ŞEMSİ NENE
Çanakkale şehitlerinin torunlarına armağan...
Aydın Ayhan
1954 yılında babamın memuriyeti dolayısıyla Sındırgı’dan Balıkesir’e geldik.
Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize bağırır, çekişir dururdu.
16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp Çanakkale’ye gönderilmiş.
Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp almak istemiştim de nene bana kızmıştı.
Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak kocasının ruhuna Kur’an okurdu, hatim indirmeye çalışırdı.
Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.
Şemsi nine yakmacılık (Kaynatılan bal veya pekmezi ucuna bez sarılmış bir sopa ile alıp dualarla çıbana sürmek.) denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı.
Geleni gideni çok olmasına rağmen Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.
“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. gözüm arkada kalmasın.. ne olur söz ve bana!.. Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?
İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.
Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde karanlık bir odası vardı.
Bir akşam üstü babamla eve çıkarken Nene’yi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş karanlıkta beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci bir gerdanlık vardı.
Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya.. Ne var.. Bir şey mi oldu?”
Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:
“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı.. kocamı bekliyorum..”
Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla kaçarmış gibi yukarı çıktı.
Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.
Ertesi gün günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki hayatı boyunca evlendikleri gün Nene süslenip hep kocasını beklermiş.
Ellibeş, altmış yıl önce, benim çocukluğumda, evlerde saat pek olmazdı. Sabah erkenden kalkar, bir şeyler yiyip, erkenden okula giderdik. Bir gün, okula gitmek için aşağı indim. Nenemiz, dualarını bitirmiş eğilmiş pençereye yapıştırdığı mektubun üzerindeki pulu öpüyordu. Benim geldiğimin farkında değildi. Beni görünce utandı kıpkırmızı oldu. Çok uzun yıllar sonra, olayı anlayabildim. Nenemiz mektubun pulunu öpüyordu. Çünkü ona, kocasının, sevgilisinin dudakları değmişti.
Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce göz yaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...