Kırmızı çizgi böyle çizilir.
ATATÜRK'TEN BULGARİSTAN'A GÖZ DAĞI
Başvekil İsmet İnönü davet edildiği Rusya'dan Bulgaristan yolu ile dönüyordu..
Yine o ara Bulgaristan'la aramız iyi değildi..
Bulgar komitacıları Sofya'daki Türk sefaretini sarmış,
İsmet Paşa'ya suikast yapmak üzere dışarıya çıkmasını bekliyorlardı...
Bulgar hükümetinin dikkati çekildi..Bulgar hükümeti bililtizam (inadına,bile bile) umursamadı.
Bunun üzerine keyfiyet Ankara'ya bildirildi, ilgililer toplanıp, aralarında müzakere etti..
Bir çare araştırıldı...Tatminkar bir tedbir bulunamadı...Atatürk'e danışmaya karar
verdiler...Atatürk sordu; "Siz ne düşünüyorsunuz?"
" Bulgaristan'ı iktisaden tazyik edeceğiz..Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz"
Atatürk güldü ve "Telefonu verin bana" dedi..
Donanmaya emir verdi.. Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit'den Varna'ya gitti..Yüzbir pare top attı..Evlerin camları kırıldı..herkes yataklarından heyacanla fırladı..Bulgar hükümeti telaşlandı..
Amiral Türkiye Başvekili İsmet Paşa'yı almaya geldiğini söyledi...
Bulgar Hükümeti İsmet Paşa'yı Sofya'dan Varna'ya zırhlı trenle, ihtimam ve muhafaza altında getirdi..
Bando ile merasim yaparak Yavuz'a uğurladı..Amiral, kırılan camları ödeyip, Başvekili Türkiye'ye getirdi..
Kaynak (Avni Altıner/ Her yönüyle Atatürk)
************
SEFİRE YOLU GÖSTERİN!
Fransada çok meşhur bir sözlük vardır, Larousse. Burda bir kelime var, "décapiter".
Bu kelime 1931 yılındaki sözlükte boynunu vurmak diye ifade ediliyor. Kelimenin bir başka anlamı daha var. Kazığa oturtmak, yani sivri bir kazık hazırlamak ve insanları kazığın bir ucu ağzından çıkacak şekilde üzerine oturtmak. Vahşi bir uygulama.
Burada kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek veriliyor: "Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar."
Atatürk bunu öğrenince Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor. Elçi diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor Atatürk tarafından davet edildiği için. Köşke geliyor, yemekler yeniyor. Atatürk tabii bir şekilde elçiye bu kelimenin anlamını soruyor. O da bildiği anlamı söylüyor. Atatürk : "Kelimenin başka bir anlamı var mı?" diye sorunca büyükelçi: "Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir" diyor. Atatürk daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde Larouse' u getirtip büyükelçinin önüne koyduruyor. Elçi daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya başlıyor.
Ancak kelimenin karşısında kazığa oturtmak konusunda verilen örnek cümleye gelince ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra yutkunarak Atatürk' ün yüzüne bakıyor. Atatürk diyor ki: "Demek ki biz Türkler bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi, öyle mi sayın sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız , bu doğru mu? Sefir hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor ki: "Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi'nin matbaa- sında basılmış, bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye karışamayız."
Atatürk: "Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere karışamıyor- sunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum" diyor.
Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve: "Ekselans, protesto ederiz " diyor.
Bunun üzerine Atatürk: "Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz? "diyor ve ilgililere dönerek: "Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda onu kovuyor.
Sonra ne mi oluyor? Tabi Fransız hükümeti laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.
Namık Kemal Zeybek
Atatürk'e yolculuk - Kanal B Televizyonu
Bu güzel öykü:
- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,
- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler verdiğimizde harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine giden,
- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası olarak gösteren haritalar asanlarla hala resmi temaslarda bulunan değerli yöneticilerimize ve
- 85 yılda nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz vatandaşlarımıza ithaf olunur.
**********
ATATÜRK'Ü TUTUKLAMAYA GELEN İNGİLİZ
KOMUTAN!..
Yıl 1941. Artık emekli olmuş İngiliz İşgal Tabur
Komutanı Mr. Salter, uçuş eğitimi için İngiltere'de bulunan Türk
pilotu Kemal İntepe'ye anlatıyor:
1919 yılında Piyade Binbaşı olarak Samsun'daki
İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü
İstanbul'daki komutanlığımdan "Mustafa Kemal adında bir Türk
Paşası'nın, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan görevli olarak ayrıldığını,
vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, şayet Samsun'a gelece olursa
tutuklanmasını " bildiren şifreli bir telsiz telgrafı aldım.
KARA KALPAKLI, SERT BAKIŞLI KİŞİLER..
İngiliz işgal komutanı Samsun'a indiğinde kaynayan kalabalıklar görür.
Siyah çizmeli, külot pantolonlu, kara kalpaklı,
sert bakışlı kişilerin çokluğu dikkatini çeker. Dört gün önce İzmir
işgal edilmiş, durum kritiktir.
"..Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum. 19 Mayıs sabahı
erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti.
Bir olay çıkmaması için taburumla iskele ve civarını kordon altına aldım.."
Bu arada, her İngiliz askerinin arkasına siyah çizmeli ve kara
kalpaklı kişiler -muhtemelen tebdili kıyafet etmiş Türk zabitleri-
usulca sokulmuştur. Kentin ileri gelenleri ve halk sandallarla vapura
doğru akın etmeye başlar.
"..Görevimi iskelede yapamayacağımı anladım.
Yardımcıma gerekli talimatları verdikten sonra motoruma atlayıp vapura
doğru hareket ettim. Vapura ilk varan ben oldum. İki silahlı erimi
motorda bırakıp Rum tercümanımla birlikte vapurun merdivenlerine
tırmandım. Beni selamlayan iki tayfaya, gemideki yolcu generali
görmek istediğimi bildirdim. Bir tanesi bizi salon kapısına kadar
götürdü. Tam zamanı diye düşündüm."
"BEN VE TABURUM EMRİNİZDEDİR!.. "
İşgal komutanı kararlı adımlarla salona doğru
ilerler, kapı yarı açık, herkes ayaktadır:
"..Kapıda durdum. Herkes ayaktaydı. Ortadaki
sarışın mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze geldim. Bir anda ne
söyleyeceğimi şaşırdım.
Sert bir asker selamı verdikten sonra farkında olmadan ağzımdan şu
sözler döküldü:
Ben ve taburum emrinizdedir! ..
Evet, bunu nasıl söylemiştim!.. Daha önce böyle
bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı,
dönüp bakınca toparlandı ve sözlerimi Türkçe olarak iletti. Mustafa Kemal
Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi."
"BAŞKA TÜRLÜ HAREKET ETSEYDİM..."
İngiliz işgal komutanı yıllar sonra ülkesine döndüğünde divanı harbe verilir.
Savunmasının sonunda şunları söyler:
"..Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay Başbakanımızın
(L. George) bahsettiği 20. asrın dahisi ile hem de hiç beklemediği bir
anda karşı karşıya, göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? .. Hiçbir şey!..
Başka türlü hareket etseydim eğer, bugün benimkiyle beraber bütün
taburun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Şimdi eceli ile ölmüş üç
erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş ve ailelerimize
kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir! .."
İngiliz işgal komutanının Mustafa Kemal'le karşılaşmasından sonra
başına gelenler yukarıdaki satırlar kadar ilginç.
Tarihe önemli bir belge bırakmak, günlük gelgeçlerden daha önemli
değil mi?..
Yazar Hulki Cevizoğlu
17 Şubat 2009 Salı
ATA’DAN BİR ANI…
(Refi Cevat Mütareke Basınının önde gelenlerindendir.Kurtuluş savaşı boyunca Milli Mücadeleyi baltalayan yazılar yazmış,sonunda 150 liklerle beraber sürgüne yollanmıştır.D.K.)
4 Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (ULUNAY)
M. Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat bu görüşmeyi şöyle aktarır. :
“Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:
- Biraz daha oturunuz lütfen.
Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda
- Soracağınız sorular bitti mi?
- Bitti Paşam.
- Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline nasıl kavuşturulur? Diye bir soru sormanızı beklerdim.
- Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım.
- Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla.
- Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri.
- Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bu gün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.
“Heyecanlanmıştım. I. Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak halleri yoktu.
- Nasıl olur Paşam! Diye yerimden fırladım. Paşa sakindi :
- Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de içyüzleri var.
-Nasıl Paşam.
-Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir milli direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.
- Paşam, milli direniş, Güzel. Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.
-Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.
Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:
Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar:
Bu deli değil, zır deliymiş.
O günlerde, o şartlar içinde İstiklal Mücadelesine atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen TEK ADAM oydu; TEK ADAM.
Sadi BORAK “ATATÜRK’ün İstanbul’daki Hayatı
DEVRİMLER HUTBESİ
"Yıl 1932. Çankaya. Atatürk'ün sofrası. Ruşen Eşref, Salih Bey, Falih Rıfkı Atay, Recep Zühtü ve birkaç bilim adamı. Gecenin ilerlemiş saatlerinde Mustafa Kemal döner ve Salih Bozok'a sorar:
- Yarın günlerden ne?
- Cuma efendim.
- Peki Hacı Bayram Camii'nde cuma vaazını kim verecek?
- Bilmiyorum efendim.
- Çocuk, git yarın vaaz verecek hocayı al gel. Bu gece soframıza misafir olsun.
Mevsim kıştır. Salih Bey kısa bir zaman sonra hocaefendiyle Çankaya'nın kapısından girer ve Paşa'nın "bilim sofrasına" misafir olur.
Paşa kendisine portakal suyu ikram eder ve sohbet eder. Bir ara sorar:
- Hocaefendi yarın cuma hutbesi vereceksiniz, halka ne anlatacaksınız?
- Günahtan sevaptan bahsedeceğim.
- Başka ne anlatacaksınız?
- Allahtan, peygamberden bahsedeceğim.
- Güzel, daha ne anlatacaksınız?
- Cennetten cehennemden bahsedeceğim.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
- Hocaefendi, binlerce şehidin kanıyla sulanan bu topraklar üzerinde hürriyet ve bağımsızlığımıza hangi imkansızlıklar içinde kavuştuğumuzu, devrimleri, okkanın gidip kilonun, arşının gidip metrenin geldiğini, zeki ve çalışkan Türk ulusumuza siz anlatmayacaksınız da kim anlatacak?
Hocaefendi mahçuptur. Paşa, Salih ve Ruşen Bey'e döner.
- `Hocaefendi bu gece bizim misafirimiz olsun. Kendisini devrimlerimiz hakkında irşad edin. Yarın Hacı Bayram Camii'nde devrimlerimiz hakkında hutbe verecek' der.
Hocaefendiye bir de yeni kıyafet dikilir."
O cuma devrimler konusunda Ankaralıları aydınlatan hocaefendinin o günkü fotoğrafı da bugün Eriş Ülger'in arşivinde yerini almış.
Ülger, İslam dinine en büyük hizmeti Atatürk'ün verdiğine inanıyor ve "600 sene padişahın, 300 senede halifenin kulu olan toplum, Allah'ın kulu yapılıyor. Bundan daha büyük hizmet olur mu?" diyor.
Atatürk'ten Muhteşem Bir Ders !!!
Konu azınlıklar .
İnönü bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor .
Atatürk'ün huzuruna çıkıyor ..
Atatürk ile İnönü arasında geçen bu muhteşem anekdotu mutlaka okuyun deriz !
Bugünlerde " Kürt Açılımı " kampanyası ile Türkiye yine bir " azınlık " sendromu yaşamaya başladı .
İşte böyle bir dönemde Atatürk ile İnönü arasında yaşanan bir olay ders niteliğinde ..
Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret etmiş :
ATATÜRK - Hayırdır İsmet ... Habersiz geldin ..
İsmet İnönü - Paşam , azınlıklar meselesi ... Konuyu Meclis'e getireceğiz ... Ne diyorsunuz ?
ATATÜRK - İsmet bugün geç oldu ... Yarın sabah erkenden gel , konuşalım .
İnönü çıkınca Atatürk " bütün görevlileri " toplamış :
ATATÜRK - Sadece lâleler kalsın ... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün , atın ... Derhal .
İsmet İnönü sabah gelmiş , bahçenin " halini " görmüş ve " görevlilere " sormuş :
İsmet İnönü - Ne oldu böyle ?
Görevliler - Gazi Paşa Hazretleri emrettiler , biz de söktük ....
Başbakan İnönü , Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş :
İsmet İnönü - Paşam , bahçenin durumu nedir ?
ATATÜRK - Azınlıkları söküp attım İsmet .
İnönü - " Anladım " dercesine başını öne eğmiş :
ATATÜRK - İsmet , ben " Ne Mutlu Türküm Diyene " sözünü boş yere söylemedim ..
Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı ...
Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin ...
Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın ...
YENMEYEN TAVUK !..
Batı Cephesi Kurmay Başkan Albay Asım Bey'in (Org.GÜNDÜZ) hatıratından;
"... O gün (10 Eylül 1921), Dua Tepe'de düşmanın iniltisini sevinç gözyaşları ile kutluyorduk...
Mürettep Kolordumuzun Kurmay Başkanı Hayrullah Bey (Tümg. FİŞEK), bir akşam yemeği hazırlamıştı. Ortada cılız tavuk ile dört beş dilim siyah ekmekten başka birşey yoktu...
Dünden beri ağzımıza en ufak bir lokma girmemişti.
Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Ben, Kazım Bey (Org.ÖZALP) sofraya bağdaş kurduk. Hayrullah Bey (FİŞEK), Tevfik Bey (BIYIKOĞLU), Salih Bey (BOZOK) biraz uzaktaydılar.
ATATÜRK, Kolordu Komutanı Kazım Bey'e dönerek:
-"Erlere, yiyecek ne verebildiniz?" dedi.
Kazım Bey şaşırdı, durakladı, Kurmay Başkanı'na dönerek;
-"Hayrullah Bey, erlere ne verebildik?'' diye sordu.
-"Efendim, dün sabah tedarik ettiğimiz buğdayı, kavurup yedirmek için birliklere dağıtmıştık."
Mustafa Kemal Paşa biraz durakladıktan sonra ayağa kalktı ve tavuğa el sürmeden çadırına doğru uzaklaştı... Biz de dağıldık.
O akşam hepimiz aç yattık!"
Askerleri yiyemiyor diye o cılız tavuk bile boğazından geçmemişti Atamızın...
Sorarım size; Devletimizin başındakiler, milleti yoksulluktan, açlıktan kırılırken neler götürüyorlar?!.. Bir de utanmadan Atatürk'e dil uzatıyorlar!
ATATÜRK HAKKINDA BİLMEDİĞİMİZ 16 ÖYKÜ
1. ''Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının
faziletine mi?''
Muallimler
Ankara'da bir toplantı yapmışlar, bu içtimaya iki-üç muallim hanım da iştirak
ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.
Muallim hanımların
içtimaya gitmelerini hoş görmeyen meclisin sarıklıları Gazi'ye şikayete
giderler. Gazi kızarak:
''Kimmiş
muallimler cemiyet reisi? Çağırın onu!'' der. Mazhar Müfit birkaç dakika sonra
içeri girince gürleyen bir sesle ona çıkışır:
''Siz Muallimler
içtimada ne yapmışsınız ? Ne ayıp şey bu?'' Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu
hareket mi beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir beşaretle gülmektedir.
Sarıklılar neşe içinde iken, Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam eder:
''Olur şey
değil,olur şey değil! Mazhar müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış
bir halde cevap vermeye çalışır:
''Efendim
vallahi...''
''Bırak bırak
ben hepsini biliyorum; içtimaya muallime hanımları da çağırdınız. Fakat onları
niye ayrı sıralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk
hanımlarının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim,
anladınız mı ?''
2. ''Oradan Böyle Geçilir''
Salih Bozok anlatıyor:
İngilizler Çanakkale'de
Anafartalar Grubu'nu mağlup edip de cepheyi sökemeyince, yeni bir harekete
giriştiler ve bu cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak
için Kireç Tepe'yi tutmak lazımdı. Halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş
gemileri tarafından makaslama ateş altına tutuluyordu. Her an gülleler korkunç
patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor, ölüm saçıyordu. Bir insanın değil, bir
kurdun bile geçmesine imkan görülmüyordu. Kireç Tepe'yi tutmak emrini alan Türk
subay ve askeri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Fakat düşmanın
ateşi bir an bile kesilmiyordu. Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere
koştu,askerin arasına karıştı ve sordu:
''Niçin geçmiyorsunuz ? ''
İçlerinden biri cevap verdi:
''Düşman ölüm saçıyor, geçilmez
!'' Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden:
''Oradan böyle geçilir!'' dedi ve
ileri fırladı. Mehmetçik artık durur mu? O da kumandanının arkasından ileri
atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar,
tepeyi tuttular.
3. ''Yurdumun Toprağı Temizdir''
Kral Edward İstanbul'a geldiği
zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı'na yanaşır. Atatürk de
rıhtımda onu beklemektedir. Deniz dalgalı olduğundan, kralın bindiği motor,
sürekli inip çıkmaktadır. İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada, eli
yere değerek tozlanır.
O sırada Atatürk elini uzatmış
bulunduğundan, kral da ona elini uzatmadan önce mendiline silmek ister. Ama
Atatürk hemen devreye girer ve:
''Yurdumun toprağı temizdir, o
elinizi kirletmez.'' diyerek kralı elinden tutup rıhtıma çıkarır.
4. ''Sen hayatında böyle bir
ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !''
Bahçe mimarı Mevlüt Baysal
anlatıyor:
Atatürk'ün Çankaya Köşkü'ndeki
bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok
ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın
bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz
etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım:
''Emrederseniz derhal keselim
Paşam.'' Bir an yüzüme baktı, sonra:
''Sen hayatında böyle bir ağaç
yetiştirdin mi ki keseceksin
5. ''Sakarya'nın değerini
küçültmüş olursunuz dostum.''
Sakarya Zaferi'nin üzerinden
yıllar geçmiştir. Dönemin ünlü ve bir o kadar yetenekli ressamlarından biri,
Mustafa Kemal'e Sakarya Savaşı'nı gösteren bir tablo hediye eder. Savaşın tüm
heybet ve azametiyle işlenmeye çalışıldığı bu tabloda Ata, ön planda yağız bir
savaş hayvanına binmiş olarak tasvir edilmiştir. Ressam, bu kompozisyon
karşısında tebrik beklerken, Mustafa Kemal'in:
''Bu tabloyu kimseye
göstermeyin.'' demesi üzerine şaşırıp kalır. Herkes ne söyleyeceğini bilemez
halde birbirlerine bakarken Mustafa Kemal şu açıklamayı yapar:
''Savaşa katılmış olan herkes
bilir ki, hayvanlarımız bir deri bir kemikten ibaretti; bizim de onlardan arta
kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da
böyle güçlü kuvvetli göstermekle, Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz
dostum.''
6. Sakarya Savaşı'ndan Dönüş
Sakarya Meydan Savaşı Türk
Orduları'nın zaferi ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönmektedir. Yirmi gün
geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar,
düşmanı yenen ordunun başkomutanına törenli bir karşılama düzenlemişlerdir.
Ankara garından başlayarak şehre doğru yolun iki yakasında sıra ile dizilen
hükumet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, gazi geçtikçe
alkış tutup arkasına katılarak büyük bir alay halinde ilerlemektedirler.
Meclis binasının önüne
gelindiğinde Gazi alayın başında bulunanların yukarıya doğru yol almakta
olduğunu fark etmişti.Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: ''cemaat'' halinde Hacı
Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun ''yüksek maneviyatının yardımıyla''
kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek, sonra Meclis'e dönülerek
nutuklar okunacaktır. Gazi:
''Öyle şey olmaz, yurt toprağını
karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben
evliyalara kaptırmam! '' deyip doğruca meclis binasına sapar. Atatürk yıllar
sonra bu olayı anlatırken sözüne şunları da eklemiştir:
''Kimileri benim bu davranışıma
kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama
ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların
''maneviyatı'' olmayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.''
7. ''Laiklik, Adam Olmaktır.''
Kılıç Ali anlatıyor:
İlk mecliste bir gün laiklik
konusu oluyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa o gün meclise başkanlık
ediyordu.Meclisin tanınmış din alimlerinden bir vatandaş kürsüye geldi. Alaycı
bir tavırla:
''Arkadaşlar bir laikliktir
gidiyor. Afedersiniz ben bu lağikliğin manasını anlamıyorum, nedir bu laiklik ?
'' diye söze başlarken riyaset makamında bulunan Mustafa Kemal Paşa
dayanamamış, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:
''Adam olmaktır Hocam, adam
olmak! '' diyerek Hoca efendinin sualini cevaplandırmıştır.
8. Amerikalı Kadın Gazeteci
Niyazi Ahmet Banoğlu anlatıyor:
Bir Amerikalı kadın gazeteci,
Atatürk'e:
''İşlerinizde nasıl başarılı
oluyorsunuz ? '' diye sormuş ve şu cevabı almıştı:
''Ben bir işte nasıl başarılı
olacağımı düşünmem. O işe neler engel olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım
mı, iş zaten kendi kendine yürür.''
9. ''Büyük Geçmiş Olsun''
Atatürk, yurdumuzu ziyaret
etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda
konuşurken, konuk Kral şöyle der:
''Ekselans. Biz Türkleri çok
severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Cihan harbinin sonunda Lloyd George Batı
Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize teklif etmişti. Fakat biz
Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini kabul edip
Anadolu seferine çıkmadık.''
Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu
cevabı verir:
''Haşmetmap, evvela bize karşı
olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra büyük geçmiş olsun! ''
10. Herkes İçin Lüzumlu Bir
İhtar
Muzaffer Kılıç anlatıyor:
Erzurum'dan kongre için Sivas'a
geldiğimizde, Mustafa Kemal'in karargahı olarak, Sivas lisesini
hazırlamışlardı. Paşa, kendisine hazırlanan odaları dolaşırken, yatak odasında,
karyolanın arkasında bulunan sarı satırlı atlas yastık gözüne ilişti. Yastığın
üzerinde, koyu renk bir ibrişimle işlenmiş şu beyit vardı:
Cihanın cahına mağrur olup
incitme insanı. ( Dünyanın şaşasıyla gururlanıp incitme insanıları)
Süleman-ı zaman olsan bırakırsın
bu eyvanı (Zamanın Süleymanı da olsan bırakırsın bu dünyayı)
Atatürk, yazıyı okuduktan sonra
durdu. Mazhar Müfit Bey'i çağırttı. Beyti ona okuttu. Mazhar Müfit:
''Paşa'm, bu sizin için yazılmış
değil.'' deyince, Atatürk:
''Bu uyarı hepimiz için ve her
şey için bir prensip olmalıdır.'' cevabını verdi.
11. Övülmeyi Sevmezdi
Atatürk ne kadar bir asker,
komutan, yönetici olsa da; duyguları, sevinçleri, sinir ve neşesi bizden
biriydi. Ulusuyla bütünleşme yöneliminin en tipik göstergelerinden biri de şu
kısa öyküde belirlenir:
Cumhuriyetin on ikinci yıl dönümü
için bir sıra dövizler hazırlanmıştır.
Bunlar içinde şöyleleri vardır:
''Atatürk bizim en büyüğümüzdür.'',
'' Atatürk bu milletin en yücesidir.'' ''Türk Milleti asırlardır bağrından bir
Mustafa Kemal çıkardı.'' 'Atatürk listeyi dikkatle gözden geçirir. Bunlar ve
bunlara benzeyenleri çizerek, hepsinin yerine kendini en iyi ifade eden şu
satırları yazar:
''Atatürk bizden biridir.''
12. ''Genelgeyle Devrim Olmaz''
Ahmet Hidayet Reel anlatıyor:
1924 yılının ilkbaharıydı.
Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören
halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinde ihtiyar bir
köylüye yaklaştı:
''Depremde çok zarar gördün mü,
baba ?'' diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce tekrar sordu:
''Hükümet sana kaç lira verse,
zararını karşılayabilirsin ?'' İhtiyar, Kürt şivesiyle:
''Valle Padişah bilir!'' dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
''Baba, Padişah yok;onları siz
kaldırmadınız mı ? Söyle bakalım zararın ne ? '' intiyar tekrar etti:
''Padişah bilir!...'' Bu cevap
karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü:
''Siz daha devrimi
yaymamışsınız.''dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir
ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:
''Köylere genelge yolladık
Paşam.'' dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
''Oğlum''dedi,''Genelgeyle devrim
olmaz!...''
13. ''Merhaba Asker''
Ziya Kılıç anlatıyor:
Yıl 1909... Beşinci kolordu
kurmay başkanlığına katılan Yüzbaşı Mustafa Kemal, Selanik'teydi. 38. Merkez
Alayı Kumandanı Albay Saadettin Bey tedavi için İstanbul'a gitmek üzere izin
aldı.
Saadettin Bey'in, yerine kimi
bırakacağını herkes merak ediyordu.Sonradan Saadettin Bey'i Kolağası Mustafa
Kemal'in temsil edeceğini öğrendik.Şaşırdık. Çünkü Mustafa Kemal henüz kıdemli
bir yüzbaşıydı,kendinden daha üst rütbede olanlar vardı.
Büyük rütbeli subayların
şaşkınlıkları çabuk geçti. Mustafa Kemal, bütün subaylara kendini sevdirmişti.
Kenti gezerken, halka karşı davrabışlarına tanık olanlar, kendisine hayranlık
duyuyorlardı.Şimdi, onun böyle görevde ne yapacağı merak ediyorduk.
Alayın Mustafa Kemal tarafından
teslim alındığı günü, belki de tarihimizde önemli bir dönüm noktası olarak
kabul etmemiz doğru olur.
Ogün Mustafa Kemal alayı
selamlamaya beyaz bir atın üzerinde gelmişti. Bütün gözler ondaydı. Alay'ın
önüne gelince selam durumuna geçti, sonra hızla atından yere atladı. Yürüyerek
askeri selamlayacaktı.
''Selamün aleyküm asker! ''
demesini bekliyorduk. Ama hiç beklemediğimiz bir şey oldu; Mustafa Kemal:
''Merhaba asker!'' dedi.
Bu, ilk kez karşılaşılan bir
durumdu. Askerler nasıl yanıt vereceklerini bilmiyordu. Birkaç saniyelik
sessizliği İstanbullu askerler bozdular:
''Merhaba Bey'im...''
Ordu ilk kez bir kumandanından,
''Merhaba Asker'' selamını almıştı.
14. Japon Veliahtının Türkiye'yi
Ziyareti
Japon Veliahtı Türkiye'yi
ziyarete gelmiştir. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasında yenilir, içilir.
Atatürk, bir aralık Japon tarihinden söz açar ve bir meydan muharebesini
anlatır.
Japon veliahtı hayret etmiştir.
Atatürk, tarihten mitolojiye geçer ve yine Japon mitolojisinden konuşmaya devam
eder. Veliaht'ın ağzı açık kalır.Söz nihayet edebiyata intikal eder, Atatürk:
''Japon Şiiri'nin dünya
edebiyatında çok büyük etkileri vardır...'' diyerek meşhur Japon şairlerinden
mısralar okur. Veliaht;
''Bunları nereden biliyorsunuz?''
diye soramaz. Fakat Atatürk'ün bilgi ve hafızasına hayran kalmıştır. Ama
Atatürk hep böyledir. Her şeyi planlı yapar ve uygular. O, bütün bunları,
veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmiştir.
15. ''Gazi'yi Tanır mısın
Baba?''
Salih Bozok anlatıyor:
Bir gün Çankaya civarında bir
köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulübede, ihtiyar bir köylü ile karısı
oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı
söyledi. Ben bu emre itaat için ak sakallı köylüye ilk aklıma gelen suali
sordum:
''Gazi'yi tanır mısın baba?''
İhtiyar beni, saçma sapan bir sual sormuşum gibi alaycı bir şekilde süzdü:
''Gazi'yi tanımayan mı var?''
dedi ve ilave etti: ''Ben görmedim ama her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde
cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nurlu
yüzü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!''
Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün
sakalsız ve genç yüzüne baktım.O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı
emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:
''Varsın, o da öyle bilsin.
Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin
sakallıyı öldürüp sevgisini kaybetmekte ne mana var? ''
16. Ölümünden Sonra...
Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul
Üniversitesi'nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör
var, Hukuk Fakültesi'inde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi,
bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir.
Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:
''Efendim, mütereddidim. Acaba ne
yapsam ? ''
''Sizde büyük bir adam ölünce ne
yaparlarsa, onu yapın.'' İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana
sarkıtarak:
''Bizde bu kadar büyük bir adam
ölmedi ki....''der.
*MSN.COM.TR’ den alıntıdır