Mollalarla Hahamların Kontrollü Savaş Senaryosu:
(Yeni Haçlı Dalgasında Türkler Yine Sorun) –Acik İstihbarat Jeo-Kritik 25 Nisan 2005
Tarih:30/11/2011
2005 yılında; Ortadoğu'da İran ile İsrail arasında kontrollü bir savaş senaryosu ile Türkiye'nin tuzağa çekileceğini yazmışız.
6 yıl geçti. Birileri bu tuzağa yürüyor. Bu savaşın sonunda İran sınırlarını korurken, mollalar rejimlerinin altyapısını güçlendirecek; batı silah ve nükleer pazarını palazlandıracak; İsrail sınırlarını genişletecek ve kukla Yahudi kürt devletini kuracak ve Türkiye küçülecektir.
Elin füzesi ile gerdeğe girmeye kalkanlara tekrar hatırlatıyoruz...
Düşünenler için
JEO - KRİTİK Yazıları yazmaya devam ediyoruz...
27 Nisan 2005 Çarşamba
Kudüs'le İran İşbirliği Yaptığında Anadolu'da Haçlıların Karşısında Yine Türkler Vardı.
Hahamlarla Mollaların Perde Arkası İşbirliğine Hazır Olmak Hepimiz Ortadoğu'daki gelişmeleri; hangi cepheden bakarsak bakalım; Anglo-Sakson merkezli "düşünce" kuruluşlarının raporlarındaki şablonlar ve türevleri üzerinden yorumluyoruz. Stratejistlik; harita üzerinde daire çizip, "burada petrol var, ABD bunu kontrol etmek istiyor" cümlesini kurmaya indirgenmiş durumda.
Böyle bir ortamda; Türkiye'nin bekaası için güvenlik kurmaylarının "komplo teorisi" yaftasına aldırmadan, olasılık matrikslerine en sıradışı olasılıkları bile yerleştirmeleri ve bu olasılıklara karşı hazırlıklı olmaları şart. Hele bu "sıradışı" olasılıkların; tarihte bir benzeri gerçekleşmiş ve mevcut şartlarda teorik bir gerçekliği mevcutsa!
Ortadoğu'daki gelişmeleri; sinema ekranında üzerimize doğru gelen trenin gerilimini hissederek fakat "nasılsa tren ekrandan çıkamaz" şeklinde bırakmak istemediğimiz sahte bir güvenle seyrediyoruz.
Bu arada; düşünsel altyapımıza, "ABD Suriye'ye saldırmaya hazırlanıyor", "ABD İran"'a saldırmaya hazırlanıyor" şeklinde cümlelerle serilen kurguda; ABD'nin saldırı hazırlıkları sırasında aynı zamanda Türkiye'nin çevresini askeri ve lojistik olarak kuşattığı gerçeği perdeleniyor.
Medyanın manşetlerinde sakız yaptığı "ABD İncirlik'i istiyor" konusu ise; ABD'nin, Türkiye'nin lojistik altyapısını nasıl kullandığını; Türkiye topraklarının ve imkanlarının, İran'a yönelik ne tür çalışmalar için kullanıldığını bilen bizler için sadece eğlencelik bir konudan öteye geçmiyor.
Bütün bunlar olurken; Uluç Gürkan babasının vefatı üzerine kaleme aldığı yazısında, 1964'te Kıbrıs'a çıkartma girişimi sırasında, hastalanan komutanının yerine, 39 Tümen komutanı olarak Kıbrıs'a hareket eden çıkartma birliğinin başındaki babasının kendisine bıraktığı mektuplardan sözediyor. Gürkan; babasının komutasındaki birliklerin, ABD'nin "6 Filo ile birliklerinizi engelleriz" tehdidi ile geri çekilmesi üzerine yaşadığı hayal kırıklığını, "ben emirlerimi Türk Hükümetimden aldığımı zannediyordum" cümlesi ile nasıl dile getirdiğini açıklıyor.
Bunlar gerçekleşirken; ABD'ye karşı savaş fikrini "hastalıklı düşünce" ilan eden eski bir MİT Müsteşarı ile; "Süveyş'i işgal etmeyi planlamıyorsak Kıbrıs'ın stratejik önemi yoktur" diyen eski bir donanma komutanı; ekranlarda Ermenistan'dan; Irak'a çeşitli konularda ahkam kesmeye; "müttefiklik", "küreselleşme", "BOP" masalları okumaya devam ediyor.
Fakat emekli Tuğgeneral Eslen'in yorumlarında sık sık vurguladığı gibi : "ABD'nin deşifre olmuş isimlerle kendi propagandasını yaptırmaya devam etmesi artık pek fazla etkili olmuyor".
Kuşatılmışlığının gittikçe daha fazla farkına varan kitlelerin tedirginliği arttıkça; bir yandan bu kitlelerin tedirginliğini siyasi rant yapmak için sahte kulvarlar hazırlayanlar çoğalıyor; bir yandan da artık verilen uyuşturucu söylemi kabul etmeyen bünyeye kontra söylemler üzerinden yeni düşünsel dinamikler biçiliyor. Sahneye sürülen yeni "Anti-Amerikancılık" modasını bu bakış açısı ile Jeo-Kritik'in diğer yazısında ele alacağız.
Tezin de, anti-tezin de bu kadar manipülasyona açık hale geldiği bir ortamda;
Tezide, anti-tezide ofsayta düşürecek Alternatif Düşünce Sistematiklerini - ADS Teorileri (bazıları buna komplo diyor); Olasılık Matriksimize yerleştirmemiz gerekiyor.
Türkiye'deki psikolojik harp sahnesine baktığımızda; kitlelerin uyanışı karşısında manevra alanı daralanların; kitleler kadar, devletin bürokratlarına yönelik de nitelikli psikolojik harp operasyonları gerçekleştirdiğini ve bu operasyonların temel maksadının;Türkiye'nin güvenlik bürokrasisinin gözünde, geleceğe yönelik bir olasılık setinin ağırlığını arttırırken; diğerlerini düşürmek ve hatta "komplo teorisi" olarak marjinalize etmek olduğunu görüyoruz. "Müttefik" bildiklerimizin "esas" niyetlerinin, "komplo" diye küçümsenen olasılık setinin arkasına gizlenmişken; devlet reflekslerimizin sahte/perde bir olasılık seti üzerinden kurgulanarak; Türkiye'yi tuzağa düşürecek tarihsel mizansenlerin yaratılması ciddi bir tehdit olarak karşımıza duruyor.
Aşağıdaki analiz; bu mantık çerçevesinde; önümüze bir "İran-Suriye cephesi"; Anglosakson-Siyonist" cepheye karşı olarak sunulan Ortadoğu senaryosuna farklı bir bakış açısı getirmeye çalışıyor ve "Ya AngloSakson/Siyonist cephe İran ile kontrollü savaş senaryosu üzerinde uzlaşma sağlandıysa" gibi; ilk bakışta hayli tartışmalı bir soru ile başlıyor.
Alternatif Düşünce Sistematikleri (ADS) Teorilerini, "komplo" olarak çamurlamak konusunda cevval olanlara tedbiren baştan vurgulayalım:
Aşağıdaki analiz; "The Doğru" olduğu iddiası ile değil; Türkiye'nin güvenlik kurmaylarının değerlendirmesi gereken "Olası Doğru" lardan biri olması gerektiği iddiası ile kaleme alınmıştır.
Komplo Teorileri Yerine "Alternatif Düşünce Sistematikleri"
Herhangi bir tezi derinleştirmeden önce; sözkonusu tezin boynundan "saçma" yaftasını çıkarmak gerekir.
Eski MİT Müsteşarlarının bile; "ABD'ye karşı savaşmayı" "hastalıklı düşünce" olarak nitelendirdiği;Medyanın bir "medeniyet" yaygarası peşinde koca bir "AB Pravdasına" dönüştüğü bir ortamda, alternatif düşüncenin "saçma" olarak nitelendirilmesi için zeka değil, "kaba medya kuvveti" yeterli olmaktadır.
Bunun için sözkonusu tezi oluşturan alt unsurları en az üç temel zemin üzerinden meşrulaştırmak şarttır.
a) Daha Önce Olmuştu - Tarihsel Meşruiyet
b) Daha Önce Olmasa Bile; Olması İçin Gerekli İşbirliği Kanalları Mevcuttur - Mekanik Meşruiyet
c) Olduğunu Varsaymak Mevcut Tablonun Sonuçları ile Çelişmemektedir - Nedensel Meşruiyet
Bu tür sıradışı tezleri; reddedilemez noktasına taşıyacak olan bir başka meşruiyet zemini daha mevcuttur ki; bu sağlandığı noktada zaten alternatif düşünce sistematiği; "tez" kategorisinden sıyrılıp, ete kemiğe bürünür.
"Kanıtsal Meşruiyet" zemini diye adlandıracağımız bu zemini sağlamanın zorluğu; bir enformasyon/dezenformasyon cennetine dönüşen dünyamızda malumunuz. Fakat yokluğu; bir alternatif düşünce tezinin yanlış olduğu anlamına gelmez.
Sözkonusu meşruiyet zeminlerini "11 Eylül komplosu" üzerinden test ettiğimizde;
Tarihsel Meşruiyet; Pearl Harbour baskınından ABD devletinin önceden haberdar olduğunun belgelerinden, Kennedy'nin Savunma Bakanı McNamara'nın Küba'nın işgalini "meşru" kılmak için hazırladığı "Operation Northwood"' belgelerine kadar bir çok unsur; 11 Eylül'le ilgili ADS teorilerinin tarihsel meşruiyetini oluşturmaktadır....
ABD daha önce savaş çıkarmak için kendi ülkesine saldırılmasına gözyummuştu...
Mekanik Meşruiyet; "Arap terörist" olarak gözüken "Bin Ladin"'in Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgali döneminde CIA'nin uzantısı olduğu gibi nispeten bilinen bilgilerin aydınlatılmasından öte; Bush ailesinin ve ABD'de yönetimi ele geçiren küresel cuntanın; Bin Ladin ailesi ile ilişkiler ağının deşifre edilmesi ile daha bir güçlendi..
Nedensel Meşruiyet; ABD'nin her geçen gün; ülkesine saldıran Bin Ladin'i unutup, "terörle savaş bahanesi" arkasına saldırarak; kendi emperyalist hedeflerini gerçekleştirmesi ile, "11 Eylül'ü İslamcı teröristler yaptı" tezinin, "11 Eylül; bir terörist saldırıdan çok, ABD'nin başlattığı küresel operasyonun işaret fişeği olarak dünya kamuoyunu ikna operasyonudur" tezinin güçlenmesi ile daha da sağlam bir zemine oturdu...
Tarihin en şeytani komplosu olarak belleklere kazınan 11 Eylül'ün mimarları bile bazı somut kanıtların ortaya dökülmesini engelleyemediler ve bir-iki sene öncesine kadar bir kaç radikal sitedeki veriden oluşan, "Kuleler kontrollü patlama ile çökertildi", "uçaklar tanker uçaklarıydı", "Pentagon'a çarpan Boeing değildi" gibi iddialar, artık kanıtları ile birlikte ana medyanın gündemine dahi girmeye başladı.
Dolayısı ile 11 Eylül "komplo teorisi"; tarihsel, mekanik ve nedensel meşruiyetten sonra da bir de çok güçlü bir kanıtsal meşruiyet zemini üzerinden farklı bir noktaya geldi.
İşte bizde; "İsrail ile İran arasında bir kontrollü savaş senaryosunun" gündemde olabileceğini; olası bir doğru olarak üç meşruiyet zemini üzerinden ortaya koyacağız.
Kanıtsal meşruiyeti ise ancak zaman sağlayabilir.
Tarihten Bir "Kudüs" - "İran" Merkezli "Derin" Şebeke İşbirliği Kesiti "İran gibi "İslami" bir ülkenin; İsrail gibi "can düşmanı" "Yahudi" bir ülke ile işbirliği yapacağını düşünmek saçmalıktır" diyebilecek olanlardan başlamak lazım.
Öncelikle; yukarıdaki cümle, bir ders kitabı için mantıklı önermeler içeriyor olabilir fakat belli ve tehlikeli önyargılar içermektedir.
İran; İslami bir ülkedir ama "Şii" bir ülke olup; Şii'lik İslam içerisinde çeşitli ezoterik/batini kolları ile hayli farklı bir konumdadır.
İsrail'in İran'la "can düşmanı" olduğu gibi kavramlar; uluslararası politikaya, medyatik bir analiz düzeyi ile yaklaşımı ve dolayısı ile; ülkelerin resmi duruşları ile, o ülkeleri yöneten çeşitli alt odak ve akımların, karşı ülkenin alt odak ve akımları ile elit etkileşim/işbirliği/çatışma mekanizmalarını gözardı eden hayli steril bir dış politika yaklaşımıdır.
Bu yaklaşım; incelenecek ülkeler; ABD gibi bir kabuk devlete dönüşmüş ve içinde çok çeşitli güç koalisyonlarının cirit attığı bir yapı sözkonusu olduğunda daha da yüzeysel kalmaktadır.
Dolayısı ile; "Yahudi" İsrail'in; "Müslüman" İran'la işbirliği yapmayacağı tezi belli yüzeysel varsayımları gerektirir ki; bu analiz bu varsayımları reddetmektedir.
Çünkü tarihte; klasik bakış açısı ile birbirlerine düşman gözüken yapıların; hem de Ortadoğu'da, hem de "düşman" dini anlayışların merkezinde olsalar bile işbirliği yaptığı mevcuttur.
İşte size bir tarihsel meşruiyet zemini...
Şii'lik bünyesinde çok farklı kollar barınmakta olup; İslam'ın diğer kolları tarafından ciddi suçlamalara maruz kalmaktadırlar. Bu basit bir mezhep ayrılığından öte ayrışmalara denk düşmektedir.
Örnek olarak El-Kaide'nin ideologlarından, Bin Ladin'in yakın arkadaşı ve Suudi Arabistan sorumlusu Yusuf El-Ayeri; ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra Haziran 2003'te yayınlanan "Bağdat'ın Düşmesinden Sonra Irak ve Arap Yarımadasının Geleceği" isimli kitabının basımından üç ay sonra Suudi güvenlik birimlerince öldürülmüştür.
Ayeri'nin özelliği; Şiileri, "Haçlılar ve Siyonistlerle İşbirliği" ve onların beşinci kol faaliyetlerini yürütmekle suçlamaktır.
Irak'taki direnişe destek veren Ebu Musab El-Zerkavi'de; Şiiler için "çok tanrılı" gibi ifadeler kullanmakla kalmayıp; Sistani için "Yahudi dönmesi" ifadesini kullanmıştır.
Şii'liği; İslam mezhepleri arasında bu tarz suçlamalara konu eden yapısı; özellikle bazı kollarının ezoterik yapısıdır.
İmamlık müessesisinin; Tanrı ile kul arasındaki konumunun; Yahudilikte Hahamlık, Hristiyanlıkta İsa Mesih müessesesi ile gösterdiği benzerliklerden tutun da, kayıp imam mevzuunun ve tekrar dünyaya geri döneceği beklentisine kadar bir çok alt başlık; Şiiliğin özellikle bazı ezoterik kollarının; Yahudilik ve Hristiyanlığın ezoterik yorumları ile benzer inanç zeminlerine ve dinamiklerine hizmet edebileceği yolundaki yorumlara/eleştirilere bir haklılık zemini kazandırmaktadır.
Hele Şiiliğin bir kolu vardır ki; İsmailliye diye anılan bu tarikat, zamanında, neredeyse tarihsel bir kült figüre dönüşen Hasan Sabah'ın liderliğinde İran merkezli bir devlet bile kurmuştur.
Hasan Sabah; müridlerini haşhaş yolu ile etkileyip, suikast misyonlarına yollamış ve İngilizce'de suikastçi anlamına gelen "assassin" kelimesi, "haşhaşin" kelimesinden ve Hasan Sabah'ın bu uygulamasından türemiştir.
Bugün hala varlığını sürdüren ve kendilerini İsmaililer olarak tanımlayan bu mezhebin en son imamı bildiğiniz "imamlardan" değil.
Kendisi, babası, oğulları, kızı ve amcaları ile Batı'nın üst düzey aristokrat okullarında eğitim görmüş tam bir burjuva.
Hz. Muhammed'in soyundan geldiğini iddia eden İsmaililerin bu 49. imamının'nın dedesi BM'nin öncüsü sayılan Devletler Liginin Başkanlığını; babası Aly Khan Pakistan'ın BM Büyükelçiliğini; amcası Sadruddin Aga Khan BM Mülteci Komiserliğini ve ilginç bir şekilde BM'nin Irak-Türkiye sınır bölgeleri Temsilciliğini yapmış.
"İmam" Aga Khan'ın kardeşi "Prens" Amyn; abisi gibi Harvard'dan mezun olduktan sonra BM Sekreteryası bünyesindeki Sosyal ve Ekonomik İşler bölümünde çalışıyor ve bünyede İmamlığa bağlı sosyal kurumların çalışmaları ile ilgileniyor.
Yine Harvard'dan mezun olan en büyük oğlu, Williams'dan mezun olan küçük oğlu ve yine Harvard'dan mezun olan kızı Prens Zahra' da İmamlığın "Aga Khan Kalkınma Ağı" verilen sosyal kurumları ile ilgileniyorlar. Kısacası; tam bir aristokrat imamlık müessesesi ile karşı karşıyayız.
Bugün hayli aristokrat bir yapıya bürünün bu Şii tarikatın gerçekleştirdiği çalışmaların merkezinin Londra olduğunu da notlarımıza ekleyelim.
İsmailiye tarikatının zamanında kimlerle işbirliği yaptığı analizimiz açısından önemli.
Bu Şii tarikatını; tarihte; işe Kudüs'teki Tapınağı korumakla başlayıp, başlı başına bir küresel çeteye dönüşen Tapınak Şovalyeleri tarikatı ile işbirliği yaparken görüyoruz.
Tapınak Şovalyeleri'nin sembol iki rengi olan kırmızı ve beyaz ile Hasan Sabah'ın tarikatının renklerinin benzer olması gibi "tesadüf" ile açıklanabilecek ayrıntılara değinmiyoruz bile. Tarih kayıtları; Tapınak Şovalyeleri ile Hasan Sabah arasında çeşitli dönemlerde işbirliği yaşandığını gösteriyor ve hatta; daha sonra, yolda çıktıkları gerekçesi ile yargılanan ve infaz edilen tapınakçıların; "Hasan Sabah'ın tarikatının etkisine girme ve onların 'şeytan tanrısına' tapıp, onlara hizmet etmekle" suçlandıklarını bile görüyoruz.
Bu tarihsel işbirliği kesitinin dikkat çekici bir özelliği de var : Biri "Musevi-Hristiyan", diğeri "İslam" kökenli bu iki tarikatın işbirliği zemini; Selçuklu Türklerinin bölgelerinde ikisi için de tehdit olduğu dönemlerde yoğunlaşıyor.
Dolayısı ile tarihten bir örnek bize İran merkezli "derin" yapılar ile Kudüs merkezli "derin" yapıların işbirliğinin; hem de bir Türk devletine karşı işbirliğinin somut bir örneğini sunuyor.
Bugün bu iki tarikatın merkezinin de Londra olduğu ve bu iki tarikatın uzantıılarının da dünya elitleri arasında yeraldığı da ; şık bir ayrıntı ve "tesadüf" olarak önümüzde duruyor.
"Şeytanlar"; Kamuoyu Önünde Dalaşır; Sahne Arkasında Şeytan Sofrasında Buluşur.
Yukarıdaki bölümde; ortaya koymaya çalıştığımız ADS tezinin, "tarihsel meşruiyet" zeminini güçlendirmeye çalıştık. Şimdi bir de "mekanik meşruiyeti"; yani, bu tarz bir işbirliğinin mevcut dinamikler ve ilişkiler üzerinden mümkün olduğunu gözler önüne serelim.
Bunun için tarihte çok fazla geriye gitmemize gerek yok.
Hepimizin hafızalarında hala tazeliğini koruyan İran-Kontra skandalı ile en son Ankara'yı ziyaret edip, "ABD sevilecek, sev" demeçleri veren Douglas Feith arasında bir eksen çizelim.
Nasıl mı?
ABD'nin siyonist cephesinin Pentagon'daki kilit adamlarından Douglas Feith'in kim olduğunu biliyorsunuz. Fakat hatırlamamız gereken kişi Larry Franklin.
Larry Franklin; FBI'ın, Pentagon'dan gizli bilgileri İsrail'e sızdırdığı için suçladığı isim. Harold Rhode ile birlikte Douglas Feith'in ekibinde.
Pentagon'un demirbaşı bu iki isim başka neyle suçlanıyor : 2001 yılında Fransa ve İtalya'da Manuçer Gorbanifar'la gizlice görüşmeler yapmakla...
Hani şu ortaya çıkınca; Dışişleri Bakanı Powell'ı bile çileden çıkaran ve Savunma Bakanı'ndan açıklama yapmasını istemesine neden olan gizli zirve.
Malum kendisi şu sıralar emekli ve yerini başka bir kuş beyinli (malum şahin olur kendileri); Condoleeza Rice almış durumda. Manuçer Gorbanifar kim?
"İran-Kontra" skandalında; İsrail ile İran arasındaki silah trafiğini yöneten; İran yahudisi bir zat.
Peki Manuçer Gorbanifar ile Ahmed Çelebi arasındaki ortak özellik ne? Biri Irak'taki uranyumları İran'a satmakla; diğeri İran'a gizli bilgileri aktarmakla suçlanıyor ve ikisi de Pentagon'daki siyonist cephe (Perle, Douglas Feith, Larry Franklin, Harold Rhode gibilerin alt kadroyu oluşturdukları ekip) ile çalışmayı sürdürüyor.
İran'a casusluk yapmakla suçlanan Ahmed Çelebi ile İsrail'e casusluk yapmakla suçlanan Larry Franklin; savaş öncesinde koparılan "Saddam kitle imha silahları üretiyor" yaygarasının baş mimarlarıydı.
Ve tabi bütün bu yaygarayı Londra'dan yönetiyorlardı.
Gördüğünüz gibi İsrail-İran arasında silah ticareti yapan bir İran yahudisi ile Pentagon'daki siyonist ekip arasında hiç de gözardı edilemeyecek bir ilişki ağından sözediyoruz.
İran'da bu tür silah ticaretini yapacak "derin devlet" aygıtının ne olduğunu belirtmeye gerek duymuyoruz.
Vurgulamak istediğimiz; "Mollalar" olarak karikatürize ettiğimiz, İran'ı kontrol eden "derin şebeke" ile; Anglo-Sakson siyonist cephe üzerinde faaliyet gösteren ve Kudüs merkezli Hahamlar Konseyi'nin en üst "Velayeti-Fakih" işlevi gördüğü derin şebeke arasında ilişki/işbirliği kanalları uzun süredir bulunmaktadır.
ABD'nin İran'ı; İran'ın ABD'yi kamuoyu önünde "şeytan" ilan etmesi yeni değildir; şeytanların sahne arkasında, dünya milletleri aleyhine pazarlık yapması da.
Bir Kontrollü Savaş Senaryosu ile 9 Değerli Kuş
Ve gelelim belki de her ADS tezinin, en azından değerlendirilmeye alınmak için sahip olması gereken minimum meşruiyet zeminine : Nedensel Meşruiyet
Tezin öne sürdüğü dinamiklerin; mevcut durum açısından "neden böyle olsun ki?" sorusuna makul bir açıklaması var mı?
Tezimizin; "İran-İsrail arasında kontrollü savaş senaryosu" olduğu hatırlandığında; cevaplanması gereken soru;
"İran ve İsrail kontrollü bir savaşa girişerek ne kazanacaklar; mevcut durum içimizde niye böyle bir senaryonun varlığına dair kuşku uyandırsın?" olarak karşımızda duruyor.
Bu soruya net bir yanıt vermek için önce; Irak'taki mevcut tablonun,
"ABD; Irak'ta istediğini elde edemedi ve Şiiler Irak'ta kontrolü ele geçirdi" tarzı analitik çıkışlara şüphe ile yaklaşmamız gerekiyor.
Sistani gibi Londra merkezli bir ismin başından beri ABD'ye verdiği destekten tutun da;
"stratejik müttefiki" Türkiye'nin terörist örgütünün kılına dokunmazken; "şeytan" ilan ettiği İran'ın Irak'ta konuşlu muhalif güçlerine savaş sona erer ermez müdahale edip, etkisiz hale getiren ABD'nin davranışlarına kadar onlarca olay ve gösterge aslında ABD'nin başından beri
Irak'ta Şii'liği, Londra-Tahran işbirliği ile kendi planları doğrultusunda yönlendirdiğini ve Irak'ta yaratılan "kaotik" tablonun bir kontrolsüzlük değil; "kontrollü istikrarsızlık" olarak hedeflenen bir nokta olduğunu ortaya koyuyor.
Bu noktada; Irak, İran'ın etki alanında bir Şii'lik ile; İsrail'in etki alanındaki bir Kürt milliyetçiliği arasında paylaştırılmış olarak Ortadoğu sahnesinde yerini almış durumda.
Bu tabloya bakıp; ABD istediğini elde edemedi demek ancak; ABD'nin başından beri "resmi" ağızdan ifade ettiği hedeflerinin gerçek hedefler olduğuna inanmayı gerektirir ki;bunun için ya hiç tarih okumamış bir cahil; ya da denge politikaları üzerinde yüksele yüksele entellektüel dürüstlüğünüzü kaybetmiş bakar kör bir üst düzey bürokrat olmanız gerekiyor.
Aslında İngiliz The Guardian Gazetesinin yazarlarından Simon Tisdall geçenlerde kaleme aldığı makalede uzun uzun analize gerek kalmadan ortaya çıkan tabloyu şu şekilde özetledi :
Irak'taki seçim sonuçlarından mutlu olan sadece iki ülke var : Irak ve İsrail.
Dolayısı ile; karşımızda ciddi anlamda sorgulamamız gereken bir tablo mevcut.
2003'ün başından beri kaleme aldığımız raporlarda ( Savaş Raporu - I ; JeoKritik190303); anlı şanlı stratejistler ABD'nin Irak'a "düzen" getirmek için geldiği masalını millete anlatırken; bizler; ABD'yi sahaya süren küresel güçlerin "Yeni Matrix"'i inşa etmek için yola çıktıklarını ve amaçlarının "düzen" değil; "kaos" olduğunu vurguluyorduk.
O zamanlar bu analizlere gülenler; zamanla analizlerinde değişiklik yapmak ya da "ABD kontrolü kaybetti" gibi zeminlere kaymak zorunda kaldılar.
ABD kontrolü kaybetmiş olabilir ama ABD'nin kas gücünü dünya sahnesine salanlar hedefledikleri kaosta bir sonraki aşamaya geçtiler ve tabi bu arada ABD devleti ve toplumu içindeki çatlaklarında büyümesine neden oldular.
Sonuçta "türev" süreç/analiz düzeyinde bakıp, ABD düzen hedefliyordu dediğinizde , ortada bir başarısızlık Ana süreç/analiz düzeyinde baktığınızda; dünyadaki düzeni "kaos" üzerinden yeniden kurgulamak isteyenler için "elde var bir" durumu sözkonusu.
Bu kuşkucu yaklaşımı daha yapıcı bir noktaya çekip AngloSakson/Siyonist Cephe'nin "derin" İran ile aşağıdaki temel hatlara ait bir senaryo üzerinde anlaştığını simule edelim :
1) Savaş; İran toprakları üzerinde sınırlı (bir kaç nükleer santrali yokeden hava akımları, tesis bombalamaları, v.s.) olarak gerçekleşir. Savaş sonunda İran'ın toprak bütünlüğü korunur.
2) Savaşın başlangıcı ve ağırlık merkezi Irak'tır.
3) Kerkük üzerinden; NATO merkezli bir senaryo ile Irak'a çekilen Türkiye; yaratılan kaosta arada kalır ve müttefiklik refleksi ile yanında yeraldığı AngloSakson/Siyonist cephe için; İran'a karşı tampon bölge/savaş gücü olarak rolünü üstlenir.
4) Savaş ortamı; İran'ın mollarına, liberallere karşı kaybettikleri toplumsal zemini, "Batı karşıtlığı" , "Milliyetçilik" üzerinden yeniden kazanma imkanı tanır
5) ABD yaratılan ortamda iyice batağa girer ve ABD toplumunda büyüyen çatlağı durdurmanın ve sistemi yasal altyapısı hazırlanan polis devleti moduna geçirmenin meşru zeminleri hazırlanır. Mevcut kadrolar; iktidar aygıtları üzerindeki hakimiyetlerini bu zeminde daha da derinleştirir.
6) Savaş; Irak'tan bir Şii ve bir de Kürt devleti çıkmasının "de facto" şartlarını hazırlar. İsrail'in kontrolünde bir kürdistan; İran'ın kontrolünde de bir Şii Cumhuriyeti kurulur.
7) Bombalanan altyapılar, yenilenmesi gereken silah stokları, yeniden ve daha hızlı inşa edilmesi gereken nükleer tesisler; arka planda yeni karlar, yeni komisyonlar demektir ve tabi bunları savaşlarda katlolan "kahraman" milletler değil; bu milletleri sahaya süren şeytanlar kazanır.
8) İran; "şeytana" karşı savaşmış, yenilmemiş olarak; temsil ettiği Şiilik inancı ile İslam dünyası üzerindeki liderlik rolünü pekiştirir ve İslam - Batı medeniyeti arasındaki ayrışma daha da derinleşir.
9) Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu üzerindeki kontrolü iyice zayıflarken; ordusunun stratejik derinliği ve gücü ciddi anlamda zarar görür ve ülke ekonomik olarak kendini toparlayamayacak teslimiyet noktasına çekilir.
Yukarıdaki liste; kontrollü bir savaş senaryosunun, bu senaryonun mimarlarını bir taşla kaç kuş vuracağını ortaya koyması açısından önemli.
Bu durumda tek sorun; karşıt gözüken iki cephe bünyesinde, böyle bir çıkar listesinden faydalanacak derin şebekeler/kadrolar mevcut mu ve bu kadrolar/şebekeler arasında bu anlaşma zeminini kuracak kulvarlar mevcut mu?
Tezimizin; tarihsel ve mekaniksel meşruiyetini bu soruya daha net cevap verebilmeniz için kurgulamıştık. Gerisini sizin entellektüel vicdanına bırakıyoruz.
Bütün bu yazdıklarımızdan sonra; "İran, İsrail'le can düşmanı", "ABD İran'ı şer ekseni, İran ABD'yi şeytan ilan etti, nasıl işbirliği yaparlar" gibi cümlelerle itiraz ediyorsanız; bize yapacak üç şey kalmış demektir :
1) Yazının en başında vurguladığımız; bu analiz çalışması ile , "The Doğru" değil, dikkate alınması gereken "Olası Doğru"'ya dikkat çekmeyi amaçladığımızı altını çizerek tekrar hatırlatmak
2) Devletlerin monoblok yapılar olmadığını; küresel jeopolitik satranç tahtasında, devletlerin üstünde ve altında oyuncular bulunduğuna ve devletlerinde çeşitli mekanizmalar aracılığı ile bu oyuncuların etki alanlarına girebileceğine; açıkcası her dürüst düşünürün günümüz dünyasında rahatlıkla farkına varabileceği dinamiklere bir kez daha dikkat çekmek.
3) Zamanı hakem yapıp; gözlemlemeye devam etmek.
Saygılar
*Alıntıdır