"1926 yılında Kafkaslar'dan koparak İstanbul'a geldiğimizde, tüneli bilmiyorduk. Babamla Karaköy'den Beyoğlu'na çıkan yokuşu gördük ve babam çıkamayacağımızı söyledi. Ona, Tünel'in olduğunu söyledim. Etrafa sorduk ve tarif ettiler. Tünel'in görüntüsü babamı olduğu kadar beni de şaşırtmıştı. Terk ettiğimiz Tiflis'te tanık olmadığımız bir görüntüydü bu. 60 para ödedik ve adını bilmediğimiz tahta bir taşıyıcıyla Beyoğlu'ndaydık."
O kadar dik bir yokuştan 60 parayla çıkmak Simon Eshakzade'nin ve babasının çok hoşuna gitmiş. Babasının 'bedava bedava' dediği günü unutamamış hâlâ.
Simon Eshakzade bugün 90 yaşında. 1934 yılında açtığı tuhafiyeci dükkânı İstanbul'un belki de en albenili yokuşlarından biri olan Yüksekkaldırım'da. Yukarı kısmı Galipdede Caddesi olarak geçen yokuş, eskilerin Cadde-i Kebir dedikleri İstiklal Caddesi'nin bitiminde başlıyor. Beyoğlu'nu Karaköy'e bağlayan bu yokuşun, dik ve işlek olması Fransız mühendis Eugene Henri Gavand'ın gözünden kaçmamış. Gavand, o yıllar bir finans merkezi olan Galata ile halkın eğlence mekânı Pera arasındaki bu dik yokuşta, yatay bir asansör kurulmasına yol açmış. 1875'te yapımı tamamlanan dünyanın en eski üçüncü metrosu olan bu yatay asansörle, Tünel ile Karaköy'e birkaç dakikada ulaşmanız mümkün. "Yok benim zamanım var, yokuştan ineceğim" derseniz, İstanbul'un ruhu sinmiş bu yokuşu inmekten pişman olmayacaksınız. Ama önce Simon Bey'in anlattıklarıyla yokuşun geçmişinde azıcık daha gezinelim.
"Bugün gördüğün bu boş hanlarda eskiden aileler oturuyordu. Ailelerin çoğu ekalliyetti ve bunlar arasında da Yahudiler hâkim zümreyi oluşturuyordu. 1955'li yıllardan sonra durum değişti. İsrail devletinin kurulması ve 6-7 Eylül olaylarıyla Yahudilerin çoğu terk etti buraları. Türkiye'de kalanlar da Şişli, Osmanbey, Kurtuluş'a yerleşti."
Kendisi de Gürcü Musevilerden olan Simon Bey, 12 yaşında geldiği İstanbul'u terk edemeyenlerden. Yaşlılıkla ayağında artan ağrılar yıllarca ibadetini yaptığı Neve Şalom Sinagogu'na gitmesini engellediği gibi yokuşta olup bitenlere de yabancılaştırmış.
"Yokuşun en eski sakini olmama rağmen, bugününü anlatamayacağım. Şapkacı Pepo'nun, domuz etinden salam sucuk yapan mezeci Çerkezo'nun, piyano ve daha nice müzik aleti satan Papa Corc'un yerinde kimler var gezin görün!" diyor.
Simon Bey ile vedalaşıp yokuşu inmeye başlıyoruz. Hemen solda Divan Edebiyatı Müzesi diğer adıyla Galata Mevlevihanesi bulunuyor. İstanbul'un bu en eski mevlevihanesi, 1491 yılında inşa ettirilmiş. Yalnız kütüphanesinde 3455 cilt kitap barınıyor. Hazır kitap demişken, Türkiye'de ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika'nın burada gömülü olduğunu da söyleyelim. Müze semahanesi, türbeleri, sebil ve muvakkithanesi, derviş hücreleri, haziresiyle görülmeye değer. Burada zaman zaman sema törenleri de yapılıyor. Eğer İstanbul'da bir sema töreni izlemek dileğindeyseniz yolunuzu Galata Mevlevihanesi'ne düşüreceksiniz.
Müzeden çıktık. Müzik aleti satan dükkânlar, albenili vitrinleriyle sağlı sollu dizilmişler. Eskiden piyano satışının yaygın olduğu dükkânlarda artık gitar, saz, ut gibi çalgıların hâkimiyeti var. Bunlardan vitrini "Jackson Bass'larda yüzde 25 indirim! Ücretsiz gitar ve bateri dersleri" ilanlarıyla dolu Lay Lay Lom müzik dükkânına dalıyoruz.Gitar fiyatları 100 dolardan başlıyor. Ancak iyi bir gitar için en az 280 dolara kıymanız gerekecek. Çünkü en çok satılan Alhambra markalı klasik gitarların fiyatı 280 dolarla 1000 dolar arasında değişiyor.
Yokuşu inmeye koyulduğumuzda bu kez müzenin tam karşısında Kıvılcım Müzik'in vitrininde, alıcısını bekleyen Erkin Koray'ın gitarına takılıyor gözlerimiz. Ünlü müzisyenin imzalı fotoğrafıyla vitrinde duran Ibanez marka elektro gitar, 1500 dolar ödeyecek müşterisini bekliyor. Dükkânda Türkiye'nin üretiminde iddialı olduğu ziller de satılıyor. El yapımı İstanbul markalı ziller 5060 dolardan başlıyor.
Her çeşit enstrümanın satıldığı dükkânlarda klasik Türk müziğinin vurmalı, nefesli, telli çalgıları da yerini alıyor. İstanbul Müzik Merkezi'nde Türk müziğinin hemen her aleti satılıyor. 25 yıllık dükkânda yok yok; saz,ut, zurna, mey, kemençe, kopuz, kanun, ney...
Müzik dükkânları bitmeyecek diye düşünürken yan yana duran iki pulcu dükkânıyla karşılaşıyoruz. Demek hala pul biriktirenler var. Biraz daha ilerleyin, işte ilerde yokuşun bir yerinde hakimiyetlerini kurmuş plaketçiler görünmeye başlıyor.
Sermet Muhtar Alus, "İstanbul Kazan, Ben Kepçe" adlı kitabında Yüksekkaldırım'ın yukarı kısmını şapkacılar diyarı olarak anlatır. Gözümüz, bu şapkacıları arıyor. Yokuş, sokağa şapkasız çıkmanın ayıp sayıldığı 1940'lı yıllarda yaptığı şapkalarla ünlenen Pepo'nun atölyesine de mekân olmuş. Şapka kullanımının zaman içinde azalmasıyla, dükkanlar birbiri ardı sıra kapanmış. Bugün bunlardan sadece biri, Şahkulu Camii Şerifi'nin hemen karşısında Modern Şapkacı adıyla varlığını sürdürüyor. Bu küçük dükkanda fötr, kasket, yazlık hasır şapkalarla, safari şapkaları satılıyor. Tabii isteyene özel dikim de yapılıyor. Sahibi Osman İbil 1954 yılında geldiği Yüksekkaldırım'da çırak olarak başlamış işe. Bir süre Pepo'nun çıraklığını da yapmış.
Gelin Yüksekkaldırım'ın ünlü şapkacısı Pepo'yu ondan dinleyelim:
"1937'de kurduğu atölyesiyle Türkiye'ye şapkacılığı yayan Pepo Muraben Musevi asıllıydı. Her şeyden önce sanatkar bir insandı. Dönemin moda olan şapkası fötr ve kaskette mükemmel kalıplarıyla Avrupa'ya bile ihracat yapıyordu. Ölümünden sonra birçok şapkacı Pepo'nun adını kullanarak satış yaptı. Ama gerçek Pepo öleli 25 sene oldu. Buna rağmen şapkaları hala anılıyor. Bugün bile bize Pepo'nun yeri burası mı, diye gelen birçok insan var". Osman Bey uzun seneler geçmesine karşın işini severek yapıyor. 'Beni bir ömür boyu doyurdu' dediği şapkacılığı satışlardan memnun olmasa da bırakmayı hiç düşünmemiş.
Osman Bey'e veda ediyoruz. Yokuşta daha avize dükkânları, reklamcılar, müzik enstrümanları için elektronik ses düzeni aleti satan yerler, kaplamacılar var. Duvarları ressam Habib Gerez'in yaptığı resimle süslü Yörük Çıkmazı'ndayız. "Buyurmaz mısınız ?" diyerek bizi dükkanına davet ediyor Berber Osman. Neve Şalom Sinagogu'nda Musevi cemaatin cenaze işleriyle uğraşan İsak Hason'u o sırada tıraş eden Osman Güvercin, bir yandan da eskilerden dem vuruyor. Eli tespihli kabadayıların bıyıklarını bükerek, yokuşta cirit attığı dönemlere uzanıyor.
"Sevgili kızım zaman çok çabuk geçiyor. Bu yokuştan gelip geçmiş Oflu Hasan'ı, Malatyalı Hüseyin'i, Karslı Kadir'i, Arap Yusuf'u kim tanır şimdi. Bunlar zamanında Galata'nın tanınmış kabadayılarıydı. Aşağıda genelevin kadınları bunlara bağlıydı. Bu kabadayılar çıkan olaylarda kendilerini gösterirlerdi. Ama hepsinin sonu hüsran oldu. Şimdi de kapkaç olayları en büyük sorun."
Bu kez çıkmazın biraz ötesindeki binanın tabelasında gözlerimiz. Tabelada "Teutonia Alman Kültür Merkezi Goethe Institut" yazılı. 1875 yılında Almanlar tarafından yaptırılan bina, kültür faaliyetleri için açılmış. Almanların sosyal faaliyetlerini yürüttükleri Teutonia Kulübü zaman zaman siyasi faaliyetlere de mekân olmuş. Örneğin İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Türkiye'ye gelen Alman Propaganda Nazırı Dr. Goebels burada bir konferans vermiş. İlginçtir ki o dönemde Goebels'in konuştuklarını tercüme edecek kimse bulunamamış. Hatta o zamanlarda büyük konserler, gelişmiş salonlar olmadığından bu binada düzenlenmiş.
Galipdede Caddesi 48'de bir galeri gözüküyor. Galeri X. Aynı binada İsa Çelik'in fotoğraf atölyesi var. 10 seneyi aşkın bir süredir İsa Çelik bu yokuşun sanatçısı. Kimler gelip geçmemiş ki yokuştan. Örneğin yokuşun açıldığı Serdar-ı Ekrem Sokağı'nda atölyesi olan Abidin Dino uzun yıllar çalışmalarını bu sokakta yürütmüş. Mîna Urgan, Halet Çambel, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday gibi kültür adamları da bu çevrede yaşamışlar. Tünel'deki Çocuk öyküsünde Yüksekkaldırım'ı inmekten hoşlandığını söyleyen Sait Faik'i ve "Dedikodu" şiiriyle Orhan Veli'yi de unutmayalım. Bakın bu şiirinde Orhan Veli nasıl sesleniyor
"...Kim görmüş, ama kim, / Eleni'yi öptüğümü, / Yüksekkaldırım'da, güpegündüz? / Melahat'i almışım da sonra / Alemdar'a gitmişim, öyle mi?/ onu sonra anlatırım, fakat / kimin bacağını sıkmışım tramvayda?/ güya bir de Galata'ya dadanmışız; / kafaları çekip çekip /orada alıyormuşuz soluğu; / geç bunları, anam babam, geç /..."
Yokuşa kaldığımız yerden devam edelim. Yarıladığımız yokuş, meydan gibi bir alanla genişleyerek iniyor. Solda Serdar-ı Ekrem Sokağı ve karşısında Şah Kapısı Sokağı. Şah Kapısı Sokağı'nda ilerleyin. Sıralı restoranların karşısında Tomtom, Bereketzade ve Müeyyetzade mahallelerinin tek katlı muhtarlık hizmet binasını göreceksiniz. Hizmet binasının arka tarafında da tüm görkemiyle Galata Kulesi karşınızda. Ceneviz yapımı kule 66 metre yüksekliğinde. İstanbul'un işgaliyle anahtarları 1453'te Fatih Sultan Mehmet'e teslim edilen kule bir süre Kasımpaşa Tersanesi'nde çalıştırılan esirler için kullanılmış. Daha sonra İstanbul'a hâkim duruşuyla yangınlar bu kuleden gözetlenir olmuş.
Kuleye yaptığımız ziyaretten sonra, iki yana dizili dükkânların görüntüsüyle yokuş boyu ilerliyoruz. Lüleci Hendek Caddesi'yle ayrılan köşedeyiz. Hani şu eskilerin dilinden düşmeyen merdivenlerin başladığı köşe. Şimdilerde düzayak yokuşun merdivenleri motorlu araçların geçmesi için 1956 yılında kaldırılmış. Merdivenlerin kaldırılmasının üzerinden çok geçmesine rağmen eski sakinlerin aklından hiç gitmiyor.
Yüksekkaldırım'daki inişimize devam ederken yokuşun bu kısmında gözümüze ilişen hamam tabelasının gösterdiği sokağa yöneliyoruz. Yokuşla sokak arasındaki hareketlilik görülmeye değer. Sokaktan yükselen müzik sesi kulaklarımızı tırmalıyor. Sabah akşam demeden günün her saati müzik sesinin yükseldiği bu sokak, genelevin bulunduğu Zürafa Sokak. II.Abdülhamid döneminde açılan bu genelevler o zamandan beri burada. Yüksekkaldırım adıyla özdeşleşen genelevler yokuşun değişmeyen tek yüzü belki de. Birkaç sokağa yayılan genelevin bütün çıkışları kapatılmış, giriş ve çıkışlar yokuşun üzerindeki Zürafa Sokak'tan yapılıyor. Kız olup da yokuşu inmeye kalkarsanız esnaf sizi uyarmakta gecikmeyecek. Kimsenin şikâyetçi olmadığı sokak, bayramlar hariç her zaman kalabalığını koruyor.
Artık yavaş yavaş yokuşun sonuna geliyoruz. 20. yüzyılda yapılmış Leh Eşkenazi Sinagogu burada yoğun olarak yaşamış Yahudileri hatırlatıyor bize. Tarihiyle canlı bu yokuşu, haydi çıkmak belki cazip değil ama inmek keyfini aman ha kaçırmayın.
|