TÜRK’LER VE İSLAMİYET
Hz. MUHAMMED(S.A.V) SAMİ IRKINDAN OLMAYAN, TÜRK IRKINDAN BİR PEYGAMBERDİ. ( Arap tarihçileri Hz. Muhammed(s.a.v)’den bahsederken; Arap-ı müstagrebedendir – Yani, Arap olmadığı halde Arap bilinendir… demektedirler ). Emevilerin Ehl-i Beyt’e yaptıkları zulmün gerçek nedeni, Peygamber ailesini kendilerinden yani Sami ırkından kabul etmemeleridir. Ehl-i Beyt’in intikamını Emevilerden alan da, bir Türk komutanı olan Horasanlı Eba Müslim’dir. TARİHİNİ, DİNİNİ, CEVHER-İ ASLİSİ’ni ve KÜLTÜREL DEĞERLERİNİ, doğru kaynaklardan öğrenmeyen ULUSLAR, MÜSTEMLEKE YÖNETİMLERİ veya BENZERİ YÖNETİMLER TARAFINDAN İDARE EDİLMEYE mahkumdurlar!!!...
Kitaplı dinlerin ( Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ) tamamı, İnsanoğlunun varoluşunun, Hz. Adem ve Hz. Havva’nın Cenab-ı Allah(C.C) tarafından Cennet’ten kovularak Dünya’ya gönderilmeleri ile başladığını bildirmektedirler...TEVRAT, ZEBUR ve İNCİL gibi kutsal kitaplar, asıllarından farklı şekillerde ve değişik yorumlarla bozulmalarına rağmen, KUR’AN-I KERİM; “Kıyamet’e kadar baki kalacağı” Ayet-i Kerime ile bildirildiği gibi, aslında hiçbir değişiklik olmadan, inzal edildiği şekilde, doğruluğunu korumuş ve Halife Hz. Osman tarafından toparlandığı hali ile, günümüze kadar intikal etmiştir. Bu mucizenin gerçekleşmesinde, İslamiyet'e has ve diğer dinlerde olmayan, “Hafızlık” müessesesi önemli bir rol oynamıştır... Ancak, Peygamberimizin vefatından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna kadar geçen süre içerisinde, Peygamberimizin Hadis-i şeriflerinde de üzülerek belirttikleri gibi, “Müslümanlar, 72 fırkaya ayrılmış”, Müslüman olduğunu iddia eden Dönmeler ve İslam karşıtı çevreler, dinimizi tahrif etmek için ellerinden geleni yapmışlar “Ortodoks bir İslam anlayışını” ön plana çıkararak insanımızı, türlü hurafelerle uyutmaya, Gerçek İslam’dan uzaklaştırmaya ve dinimizi çıkar amaçlı olarak kullanmaya başlamışlardır...
Dünya sahnesinde; 1300’lü yıllardan başlayarak, 1920’lere kadar yer alan, yüzyıllar boyu üç kıtada at koşturan ve Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusunu bir Türk - İslam gölü haline getiren Osmanlı İmparatorluğu, devlet kademelerinde Şeyhülislamlık dahil bütün kilit noktalarını ele geçiren Dönmelerin ihanetleri yüzünden, 17. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yıkılma sürecine girmiş ve bu yıkım, 200 yıllık bir zaman dilimi içerisinde tamamlanmıştır...
Osmanlı - Türk Cihan İmparatorluğunun yıkılış nedenlerini en iyi bilenlerden birisi olan Mustafa KEMAL, İmparatorluğun enkazı içerisinden, Türk halkının yoğun olduğu bölgeleri kurtarabilmek amacı ile; Kurtuluş Savaşını başlatmış, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuş, Türk halkının İslam dinini, hurafelerden uzak ve doğru bir şekilde öğrebilmesi için de, DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI'NI kurdurmuştur. Ancak, onun vefatından sonra, diğer atılımlarda da olduğu gibi, bu kurum da, gerçek işlevini yerine getirmekten uzak, atıl bir konumda tutulmuş, Türk halkının İslam dinini doğru bir şekilde öğrenmesi engellenerek, dini eğitimin; ŞARK MESELESİNİN teorisyenleri tarafından yetiştirilen değişik Hacı ve Hocaların güdümüne bırakılmasına göz yumulmuştur...
Türklerin İslam dinini kitle halinde kabul etmeleri X. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Selçuk Bey’in, 200.000 çadırdan oluşan kabilesi ve maiyeti ile Cend havalisine gelerek 960 senesinde İslamiyet'i kabul etmesi, tarihte bir dönüm noktası oluşturmuş ve İslam dini; “Türklerin Milli Dini” haline gelmiştir.
Türklerin İslamiyet'i kabullerindeki en büyük etken; kendi inançları ile, İslami düşünce sisteminin tamamen örtüşmesidir. Türk’ler daima tek bir Tanrı’ya inanmışlardır ve bu inanış şekilleri İslam’ın Allah’ı anlatış biçimi ile çakışmaktadır. Eski Türk inanç sisteminde bir peygamberin olmaması da, Hz.Muhammed’in kabulünü ve kutsiyet kazanmasını kolaylaştırmıştır. Ayrıca onun, Türk ırkı lehinde söylediği öğücü sözler, İslamiyet'e geçiş faaliyetlerini teşvik etmiş; Milli mefkure ve duyguları canlandırmıştır…
İslam'ın Cihad'ı da, Türklerin savaşçı ruhlarına ve Cihan Hakimiyeti davalarına uygun gelmiştir. Zira, Türkler, İslam’ın cihadını, onun sevap ve faziletlerini, şehadetin vaat ettiği ahiret mükafatını, az-çok kendi dinlerinde de buldukları için, İslamiyet'le, daha yüksek bir dine ve medeniyete kavuşmuş oluyorlardı...
Eski Türk inanç sistemindeki; ruhun bekası, ahiret hayatı, Cennet ve Cehennem akideleri, Tanrıya ve ecdada kurban inançları da, İslamiyet'te daha mütekamil olduğundan, bu din, Türklere çok daha cazip geliyordu. Müslüman Türk’ün ata veya babaları hem şamanlara, hem de evliyaya benziyordu. Türklerin kendi Alp(kahraman)’ları, Alp-eren şekli ile kutsiyet kazanıyor ve İslam, Türk’ün Gazileri ile birleşiyordu...
Türk’ler, kendi yaşayış, düşünüş ve inanışlarına uygun gelmeyen Buda, Mani, Zerdüşt, Musevi ve Hıristiyan dinlerini benimseyememiş, eskiden beri devam eden münasebetlere rağmen, zaman zaman bunları mizaçlarına aykırı bulduklarını beyan etmişlerdir. İslamiyet'le karşılaştıktan sonra ise, hiç bir istila ve baskı olmaksızın İslamiyet'i milli bir din haline getirmişlerdir. Eski Kur’an tefsir ve tercümelerinin hep Türkçe kelime ve istilahlarla yapılabilmesi, Gök-Türkler’den beri ve hususiyle Uygurlar devrinde, Türk kültürünün ve yazı dilinin kazandığı zenginliği ve medeniyet seviyesini göstermektedir...
Türk’ler arasında İslamiyet'in, devlet ve halk olarak, ilk defa kabulü, sanıldığı gibi, Karahanlılar’a değil, İtil(Volga) Bulgar’larına aittir. Uygur hanının Mani dinini, Hazar hanının Musevi’liği ve Tuna Bulgar hanının da Hıristiyanlığı resmen kabulünden bir müddet sonra, İtil Bulgar’larının hükümdarı da, devlet ve millet olarak, İslam dinine girmiştir.
8. yüzyıl başlarına kadar, Türklerle Müslümanların münasebetleri bir sınır komşuluğundan ileri gitmemiştir. Bazı kaynaklarda, Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd'ın, Müslüman olan Türkleri Kûfe'ye yerleştirdiği belirtilmektedir. Daha sonra Emevîler tarafından, İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine Haccâc'ın getirilmesi ve onun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi. Müslümanlar, kısa zamanda Mâverâünnehir'e hakim olduktan sonra Talas'a kadar akınlarda bulundular. Ancak, Türgiş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak, Emevî ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emevîler döneminde, Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu. Ancak bu mücadeleler, Türklerin İslâmiyet'i yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâm'ın bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu.
Türklerin İslâm'ı kabul etmeleri, üç ana sebebe dayanmaktadır. Birincisi, Türklerin inanç ve yaşayışlarının İslâm'a çok yakın olmasıdır. Tek bir yaratıcıya iman, âhirete ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâm'da da vardı. Zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar, İslâm dininde de şiddetle men ediliyordu. İslâmiyet'teki cihad emri de, Türkün alplik ve fetih görüşüne uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehir (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Türklerin İslâmiyet'i kabullerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler, özellikle Türkistan'la ticarî faaliyetleri sırasında, kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dinine, daha çabuk ve kolaylıkla girdiler. Türkistan Türkleri arasında İslâmiyet'in bu ilk yayılışıyla, diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi, hemen hemen aynı devreye rastlar.
Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine girerlerken Mâverâünnehir'deki Türkler arasında da İslâm, 8. asrın başından itibaren yayılmaya başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına almaya başlaması, Abbâsîler döneminde oldu. Abbâsî halifelerinin, Türklere fevkalâde yakınlık göstermeleri, bu faaliyetin daha da hızlanmasına sebep oldu. Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker olarak girmeye başladı. El-Me'mun döneminde (813-833) Türklerden özel muhafız birlikleri oluşturulmaya başlandı. Nihayet, Halife Mu'tasım zamanında (833-842) halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti. Müellifler artık, Türklerin Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında, gayrimüslim Oğuzlar'la bile savaştıklarını yazmaktadır. Halife El-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türk'tü. 10. asrın ilk yarısında, emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı, Beckem ve Tüzün, getirilmişti. Türklerin Bağdat'ta idareyi ele almaları üzerine, uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman Türk devletlerden bazıları, bu suretle kuruldu. Bunlar arasında; Mısır'daki Tulunoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tulûn adında bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tulûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi. İbn-i Tulûn, Mısır'ı birçok mîmârî eserle süslemiştir. Tulûnoğulları Devleti, 905'te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed'in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır.
İslamiyeti kabul eden Oğuz’lara Türkmen adı verilmiştir. Kaşgarlı Mahmud, müslüman olan Karluk, Çiğil ve Yağma’lara da Türkmen denildiğini kaydetmektedir.
İslamiyeti yok etmek için gelen Haçlılar, Türklerin yılmak bilmeyen mücadeleleri sayesinde amaçlarına ulaşamamışlar ve Osmanlı’nın “Kızıl Elma” sevdasını da ancak, hile, desise ve saray entrikaları ile ( Fatih’in Yahudi doktoru tarafından zehirlenerek öldürülmesi gibi... ) önleyebilmişlerdir...
Avrupa Devletleri, Orta Çağ’ın vahşetini yaşarken, İlim, Sanat ve Teknoloji’de altın çağını yaşayan Osmanlı Türk - İslam medeniyeti, 17. Yüzyılın ikinci yarısında, Dönme Şeyhülislamın; “Tekke, Zaviye ve Medrese’lerde Pozitif İlimlerin okutulması İslam dinine aykırıdır” fetvası ile, Teknoloji yarışına ayak uyduramamış, Avrupa devletleri “Sanayi devrimini” gerçekleştirirken, Osmanlı İmparatorluğu bütün bu gelişmelere bigane kalmıştır...
Bu durum; 3-4 bin kişi ile, “Sırp Sındığı” muharebesinde 70 - 80 bin kişilik Haçlı ordusunu bozguna uğratan veya kendisinden kat kat üstün düşman donanmasını Preveze deniz zaferi ile perişan eden ordu ve donanmanın yerini, Çar II.Nikola’nın 30 bin kişilik kuvveti karşısında 35 bin şehit vererek dağılan 180 bin kişilik Osmanlı ordusunun almasına neden olmuştur...
Düşmanın kılıcını ve zırhını peynir doğrar gibi doğrayan çifte su verilmiş kılıçlar gitmiş, düşmanın Piştovu bir kere ateş ederken ard arda iki kere ateş eden Türk Piştov’ları ile, düşman toplarının menzilinin iki katına sahip Türk topları gelişmelerden uzak kalmış, II.Nikola’nın Mavzer ve Filinta’larla donanmış ordusunun karşısına Çakmaklı tüfeklerle sürülen Osmanlı askeri, İsrail ve ABD güçleri karşısında sapır sapır dökülen Arap ordularının bugün yaşamakta oldukları zavallı konumu, dün yaşar hale getirilmiştir...
İSLAM DİNİ; GELİŞMEYE ve POZİTİF İLİMLERE açık olduğu halde, Türk milleti; GERÇEK İSLAM’ı uygulama yerine, dönmelerin yönetimindeki TARİKAT'LARIN kasıtlı öğretilerine inandığı için, Avrupa ve Amerika’nın gerisinde kalmıştır...
Bir milletin, HÜKÜMRAN BİR DEVLET YAPISINA sahip olabilmesi için; mutlak surette, MİLLİ SİLAH SANAYİİNE SAHİP OLMASI ve muasır medeniyet seviyesi içerisindeki yarışta ön saflarda yerini alması gerekmektedir… Aksi taktirde; İsrail karşısındaki Arapların, Afganistanda Taliban’ın, Irak’da Saddam’ın, Bosna’da müslüman Boşnak’ların veya Sudan, Endonezya ve Filipinler gibi dünyanın dört bir tarafındaki diğer müslüman milletlerin durumuna düşmek, işten bile değildir…
Osman ŞAHİN
Araştırmacı – Yazar