GERİCİLER “ÇEŞİTLİ BİLİM DALLARINI İLGİLENDİREN EVRİM KURAMINI” ANLAYAMAZLAR; BU NEDENLE KEMALİZM’İ DE ANLAYAMAZLAR
Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe üniversitesi
Bildiğini bilenin arkasından gidiniz,
Bildiğini bilmeyeni uyandırınız,
Bilmediğini bilene öğretiniz,
Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
(Konfüçyüs)
Soru: Türkiye’de bilimsel gelişmeleri anlayamayan ya da bu gelişmeleri saptıran kesimler var mı? Varsa bunun toplum üzerindeki etkisi nasıl olmaktadır?
Böyle bir sorunun genel başlığı: Gericiler anlamamakta direniyor
Türkiye'de, yabancı kaynaklı olmasına karşın, Türkçeye çevrilerek belgeselleri yayınlayan iki televizyon kanalı bulunmaktadır. Bunlardan biri Discovery Channel, diğeri National Geographic'dir. Her iki kanal da daha çok doğa belgeseli yayınlamaktadır. Evrim konusu her iki kanalda da ağırlıklı olarak işlenmektedir. Evrenin oluşumundan insanın oluşumuna kadar. Hem de ilkokuldan terk bir insanın anlayabileceği sadeliğe indirgenerek.
Ancak, bu kadar çok belgesele ya da sunulan kanıta karşın, dogmatik düşünceden bir türlü kurtulamayan önemli bir grup, hala 4.000 yıl önceki mitolojiye sıkı sıkıya bağlı kalmayı yeğlemektedir. Ya da burada anlatılanları, eğer bir de cevabı henüz bulunamayan bir sorun varsa, mitolojideki, özellikle de din kitaplarındaki net anlam taşımayan, bu nedenle de sürekli mealen tefsir edilen ifadelere atıf yapılarak açıklama alışkanlığından bir türlü kurtulamamışlardır. Hadi, siz, bu bilgileri dayandığınız ya da inandığınız kaynaklara dayanarak bulun dendiğinde ise, o zaman, gizli bilgileri içeren şifreyi henüz çözecek birinin bulunmaması nedeniyle başaramadıklarını ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar. Din kitaplarının şifresini "en azından bir kısmını" çözdüklerini söyleyen bir takım şarlatanlar televizyon ekranlarından aşağı inmemektedirler. Tarih buyunca süregelen, günümüzde de kamudan bilim adamı kadrosundan maaş alan bir takım insanlar "abc" sisteminin şifresiyle uğraşmaktadır. Herhalde Türklerin buldukları komedi tarzındaki çizgi film ya da belgeseller de bu olsa gerek.
04.12.2002 tarihinde Türkiye'deki televizyonlarda batı kaynaklı bir haber yayınlandı. Farelerin genetik şifresi, yani DNA dizilimi, oldukça uzun uğraşılardan sonra çözülmüştü. Bu insan ve primat (yani maymunlar ailesi) şifresinden sonra çözülen üçüncü hayvan grubuydu. Köpek, at, domuz, sığır vs gibi birkaç canlı türünün de DNA şifresinin çözülmesi tezgâha konmuştu. Canlılığın moleküler yapısı adım adım çözülüyordu.
Bu tarihe kadar, canlıların tümünün birbirine uzak ya da yakın akraba olduğuna bir türlü inanmayan, her canlının Tanrı tarafından bağımsız olarak özel olarak yaratıldığını, dini kitaplardaki söylemleri de kanıt olarak gösteren kesim, moleküler dizilimdeki inanılmaz olasılıkla ortaya çıkmış yapıları, Tanrısal bir tasarım olarak benimsetmek için sözlü ve yazılı basında büyük harcamalar yapmıştır. Hatta benim 1984 yılında ilk baskısını yapmış olduğum, Kalıtım ve Evrim" kitabımda, bir çeşit solunum pigmenti olarak kullanılan sitokrom-c olarak verilen bir molekülün ortaya çıkma şansının 1/20100 gibi çok küçük bir olasılık gerçekleşebileceği açıklamasını, Tanrının bir tasarımı olarak her yazılarında sunmuş, onu, öngörülerinin bir kanıtı olduğunu savunmuşlardır. İnsanla maymunların ortak atadan geldiklerini savunan evrimcileri her ortamda aşağılamış, onlara yerine göre komünist, yerine göre dinsiz, ateist, Allahsız, faşist vs gibi sıfatları hiç çekinmeden yakıştırmışlardır. Ancak bilim yoksunu bu kesim, bu kadar düşük bir olasılıkla ortaya çıkabilecek böyle bir molekülde, maymunlar ile insanlar arasında 100 harfli bir şifrenin neden sadece tek bir tanesinin farklı olduğunu (54. harf) bir türlü açıklamamışlardır; bu konuda tek bir cümle bile söylememişlerdir. Yazmış olduğum bu kitapta, anlama güçlüğü olanlar bile kavrasın diye, şöyle bir açıklama yapmıştım: "Böyle bir molekülün ortaya çıkma şansı, bir maymunun yanlışsız olarak 100 ciltlik kapsamda bir insanlık tarihini yazması kadar zordur". Durum gerçekten de böyledir. Eğer sonuç tek özel bir dizilime dayalı bir molekülle sonuçlanmak zorunda ise bu anlatım doğrudur. Ancak, biyolojik dünyası incelendiğinde durumun hiç de böyle olmadığı hemen anlaşılır (tabii anlayanlar ya da anlamak isteyenler için). Örneğin insanın şifresi köpeğin şifresinden 15, hamur mayası ile 85 yerde farklıdır. Yani bize yapısal olarak ne kadar benzer ise bu benzerlik de artmaktadır. Maymunla sadece tek bir harf farkımız vardır. Bu benzerlik jeolojik dönemlerde bizim atamız ya da akrabamız olanlara doğru gittikçe daha da artmaktadır.
Anlama güçlüğü çekenlerin (anlamak istemeyenlere ne benim ne de bir başkasının yapabileceğim bir şey yoktur) kavrayabilmesi için, daha önceki yazmış olduğum yazıdaki anlatımı biraz daha ileri götürmem gerektiğini anlamış buluyorum:
Şu ya da bu şekilde 100 ciltlik bir kitap anlaşılabilir bir dilde ve belirli bir alfabe ile yazılmış olsun. Bu, insanın sitokrom-c molekülü olsun. Başka bir yerde yine 100 ciltlik bir kitap yazılmış olsun ve bu kitabın tüm harf dizilimi ve alfabesi bir tek harf hariç tıpa tıp diğer kitabınkine benzesin. Böyle bir benzerliğin ortaya çıkma şansı olabilir mi? Kuramsal olarak olamaz. Böyle bir benzerlik ya doğaüstü bir güç tarafından tasarlanmıştır ya da birinci kitabın fotokopisi çekilirken çekim sırasında bir hata nedeniyle sadece ve sadece bir harfi değişmiştir yani biyolojik anlatımla bir tek mutasyon olmuştur. Bu nedenle iki kitap neredeyse tıpa tıp benzerdir. Maymunlarla insanlar arasındaki yapısal benzerlik de buradan kaynaklanmaktadır. Bilim adamları sadece bir moleküle bağlı kalmadılar, 2001 yılında ilk olarak insanın daha sonra şempanzenin (bir maymunun) daha sonra farenin (2002) DNA dizisini, yani yapıyı ve ruhsal durumu kontrol eden kalıtım dizisinin tümüyle çözdüler. Görüldü ki, tahmini olarak 70 milyon yıl önce ortak ataya sahip fareler ile gen benzerliğimiz %80, yaklaşık 6.5 milyon yıl önce ortak ataya sahip primatlarla (maymunlarla) gen benzerliğimiz %99.9 (binde dokuz yüz doksan dokuz); ırklar arasındaki gen benzerliği ise %99.99 (on binde dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz). Böyle bir benzerlik size neyi anlatır: Tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini ve zaman süreci içerisinde meydana gelen uyumlu mutasyonlarla farklılaştığını.
Önümüzdeki yıllarda birçok canlı türünün DNA şifresi çözülüp, benzerlikleri ve farklılıkları ortaya konunca, daha önce, morfolojik olarak yapılan filogenetik (aynı kökten gelen canlıların ağaç dalı gibi akrabalıklarının şekillendirilmesi) soyağacının doğruluğu da anlaşılmış olacaktır. Ama kuşkunuz olmasın, bu kesim, bu buluşların zaten, kutsal kitapların bir yerinde şifreli ya da şifresiz olarak yazıldığına; ancak bizim bu kitapları yeterince okumadığımız için daha önce farkına varamadığımızı savunacak, bu iddialarını kanıtlamak için, kutsal kitapta ne anlama çekersen o anlama gelen bir ifadeyi seçerek, bunun daha önce yazılı olduğunu ve bu bilginin "gâvurlar" tarafından çözüldüğünü ileri süreceklerdir.
Örneğin 1400 yıldır; Kur'an tefsirlerinde kıtaların sabit olduğu, ayetlere dayanarak dağların kıtaları sabitleştirmek için kazık gibi çakılmak için yaratıldığını savunulmuştur. 1912 yılında Wegener kıtaların sabit olmadığını, sürekli kaydığını ileri sürdükten sonra, tabii tefsircilerin bunu anlamaları 70 yıl sürmüştür, yakın zamanlarda alel acele kutsal kitaplarda hareketlilikle ilgili birkaç cümle bulunarak, "Kıtaların Kayma Kuramı"nın daha önce kutsal kitapta yazılı olduğunu yazmaya ve söylemeye başlamışlardır. Bunlar, inandığımız kutsal kitabı da, bulunduğumuz toplumu da, inandığımız dini de gülünç durumlara düşürmektedirler.
Dogmatik kesim, mutasyonların tümünün zararlı olduğunu savunarak, nükleer ışınlarla ya da mutajenik etkilerle ortaya çıkmış üye bozukluklarını taşıyan insanların fotoğraflarını yayınlayarak, "bakın mutasyonlar canlıları ne hale getirmektedir" gibi bir anlatımla bilime yatkın olmayan insanların düşüncelerini çelmektedirler. Hatta bu anormallikleri ve mutasyonları sanki Tanrı değil de evrimciler tasarlamış ya da oluşturmuş gibi bir anlatım içerisine girerler. İnsanı kutsal kitaplarda eşrefi mahlûk olarak gören bir Tanrının tasarımında bu anormalliklerinin neden yer aldığını açıklamazlar; çok sıkıştırılırlarsa, o Tanrının takdiridir diyerek kurtulurlar. Temel bilimcilerin, özellikle biyologların bu kalıtsal (Tanrısal) anomalileri düzeltmek için çırpındıklarını görmemezlikten gelirler. Onları çok defa Tanrının işine karıştıkları için ateist olarak da görürler.
Mutasyonların bir kısmının canlının bulunduğu o günkü koşullarda zararlı olduğu bilinmektedir; bunlar çoğunluk zaman içinde elenir; ancak yararlı olanların (o koşullarda üstünlük sağlayanların) ya da bazı nedenlerle seçilenlerin keza nötr olanların (o koşullarda ne yarar ne de zarar sağlamayanların) ise normal olarak gelecek kuşaklara kalıtıldığı bilinmektedir. Evrimin temel işleyişi de buna dayanmaktadır.
Ancak, anlama güçlüğü çekenlerin, özellikle mutasyonların her zaman zararlı olduğunu savunanların bile reddedemeyeceği bir kurgu yapmamız mümkün. Örneğin bir canlıda DNA dizilimindeki bir harfin yanlış olarak bulunması canlıya zarar sağlamış olsun, örneğin göz korneasını yarı donuk yapsın. Böyle bir canlı doğal seçilime ayıklanabilir de, koşullar uygun olursa üremeye devam da edebilir. Böyle bir canlıda, bir mutasyon meydana gelerek (çünkü her harfin mutasyona uğrayabileceği artık bilimsel olarak tartışmasız olarak bilinen bir husustur) bu yanlış harf eski (normal) durumuna dönebilir. O zaman mutasyon yarar sağlayacaktır. Nerede kaldı tümünün zararlı olması? Diğer mutasyonlar da bilinen yararın üstüne ek avantajlar sağlayabilir. İşte bunlara yararlı mutasyonlar diyoruz. Doğanın rastgele mutasyon meydana getirme şeklindeki işleyiş tarzı (çoğu bulunduğu canlıya yarar sağlamadığı için), ekonomik olmadığı için, bugün biyoteknolojik yöntemlerle hedefe yönelik mutasyon meydana getirerek birçok hastalığın tümüyle insan toplumundan kazınması ve birçok verimli canlı türünün ortaya çıkması sağlanmıştır. Bu dogmatik kesim, bu yaklaşımlarıyla bulundukları ülkedeki bilimsel düşünceyi de baltalayarak, hem yaşadıkları topluma hem de insanlığa ihanet etmektedirler.
Mutasyonların az bir kısmı yararlı olduğu için, organik evrim 4 milyar yıldan beri sürmektedir. Eğer Tanrı tasarımı olsaydı, 4 milyar yıl önce de gelişmiş canlıları görebilecektik. Hâlbuki rastgele mutasyonlar ve doğal seçilimle çok dolambaçlı bir yol izlendiği için, gelişmiş canlıların ortaya çıkması çok uzun zaman almıştır. Çünkü daha önce verdiğimiz olasılık hesaplarında, uygun moleküler dizilimin ortaya çıkma şansı düşük, bu olasılığı artırmak için, tohum hücrelerinin sayısı yükseltilmiştir. Bu nedenle bir alabalık bir milyon yumurta, bir kavkı mantarı saniyede 600 milyar spor meydana getirmektedir. Bu sayıdan bir ya da birkaçı daha uygun özellik taşımaya başlarsa doğal seçilimle egemen duruma geçer. İşte bir vücut boşluğunun (sölomun) ortaya çıkması bu nedenle bir milyar yıl, sıcakkanlılığın ortaya çıkması 3 milyar yıl almıştır. Birçoğumuzun ileri sürdüğü gibi, mükemmele de ulaşılamamıştır. Örneğin, hiç gereği olmadan, bir canlının yaşamının yarısı, bilinçsiz denebilecek uyku evresinde geçmektedir. Uyku, tam kapasite ile çalışılırken yeterli olmayan bir metabolizmanın eksiğini gidermek için evrimleşmiştir. Daha iyi bir sistem gelişebilirdi. Ancak rastgele mutasyon, doğal seçilim ile bu kadarı evrimleşebildi. Örneğin, insanları ve birçok canlıyı çok daha rahat ve başarılı bir yaşam tarzına ulaştırabilecek birçok yapı geliştirebilirdi: Örneğin parmağımızın ucunda bir kapakla açılıp kapanabilen bir göz geliştiğini düşünelim. Bu bize inanılmaz olanaklar sağlayacaktı. Bir motoru sökmeden sonda yapıyor gibi inceleyebilecektik, bir doktor bu parmağı ile vücuttaki tüm delikleri kontrol edebilecekti. Bir odaya girmeden, anahtar deliğinden içeriyi gözleyebilecektik. Eğer bu parmak gözün çevresine bir de soğuk ışık verme hücreleri yerleştirilseydi, sonu skopi ile biten tüm aletler milyonlarca yıl önceden kullanıma sokulmuş olacaktı. Görünürde bunun hiç de zararlı bir yanı olmayacaktı. Doğaüstü güç bu lüksü bizden neden esirgemiş olsun? Ne yazık ki hedefe yönelik mutasyonlar olmadığı, kombinasyonların tümünü birden sergileyecek bir üreme sistemi geliştirilemediği ve sadece kombinasyonların çok küçük bir kısmı üreme hücreleriyle sahneye çıkarılabildiği için, daha mükemmel sistemler geliştirilememiştir. Dört milyar yıldan çok sayıda birey ve çok sayıda üreme hücresinin meydana getirilmesi, daha mükemmel yapılara kavuşmak için şansın artırılmasını hedefleyen bir mekanizmadır. Mekanizma, doğaüstü tasarım olmadığı ve sadece doğanın sadece rastgeleliğine bırakıldığı için, hem canlılar ilkelden gelişmişe doğru yavaş yavaş evrimleşmişlerdir hem de birçok eksikliği bünyelerinde bulundurmaktadırlar. Geçmişte yok olan birçok canlı türü (bugünkü canlıların en az 25 katı) bu tasarım yetersizliğinin gazabına uğramıştır.
Sümerler bütün bunları anlayamazlardı, kutsal kitapların ortaya çıktığı dönemdeki toplumlar da bunu anlayamazlardı, hatta sık sık tenkit ettiğimiz Osmanlılar da bunu anlayamazlardı; çünkü evrimi açıklayacak biyolojik mekanizmaların hiç birini bilmiyorlardı. Bu nedenle doğru yorum yapamazlardı. Spermetogenezi (sperma oluşumunu), oogenezi (yumurta oluşumunu), hücre bölünmesini (mitoz ve mayozu), kromozomları, DNA’yı, hücrenin şeklinden başka içindeki hiçbir organeli bilmeyen Charles Darwin’in Evrim Kuramı’nı doğru olarak oturtması nedeniyle, dünyanın uygar ülkeleri Darwin’i her cümlede saygıyla anıyorlar. Darwin’in bu kadar bilinmeyenler içinde zaman zaman hata yapması ya da sunduklarını çok net açıklayamaması doğal görünmelidir. Doğal olmayan, bunca bilgi birikimine ve evrim mekanizması kullanılarak önemli atılımlar yapılmasına karşın, büyük bir kesimin (dünyadaki bir inanca mensup insanları yok etmeye bir çeşit yemin etmiş kesimlerin yardımı ile yapılan propagandalara uyarak) hala evrimleşmeyi görmemezlikten gelmesidir.
Hâlbuki Müslümanlık ve Musevilik aynı kökten gelen ve benzer öykülerle tarihini yazmış Hıristiyanlık, uzun yüzyıllar yaratılış mitolojisini tekrarladı durdu; aksini söyleyenleri de cezalandırdı. Evrim Kuram’ına Vatikan ve Hıristiyanlığın diğer mezhepleri hiçbir zaman sıcak bakmadı. Ancak, özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler ışığı altında, bilimsel verilere ve buluşlara daha fazla karşı çıkmanın kendilerini de çok zayıf düşüreceğini görerek, çok akıllıca bir manevra yaparak, kendilerince şimdilik ortak bir yol buldular. Vatikan yüzyıllarca ısrarla savunduğu söyleminden vazgeçtiğini, Evrim Kuramı’nın geçerli olduğunu kabul ettiğini, şöyle bir açıklama ile dünyaya duyurdu: Papa John Paul-II, The Quarter R.of Biology 72: 381-406’da bir yazı yayınlayarak, “evrim ile çatışma, uyuşmazlık yoktur” diyor. Teistik evrimi ortaya koyuyor. Yani Allah Doğal Yasaları ortaya koymuş; bundan böyle evrim kendiliğinden yürümüştür, yürümektedir.
2008 yılında bu sefer İngiliz Kilisesi, Darwin’in Evrim Kuramı’nın geçerli olduğunu ve 162 yıl sonra özür dilediklerini beyan ettiler.
Darısı bizimkilerinin anlamasına…
Düşünceleriniz ne ise, hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştirin. (Marcus Aurelius)
Evrimleşemeyen canlılar geçmişte nasıl yok oldularsa, evrimleşme mekanizmasını anlayamayan toplumlar da ya yok olacaklardır ya da bu mekanizmaları kullanarak atılım yapan toplumların kölesi olacaklardır. Genetik yapının doğal yapısıyla oynayarak çok daha verimli ve dirençli tarım ürünü çeşitleri geliştiren başta İsrail, Amerika ve Hollanda gibi ülkeler, dünya ülkelerinin geleceği olan tohum piyasasını çoktan kapmış görünmektedirler. Önümüzdeki yıllarda genetiğiyle oynanmış insanlarla karşınıza çıkarlarsa şaşırmayın; nasıl genetiği değiştirilmiş tohumlarla yarışamıyorsanız, genetiği değiştirilmiş bu insanlarla da başa çıkamayacaksınız. Size sadece onlara kölelik-uşaklık yapmak düşecektir; bundan da büyük bir kısmının çok rahatsız olacağını varsaymak yanlış olacaktır; çünkü onlar zaten binlerce yıldır taviz vermeden saplandıkları, değiştirilmesine şiddetle karşı çıktıkları inançlarının, geleneklerinin, ritüellerinin ve dünya görüşlerinin kölesi olmuşlardır.
Evrimleşme sadece gericilerin konuşmaya başlar başlamaz hemen ileri sürdükleri insan ile maymunun hangi zaman diliminde birbirinden ayrıldığını inceleyen bir bilim dalı olarak görüldüğü sürece bir adım atamazsınız. İlk olarak evrim kavramının felsefi açıdan ne anlama geldiğini kavramalısınız. Sizi sosyal olarak geliştirecek bu ikinci anlamın içeriğidir. O zaman evrimleşme felsefi açıdan ne anlama gelir? Geçmişteki canlıların tümünün yaptığı gibi “daha iyisini yapmalıyım, daha başarılı olmalıyım, daha yetenekli olmalıyım; bunun için de sürekli yeni özellikleri bünyeme katmalıyım; durağa değil, koşulları en iyi şekilde değerlendirecek ölçüde değişebilmeliyim”. Buradaki can alıcı saptama: Değişme gücünü (biyolojide buna varyasyonlar ya da çeşitlenmeler diyoruz) bünyesinde bulunduranlar başarılı bir şekilde geleceğe yürümüş; tek bir kitaba tek bir inanca tek bir akıma tek bir modele sıkı sıkıya bağlı olanlar yani değişme yeteneğinde olmayanlar zamanla tarih sahnesinden silindikleridir; en acısı da değişme yeteneğini yitirdiklerinin farkında olmamalarıdır. Hıristiyan dünyası bunun farkına vararak dinlerinde reforma gittiler ve kısmen de olsa değişebilir toplum yapısına dönüştüler. Ne yazık ki bugün gericiliğin pençesinde inim inim inleyen toplumlar yok oluşlarına doğru giden yolun taşlarını döşeyen bu durağanlıklarının farkında değillerdir ve en kötüsü de kendilerini yok edecek bu uyuşturucunun dozunu artırabilmek için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedirler. Bu ülkelerde dini hizmetlere ayrılan paranın gün geçtikçe artırılmasının başka bir –gerçekçi- açıklaması olabilir mi?
Bir defa şunu –kendinizi kandırmamak için- çoğumuzun zannettiği gibi dogmatiklerin –eğitim ya da doğru yol gösterildiğine- değişeceklerine ilişkin kanaatin hiç de doğru olmadığıdır. Belirli bir yaş dilimine kadar dogmayla eğitilen ya da büyütülen bir kişinin ileri yaşlarda hangi kanıtı gösterirseniz gösterin değişmeyeceğinin ve eski berbere yine de tıraş olacağının bilinmesi uygulanacak stratejinin başarısı açısından önemlidir. Siz zannediyor musunuz ki, Türkiye’de çocukluk çağlarında Kur’an kursları ile başlatılan ve cemaat okulları ve yurtları ile sürdürülen öğretim (ve negatif eğitim) rastgele bir stratejinin ürünüdür. Bu, büyük bir olasılıkla Türk toplumuna ve Müslüman Cemaatine yönelik en yıkıcı bir planın en önemli kısmıdır.
Üniversitedeki 43 yıllık gözlemim, ne yaparsanız yapın, dogmaya genç yaşta saplanmış bir insanın değişme gücünü yitirdiğini yönündedir. Her türlü girdiye ve değişmeye açık (tabii ülkesi ve insanlık için yararlı olmak kaydıyla) genç bir sürgünü dogma dediğimiz sinsi bir güve ile içten içe oymayla odun (işlenmemiş hali, eğitimsiz) ya da kereste (işlenmiş hali, eğitimli) haline dönüştürmüşseniz; o kerestenin ya da odunun bir daha filizlenme potansiyelinin kalmadığının bilinmesi gerekiyor. Son yarım yüz yıldır ülkemizde uygulanan sinsi politika ne yazık ki halkımızın önemli bir kısmını bu duruma getirmiştir. Her türlü ahlaksızlığın ve soygunun açık açık gerçekleştiği ve sergilendiği bir dönemin idarecilerinin ve siyasilerinin hala halkın “ısrarlı” desteğine sahip mantıklı bir açıklaması olabilir mi?
Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece, her zaman elde ettiğin şeyleri elde edeceksin (H. Jackson Brown)
Bir temel bilimci olarak bizim görevimiz, bir parçası olduğumuz bu toplumu gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelerden olabildiğince korumak, daralan dünya olanaklarından olabildiğince pay almayı sağlamaktır. Defalarca söylediğimiz gibi bilim, yaşayarak öğrenmenin adı değil, olayları önceden sezinleyip ya da hesap edip, gerekli önlemleri almanın adıdır.
Doğal kaynakların her türünde (su, enerji, doğal tarım alanları, orman, maden vd), üreme politikası ve tüketim ekonomisi nedeniyle gittikçe artan bir şekilde elde edilme zorluğu ortaya çıkmıştır. Bu küresel hesaplaşmanın ilk basamağıdır. Yanımıza yöremize askeri olarak birilerinin yerleşmesi, enerji ve su kaynaklarının başındaki ülkelerin başına gizli ve açıktan çorap örülmesi sizce neyin hazırlığı?
Evrim Kuramını anlayamayanlar, Kemalizm’i ve Atatürkçülük’ü de anlayamadılar. Çünkü Atatürk’ün yapmış olduğu devrimler, özünde, dogmatik bir toplum için, inanılmaz bir evrimleşmeydi; buna hazırlıklı (preadaptif = ön uyumlu) olmayanlar için benimsenecek cinsten değildi. Bu nedenle tarafsız batılı devlet ve siyaset bilimcileri, Atatürk için, “O” bin yılda ancak bir defa gelir diye tanımlar yapmışlardır. Ülkede bu kadar kısa süre içinde bu kadar yeniliği kaldıracak alt yapı yoktu; anlayacak kafa da yoktu... Bu nedenle Atatürk Devrimleri tepeden indirildi ve kim ne derse desin zorla yaşatılmaya çalışıldı; sayıları az da olsa evrensel görüşe sahip olanlar –çıkış yolunun bu olduğunu sezinleyerek- bu devrimlere dört elle sahip çıktılar; korkanlar kendilerini gizlediler. Dogmatiklerin bu sinmesi, biyolojide “Anabiyoz” olarak bilinen bir mekanizmadır. Bu tip canlılar hayatiyetini yitirmeden uzun süre bekler, fırsatını bulunca da hızla gelişir ve yapacağını yapar. 10 Kasım 1938 tarihine kadar anabiyoz halde sinmiş bu kesim, bu tarihten itibaren toprak altında rizomlarını geliştirdi. Dogmatikler-bölücüler için 1980 tarihi Milat oldu ve ilk defa yeryüzüne çıktılar; hızla geliştiler ve son yıllarda da meyvelerini vermeye başladılar. Cumhuriyet düşmanlarının evrim kavramına şiddetle karşı çıkmaları ve evrimsel düşünmeyi önlemek için her yolu denemeleri, özünde uygarlığa götürecek Atatürk devrimlerini de önleme çabasıdır. Mantıklı, neden sonuç ilişkilerini düşünce sisteminin ortasına yerleştiren her düşünce dogmatikler için tehlikelidir. Bu nedenle Kemalizm de tehlikelidir (Avrupa için de tehlikelidir; bu nedenle Kemalizm’den vazgeçmemiz için resmen baskı yapmaktadırlar).
Bir zamanların Kemalist ve Atatürkçü yazarları, birden bire niye dönek oldular derseniz; özünde onlar hiçbir zaman Kemalist olmadılar; sadece zehirli meyvelerini saçmak için beklediler; kendilerini gizlediler. Biyolojide ortama uyup, gizlenip, fırsatın bulunca da ısıranlara “Homokromatikler”; şirin ya da başka bir kisvede görünüp, kendini gizleyerek, fırsatını bulunca zehrini akıtanlara da “Mimikri” yapanlar denir. Bu mekanizmaları tanımak için uzağa gitmeye gerek yok; basını izleyin; her çeşidini orada göreceksiniz…
Belki aklınıza bir soru gelebilir. Pekâlâ, Atatürk İlke ve Devrimlerine “hep” bağlı olanlar niye başarılı olamadılar? Çünkü onların bir kısmı (iyi niyetli olanları) da bu ilkelere başka bir dogma ile bağlanmışlardı; evrimleşmeye kapılarını kapatmışlardı (aynen 1400 ya da 2000 yıl önce birileri ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışanlar gibi); bu ilkelerin ve devrimlerin üzerine tek bir tuğla koyamadılar. Onuncu yıl marşını söylediler (daha sonraki 75 yılda başka bir marş bile geliştiremediler), Atatürkçüyüz, Atatürkçü Kalacağız; Atam İzindeyiz sloganlarıyla yetindiler. Her okula her meydana bir heykel diktiler; ancak bu heykelin simgelediği insanın kafasında neler yattığını gelecek nesillere öğretmediler, öğretemediler; çünkü onlar da bu düşünceleri anlayacak yetenekte ve kapasitede olamadılar. Kendini değiştiremeyen ve geliştiremeyen canlılar gibi tarih sayfasından silinmeye başladılar. Doğanın tek tahammül edemediği şey durağanlıktır.
Diğer bir kısmı (daha büyük bir kesim olduğu söylenebilir) hem siyaset sahnesinde hem de devlet idare sisteminde, Atatürkçü ve Kemalist görünüp, özünde hiçbir özelliği olmayan, çıkarcı, yeteneksiz; Atatürk’ün mirasını yiyen kesimdir. Belki de gericiliğe ve bölücülüğe tarla olmasa da, sulayan ve besleyen kesim, bu kesim olmuştur.
Atatürk, tarihe geçecek onlarca-yüzlerce söz söylemiştir. Bunları duvarlarda, afişlerde, şurada burada –büyük bir olasılıkla ne demek istediğini tam anlamadan- sürekli görmekteyiz. Ancak bir tanesini burada açacağım ve kaçımızın bunu anladığını ve yerine getirdiğini soracağım. Atatürk diyor ki “benim karakterim bağımsızlıktır”. Burada bahsettiği tabii ki, kendi karakteri değil, kurduğu yeni düzeni oluşturan toplumun karakteridir. Türkiye Cumhuriyetini bağımsız hale getirmek için, Osmanlının borcunu ödedi; kapütilasyonlara anlaşmalarla son verdi; yabancıların sanayi ürünlerine bağımlı kalmamak için olabildiğince yeni fabrikalar kurmaya çalıştı –ilk olarak sanayinin gelişmesi için olmaz ise olmaz taşıma aracı olan demiryolları için büyük kaynaklar ayırdı; bunun için 10 yılda demir ağlarla ülkeyi ördük bir baştan öbür başa sloganını halkın beynine işledi (daha sonraki hainler demir yolları komünist sistem aracıdır diyerek Türk sanayisini sinsi sinsi baltaladılar); sanayinin mali olarak desteklenebilmesi için Sümerbank’ı kurdu (daha sonra malum kesim bu simgesel kurumu sattı); madenlerimizi arayabilmek için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünü (MTA) kurdu (bu gün Türkiye Mimar ve Mühendisler Odası’nın açıklamasına göre, 2007 tarihi itibariyle MTA göz ardı edilerek, 1500 yabancı firmaya 178.000 kilometre kare, yani neredeyse Türkiye’nin dört biri alanda maden arama ruhsatı verilmiş durumda; eğer işletilebilirlerse en az 49 yıl süreyle de bu alanları yabancılar kullanacaklar); madenleri işletebilmek için Etibank’ı kurdu (daha sonra malum kesim bu simgesel kurumu sattı); Türk milli silah sanayisini kurabilmek için Kırıkkale Silah Fabrikalarını kurdu; Türk sanayinin ve silah sanayisinin makinelerini üretebilmek ve geliştirebilmek için Makine Kimya’yı kurdu; Türk Uçak (ve keza silah) sanayini kurabilmek için Kayseri’de 1945’li yıllarda bile Avrupa’nın önde gelen Kayseri Uçak sanayisini kurdu (daha sonra ABD’nin de baskısıyla bu fabrikalar kapatıldı); Türk tarımına yön vermek için Ziraat Enstitüsünü kurdu ve Atatürk Orman Çiftliğini tesis etti; yabancıların sosyolojik yönlendirmesinden kurtulmak için başta Tarih, Dil, Arkeoloji, Antropoloji bölümlerini açtırdı; yabancı dil (Arapça, Farsça, Fransızca başta olmak üzere) hegemonyasından kurtulabilmek için dilde Türkçeleştirmeye (bizzat kendisi matematik terimlerinde katkıda bulunarak); kendi dilimizin özelliğine hiç uygun olmayan Arap harflerini ve alfabesinin yerine daha uygun olacak ve uygar dünya ile iletişimde kolaylıklar sağlayacak Latin harflerine geçildi (yazmada hızı artırabilmek için bizzat kendisinin de katkılarıyla Türk Klavyesi olarak bilinen F klavye geliştirildi ( daha sonraki yalaka kesimin tercihi ile bugün İngiliz Dilini yazmaya uygun Q klavyesi yaygınlaşmış olmasına karşın); kendine özgü ekonomik model geliştirmek için İzmir İktisat Toplantısını düzenledi; kendine özgü eğitim modeli geliştirmek için girişimlerde bulundu ve daha sonra kurulacak Köy Enstitüsünün zeminini hazırladı (neyse ki yıktığımızı görmedi); milli bankaları açtı (bunun için kendi parasından Türkiye İş Bankası’nın kurulması için –daha sonra rantını CHP yesin diye-katkıda bulundu); buna benzer onlarca yeni oluşumu Türkiye Cumhuriyeti’ne kazandırdı. Niye? Çünkü “benim karakterim bağımsızlıktır” demişti. Benim düşüncem ya da fikrim bağımsızlıktır demedi; çünkü düşünce ve fikirler yeni koşullarda ve bilgilerde değişebilir. Ancak karakterini değiştirenlere karaktersiz derler ve bu belki dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ülkemizde de böyle bir sözcük en ağır hakaret olarak kabul edilir.
Atatürk ve Kemalizm düşmanları yaşadığımız 2008 ekonomik krizinde dahi bu modelin doğruluğunu anlayamadılar. Hani Atatürk İzmir İktisat Kongresinde karma ekonomide ısrar etmişti ya…Bunu tutucu kesim hiçbir zaman benimsemedi; en gözde sayılan gazetecilerimiz, bilim adamlarımız, devlet adamlarımız, fırsat buldukça bu kararı eleştirdiler. Geldik 2008 yılına büyük bir ekonomik kriz tüm dünyayı sarsmaya başladı; tümüyle serbest ekonomik modelin kusurları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Serbest ekonomiyi yıllarca savunan dostlarımız, devlet kasalarını açarak, devletçiliğin en alasını yapmaya başladılar. Devlet denetimi olmadan bir ekonominin doğru işleyemeyeceği anlaşıldı; Atatürk’ün öngörüsünün doğruluğu da anlaşıldı; kim anladı? Tabii kronik anti-Kemalistler değil; aklı başında olanlar anladı. Batının dev faturası kime çıktı; sürekli Kemalizmi tenkit eden basın mensuplarının ve devlet adamlarının egemen olduğu bizim ya da bizim gibi üçüncü ülkelere…
10 Kasım 1938 yılına kadar da Türkiye Cumhuriyeti bu karakterini korudu; tüm dünyada çok saygın bir yere oturdu. Bu nedenle Atatürk’ün ölümüne neredeyse tüm dünya katıldı. 10 Kasım 1938’den sonra ne oldu? Uzun bir öyküsü var; ancak bu süreci burada anlatamayız; sadece geldiğimiz noktada bir fotoğraf çekip görüşlerinize sunalım.
Artık, maliyemi solumda oturan IMF, sağımda oturan Dünya bankası; istihbaratımı güya stratejik ortağım Amerika ve Mossad; silahlı kuvvetlerimin yazılımlarını, kotlarını, şifrelerini ve silahlarını Amerika (gerektiğinde ambargo uyguluyor); ticaret işlerimi Avrupa Gümrük Birliği yönlendiriyor; eğitim stratejime 1945 yılında yapılan anlaşma gereği Amerika müdahil olabiliyor; Türk tarımının geleceğine ve ürün çeşidine Avrupa karar veriyor; dış ilişkilerimin düzenlenmesi Amerika ve Avrupa vizesinden geçmek zorunda kalıyor; hukuk sistemim Avrupa İnsan Hakları mahkemesi tarafından denetleniyor; sürekli silahlı saldırıda bulunun teröristleri sınırlarımızdan bir adım ötede takip edebilmek ya da komşularımızla ticaret yapabilmek için, 10.000 kilometre uzaktaki bir ülkeden izin alıyor. Buna onlarcasını daha eklemek mümkün (yukarıda saydığımız girişimlerinden bugün kaçı ayakta; ayakta kalanların ise işlevi ne ölçüde, bir gözünüzün önünden geçirin). Nerede kaldı “benim karakterim bağımsızlık” sözcüğü? Yoksa karakter mi değiştirdik? O nedenle Türkiye Cumhuriyetini yıkmak isteyenler (iç ve dış) önce Atatürk’e, gerçek Kemalizm’e ve Atatürkçülük’e saldırmak zorundadır.
Sonuç olarak evrim mekanizmasını ve buna bağlı olarak Kemalizm’i anlayamadınız; bu nedenle de toplumsal gelişmenizi gerçekleştiremeyerek onun bunun uşağı olmadan kurtulamadınız. Bari son bir gayret göstererek, Darwin’in şu saptamasını anlamaya çalışın. Çocuklarınız için…
Gerçek mücadele, ortamda olanaklar kısıtlanmaya başlayınca ortaya çıkar (Charles Darwin)
Bu mücadele çok uzakta değil, çoğunuzun göreceği bir yakınlıkta. En kötüsü de bu mücadelenin en şiddetli cereyan edeceği bir coğrafyada bulunuyorsunuz. Bunu dogmayla atlatamazsınız; dünyada emperyalist cenaha karşı ilk ve en etkili mücadeleyi vermiş bir insanın düşüncelerini, Atatürk İlke ve Devrimlerini, çağın gerçeklerine göre yeniden yorumlayın derim… Belki de bu değerli insanı yitirdiğimiz 10 Kasım sizin için yeniden başınızı avuçlarınızın içine alıp düşünmeniz için bir fırsat, bir başlangıç olabilir…
Prof. Dr. Ali Demirsoy
10.11.2008