küçük rütbeli bir subayı, İstiklal Savaşı’nın Başkomutanı, Cumhuriyet’in kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk’e “benden söz almadan konuşuyorsunuz” diyebiliyor.
Ve Atatürk ondan özür diliyor.
Bu Atatürk mü diktatördü?
Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda çağının diğer ülkelerinde diktatörler vardı; Stalin, Hitler, Mussolini, Franco...
Sonrasında, Tito, Enver Hoca, Mao, Abdülnasır.
Hangisi, ölümünden 73 yıl sonra hâlâ Atatürk gibi ulusu tarafından sevgi, saygı ve teşekkürle anılıyor?
Bakınız... Her yıl ölüm saati olan 9’u 5 geçe sirenler çalıyor, tüm bir ulus yürekten saygı duruşunda bulunuyor.
73 yıldır bu ritüel sürmekte.
Ayağından asılan Mussolini’yle, lanetle anılan Stalin’le, bir duvar dibinde yatan Mao’yla, Abdülnasır’la nasıl Atatürk, aynı “diktatörler çağı torbasına” konulabilir?
Elbette Atatürk dönemi “klasik demokrasi” modeliyle örtüşmüyordu.
Ama Atatürk yönetimine “diktatörlük” etiketini yapıştırmak ya kasıttır ya insafsızlık ya da anlaşılmaz bir yorum farkı...
Aslında Atatürk’lü yılları Türkiye’de demokrasiye geçişin kendine özgü “hazırlık sınıfları” diye görmek daha doğru olur.
Atatürk devrimlerinin yapıldığı dönemin altyapısı gerçekleşmeden çok partili demokratik rejime geçilemezdi.
Arap Baharı rüzgârıyla diktatörleri domino taşları gibi devrilen ülkelerde “Türk modeli” referans olarak gündemde.
Ama...
Arap ülkelerini en iyi tanıyanlardan biri olan ve dostları arasında “Arap Lütfü” diye anılan gazeteci/politikacı Lütfü Akdoğan’ın not ettiğim şu söylemini de yansıtayım...
“O ülkelerin demokrasiye geçmeleri için siyasi tarihlerinde birer Atatürk’leri olması gerekir...”