ATATÜRK’E AİT ÖYKÜLER
ATATÜRK’ÜN SÖYLEDİĞİ İŞTE BU DEDİRTECEK SÖZ…
Cumhuriyet'in ilanından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir.Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ateşeleri de davet edilir.
Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat ingiliz ateşeşi olan binbaşının bakışları MUSTAFA KEMAL'in gözünden kaçmaz.
bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir.
Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.
Yaver, MUSTAFA KEMAL'e şöyle der:
Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana
MUSTAFA KEMAL'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
Bunun üzerine MUSTAFA KEMAL şöyle der:
Git sor bakalım babasının
ÇANAKKALE'de ne işi varmış???
1000 LİRALIK ÇEK
Atatürk, ünlü güresci Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralik bir
is Bankasi ceki veriyor.
Altini Kemal Atatürk diye imzaliyor, zaten ceklerde resmi de
var. Pehlivan ceki is Bankasi' na götürüyor; kendisine 1000
lirayi ödüyorlar. Muazzam bir para.
Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?"
diye sorduklarinda ceki bekledigini söylüyor.
"Parayi aldin, cek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranizi, verin cekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzasi var."
Ve parayi iade edip Atatürk imzali ceki sevgiyle cebine
yerlestirerek gidiyor.
UŞAK OLMAYI ÖĞRETEMEDİM…
Atatürkün davet ettigi ingiliz krali türkiyeye gelir ve dolmabahçe sarayinda sohbete baslarlar.Atatürk'ün söförü kazayla kahveyi kralin ustune doker.Kral sinirli sinirli yanindakilere "Ne beceriksiz adam.Yanindakilere disiplin verememis ulkesini nasil kurtarmis?" demis.Ataturk demiski:"Ne diyor bu kocaoglan?" Olayi anlatmislar Ata cok kizmis ve demiski:"Ben bu millete herseyi ogrettim sadece usak olmayi ogretmedim" demis.
RECEP ÇAVUŞ…
-bu villa kimin?
-kırkor efendi'nin paşam!
-su kösk?
-dimitri efendi'nin paşa hazretleri!
-ya su ilerideki konak?
-salamon efendi'nin
*az ötedeki toprak damli, virane bir ev işaret edilerek*
-peki ya su ev?
-recep cavus'un pasam!
-çağırın şu recep çavuş'u!
*recep çavuş getirilir*
-emredin paşam
-bu villa kırkor efendinin, bu kösk dimitri efendinin, su konak
salamon efendinin, o virane de seninmiş!bu ermeniler, rumlar, yahudiler şu binalari dikerken sen neredeydin!?
-sizinle beraberdim paşam! trablusgarp'da, çanakkale'de sakarya'da..
ALMAN PROFESÖR…
Sene 1938, 10 Kasım..İstanbul Üniversitesinde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi girmesin mi..Bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek geliyor.Kalkmış yanına gitmiş. Aralarında şu konuşma geçmiş:
"Efendim, tereddüt ediyorum. Acaba ne yapsam?"
"Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa onu yapın"
İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
"Bizde hiç bu kadar büyük bir adam ölmedi ki" demiş.
ATATÜRK’ÜN EŞİTLİK ANLAYIŞI…
Atatürk bir gün dolmabahçe’den gizlice çikar topkapi sarayi müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapiciya tanitir, fakat kapici henüz saat dokuz olmadi, memurlar da gelmedi atatürk degil, kim olursan ol, bekleyeceksin der. Hiç süphe yok ki , kapici atatürk'ü tanimamis ve birden fazla bu sözlere muhatap bulundugu için gelenin atatürk olabilecegine inanmamistir. Fakat mühim olan nokta atatürk'ün kapicinin sert cevabi karsisinda israr etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin dokuz olmasini ve memurlarin gelmesini beklemesidir.
SAKAL ÜZERİNE…
Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konaginda yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karsisinda oturan birine takilir gözleri. Yasi ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakaliyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanindaki valinin kulagina egilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali yanit verir;
- Efendim kendisi Sih'tir. Yörede çok hatirlisi vardir.
Atatürk Sih'i yanina çagirir ve;
- Bak baba, imanin ölçüsü sakalin boyunda degildir. Sunu rica etsem de en azindan Peygamber efendimizinki gibi kisaltsan
der ve eliyle de boyunalti hizasini gösterir.
Sih;
- Emrin olur Pasam
diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk Amasya'daki Sih'i hatirlar ve Vali'yi telefonla arayip durumu sorar. Vali nasil söyleyecegini bilememekle birlikte, Sih'in sakal boyunda en küçük bir kisalma bile olmadigini aksine kimselere el sürdürmedigini anlatir. Atatürk telefonu kapatir, kagidi kalemi eline alir ve az sonra nazirini çagirip, yazdigi yaziyi Amasya Valiligi'ne teblig etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Sih Efendi Ata'yi görmek üzere Ankara'ya yola çikmis...
Sih gelir, Ata'nin karsisina çikar. Sakal tamamen kesilmis, sinekkaydi bir tiras olunmus, saçlar kisaltilmis, kilik kiyafet bastan sona degistirilmis, bambaska bir görünüme bürünülmüstür. Atatürk'ün mesai arkadaslari bu degisimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Pasam, o Sih ki sakalina el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sagladiniz?
Ata gülümser, sonra da yanindakilere dönüp;
- Dün aksam Amasya Valiligi'ne bir yazi gönderdim ve Sih'i Afyon'a vali atadigimi bildirdim
der.
Ardindan da yeni bir yazi hazirlayip nazirina bu yaziyi da Sih'a vermesini söyler. Yazida söyle yazmaktadir;
- Inancin ölçüsünün sakalda olmadigini anladigina sevindim. Valilik
meselene gelince, bugün koltuk ugruna kirk yillik sakalindan vazgeçebilen yarin baska seyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum birakmayalim. Kal saglicakla...
MİLLETİMİN RAHAT UYUMASI…
Izmir kurtuldu, cok tatli bir yorgunluk,Ankara'ya hareket edecekler. Ertesi gun kompartimanin
kapisini calar yaveri, açar yorgun, bitkin,kravatini yikamaktadir
Ataturk.
Yaveri "ya pasam bu ne hal hic uyumadiniz herhalde niye boylesiniz" der.
Ya çocuk kompartimanima yastikla battaniye koymayi unutmussunuz. Kolumu yastik yaptim agridi setremi yastik yaptim usudum bende uyumadim kalktim" der.
Yaveri; "aman pasam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastikla battaniye
getirirdik" der. Ve bir ulke kurtarmaktan donen komutan soyluyor bunlari tarihi bir cevap der ki
"Gec farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz.Hicbirinize kiyamadim.
Onemli olan benim uyumam degil milletimin rahat uyumasi".
ÇANAKKALEDE YAŞANMIŞ BİR OLAY...
Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi Bosnalı , Kimi Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...
Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..." Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: “Ben...Ben köylüm Lapseki' li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım... Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin"
"Sen merak etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de "söyleyin hakkını helal etsin" olur...
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor.Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzünekapatır, ne titremesine ne de göz yaşlarına engel olamaz...
PUSULADAKİ NOT:
"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim..."
ATATÜRK VE VERGİ BORCU OLAN KÖYLÜ…
ATATÜRK, sık sık ülkeyi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile konuşur, işçi, köylü, sanatkár, esnaf kısaca halk ile konuşur, onların sorunlarını dinler, Meclis'e getirir, milletvekillerinden bakanlardan bazen hesap sorar, bazen de çözüm arayışına girmelerini isterdi.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde, tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşır.
- Kolay gele, bereketli ola ağa...
- Allah razı olsun Bey...
- Hayrola Ağa, öküzün tekine ne oldu?
- Devlete vergi borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
- Sağlık olsun ağa...
diyerek, konuşmasını kısa keser.
Çiftçinin adının Halil Ağa olduğunu öğrenen Atatürk'ün yanında; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, emir subayı Rusuhi Bey, daha birkaç yakını vardır. Bir yandan yürüyen, bir yandan da düşünen Atatürk, Salih Bozok'u yanına çağırır;
- Salih, yarın sabah git Halil Ağa'yı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de...
Ertesi gün; Salih Bozok, Halil Ağa'yı bulur ve Atatürk'ün yanına getirir. Halil Ağa'yı gören Atatürk, ayağa kalkarak; ‘‘Buyur Halil Ağa’’ deyip bir sandalye gösterir. Salonda bulunan ve olanlardan habersiz bir vaziyette konuşmaları izleyen zamanın Başbakanı İsmet İnönü'nün de yanında, Atatürk, Halil Ağa'ya dönerek; ‘‘Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha’’ der.
Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlatır. Atatürk kaşlarını çatarak İsmet Paşa ve Şükrü Kaya'ya dönerek;
- Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa'nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız? Gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.
Bu konuşma üzerine, olayı fark eden Halil Ağa, Atatürk'e dönerek;
- Sen Atatürk Paşa'msın galiba, ne olur beni bağışla kusur ettim, diye yalvaracak olur. Atatürk, bir yandan tebessüm eder bir yandan da Halil Ağa'nın sırtını okşayarak;
- Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın...
der ve Halil Ağa'yı ayakta uğurlar.
ÜNLÜ TRAMVAY HİKAYESİ
Latife Hanım'ın anlatımına göre Mustafa Kemal Paşa'nın uykusunun kaçtığı bir gece,
''Ben bu gece atlı tramvaya binmek istiyorum'' dedi.'' Şehir uyku halinde '' diye cevap verdi Latife Hanım.
O saatte tramvay bulmak imkansızdı.
İstirahat etmesini rica etti. ''Vaktin geç olduğunu söylüyorsun, ben de biliyorum.
Ben de bundan istifade ederek tramvaya binmek istiyorum.'' Yaverleri uyandırdım. Telefonlar edildi. Saat üçe doğru istenen tramvay hazırlanmıştı. Yaverleri de yanına aldı ve hep beraber tramvayın bulunduğu yere gelerek tramvaya bindik. İhtiyar bir sürücü idi. Atları kamçılayıp duruyordu. Atatürk sürücüye:
'‘Sen atları hep kamçı ile mi idare edersin ? '' diye sordu.
''Tabii Paşam, kamçısız idare edilir mi ?''
''Neden idare edilmesin ?''
''Biz görmedik.''
''Sen şu yerini bana ver de nasıl idare edilir göstereyim.''
Mustafa Kemal, sürücünün yerine geçti,dizginleri eline aldı, kamçıyı havada şaklatarak, ''deh deh'‘ diye tramvayı sürmeye başladı. Dizginleri de durmadan sallıyordu.Sürücüye sordu:
'' Nasıl, sürebiliyor muyum?''
''Benden daha güzel idare ediyorsunuz Paşam ''
''Ben de senin gibi idareciyim. Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim, onları ölüme giden yola sevk ettim. Ama hiçbirisine kamçı kullanmadım. Kamçısız idare ettim.''
***********
Devlet , böyle adamlarla yönetilir...
FİKİR İŞÇİSİ
15.11.2012
Yıl 1934, o dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli
Abidin Özmen'dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır.
Bakanın gür sesi:
"Giriniz!"
Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Bakan konuklara yer gösterir ve kendisine iletilen zarfı acar.
Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu:
"Bay Abidin Özmen, Milli Egitim Bakanı..."
Abidin Özmen zarfı özenle acar ve mektubu dikkatle okur:
"Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları,
uygun göreceğiniz, bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırın..."
Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan Özmen,
Orta Öğretim Genel Müdürünü çağırtır ve su direktifi verir:
"Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukların
Haydarpasa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp, her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz" der.
Bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak
Yaver Bey'le Atatürk'e yollar.
Mektubun içeriği şöyledir:
"Muhterem Atatürk, Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu çocukları fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum..."
Atatürk bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek:
"Bak senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı" diyerek olayı anlatır.
İnönü, Bakan adına özür diler.
Atatürk:
"Yok! Der, özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu
medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse."
Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan Bakanın yeğeni yüksek mimar H. Rahmi Özmen, 15 Ağustos 1985 günü bu mektubu gazeteci-yazar Vahap Okay'a iletir. O da 15 Eylül 1985'te gazetesinde yayımlar.
İşte devlet böyle kurulur, devlet böyle adamlarla yönetilir...
Mustafa Kemal’in Bakanları böyleydi.
Ya şimdi?
Bir de şimdiki bakanlara bakınız !!!"
Gece Karanlığında Gazi'nin Kağnıları
İbrahim Göktürk'ün 10 Kasım 1964 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan yazısında Zihni Kavukçu'nun ağzından pek bilinmeyen bir Ankara gecesi anlatılıyor.
"Ben Kurtuluş Savaşı sıralarında Ankara'nın Saman pazarı semtindeki bir askeri hastahanede sağlık memuru idim.
Hastahane dediysem öyle ahım şahım bir bina ve kurum aklınıza gelmesin. Burası, o zaman ilk Rus Elçiliği binasının arkalarına düşen koca bir konak bozuntusu ve bozuk bir evdi. Odalar, koridorlar, merdivenler haraplıktan gıcırdar dururdu.
O günlerde muhtelif savaş cephelerinden durmadan hasta ve yaralı askerler buraya sevk ediliyordu. Hastahanemiz yüzlerce yaralı ve hasta ile ağzına kadar doluydu. Buna rağmen binada sağlık personeli olarak bir ben, bir tek de doktor vardı. Nizamiye kapı nöbetçimiz, ünlü kadın kahraman Kara Fatma idi. Elimizde ilaç yoktu ve ameliyat aletleri pek basit ve sınırlı şeylerdi. Tek doktorumuz ise bir operatör bahriye binbaşıydı. Tabii o zaman kendisi hastahanenin her şeyi sayılırdı. Sarı saçlı, yakışıklı, babacan bir deniz subayı. Kasımpaşa'dan kaçarak gelmiş buraya. Üstelik sesi de güzel ve yanık. Rakı bulursa birkaç tek atar akşamları. Bir taraftan hem yanık türküler söyler hem de isli bir petrol lambasının altında yaralıların ameliyatını yapar, kurşunları çıkarır, masanın üstüne dizerdi.
Gündüz çalışmaları yetmediğinden gece de bu kesmeli, biçmeli, dikmeli ve gazelli operasyonlar geç vakitlere kadar devam ederdi. Bu esnada ben de bayılan yaralıların başucunda eter koklatır ve kendine yardım ederdim. Tabii o vakit hemşire filan hak getire. Ayrıca balık istifli yaralı ve hastaların inilti, feryat ve figanları çevreden duyulurdu. Yokluk ve yoksulluk diz-boyu, battaniye, karyola v.s. bulmak veya almak olanaklı değil. Üst makamdan bazen çaresiz istersek resmen "Var olanla yetinin" diye yanıtlanırdı.
Yine kanlı cephe muharebelerinden sonraki gecelerden birindeyiz. Hastahane iyileşmemişleri bile taburcu ettiğimiz halde yaralılarla dopdolu. Tek operatörümüzle ameliyat odasındayız. İsli petrol lambası tepemizde. Ortalık dağınık, karışık, ben yerimdeyim. Doktorun sarı saçları terli anlına yapışmış. Beyaz gömleği kan ve leke içinde. Ağzında tatlı, özlemli, bir İstanbul türküsü, habire yaraları kesiyor, biçiyor, temizliyor, sarıyor, dikiyor. Bir yaralı masadan kalkarken yerine başkası yatırılıyor.
Tam bu sırada odaya bir kaç gölge ve ayak seslerinin girdiğini hissettim. Ve sertçe bir ses "Kolay gelsin doktor bey" dedi. Başlarımızı uzatarak dikkatle baktık. Gelen Gazi Mustafa Kemal'di. Sessizce binadan içeri girmişti, elinde bir kırbaç vardı. Hâl ve hatırımızı sordu ve "Doktor, hele bir hastaneyi gezelim" dedi. Hep beraber odaları, koğuşları, koridorları gezerken ve yaralıları üst üste balık istifi tahtalar üzerinde görünce, Gazi Mustafa Kemal'in gözleri birden şimşeklendi ve "Kaç hastanız var? Karyola, battaniye ve yatağınız yok mu?" Doktor, altı yüz hastanın olduğunu, var olan yüz karyolayı kurduklarını ve gereksinime yetmediğini söyledi. Gazi Mustafa Kemal bir an düşündü sonra "Şimdi beş yüz tane yatak ve karyola göndereceğim. Hem iki saate kadar bunların hepsi kurulmuş olacak ve yerde yatan tek bir nefer görmeyeceğim" dedi. Ellerimizi sıkarak yanındakilerle birlikte hızla ve yıldırım gibi hastahaneden uzaklaşıp gitti.
Uykulu gözlerle saate baktık; gece yarısından üç saat sonraydı. Baştabiple birbirimize bakıştık. O zamanın Ankara'sında ve savaşın en civcivli günlerinde bir gece iki saate değil beş yüz karyola ve yatak, elli tane bile zor bulunuyordu. Hatta doktor "Bu akşam Gazi, bir iki tek fazla atmış galiba." dedi. Gülüşerek odamıza uykuya çekildik.
Neden sonra idi ki kapının vurulmasıyla derin yorgun uykumdan uyandım. Kapıdaki er "Gazi'nin yatakları geldi, hemen kurulacak" dedi. Kulak verdim, etraftan gıcır gıcır bir sel halinde sesler, uğultular, sert emirler birbirine karışıyordu. Pencereden şöyle bir başımı uzattım. Sayısız kağnılar birbiri ardınca gıcırtılarla Samanpazarı yokuşu yollarından hastaneye doğru akıyordu.
Tan yeri neredeyse ağaracak gibi. Henüz aradan iki saat geçmiş bulunuyor. Gazi'nin buyruğuyla beş yüz yatak ve karyola aynı gece Ankara'nın evlerinden teker teker toplanarak kağnılara yükletilmiş. İşte gelen onlardı. İçlerinde öyleleri vardı ki daha hiç kimse yatmamış. Alta serilmemiş. Kar gibi, genç kızların rüyası olan gelinlik çeyizleri idi. Nice sırmalı, nakışlı örtüler, yastık yüzleri, atlas yorganlar, daha katlarından açılmamıştı bile.
Hayretler içinde kaldık. Önceki sözlerimizden utandık. Ve sıcak sevinç yaşlarımızı tutamadık. Gözlerimiz boşalıverdi.
Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit koşullar altında Atatürk'ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine ulaştırırdı."
ATATÜRK’ün anılarından Güzel Bir Hikaye
MODA'nın denize açılan sokaklarından birindeki küçücük eve girerken Türkiye Cumhuriyeti'nin "özel" tarihinin bura da saklandığına hala inanamıyordum...
Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki tabancası, Fikriye'nin intihar ederken kullandığı tabanca (inanılmaz küçüklükte bir tabanca bu, üzerine adının baş harfi işlen- miş), ölürken üzerinde bulunan beyaz geceliği, elinden hiç düşürmediği Nutuk ve sayfaları arasında Fikriye'nin verdiği solmuş bir gül, ilkokuldaki Kuran - ı Kerim'inin kılıfı, Salih Bozok'un intihar ettiği tabanca, ölüm raporu, Etnoğrafya Müzesi'ne geçici olarak defni hakkında tutanak, TBMM'nin taktığı nişan, günlüğü, telgrafları, kendi el yazısıyla nutku, ipek nar çiçeği rengindeki röpdeşanbırı, iki çift çorabı, de-vamlı içtiği bir kutu sigarası, pantalonunun kemeri, fotoğ-raflarından aşina olduğumuz o ünlü deri yeleği, dört ma-dalyası, binlerce fotoğraf ve Atatürk devriyle ilgili sayısız ve eşsiz yerli yabancı gazeteler...
Ser verip, sır vermeyen bir ev bu, evsahibi de öyle. Orta-lıkta Atatürk'e dair bir ize falan da rastlamıyorsunuz. Arka-lara doğru gittikçe birkaç fotoğraf o kadar. Sordukça bir şeyler muhafazalarından çıkıyor.
Eriş Ülger bir mimar. Uzun yıllar üst düzey bürokratlık yapmış, Almanya'da, İsviçre'de çalışmış. İki kızı var.
"Ben bir Atatürk arşivcisi olmayı değil fikir sahibi olmayı hedefledim. Bilgisiz fikir olmaz. Atatürk'le ilgili doğru bilgileri bulmaya çalıştım. Bu anlamda Atatürk yaşarken Avrupalı'nın ona nasıl baktığını da çok merak ettim. Avrupa'daki arşivleri araştırmaya başladığımda Avrupalı-ların onu 1916'da keşfettiğini anladım. Bir siyasi olarak değil, Jean Jacques Rousseau, Robespierre gibi bir düşü-nür olduğunu, bizim 1997'de göremediğimizi yani ümmeti ulus haline getireceğini görmüşlerdi" diyor Ülger.
Atatürk üzerine yedi kitap yazmış. Mütevazı bir bütçeyle 1953'den bu yana, bazen taksitlerle bir araya getirmiş bunları. Çok özel eşyaların bir kısmını Salih Bozok'un oğlu Cemil Bey, bir kısmını da Sabiha Gökçer hediye etmiş. Orijinal fotoğrafları Selahattin Giz'den ve Atatürk'ün askeri fotoğrafçısı Nedim Tengizman'dan almış. Ölüm ve defin tutanağını ise Atatürk'ün doktoru Mim Kemal Öke'nin eşi vermiş. Bu teslimlerin neredeyse tümü noter huzurunda gerçekleştirilmiş.
Eriş Ülger şimdiye değin ortaya hiç çıkarmadığı bu hazineyi sergilerken biraz mahçup sanki: "Bunlara sahip olmak değil, fikrine sahip olmak önemli benim için. Ayrıca bunların yerinin evim ve elim değil halkın rahatlıkla ulaşabileceği bir yer olduğunu düşünüyorum."
Mustafa Kemal'in tüm kararlarını yalnız aldığına ve hiçbir zaman yardımcısının olmadığına dikkat çeken Ülger, onun çok yalnız bir adam olduğuna inanıyor. Kadınlarla ilişkisi-nin ve çapkınlığının ise abartıldığını savunuyor.
Ülger'in araştırmaları sonucu vardığı sonuç, Atatürk'le Latife Hanım'ın hiçbir zaman bir ruh ve fikir birliği içinde olmadıkları, Ata'nın ruh ve fikir birliğini Fikriye Hanım'la yaşadığı.
"Latife Hanım, Ata'nın çamaşırını bile yıkamamıştır.
İçki içmesine mani olmaya çalışmıştır, bazen tercümanlığı-nı yapmış, protokolde yerini almıştır. Ama asla Mustafa Kemal'e nüfuz edememiştir, aralarında hep ciddi bir mesa-fe olmuştur. Latife Hanım huysuz bir kadındı. Mutfağa inip ahçıbaşıyla zeytinyağını fazla koydu diye bile kavga eder-miş. O ve Fikriye kıyaslanamaz. Fikriye, Mustafa Kemal'in fikir dostu olmuştur, çamaşırlarını da yıkamıştır, onu koru-maya da çalışmıştır. Atatürk'ün de onu sevdiğini ve koru-maya çalıştığını 1921'de Rafet Paşa'ya çektiği bir telgraf-tan rahatlıkla anlıyoruz.
Bu telgrafta `Yunanlılar yaklaşıyor. Fikriye Hanım'ı, Ruşen ve Salih beylerin hanımlarını alıp Kayseri'ye doğru yola çıkın. Bu yolculukta Fikriye'yi altı asker korusun' deniyor.
Atatürk nutuklarından ve kahramanlık türkülerinden hiç hoşlanmayan Ülger, "Türkiye boyutlarını tespit edeceği bir kararı vermek zorunda. Niçin yaptı, neden yaptı, nasıl yap-tı. Bu iş söylevlerle, heykellerle olmaz" diyor.
Eriş Ülger, Atatürk'le ilgili birçok tüyo verdi, ben de size onunla ilgili bir tüyo vereyim: 10 Kasım 1953'de Atatürk Anıtkabir'e taşınırken gençliğe hitabını okuyan çocukmuş.
Bir anısı
Atatürk'le ilgili o kadar az şey biliniyor ki, bir tane özel anısını merak ediyorum: "Yıl 1932. Çankaya. Atatürk'ün sofrası. Ruşen Eşref, Salih Bey, Falih Rıfkı Atay, Recep Zühtü ve birkaç bilim adamı. Gecenin ilerlemiş saatlerinde Mustafa Kemal döner ve Salih Bozok'a sorar:
- Yarın günlerden ne?
- Cuma efendim.
- Peki Hacı Bayram Camii'nde cuma vaazını kim verecek?
- Bilmiyorum efendim.
- Çocuk, git yarın vaaz verecek hocayı al gel.
Bu gece soframıza misafir olsun. Mevsim kıştır.
Salih Bey kısa bir zaman sonra hocaefendiyle Çankaya'nın kapısından girer ve Paşa'nın "bilim sofrasına" misafir olur.
Paşa kendisine portakal suyu ikram eder ve sohbet eder. Bir ara sorar:
- Hocaefendi yarın cuma hutbesi vereceksiniz, halka ne anlatacaksınız?
- Günahtan sevaptan bahsedeceğim.
- Başka ne anlatacaksınız?
- Allahtan, peygamberden bahsedeceğim.
- Güzel, daha ne anlatacaksınız?
- Cennetten cehennemden bahsedeceğim.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
- Hocaefendi, binlerce şehidin kanıyla sulanan bu toprak-lar üzerinde hürriyet ve bağımsızlığımıza hangi imkansız-lıklar içinde kavuştuğumuzu, devrimleri, okkanın gidip kilo-nun, arşının gidip metrenin geldiğini, zeki ve çalışkan Türk ulusumuza siz anlatmayacaksınız da kim anlatacak?
Hocaefendi mahçuptur. Paşa, Salih ve Ruşen Bey'e döner.
- `Hocaefendi bu gece bizim misafirimiz olsun. Kendisini devrimlerimiz hakkında irşad edin. Yarın Hacı Bayram Camii'nde devrimlerimiz hakkında hutbe verecek' der.
Hocaefendiye bir de yeni kıyafet dikilir."
O cuma devrimler konusunda Ankaralıları aydınlatan hocaefendinin o günkü fotoğrafı da bugün Eriş Ülger'in arşivinde yerini almış, Ülger, İslam dinine en büyük hiz-meti Atatürk'ün verdiğine inanıyor ve "600 sene padişah-ın, 300 senede halifenin kulu olan toplum, Allah'ın kulu yapılıyor. Bundan daha büyük hizmet olur mu?" diyor.
ATATÜRK'ÜN SOFRASI
Atatürk ve Halil Ağa
Altlarında, Nuri Conker'in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu
akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece'ye doğru gidiyorlardı.
Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış,
toprakları yavaş yavaş deviriyordu.
Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle
çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
İndiler. Köylüye seslendi:
"Kolay gelsin Ağa!.."
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
"Kolay gelsin"
"İşler nasıl Ağa?
Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:
"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin
acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti
esirgedi."
"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu.
Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle
şey! Muhtara şikayet etseydin..."
Köylü güldü:
"Muhtar başında değil miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
"Kaymakama gitseydin."
Köylü iyice güldü.
"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun
işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
Kestirip attı:
"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok
gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu:
"Adın ne senin Ağa?"
"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa'ya çıkmış."
"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim
bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen
aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir
başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona...
Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım
gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım ki kodular,
koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona
halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi,
Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi
"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın
önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
"Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü
gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını
kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken,
Atatürk'ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor,
çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de
kalmamıştı. Atatürk köylünün
omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.
"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma
ara!.."
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.
Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek...
Otomobil hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.
"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir
keder vardı.
"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız,
merkeple çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet,
bu millet!.."
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
"Şimdi" dedi: " İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini
telefonla bulacaksın!..
Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum.
Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:
"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi,
sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan
al getir buraya."
O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi
beş konuk vardı.
Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl
davranacağınızı çok merak ediyorum."
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "Buyursun!" dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın
başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını
görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk
onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar.
Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra
kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendisi de
yanındaki sandalyeye geçti.
Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl
kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında
merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle
nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra
şöyle dedi:
"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini
olduğu gibi tekrarlayacak."
Halil Ağa'ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim baş misafirimsin.
Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim.
Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım.
Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada
söylediklerini aynen
tekrarlayacaksın." İşte soruyorum:
'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün
yok mu senin?"
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:
"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."
Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk
almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra.
Atatürk sordu:
"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun
işi bu değil mi?"
Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden
kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi
duyurabilir miyiz ki..."
"Olmadı bu, Halil Ağa...
Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?.."
"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri,böyle
mi dedi bize Halil Ağa?"
Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."
"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış.
Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana
söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi.
"Kusura kalma gayri..."
Atatürk gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa...
Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana,
orada dediğin gibi..."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç?
O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.
"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam
öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor, Florya Köşkü'ne iniyor,
köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin
ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."
Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:
"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne
dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu: "Şanlı
Paşamıza da sağar dedikti ya..."
"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,
halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla."
Halil Ağa birden diklendi.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün
gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:
"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal
Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin,
yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını
kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin."
Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı.
Taş kesilmiş, duruyordu.
Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya
fazla üstelemeyeyim" dedi.
"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan,
ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip
çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu
baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur,
Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye
çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne...
Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan
beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da hükümet elbette incelemiş,
gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanma ma gerek yok' derler ve
kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi
memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar...
Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana
ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin
umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim,
tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim
yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:
"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu,
hacısı da içer, hocası da içer..."
Atatürk sordu:
"Peki sen de içer misin?"
"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?..
İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi
kadehini Halil Ağa'ya uzattı:
"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."
Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam,
sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara
çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış,
gözleri parlıyordu.
Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:
"Yunan'ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim
gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim
dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."
Halil Ağa Atatürk'ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca
tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk'ün
ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de
başımızdan eksik
olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!..
Gayri bana izin, koca Paşam!.."
"Yemek yemedin!.."
"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar,
ben köyüme döneyim."
Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce
Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri
geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına
döndü:
"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle
davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu...
Şimdi bu adam
milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu:
"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık
ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü
satıyor.
İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa,
memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız
kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım.
Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay
İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi
var; acaba oralarda neler oluyor?
Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."
Kaynak: İsmet Bozdağ "Atatürk'ün Sofrası"
ATATÜRK’TEN BİR ANI
Alman Kralı II. Frederick 1750 yılında Potsdam'dan geçiyor. Orayı çok beğeniyor ve 'Bana şuraya bir saray yapın" diyor. Ertesi gün adamları gidip bakıyorlar, Kral'ın beğendiği yerde bir değirmen. Adamlar kapıyı çalıyor, yaşlı değirmenci açıyor.
- Buyrun?
- Bizi Kral gönderdi. Burayı görüp çok beğendi, satın alacak. Kaç para?
- Satmıyorum ki ne parası?
- Saçmalama Kral istedi.
- Bana ne. Ben satmadıktan sonra kimse alamaz ki.
Adamları gelip Kral'a diyorlar ki;
- Efendim beğendiğiniz yerdeki değirmenci deli. Satmıyorum dedi.
- Çağırın bakalım bana şu adamı.
Değirmenci gelip, Kral'ın karşısında duruyor. II. Frederick;
- Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaç para?
- Yoo yanlış anlamadım, adamların da dün bunu söyledi. Satmıyorum!
- Beyefendi inat etmeyin, paranızı fazlasıyla vereceğim.
- Sen koskoca kralsın, paran çok. Git Almanya'nın heryerine saray yap. Burayı benden önce babam işletiyordu. Ona da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım. Satmıyorum!
II. Frederick ayağa kalkıyor;
- Unutma ki ben Kralım!
Değirmenci bakıyor ve diyor ki;
- Asıl sen unutma ki Berlin'de hakimler var!
Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiçkimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz. Bugün bütün gelişmiş ülkeler hukuk fakültelerinde bu olayı anlatırlar. "Berlin'de hakimler var!"
- Potsdam'da Sansosi Sarayı. Saray ve değirmen yanyana. Kral ve değirmenci adaletle komşu oluyor.
Sabahları II. Frederick arka bahçeye çıktığında değirmenci sesleniyor;
- Hey Frederick, ekmek yaptım göndereyim mi?
II. Frederick diyor ki;
- Adalet her sabah bana, sıcak bir ekmek kokusuyla gelirdi.
Ve tarih 31 Aralık 1917. Berlin'de bir otelde yılbaşı kutlamaları yapılacak, Osmanlı heyeti var orada. Aralarından biri bu öyküyü anlatıyor. Ve;
- Hadi Potsdam çok yakın. Gidip adaletin simgesi olan o değirmen ve sarayı yanyana görelim.
Kimse gelmiyor ve bu öyküyü anlatan tek başına kalkıp gidiyor. Herkes yılbaşı kutlarken o gidip adaletin simgesini izliyor uzun uzun. O Mustafa Kemal Atatürk.
BABAMIN TARLASI
Köylünün biri, Atatürk Orman Çiftliğindeki tarlalardan birini, kendi malıymış gibi ekip biçiyordu. Gazi’ye haber verdiler. Atatürk bunun üzerinde önceleri durmadı. Sonra çiftliği gezdiği günlerden birinde adama rastladı:
— Burada ne yapıyorsun? diye sordu.
Köylü gülümseyerek:
— Tarla sürüyorum, dedi.
— İyi ama, bu tarla senin midir?
— Değildir.
— Kimindir?
— Atatürk’ündür!
— Güzel ama, sen başkasına ait bir toprağın, ona sorulmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?
— Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır.
Atatürk.
— Bu hakkı nereden alıyorsun?
Köylü:
— Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse suç mu olur?
Atatürk, beğenme ve sevgi dolu gülümseme ile köylünün sırtını okşadı ve:
— Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.
GÜZEL GEÇMİŞİMİZDEN BİR ANEKDOT ;
İsmet İnönü bir gün yorgun ve sinirli bir halde Çankaya'ya çıkıyor.
Kahveden sonra Atatürk soruyor: - Hayrola İsmet?.. Sende bir fevkaladelik var bugün... Ne oldu?.. Neye sinirlendin?
- Türk Hava Kurumu'nun toplantısı vardı da...
- Eee, ne olmuş varsa?...
- Fuat beyi (THK Başkanı) epey terlettim... İstifaya falan kalktı.
- Çalışkan çocuktur Fuat... Kurumu da iyi yönetiyor.
- Bunlara bir diyeceğim yok... Fakat canımı sıkan bir şey oldu.
- Neymiş o?
- Hesaplarda bir kuruş oynuyor.
- Bir kuruş.
İnönü:
- Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti... Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Fuat beyin hassasiyetini anlıyorum... Ama milletimiz ondan daha hassastır... Verdiği paranın nereye gittiğini mutlaka bilmek ister... İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur... Ama kimseyi rahatlatmaz... Hatta söylentilere bile sebep olur.
Atatürk:
- Demek mesele bu... Bir kuruşun hesabı seni bu kadar üzdü... Haklısın... Kırk para (bir kuruş) günün birinde 40 lira, 40 lira da 400 lira olur... Bu da giderek büyür halkın ağzında... Cumhuriyet'i kurarken böyle bir kuruşlara çok ihtiyacımız oldu.. Peki ne yaptın sonunda?
İnönü:
- Memurları seferber ettim... Ve bir kuruşun yanlışlıkla başka bir hesaba geçirildiğini bulup, çıkarttırdım... Bizim milletimiz cömerttir, elindekini, avucundakini verir... Ama verdiğinin doğru, dürüst yerlere harcandığını görmek ister... Buna inanmak ister.
Atatürk'ün "manevi kızı" Sabiha Gökçen anlatıyor (Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti-Türk Hava Kurumu Yayını- 1982)
Atatürk ile ilgili bilinmeyen bir anı
1919 yılında Samsun’da telgraf memur yardımcısı olan Ahmet Remzi
(COŞKUNER) Bey anlatıyor: “Askerlik görevimi yaparken eğitimim olması
nedeniyle telgrafhanede görev verilmişti. 1918 yılı sonlarında Mondros
Mütarekesi ile 1919 başlarında birliğimiz salıverildi.
Fransız işgâli altında olması sebebiyle memleketim Antakya’ya
gidemedim. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine Samsun’a gittim.
Telgrafhaneye başvurarak maniple denilen aleti ve Mors alfabesi
bildiğimi ve askerlik sırasında telgrafhanede çalıştığımı söyleyince,
kadro olmadığı halde ihtiyaç nedeniyle beni görevlendirdiler.
Akşamları kahvehanede toplandığımız ve umutsuzluk içinde vatanımızın
elden gittiğini düşündüğümüz 1919 Mayıs’ında Mustafa Kemal Paşa’nın
Samsun’a geldiğini duyduk. Halkın çoğunluğu ‘Mustafa Kemal Paşa da
diğer gelip gidenler gibi fes kapmaya gelmişbiridir’ görüşünde idi.
O zamanlar fes kapma deyimi, memleketi düşünmeden bir mevki elde
etmeye çalışmak anlamında kullanılıyordu.
Samsun telgrafhanesinde nöbetçi olduğum bir gece hava yağmurlu ve
elektrik yüklü idi. O zamanlar paratoner sistemi olmadığı için telleri
toprağa vermiştim.
Kapı nöbetçisi koşarak geldi ve Paşa geliyor dedi. Mustafa Kemal Paşa
ciddi ve güven veren bakışları ile çalışma odamıza girdi.
Ayağa kalktım. ‘Buyurun Paşam!’ dedim.
‘Derhal Havza ve Amasya ile görüşmem gerekiyor!’ dedi.
‘Hava elektrikli. Telleri toprağa verdik. Sizi görüştüremem’ cevabını verdim.
Sonra şu konuşma geçti aramızda.
‘Bu konu vatanın kurtuluşu ile ilgilidir. Muhakkak görüşeceğim. Bir
elini makineye koy, diğerini ben tutacağım, yıldırım çarparsa seni de
çarpar beni de!’
‘Ama Paşam!’
‘Ya ölürüz ya vatan kurtulur!’
Ceketinin cebindeki ipek mendili çıkartıp maniplenin üstüne koydu.
Benim için telleri devreye sokmaktan başka çare kalmamıştı.
Elimi bırakması için yaptığım ısrarlara aldırmadı ve elimi bırakmadı.
Önce Havza’yı aradım. Derhal cevap geldi. Nöbetçi memur Kemal Paşa’nın
adamlarının emir beklediklerini söyledi.
Paşa şifreli bir not verdi. Yazdım.
Gelen şifreli cevaba elimi bırakmadan baktı, alelacele bir şeyler
yazdı. Onu da Havza’ya ilettim.
Sonra Amasya ile de şifreli bir görüşme yaptı.
Sonra elini sırtıma koydu ve ‘Oh, çok şükür vatan kurtuldu!’ dedi ve
maiyeti ile birlikte gitti.
Birden aptallaşmıştım, ter içinde kalmıştım. Oturduğum yerden uzun
süre kalkamadım.
Mustafa Kemal Paşa hayatını ortaya koyuyordu. Fes kapmaya gelmiş
birisi olamazdı. O bir vatanperverdi.
Atatürk’e olan hayranlığım böyle yağmurlu bir gecede başlamıştır.”
***
Bu anıyı bana Ahmet Remzi Bey’in oğlu Dr. Şakir COŞKUNER iletti.
Kendisine çok teşekkür ederim.
Çanakkale Zaferi’nin anıldığı bu günlere bir katkı olması ve kayda
geçmesi amacıyla mektubu sizlerle paylaşmak istedim.
Hepsi nur içinde yatsın.
Zülfü LİVANELİ
*******************
Memleketi Mustafa Kemal Kurtarmadı
Gürbüz Evren
7 Kasım 2016
İlk kez bu denli sinirlenmiş görüyordum Dedem Hacı Feyyaz’ı.
Yüzü kıpkırmızı olmuş bağırıyordu; “Sen kim oluyorsun da Mustafa Kemal Paşa’yı İslam düşmanı ilan ediyorsun? Sen nasıl bir din adamısın? Nankör, mübarek Cuma günü söyleyecek söz mü kalmadı?”
İlkokul yıllarında, benim için yaz tatili, Erzurum’un Horasan ilçesine gitmek, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim, yengelerim, anneannem ve sevgili Hacı dedemle birlikte olmak, Aras Nehri’nde yüzmek, balık tutmak, at binmekti.
Ama dedemin dizlerinin dibinde seferberlik yıllarını, Ruslara nasıl esir düştüğünü, Ermeni çetelerinin yaptığı katliamları, yokluğu, kıtlığı, açlığı ve tarif edilmesi fedakârlıklar sonucu kazanılan Kurtuluş Savaşı’nı dinlemenin yeri bir başkaydı.
Hacı Feyyaz, Kazım Karabekir Paşa’yı anlatırken heyecanlanır, Mustafa Kemal dediğinde ise, sesi titreyerek, “Mustafa Kemal Paşa’yı bize Allah gönderdi. O, milletin önüne düşmeseydi kim bilir ne olurduk oğul” der, cebinden mendilini çıkarıp, benden gizlemeye çalıştığı gözyaşlarını silerdi.
İlerlemiş yaşına rağmen bağda, bahçede, tarlada çalışan, yüzlerce hayvanla ilgilenen, 5 vakit namazında, ibadetinde olan Hacı Feyyaz’ın bulunduğu yerde Mustafa Kemal’e kötü söz etmek kimsenin haddine değildi.
Caminin Yozgat’tan gelen yeni hocası, 30 Ağustos Zafer Bayramı’na rastlayan Cuma günü, Atatürk’ü eleştirerek başladığı vaazında, kimseden ses çıkmadığını görünce, hakaretlere, iftiralara yönelmiş, bu duruma çok üzülen dedem, ibadetini tamamlayıp, kendini dışarı zor atmıştı.
Caminin kapısında beklediği genç hocaya; “Dinimiz nankörlüğü ve yalanı büyük günah sayar. Mustafa Kemal olmasaydı, buraları Ermenistan olur, sen de hocalık yapacak cami bulamazdın. Dinimizin güzelliklerini anlatmak varken, iftira etmek, nankörlük yapmak niye? Demiş, hoca ise, “Bizi, O din düşmanı değil, milletin inancı kurtardı” yanıtını vermişti.
Maddi durumu çok iyi olan dedem, büyük küçük, yerli yabancı herkese gösterdiği saygının yanı sıra cömertliğiyle de tanınıyordu.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık günlerinde, ambarındaki unu, buğdayı, yiyeceği, herkesle paylaştığından, eşine, “Kıymet, kapımıza gelenleri geri çevirmeyecek, ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir” dediğinden, sadece Horasan’da değil, tüm bölgede sevilip sayılan Hacı Dedem, hocanın yanıtı karşısında adamı doğduğuna pişman etmişti.
Evin önündeki bostanın yanından akan su boyunca sıralanan kavak ağaçlarının altında oturmayı seven dedem, minderine bağdaş kurmuş, karşı tepelerin eteklerinden geçen Aras Nehri’nin üzerindeki kemerli tarihi köprüye bakıyordu.
Sessizce minderin bir ucuna oturdum.
Elini başıma koydu, saçlarımı okşadı.
Bundan cesaret alarak sordum; “Dede, Atatürk’ü neden çok seviyorsun”
Geriye doğru yaslandı, “Balam, okulda Mustafa Kemal’i size nasıl öğretiyorlar?” diye sordu.
Hemen ayağa kalktım ve “Atam Atam, sen kalk ben yatam” diye ezberimdekileri sıralıyordum ki, Hacı Feyyaz, “Dur balam, bu sözlerin ne anlamı var ki? Başka neler öğretiyorlar” dedi.
Bu kez, “Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapamış, bütün dünya ağlamış…” diye sürdürünce, dedem, “Yeter oğul yeter, Mustafa Kemal böyle öğretilmez” diyerek beni susturdu.
Yerinden doğruldu, elini Sarıkamış yönüne uzatarak, “Rusya’da ihtilal olmuş, askerlerinin çoğu gitmişti. Mart ayının ortalarında, Ermeni ve geride kalan Rus askerlerinin Sarıkamış’a doğru uzaklaştığını gördüğümüzde çok sevindik. Ama Ermeni çetelerinin yakınımızdaki Sarıkamış’ta olduğunu bilerek yaşamak bizi tedirgin ediyordu. Belirsizliklerle dolu bu günlerde Mustafa Kemal Paşa adı kulaktan kulağa yayılıyordu. Bir gün tarlada çalışırken, arkadaşım Yetim Samet geldi, ‘Feyyaz, Erzurum’a gidelim. Mustafa Kemal Paşa geliyormuş’ deyince işi gücü bıraktım” dedi.
Horasan-Erzurum arasındaki mesafe 80 Km’dir. Feyyaz ve arkadaşları Yetim Samet, Acem Ali ve Veli Baba Köyü’nden Kürt Halit, yürüyerek, Temmuz’un ortalarında Erzurum’a giderler.
Yanındaki testiden su içen Dedem anlatmaya bıraktığı yerden devam etti.
“Erzurum’daki ilk günümüzdü. Çifte Minareler tarafında toplanmış kalabalık, subayların çoğunlukta olduğu bir grup ile konuşuyordu. Çevredekilerin elini öpmeye çalışmasından, Mustafa Kemal olduğunu anladığım kişi bana iyice yaklaşmıştı ki, askerler yoldan çekilmemi söyledi. Yanında Kazım Karabekir Paşa da vardı. Sanki donmuş kalmıştım. Bir yere kıpırdayamıyor, Paşam diye bağırıyordum. İşte o an Mustafa Kemal’in ‘Bırakın o delikanlıyı gelsin’ dediğini duydum.”
Mustafa Kemal ile Feyyaz karşı karşıya kalırlar ve aralarında şu konuşma geçer:
“Adın nedir evladım?”
“Mustafa oğlu Feyyaz, Paşa’m”
“Erzurumlu musun?”
“Seni görmek için Horasan’dan geldik”
“Peki, neden buradayım biliyor musun?”
“Memleketi kurtarmak için toplantılar yapıyormuşsun, ordu kuracakmışsın Paşa’m”
Mustafa Kemal’in yüzüne bir gülümseme yayılır ve Feyyaz’ın yanağını okşayarak şöyle der:
“Bak evladım, daha işin başındayız, ama Allah’ın izniyle ordumuzu kuracağız. Size de çok iş düşecek. Çağırdığımızda, koşup gelin.”
Paşa sözlerini bitirdikten sonra Feyyaz’ın sırtını sıvazlar ve yanındakilerle uzaklaşıp gider.
Bir süre olduğu yerde kalan dedem kendini toparlayıp, arkadaşlarına, “Dadaşlar, Mustafa Kemal nereye çağırırsa oraya giderim” diyecektir.
Feyyaz, Horasan’a döndüğünde yaşadıklarını annesi Şahmeran’a anlatır.
Nice acılar çekmiş yaşlı kadın, “Oğul, ailenin tek erkeği sensin. Baban, ağabeyin, amcaların, dayıların Çanakkale’de, Yemen’de, Hicaz’da, Balkanlarda, Galiçya’da ya şehit oldu ya da esir düştü. Kadın, çocuk ve ihtiyarlarımızın çoğunu da Ermeni çeteleri öldürdü. Nereye gidersen bizi de götür” der.
Dedem kararını hemen o an verir. Mustafa Kemal’e yakın olacaktır.
Erzurum Kongresi’nin sona erdiğini öğrendiğinde, vakit geldi der ve 1919 yılının Ağustos ayında yola çıkar.
Bir kağnısı, bir çift öküz, bir inek ve topallayan bir koç ile 3 koyunları vardır.
Kağnıya yüklediği yorgan, döşek ve birkaç eşyanın üstüne annesi Şahmeran ve 4 bacısını oturtur.
Erzurum, Erzincan üzerinden Tokat’a ulaşırlar.
Yollar kendileri gibi muhacirlerle doludur.
Açlık, hastalık, eşkıya yol boyu karşılarına çıkacak, koyunlarından birini kurtlar kapacak, bir koyunla ineğe de, Erzincan-Tokat arasında eşkıyalar el koyacaktır.
Kış aylarını Tokat’ta geçiren ailenin gereksinimlerini karşılamak için Feyyaz birçok iş yapar.
1920’nin Mayıs ayında Feyyaz, annesi ve bacılarıyla yeniden yollara düşer.
Önce Sivas, ardından Kayseri’ye ulaşırlar.
Pınarbaşı’ndan sonra bir süre de Nevşehir’de kalırlar.
Türk Ordusu’nun karargâhını Akşehir’e taşıdığı günlerdir.
Bu arada İngiliz, Yunan ve Fransızların desteklediği kimi çevreler, Mustafa Kemal’in İslam düşmanı olduğunu söyleyerek, kara çalma kampanyasını tüm hızıyla sürdürmektedir.
Feyyaz, bunlarla birçok kez kavgaya tutuşacak, Nevşehir’de, bir gece eve dönerken, 3 yobazın saldırısına uğrayacaktır.
Kafasına vurulan sopaların etkisiyle günlerce yataktan çıkamayan Feyyaz, iyileşir iyileşmez, annesi Şahmeran’a, “Hazırlanın, Akşehir’e gidiyoruz” der.
1921’in sonlarına doğru Akşehir’e gelen aile, 3 yıl burada kalacaktır.
Feyyaz’ın Mustafa Kemal’le ikinci karşılaşması Akşehir’de gerçekleşecektir.
Feyyaz, Akşehir yakınlarında, Balkan Savaşı sırasında gelen muhacirlerin toplandığı bir köye yerleşir.
“Atatürk’ü Akşehir’de de gördün mü dede?” diye soruverdim.
“Gelişimizin birinci haftasında, Karargâha gidip, ordumuz için ne yapabilirim diye sormaya karar vermiştim. Erkenden yola çıktım. Karargâha yaklaşmıştım ki, bir otomobil ve küçük bir süvari birliği yanımdan geçti. Binanın önünde duran otomobilden inenler arasında Mustafa Kemal Paşa vardı. Hemen o yana doğru koştum, ama askerler beni durdurdular. Paşa’yı görmek istediğimi söyledim. Yaşı ilerlemiş bir çavuş, Mustafa Kemal’i görmenin şimdilik mümkün olmadığını tatlı bir dille anlattı.”
Eve dönen dedem, sözlerini şöyle sürdürdü;
“Gece uyku tutmadı. Sabah ezanı okunurken kalktım, Karargâha gittim. Nöbetçilerle konuşurken bir hareketlilik başladı. Mustafa Kemal binadan çıkıyordu. Önce otomobile yöneldiler, sonra vazgeçip yürümeye başladılar. Bulunduğum yere doğru geliyorlardı. Dün konuştuğum çavuş önde yürüyordu. Beni tanıdı, ‘İnatçı çocuk, yine mi sen’ dedi. Dayanamadım, bağırdım, ‘Paşa’m sizi görmeye geldim.’ Aramızda 15–20 metre vardı. Durdu, şöyle bir baktı ve eliyle gel işareti yaptı.”
Dedem birden sustu. Altında oturduğumuz kavak ağaçları boyunca akan berrak suya baktı.
Mendilini çıkardı, gözlerinden süzülen yaşları sildi ve kaldığı yerden devam etti;
“Bir koşu Mustafa Kemal’in yanına gittim. İçimi delip geçen o mavi bakışlar karşısında yine dilim tutulmuştu. Paşa bana bir süre baktı”
“Çocuk seni Erzurum’da görmedim mi ben?”
Dedem, Allah’ım bu nasıl bir hafıza diye düşünürken, Mustafa Kemal birkaç adım atar ve ilk karşılaşmada yaptığı gibi elini Feyyaz’ın omuza koyar.
“Doğrudur Paşa’m, Erzurum’da da görüştük. Adım Feyyaz. Memleketi kurtaracağız, haber ettiğimizde gelin demiştiniz”
“Yalnız mı geldin Feyyaz”
“Anam ve bacılarım da yanımda Paşa’m”
“Senden başka bakacak kimseleri yok mu?”
“Tek erkek ben kaldım Paşa’m”
“Öyleyse seni asker yazmayalım. Atın, öküzün, araban var mı çocuk?”
“3 öküzüm, bir de kağnı var Paşa’m”
“Cepheye ordunun ihtiyaçlarını taşır mısın?”
“Ne emrederseniz yaparım Paşa’m”
“Çavuş, Feyyaz Dadaş sana emanet, hemen görevlendir”
Dedem, minderine yeniden kurulup anlatmaya devam etti.
“Paşa’nın elini öptüm, ardından Çavuş beni büyükçe bir depoya götürdü. Oradaki bir yüzbaşı yapacaklarımı uzun uzun anlattı.”
Feyyaz, heyecan içinde eve döndüğünde, annesi, komşularıyla bahçede oturuyordu.
Feyyaz olanları bir solukta anlatır.
Annesi, “Biz başımızın çaresine bakarız oğul. Burada bir eksiğimiz yok. Sen Mustafa Kemal’in emrini yerine getir” der.
Dedem, Büyük Taarruza kadar ordu birliklerine yiyecek, giyecek, cephane taşır.
Hasta, yararlı askerleri cephe gerisine ulaştırır.
Karargâh, Afyon-Şuhut’a nakledilirken de görevlidir.
Düşmanın denize döküldüğü haberini Afyon-Emirdağ’dan Uşak’a gidecekken alır.
Bunun üzerine Akşehir’e dönerek, normal yaşamına başlar.
Günlerden bir gün anası Şahmeran, “Oğul, beni memleketime götür, orada ölmek istiyorum” deyince, kağnıyı yeniden hazırlar.
Akşehirliler, “Gitme Feyyaz, sana toprak verelim, evlendirelim, kal burada” diye ısrar ederler.
Ama annesi Şahmeran’ın isteği daha önemlidir ve 3 ay süren bir yolculuktan sonra Horasan’a dönerler.
Dedem sözlerini tamamlamıştı ki, Ali Rıza Dayım yanında iki kişiyle geldi.
Onları gören Hacı Feyyaz’ın yüzü asıldı.
Horasan’ın müftüsü olduğunu öğrendiğim kişi, Hacı Feyyaz’ı kızdıran genç hocayı, bir kez daha el öptürmeye, barıştırmaya getirmişti.
Müftünün sözlerini kesmeden dinleyen Hacı Feyyaz, “Bitti mi Müftü efendi” diye sordu.
Eve doğru döndü, neneme seslendi. “Kıymet, buraya gel”
Nur yüzlü nenem, elinde tespihiyle, yaşından beklenmeyecek bir hızla geldi.
Dedem, hocaya nüfus cüzdanının yanında olup olmadığını sordu.
Hoca ceketinin iç cebinden çıkardığı cüzdanı dedeme uzattı.
Dedem anneannemi göstererek, “Beni iyi dinle hoca efendi. Benim hanımımın sülalesinden 200’den fazla insanı Ermeni komitecileri bir samanlığa doldurup yakmış. Dayısının oğlu ile hanım dışında kurtulan olmamış. Ben ailemde kalan tek erkeğim. O yıllarda açlık, yokluk, hastalık, zulüm ve ölümden başka bir şey tanımadık. Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı saklar durumdaydık. Burada ne bayrağımız dalgalanır ne de ezan okunurdu.”
Bostanın alt tarafında, Ağrı-Eleşkirt yolu kenarında kurulu Jandarma Karakolu’nu işaret ederek, “Bak Hoca, o gördüğün yerde bir taş bina vardı, üstünde Türk bayrağı değil, Ermeni, Rus, ara sıra İngiliz bayrağı dalgalanırdı. Silahımız, yiyeceğimiz, kimliğimiz, hiç ama hiç bir şeyimiz yoktu. Kadınlarımızın kızlarımızın ırzına geçerler, doğmamış bebekleri ana karnında kasaturayla (süngü) öldürürlerdi. Namusuna el sürülen kadınlar kendilerini Aras Nehri’ne atardı. Bu yüzden “Kanlı Aras” denir. İşte bu sırada Allah bize Mustafa Kemal’i gönderdi.”
Dedemin yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hocanın nüfus cüzdanını sallayarak, “Mustafa Kemal, sadece Allah’a kulluk edelim, kula kulluk etmeyelim diye bize vatandaşlık verdi. Bugün bir kimliğin var. Bak bunun üstünde dinin ve mezhebin yazıyor. Bak karşıda bayrağımız dalgalanıyor. Her yerde camilerimiz, mescitlerimiz var. Ezanlar okunuyor.“
Dedem yavaşça ayağa kalkarken, biz de yerimizden doğrulduk.
Hacı Feyyaz sert bir ses tonuyla, “Mustafa Kemal Paşa sadece bizim namusumuzu değil, senin atanın, dedenin de namusunu, bu ülkenin namusunu kurtardı. Senin gibiler Mustafa Kemal’e sövebilir, dinimizin büyük günah saydığı nankörlüğü yapabilir. Ama o mübarek insan önderlik edip, milleti o derin ve karanlık kuyudan çıkarmasaydı, ne annen annesinin karnına düşerdi ne de sen annenin karnına düşerdin. Düşseniz bile Türk ve Müslüman olarak değil, başka bir dinin, milletin mensubu olarak dünyaya gelirdiniz. Mustafa Kemal, Allah’ın öyle sevgili bir kulu ki, kendisine rahatlıkla sövebileceğiniz bir memleket bırakmış.”
Sözlerini tamamladıktan sonra da, misafirleri selamlayıp eve doğru yürüdü.
Akşam yemeği sonrası çayını içen Hacı Feyyaz’ın dizinin dibine oturdum.
Saçlarımı sevgiyle okşadıktan sonra yüzümü iki elinin arasına alıp, hiç unutmadığım şu sözleri söyledi;
“Balam, eğer çocuklara Mustafa Kemal Paşa’yı bana anlattığın gibi öğretiyorlarsa, sevilmesi için değil, unutturmak içindir. Bizim yaşadıklarımızı Allah bir daha göstermesin. İnsanoğlu rahata erince zorlukları çabuk unutur. Ama Mustafa Kemal Paşa unutulursa, bu memleket elden öyle öyle gider ki, bir daha geri gelmez.”
Her 10 Kasım’da, Hacı Feyyaz’ın Mustafa Kemal için nasıl ağladığını ve dua ettiğini anımsarım.
Bana Mustafa Kemal’i yürekten sevdiren dedem nurlar içinde yatsın.
*************
Osman Göksu'nun Yazısı
Size anlatacağım bu gerçek öykü yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir devrime ışık tutan ve yol açan bir öyküdür.
Bu öyküyü bizzat yaşamış rahmetli müzikolog Cevat Memduh Altar’dan defalarca dinledim ve onun ağızından anlatmak istiyorum.
Yıl 1924, aylardan Haziran, Cumhuriyetimiz kurulalı 8 ay olmuş. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal (henüz soyadı kanunu çıkmamış) ve bir avuç arkadaşı, birbiri ardına yapacakları devrimlerin ön hazırlığını yapmakla uğraşıyorlar.
Köşk’den baş yaver Salih Bozok bey beni arıyor ve “Gazi”nin beni derhal görmek istediğini söylüyor.
Acele ile Çankaya’ya Köşk’e gidiyorum ve çalışma odasında masası başında oturan “Gazi”nin
karşısına geçiyorum. “Otur çocuk” diyor ve bana bir evrak uzatıyor. “Sesli oku çocuk!!!” diyor.
Evrak bir mektup. Sol üst köşesinde Fransızca yazılmış, “Sovyet ve Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Genel Sekreterliği” amblemi var. Mektup tercümesi şöyle:
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.”
Bizler dost ve kardeş S.S.C.B., siz sayın cumhuriyetinize kuruluşunuzun 1.nci yıl dönümünde bir armağan vermek istiyoruz. Moskova Devlet Senfoni Orkestrası ve Korosu’nu Beethowen’in 9. Senfonisini seslendirmek üzere, günü tarafınızca belirlenen bir tarihte, Ankara’ya yollamak istiyoruz.
Bu armağanımızı kabul ederseniz kıvanç duyacağız.
Hürmetlerimle,
Vladimir Ilyich Lenin
Genel Sekreter
Bu mektubu okuyunca çok heyecanlandım, ve düşünmeden “Paşam, bu fırsatı kaçırmayalım” dedim.
Mustafa Kemal Paşa bir an düşündü ve “Oğlum, bu konseri nerede vereceğiz. Park’ta olmaz, kapalı konser salonumuz ‘yok’ dedi.
Bende “Paşam, müsaade ederseniz, Cebeci deki Halkevi’nin iç mekanını bu konsere uygun düzenleyelim ve konseri orada verelim” dedim.
Paşa “tüm sorumluluğu üstüne alıyor musun” diye sordu. Bende ‘evet’ deyince; Salih Bey’e döndü, “Maarif Vekilini ara, Cevat Memduh’u ona gönderelim, gerekli hazırlıklar yapılsın; 30 Ekim 1924 akşamı bu konseri Ankara’da dinlemek istediğimizi, resmi bir yazı ile Lenin e bildirelim” dedi.
Ben eteklerim zil çalarak, ama biraz da endişeli, Köşk’ten ayrıldım.
Halkevinin taş duvarları keten örtüler ile kaplandı, orkestra ve koronun yer alacağı, ahşap platform inşa edildi. Birde, girişin hemen üstüne ahşaptan merdivenle çıkılan bir cumhurbaşkanlığı locası inşa edildi.
Büyük bir heyecanla, konser gününü beklemeye başladık. 100 küsur kişiden oluşan bu orkestra ve koro elemanları, gruplara ayrılarak Ankaralıların evlerinde misafir edildi. (Çünkü kalacak otel yoktu)
Biz konser gününü beklerken, Salih Bey tekrar beni aradı ve “Gazi”nin yanında konseri izleyeceğimi bana bildirdi.
Konsere, tüm yabancı elçilik mensupları, tüm bakanlar ve millet vekilleri, orkestra üyelerini misafir eden Ankaralı aileler ve bir miktar basın mensubu davetli idiler.
Ben “Gazi Paşa” ile Cumhurbaşkanlığı locasına geçerken, tüm orkestra ve korosu ayağa kalktı ve bizim “İstiklal Marşımızı” 4 sesle söylediler.
Ben “Paşa” nın irkildiğini ve gözlerinin dolduğunu fark ettim. Neyse herkes tekrar yerine oturdu ve çok başaralı bir konser dinledik.
Konserden sonra verilen resepsiyonda, Salih Bey bana uzaktan işaret etti ve ben tekrar “Gazi Paşa”nın yanına gittim.”
“Çocuk, derhal pasaportunu hazırla! Fransa’ya gidiyorsun” dedi. Ben “Paşam niçin gidiyorum”
deyince, “ Bak oğlum, taşıma su ile değirmen dönmez. Sen şimdi Fransa’da gerekli müzik eğitmenlerini ikna edeceksin ve onları Ankara’ya davet edeceksin. Biz burada
konservatuarı kuracağız ve eğitimli müzisyenler yetiştireceğiz” dedi.
Bu öykünün sonrasını hepiniz biliyorsunuz: Musiki Muallim Mektebi’nin konservatuara dönüştürülmesi, Riyaseti Cumhur Orkestrasının kurulması, Opera Binası’nın açılması; orkestranın çeşitli il ve ilçelerde klasik müzik konserleri vermesi ve halkımızın
yavaş yavaş kulağının bu tip müziğe uyum göstermesi.
Tabii bu ilerleme “Sivas, Sivas olalı böyle zulüm görmedi” hikayesine rağmen muvaffak oldu.
İşte bir müzik devriminin temeli böyle atılmış oldu.
Ruslar, yemediler, içmediler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 10 yıllık ilerlemesini, dokümanter bir filme aldılar. Bu filmi 1934 yılında (Atatürk sağ iken) bize armağan ettiler.
Bu film TRT ve Genel Kurmay arşivlerinde olmalı. Bu film neden önemli? Film’de bahsedilen konserden bir bölümde var. Umarım TRT, (artık Rusya ile dost olduğumuza göre) bu filmi bir komünist propagandası olarak görmeyip; tarafsız bir gözle Cumhuriyet’in devrimleri nasıl
gerçekleştirdiğini, ne zorluklar ve özveriler ile gerçekleştirdiğini milletimize seyrettirir.
Bizde Atatürk’ün çeşitli dil, din ve ırklara mensup, ama hepsi Anadolu insanı ve evladı olan karışık toplumdan nasıl tek bir millet, tek bir ulus yarattığını yeniden idrak ederiz.
Mustafa, hesabı ödemeden nereye gidiyorsun?
Ankara’da havanın kapalı olduğu sıkıntılı bir kasım akşamı, Avrupa üzerinde savaş rüzgârları esmekte, genç Cumhuriyet kalkınma, büyüme ve gelişme çabaları içinde hedefe doğru ilerlemektedir. Mustafa Kemal hem mahalle hem de okuldan arkadaşı Nuri Conker ile Çankaya’da konuşmaktadır. Nuri Conker, ölene kadar Atatürk’ün kadim dostu kalmış, albaylıktan emekli ve paşalık dahil hiçbir mevkii kabul etmemiş gerçek sırdaş ve dosttur.
Mustafa Kemal, hasta olduğunu ve artık sonunun geldiğini de sanki hissetmektedir. Kadim dost Nuri Conker, arkadaşının devlet meseleleri, kişisel sıkıntılar ve hastalığı ile bocaladığını sezer. Biraz konuları dağıtmak ve havayı değiştirmek ister. Konuşma İstanbul’a ve gençliklerine kadar gelir. İstanbul özleminden ve arada sırada uğradıkları Tünel’deki Apostol’un yerinden bahsederler. Gençliklerinde Harbiye ve sonra Akademi’deki günleri anarlar. Sık sık Tünel’e gidip kafa çektikleri, hatta paraları olmadığı zaman hesaba yazdırdıklarından söz ederler. Arada da birlikte piste fırlayıp Rumeli havaları eşliğinde zeybek oynamak akıllarına gelir. Neşelenirler. Söz doğal olarak hanımlara gelmiştir. Cumhurbaşkanı keyiflenmiştir. Hastalığını da unutmuştur sanki. Nuri Conker’in aklına parlak bir fikir gelir, der ki: “İster misin Mustafa, atlayıp trene gizlice İstanbul’a gidelim, önce Boğaz’da gezeriz, sonra ver elini Beyoğlu, Apostol’a uğrarız... Kimse görmeden döner geliriz.” Mustafa Kemal çok sevinir. “Nasıl yaparız” der. Nuri Conker kararını vermiştir. Her şeyi ayarlar. İstiklal Savaşı’nda orduya cesaret veren Conk Bayırı’nın alınmasının mimarı bu kahraman asker için İstanbul operasyonu, çocuk oyuncağıdır.
İstanbul ekspresinde üç kompartıman alınır. Kimseye sezdirmeden gece trene binilir. İstanbul’a gidilir. Hafif de tebdili kıyafet vardır tabii… Haydarpaşa’da Nuri Conker’in bir arkadaşı karşılar ve ver elini Boğaziçi. Orada gezerler, yürürler, denizi seyrederler. Boğaz havasını ciğerlerine çekerler. Sonra da Beyoğlu’na, Tünel’e gelince de doğrudan Apostol’un yerine giderler... Saat 17 olmuştur. Artık yeni yeni herkes gelmeye başlamıştır. İstanbul’da eğlence yerlerini işletenler işlerini iyi bilirler. Özellikle Rumlar, Osmanlı’dan kalma gelenek ve görenekleri ile hizmetin piridirler. Apostol, Nuri Conker ile göz göze gelir. Tanımıştır, Atatürk’ü eski müşterisi ve dostunu, çok sevinir. Nuri Conker, “Sakın bozma” der. “Eskisi gibi davran, gelenleri de çevirme, sadece bizimle garsonlar hariç, kimse fazla ilgilenmesin, hafifçe demlenelim.”
Akşam ilerlemekte, keyif ise artmaktadır. Mustafa Kemal ise gençlik günlerine döndüğü için çok mutludur. Arada merak edip, Nuri Conker’e de sormaktadır. “Galiba bizi hiç kimse tanımadı!” Nuri Bey’in tek endişesi içeriye girip çıkan birilerinin dışarıda bu olaydan söz etmeleridir. Apostol güvence verir, “Sen merak etme Paşam”.
Artık sıra Rumeli türkülerine, çalmaya oynamaya gelmiştir... Bütün taverna şarkı, türkü söylemekte oynamakta hatta Atatürk bile artık dans etmekte ve türküleri mırıldanmaktadır.
Mustafa Kemal ise oyunu sezmiş ama artık o da bozmamakta eğlenmeye devam etmektedir. Kadim dostunun da kıyağının farkındadır. Dostluk da bu değil midir zaten.
Ayrılma zamanı gelmiştir. Haydarpaşa’dan trene binilecektir, erken kalkmak gerekir. Ayağa kalkar Mustafa Kemal, madem kimse onu tanımamıştır, o da kapıya yönelir. Arkasından bağırır Apostol: “Mustafa hesabı ödemeden nereye gidiyorsun?” Döner, “Yaz hesaba bre Apostol!” der. Bunlar bir sarılırlar birbirlerine ve ağlamaya başlarlar. Bu arada bütün taverna ayağa kalkar ve alkışlar, hep bir ağızdan bağırırlar. “Bizim Mustafa, seni bırakmayacağız ama sen de bizi bırakma, daha sık gel.
”Bu hikâyeyi şimdi rahmetli olmuş Adil Sağıroğlu ve Kıymet (Conker) Tesal’dan dinlemiştim. Cumhuriyeti kuranların önce insan olduklarını herkese anlatmak için yazıyorum. Araştırmak ve daha geniş bilgi almak için Türkiye’nin bütün bilgi ve belgeleri açıktır. Belge, bilgi ve kanıtla Cumhuriyeti kuranları ve bugüne kadar yönetenleri, daha iyi inceleyip haklarında hüküm vermek gerekir. Eleştirme hakkına herkes sahiptir. Ancak daha ciddi ve bilimsel araştırma yapmak ve kanıtla beslemek gerekir.
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, hatıralarında anlatıyor:
“1941 yılında İngiltere'ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra'ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe'yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter'i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:
“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldığını, eğer Samsun'a inecek olursa tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesini' istemekte idi.
Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.”
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa'yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum' dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı... Herkes ayakta idi...”
“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!'
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.
İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı...
Bu yüzden, İngiltere'ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!' diyorlardı.”
Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Ankara'da, Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik.
İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.
Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.
Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:
‘Sayın hâkimler... Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası'nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:
‘Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkarttık... Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç... Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?'
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir: ‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20'nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?'
Görüyorsunuz sayın hâkimler... Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20'nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.'
“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye'ye gidip Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere'ye çağırılmasaydım, Türkiye'de kalacaktım...
İngiltere'ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne aldılar ve...İstihbarat Başkanlığı'nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor."
*Rahmi TURAN