BİLGİ PAYLAŞILDIKÇA ÜRETKENDİR, PAYLAŞILMAYAN BİLGİ BATAKLIKTAKİ HAZİNE GİBİDİR.
Siteme Hoş Geldiniz Adil DURUSU
   
  SİTEME HOŞ GELDİNİZ Adil DURUSU
  21 nci Yüzyıla Hazırlanırken - Paul KENNEDY
 

KİTABIN ADI        : YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILA HAZIRLANIRKEN

KİTABIN YAZARI : PAUL KENNEDY

 

1.    Avrupa’nın nüfusu (Rusya da dahil) 1650’de 100 milyon kadarken, yüzyıl sonra yaklaşık 170 milyon olmuş ve 1800’e gelindiğinde 200 milyonu da aşmıştı. 

2.    Fransız Devriminin hemen öncesinde, Paris’te toplam 600.000 ila 700.000 kişi işsiz güçsüz takımındandı; yani, sosyal patlamanın yakıt maddesini teşkil ediyordu. 

3.    On sekizinci yüzyılın sonlarında, Çin ve Amerika gibi uzaklardaki ülkelerde bile meydana gelmekte olan bu nüfus artışının çeşitli sebepleri vardı. Bunlardan biri, çiçek gibi hastalıkların öldürücü gücünde izahı bile mümkün olmayacak ölçülere varan bir düşüştü. Bir diğeri de, aşı tekniklerinin giderek daha fazla kullanılmasıydı. Sadece Batı Avrupa’nın belli bazı bölgelerine münhasır kalsa bile, gıda temininde ve beslenmedeki iyileşmeler de sebeplerden bir başkasıydı. Bazı toplumlarda kadınlar daha küçük yaşlarda evleniyorlardı. 

4.    İnsanlarla kaynaklar arasındaki dengesizliğin giderek artması ihtimali,Thomas Robert Malthus adlı kültürlü ve meraklı bir İngiliz keşişini çok rahatsız ediyordu; Malthus’un 1798’de düşüncelerini kağıda dökmek suretiyle ortaya koyduğu eseri kendisine dünya çapında bir şöhret kazandırdı. Malthus, Nüfus Üzerine Deneme adlı eserinde, insan türünün karşı karşıya olduğu en büyük problem olarak gördüğü bir konu üzerinde durdu: “Nüfusun gücü, insanın yaşamını sürdürmesi için yeryüzündeki üretme gücünden sonsuz derecede daha büyüktür.” Durumun böyle olduğunu, çünkü İngiltere, Fransa ve Amerika’da nüfusun her yirmi beş yılda bir katlandığını-aynı zamanda tarıma yeni topraklar da açılmasına rağmen-gıda mallarının aynı hızla tekrarlanarak artabileceğinden emin olunamayacağını iddia ediyordu.  

  Gerçekten de, tarım üretiminin gelecek yirmi beş yılda bir kat arttırılabileceği düşünülse bile, bu katlanmanın tekrar, tekrar, sonra gene tekrar olabileceğini varsaymak “toprağın kalitesi hakkında sahip olduğumuz bütün bilgilere ters düşmektedir.” İngiltere’nin nüfusu gelecek yirmi beş yılda geometrik olarak da 7 milyondan 14 milyona, bir sonraki çeyrek yüzyılda 28 milyona, daha sonra 56 milyona ve 112 milyona çıkarak artmakta olduğuna göre, Malthus, halkın gıda malı ihtiyaçları ve toprağın bu ihtiyaçları karışılama kapasitesi arasındaki uçurumun daha da büyüyeceğini tahmin ediyordu. Bunun sonucunda ise açlığın ve yoksulluğun, kıtlık ve hastalık dolayısıyla kütle halindeki ölümlerin artmasından ve sosyal dokunun parçalanmasından korkmaktaydı. 

5.    Bununla birlikte, üç gelişme sayesinde İngiliz halkının, Malthus’un gerçekleşeceği kehanetinde bulunduğu kaderden kaçması mümkün olabildi. Birincisi yurtdışına yönelen göçlerdi: İngiliz Adalarını büyük gruplar halinde terk eden insanlar dünyanın başka yerlerinde daha iyi yaşam şartları aramaya koşuştular. 1820’li yıllarda sadece 200.000’den biraz daha fazla nüfus dışarı göç etmiş iken, bu sayı bir sonraki on yılda üç katına çıktı; 1850’li yıllarda da hemen hemen 2.5 milyona ulaştı. 1815 ile 1914 yılları arasında, yaklaşık 20 milyon İngiliz ülkesini terk etmişti ki, nüfusun tamamı göz önüne alınırsa bunu büyük bir kütlesel dış göç olarak saymak gerekir. (1900 yılına kadar İngiltere’nin nüfusu 41 milyon kadardı; dış göç olmasa 70 milyonu geçerdi.)  

Mutlak sayılardan daha da önemlisi, İngilizlerin göç konusunda ne iç ne de dış makamlardan yana hiç bir engelle karşılaşmamış olmalarıydı. Emek ihtiyacı çeken Amerika Birleşik Devletlerine gidenler dışında, milyonlarca İngiliz, bol topraklara ve kaynaklara sahip olan, üstelik Batı’nın askeri teknolojisine uzun süre karşı koyamayacak durumdaki insanların yaşadığı kolonilere de (Kanada’ya, Asya’nın güneydoğusundaki adalara, Güney Afrika’ya) yöneldi. Mevcut ulaşım imkanları - uzun menzilli yelkenli gemi ve daha sonra buharlı gemi ile demiryolu - sayesinde yüz binlerce aile dünyanın bir ucundan öbür ucuna, pek rahat olmamakla birlikte nispeten emniyetli bir şekilde seyahat edebildi. Böylece, artan nüfusun baskısı dolayısıyla artık İngiltere’nin ya da İskoçya’nın köy evlerinde ve gecekondularında sürünmenin alemi kalmamıştı. 

6.    İkinci gelişme, Malthus’un Deneme’sini tam yazdığı sıralarda, İngiltere’nin tarım üretiminde meydana gelen önemli ilerlemelerdi - bunlar o kadar önemliydi ki bu sürece daha sonraları Tarım Devrimi de denecektir. Ansızın meydana gelmiş bir olay (”devrim” kelimesinden bu anlam çıkmaktadır) olmaktan çok, bu süreç birbiri ardına oluşan ilerlemelere - münavebeli ekin, yeni besicilik teknikleri, arazinin daha iyi yönetimi, yeni tarım aletleri, patates ekimine başlanması, kamu arazilerinin etrafının çevrilmesi ve bataklıkların kurutulması, bu yeni çiftçilik yöntemlerinin daha iyi tanıtımı, ulaşımda kaydedilen ilerlemeler ve pazarlara ulaşabilmeye - dayanıyordu ki, bu sayede İngiliz milletinin bir yandan gıda maddeleri hem nicelik hem de nitelik bakımından artarken diğer yandan refahı yükseliyor, ölüm oranları düşüyor, bu da nüfusun artmasına yol açıyordu. İnsanların sayısı muntazaman artarken, bu gelişmiş iç kaynaklardan herkese, tam gerektiği anda eksiksiz gıda sağlamak mümkün değildi; bu anlamda Malthus haklıydı.  

 Ne var ki, on dokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar İngiltere’nin hububat, et ve diğer gıda malları ihtiyaçları Kuzey Amerika, Avustralya ve diğer ülkelere daha önce gitmiş bulunan göçmenler tarafından sağlanabiliyordu - bu ürünler soğutulmuş buharlı gemilerle naklediliyordu. Malthus’un kasvet dolu tahminlerinin aksine, gene kendi vatandaşları sayesinde “toprağın içindeki güc’ün “nüfusun gücü”ne uyum göstermesi mümkün olmuştu. 

7.    Üçüncü ve en önemli gelişme, Malthus Deneme’sini kaleme almadan on beş yirmi yıl kadar önce İngiltere’de Sanayi Devriminin ilk aşamalarının başlamış olmasıydı ki, insan el becerilerinin yerine mekanik aletlerin, hayvan ve insan gücünün yerine de (buhar ve sonra da elektrik gibi) adale gücüne dayanmayan enerji kaynaklarının geçmesiyle prodüktivitede müthiş bir sıçrama kaydedilmişti.  

  Daha ilkel biçimlerinde bile olsa enerjiyle çalıştırılan tezgahlar elleriyle çalışan bir işçinin ürettiğinin yirmi mislini üretebiliyor; enerjiyle çalıştırılan bir iplik eğirme ve bükme makinesi ise elle çevrilen bir çarkın yaptığı işin iki yüz katı iş yapabiliyordu. Üstelik, hem bu makineler için yakıt olarak gerekli olan kömürü hem de makineler gruplandırılmak suretiyle kurulan yeni fabrikalardan çıkan mamulleri, yüzlerce beygir gücü kapasitesine sahip olan lokomotiflerin çekip taşıması da mümkündü. O zamana kadar meydana gelmiş teknolojik atılımların hiçbiri, Sanayi Devriminin çıkardığı ürün artışı kadar yüksek bir artışı gerçekleştirememiştir. 

8.    Buhar gücünün ortaya çıkışının kısa ve uzun vadeli birçok sonuçları olmakla birlikte, bunlardan en büyüğü, Malthus’u çok tedirgin etmiş olan nüfus patlamasının korkulu rüyasından insanlığın hiç olmazsa bir kısmını kurtarmış olmasıydı. Sanayi Devrimi Verimliliği o kadar yükseltmiştir ki hem milli refah hem de genel satın alma gücü insan sayısındaki artışların önüne geçmiştir. On dokuzuncu yüzyılın tamamı süresince, İngiltere’nin nüfusu dört kat, milli hasılası ise on dört kat artmıştır.Özetle İngiliz halkı Malthus tuzağından kaçmak için şu üç kapıyı kullanmıştır: göç,tarım devrimi ve sanayileşme.      

       Yabancıların siyasi kontrolü altında oluşu, altyapı yetmezliği, kömür yetersizliği, fert başına tüketim düzeylerinin düşüklüğü, bunalımlardan kurtulamayan tarımı “merkezi bir problem olan yaş sorununu...şimdiye kadar doğmuş olan nesillerce çocuktan çok daha fazlasını nasıl besleyeceğini, nasıl giyim-kuşam sağlayacağını, nasıl istihdam edeceğini “ çözebilmiş değildi. 

9.    On sekizinci yüzyılda, her yetmiş beş yılda bir toplam nüfusa iki yüz elli milyon insan eklenirken bugün, her üç yılda bir bu miktarda artış olmaktadır. 

10. Yeryüzündeki birbirinden farklı insanlar bir yüzyıldan ötekine geçmeye hazırlanırken aynı düzeydeki bir depar çizgisi üzerinde sıralanmış olarak durmamaktadır; birçoğu da gerçekten fena halde engellerle malûldur. İlk bakışta bunlardan, Tarihin, bir kere daha, kendi galip ve mağluplarının listelerini üretmekte olduğu sonucu çıkmaktadır. Ekonomik değişim ve teknolojik gelişme de, savaşlar ya da spor turnuvaları gibi, genellikle herkese yararlı olmaz. 

11. Gerçekte, bir ülkenin değişime karşı duyarlılığı üzerindeki en önemli etki muhtemelen o ülkenin sosyal tutumları, dinsel inançları ve kültürüdür. Modernleşme sorununa uyum göstermekte başarısız kalan eski medeniyetlerin öğrencileri, birbiri ardına her örnekten görüldüğü gibi, yeni gelişmelerin takıldığı engelleri göstermektedir: sanayiden hazzetmemek, ticarete ve müteşebbisliğe karşı daha tutucu kuşkular duymak, saray erkanını, bürokrasiyi, askeriyeyi, kiliseyi ve müteşebbislere karşı ayırımcılık yapmış olan ve memurları kayıran hukuk ve vergi sistemlerini (hatta düpedüz yağmayı) ön plana çıkaran Batılı, kapitalist değerlere, güç yapılarına karşı ideolojik ya da dinsel açıdan muhalefet etmek. 

12. Değişime karşı kültürel engellere bütün toplumlarda rastlanır ki, bunun açık sebebi gerçekleşmesi yakın olan bir dönüşümün mevcut örf ve adetleri, yaşam biçimlerini, inançları ve toplumdaki peşin hükümleri tehdit etmekte olmasıdır. 

13. Belirli tarihi şartlar çerçevesinde en tepeye çıkmışken şimdi çöküşe geçen uluslar durumun değişmesini kabul etmekte zorlanmaktadır: şimdi sanayii organize etmek, gençleri yetiştirmek, kaynakları dağıtmak ve politik karar oluşturmakta farklı usuller uygulanmaktadır; kaldı ki bu yeni usuller daha da başarılı olmaktadır. Değişime duyarlılık göstermek demek, kendi sosyal önceliklerini, eğitim sistemini, tüketim ve tassarruf paternlerini hatta bireyle toplum arasındaki ilişkilere dair temel inançlarını bile değiştirmek anlamına gelebilir. 

14. İnsanlar kendi tarihlerini bizzat kendileri yaparlar; hatta, Marx’ın da bize hatırlattığı gibi, bunu geçmişin etkisinde kalan şartlar altında yapıyor olsalar bile durum değişmez. 

15. 1825’te, Malthus orijinal Nüfus Üzerine Denemeler eserindeki son düzeltmelerini yaptığı sırada, gezegenimizde yaklaşık 1 milyar kadar insan yaşamaktaydı ki, insan soyu bu toplam rakama ancak binlerce yıldan sonra erişebilmişti. Ondan sonra da sanayileşme ve modern tıp nüfusun gittikçe artan bir hızla çoğalmasına imkan sağladı. Bunu izleyen yüzyılda dünyanın nüfusu katlanarak 2 milyara çıktı; bir sonraki yarım yüzyılda da (1925’ten 1976’a kadar) tekrar katlanıp 4 milyar oldu. 1990’a gelindiğinde, bu rakam 5.3 milyarı bulmuştu. Bu artışın son 15-20 yılda yavaşladığı doğrudur; çünkü birçok ülkede toplam doğurganlık oranları düşmektedir.  

       Bugün nüfusu en hızlı artan gelişme yolundaki ülkelerde bile, şehirleşme ve diğer faktörler nüfusta bir geçiş dönemi yaşanmasına neden oldukça ve sayılar istikrar bulmaya başladıkça, demograflar ortalama aile büyüklüklerinin gelecekte küçülmesi beklentisi içindedirler. Ancak bunun gerçekleşmesi - bu tahminler doğru çıksa bile - daha en az yirmi, otuz yıl alacaktır; yerkürenin artan nüfusunda ölenlerden daha fazla insan doğması devam ettiğine göre, bunun etkisi; denizde seyrederken yavaşlamaya başlayan dev bir süpertanker gibidir. Hızını kestikten sonra da, duruncaya kadar daha epeyi yol alması gerekecektir. Birleşmiş Milletler yetkililerine göre 2045 yılı civarında gerçekleşebilecek olan “global ikame doğurganlığı” düzeyleri adıyla bilinen duruma ulaşmadan önce, nüfus süpertankeri uzun bir yol kat etmiş olacaktır. 

16. 1990-95 yıllarında, dünyada yıllık “ortalama” nüfus artış hızının yüzde 1.7 olacağı tahmini içinde gizlenmiş bulunan ürküntü verici bazı farklar Avrupa’daki küçük artıştan (yılda yüzde 0.22) Afrika’daki çok daha süratli büyüme hızına (yılda yüzde 3.0) kadar uzanmaktadır. Bu farkı belki de göze en çarpıcı şekilde ifade etmenin yolu olarak, 1950 yılında Afrika nüfusunun Avrupa’nın yarısı kadar olduğunu, 1985’e kadar eşitliği sağladığını (ikisi de 480 milyon kadar) ve 2025’e kadar da Avrupa’nın nüfusunun üç katı (512 milyona karşı 1.58 milyar) olacağının tahmin edildiğini belirtmek yeterli olacaktır. 

17. Bugün Kenya’da, nüfusun yüzde 52’si on beş yaşın altında, sadece yüzde 2.8’i 65 yaşın üstündedir. 

18.  Böylece, Amerika Birleşik Devletlerindeki petrol tüketimi - dünya nüfusunun sadece yüzde birine eşittir; 1989’da, Amerika Birleşik Devletleri 6.3 milyar varil petrol tüketmiştir; bu İngiltere ve Kanada’nın tükettiğinin on katı, aslında pek fazla bir şey yapmayan Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunluğunun tüketiminin de yüzlerce katı demektir. Tüketimde aynı dengesizlik kağıttan sığır etine kadar, diğer bazı maddeler için de geçerlidir.. Bir hesaba göre, Amerikalı bebek ortalama olarak İsveçli bir bebeğin çevreye verdiği zararın iki katı, İtalyan bebeğinkinin üç katı, Brezilyalı bir bebeğin on üç katı, Hintli bir bebeğinkinin otuz beş katı ve Çadlı ya da Haitili bir bebeğinkinin ise 280 (!) katı kadar çevreye zarar vermektedir, çünkü ömrü boyunca yapacağı tüketim o ölçüde daha fazla olacaktır. Vicdan sahibi bir insanın böyle bir istatistikten rahatsız olmaması düşünülemez. 

19. 1846 ile 1890 yılları arasında, Avrupa’dan dışarı göç eden nüfusun sayısı yılda ortalama 377.000’i bulurken, 1891 ile 1910 yılları arasında dış göç yılda ortalama 911.000 gibi gayet yüksek bir sayıya ulaşmıştır. Gerçekten de, 1846 ile 1930 yılları arasında, 50 milyondan fazla Avrupalı kıta dışında yeni bir hayat kurmak gayreti içinde olmuştur. 

20. Yerküre üzerinde yaşayan diğer toplumlar, isteseler de istemeseler de, Batı insanının yayılmasına, politikasına, fikirlerine ve iktisat uygulamalarına karşı duyarlı olup uyum sağlamaya mecbur kalıyorlardı. Tabii, birçoğu da Avrupa’dan gelen göçmenlerin doğrudan doğruya siyasal hakimiyeti altına girdi. Bugünkü asıl fark şudur: İlk göç hareketlerinin yönü teknolojik bakımdan ileri toplumlardan daha az ilerlemiş toplumlara doğru olmuştur; çağımızdaki göç hareketleri ise en çok, azgelişmiş toplumlardan Avrupa, Kuzey Amerika ve Güneydoğu Asya adalarına doğru yönelmektedir. 

21. Sonuç olarak, global ekonominin 1945’ten bu yana kaydettiği büyüme dünya kurulduğundan II. Dünya Savaşına kadar geçen tarihin bütün süresinden daha fazla olmuştur; gerçekten de, dünyada reel GSMH sadece 1950’den 1980’e kadar, dört misli - 2 trilyon ABD dolarından yaklaşık 8 trilyona - yükselmiştir.Milli çıkarlar yerine uluslararası çıkarları ağır basan şirketler yeni sayılmaz. 

22. Yukarıda da belirtildiği gibi, bunlar, savaş sonrasında korumacılığı azaltan ve dünya ticaretinin ihya edilmesini özendiren bir uluslararası ekonomik düzen çerçevesinde ortaya çıkmış ve Amerika Birleşik Devletlerinin 1970’li yıllarda altın standardından vazgeçme kararı alması, bunun ardından da önce sadece birkaç ülkede, daha sonrada birçok yerde kambiyo kontrollerinin genel olarak serbestleştirilmesi üzerine daha da teşvik görmüşlerdir. 

23. Günlük döviz akışları yaklaşık bir trilyon dolar düzeylerine çıkarak uluslararası mal ve hizmet alımları ve yurtdışımdaki fabrikalara yatırım için harcanan miktarları fersah fersah aşmaktadır. Gerçekten de, 1980’li yılların sonlarında, dünya döviz ticaretinin yüzde 90’dan fazlasının ticaret veya yabancı sermaye hareketleriyle ilgisi olmamıştır. 

24. Bazı bürokrasilerin yasakladığı (özellikle biyoteknoloji sanayiindeki) malları geliştirmeye ilgi duyan bir şirket imalatını, dünyada bu nevi mevzuatın bulunmadığı yörelere kaydırabilir. 

25. Bu iyimser yorum haberleşme devriminin siyaseti ve toplumu etkileyiş biçimini de takdirle karşılamaktadır. 600 milyondan fazla televizyondan alıcısı bulunan bir dünyada izleyiciler ticari malları tükettikleri gibi haberleri ve fikirleri de tüketmektedirler. Böylece, otoriter rejimlerde hükümetlerin halklarını cehalet içinde tutmaları giderek daha da zorlaşmaktadır. Çernobil’in resmini bir Fransız ticari uydusu hemen çekmiş ve Sovyetler Birliği de dahil bütün dünyaya ulaştırmıştı. Çin hükümetinin Tiananmen meydanında öğrencileri tenkil etmesi ve bu olay karşısında dış alemin duyduğu infial gene Çin’e radyo, televizyon ve faks mesajları aracılığıyla derhal bildirilmişti.  

       Doğu Avrupa’daki komünist rejimler 1989 yılında yıkılırken, her hükümetin vefatına dair haberler ve fotoğraflar komşu devletlerde de benzeri olaylara yol açmıştı. Başka bir ifadeyle, televizyon 1960’lı yıllarda sivil haklar ve Vietnam Savaşıyla ilgili olarak nasıl Amerika’da halkın duyarlılığının ve politikaların şekillenmesini kolaylaştırdıysa aynı teknolojinin dünya üzerinde yayılması da yükselen değerlerde benzeri dönüşümlere yol açmaktadır. Bilgi ve açıklığın doğruluk, dürüstlük, hakkaniyet ve demokrasiyi de beraberinde getirdiği farz olunmaktadır. 

26. Doğrusu, sınırları kalkmış bir dünyanın gerçek “mantığı” hiç kimsenin denetimi altında olmadığıdır - belki de bunun istisnası, en yüksek kârı getiren şirket hangisi ise parasını ona yatıran hissedarlarına karşı sorumluluk taşıyan çokuluslu şirketlerin yöneticileridir ki, bazılarına göre, bunlar artık yeni hükümdarlar olmuştur. 

27. Rasyonel piyasa, doğası icabı,, sosyal adalet ve hakkaniyet konularına ilgi göstermez. Kuraldan şaşmayan ekonomistler şimdiki finans sisteminin neden devam etmesi gerektiği hakkında birçok sebepler gösterirler. Amerika’nın açıkları büyüdükçe yabancılar ellerinde daha fazla dolar tutarlar. İddia edilir ki, çeşitli yapısal nedenlerle başka hiçbir para doların yerini - en azından görülebilir bir gelecekte - alamaz. Bundan dolayı, ABD doları, iyimserlere göre “hücumlara karşı dayanıklı” bir pozisyondadır. Ancak tarih diyor ki, ekonomi, merkezindeki nisbi kuvvetini ve rekabet gücünü kaybetmeye başladıktan sonra,, daha önce geçerli olan (altın standardı, İngiliz sterlini ve 1914 öncesi Londra’nın City’sinin etrafında dönen para rejimi gibi) uluslararası para rejimlerini sürdürmek giderek daha zor hale gelmektedir. Amerika’nın ulusal refahında borç ödeme için gereken payın artışı gibi halen mevcut olan ekonomik trendlere bakılırsa 1945 sonrasında hayat bulan uluslararası para rejiminin ömrünün de, görünürde halefi olmaya yeterli bir sistem olmaksızın, sonlarına yaklaştığı ihtimali hatıra gelmektedir. 

28. Bu nevi bölgeci ve himayeci karaktere sahip firmalar hala mevcut olmasına rağmen, bunlardan birçoğu uluslararası rekabet yüzünden, şehrine, bölgesine veya ülkesine karşı ne kadar sadakati varsa hepsini bir kenara bırakmak zorunda kalmıştır. Globalleşme, gelişmiş ülkelerde bireylerin mesleklerindeki beklentilerini ve genel olarak istihdamın yapısını da etkilemektedir. Bünyesini bırakınız-yapsınlar kuvvetlerine diğer sanayi demokrasilerinden daha serbestçe açmış bulunan Amerika Birleşik Devletlerinde hukukçular, biyoteknoloji mühendisleri, iktisat dergilerinin editörleri, yazılım tasarımcıları ve stratejik plancılara karşı talep vardır, çünkü üzerinde çalıştıkları konu ne olursa olsun buna yüksek bir “katma değer” ilave ederler. Verdikleri hizmetlere karşı olan talep uluslararası ölçekli olduğu gibi, (gelişmiş ülkelerin herhangi bir yerinden diplomatik bir krizle ilgili olarak ya senaryonun tasarlanması ya hukuki mütalaa ya da bir “serbest kürsü” yorumu yapılması talebi gelebilir) bu bilginin (ekspres Posta, ya da faks yoluyla) iletilmesine mahsus araçlar da uluslararası ölçeklidir.  

       Fast-food servisi yapan kimseden, yerel polis memurundan, ilkokul öğretmeninden ya da sanayi işçisinden farklı olarak yüksek katma değerli enformasyonu yaratan ve ileten bu kişiler artık ne bölgesel hatta ne de ulusal bir ekonomiye bağlıdır. Bunlar, sınırları kalkmış bir dünyanın işe yarayan, varlıklı kesimleri durumuna gelmiştir; üstelik, uzak ülkelerdeki müşterilerden eğitim, beceri, uzmanlık alanlarına ve yeni buluşlar yapma yeteneklerine karşı talep geldikçe aynı Avrupa’da, Japonya’da ve Güneydoğu Asya adalarında sayıları gittikçe artan benzerleri gibi, bu durumda kalmaya da devam edeceklerdir. 

29. Global düzeyde toplumlarda nüfusun üstteki beşte biri ile alttaki beşte dördü arasındaki uçurumun açılmakta olduğu bir sırada, Amerikan toplumunun üstteki beşte biri de, bu kadar kesin hatlarla olmasa bile, toplumun geri kalan kısmından kopmuştur. 

30.  Fakir toplumların kapitalizme karşı kızgınlık duymalarının iki sebebi daha vardır ki, bunların ikisi de finans/haberleşme/çokulusluluk devriminin sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Birincisi, enformasyonun dünyanın bir tarafından diğer tarafına 1.5 milyar radyo ve 600 televizyon alıcısı aracılığıyla ulaştırıldığına bakıp, bazı iyimser yorumcuların da ifade etmiş olduğu gibi, herkesin Batılı yaşam tarzına karşı mutlaka heves duyacağı sonucunu çıkarmaya imkan olmadığıdır. 1980’li yıllar sona ererken, İç Moğolistan yaylasından And dağlarına kadar milyarlarca insanın hayatlarında ilk defa televizyon sayesinde dışardaki dünyayı da görebilmeleri gerçekten de tekniğin ve sanayiin takdire şayan bir başarısıdır. Aynı şekilde, Batı’ya ayak uydurmakta gözle görülecek derecede başarısız kalan komünist toplumların ölümünde enformasyon devriminin kritik bir rol oynadığı da doğrudur. 

31. Ancak, dünyanın en fakir beşte dörtlük kesiminin televizyonda gördüğü Batı refahını mutlaka taklit etmeye çalışacağını kesinlikle söylemek mümkün değildir. Azgelişmiş toplumların bir çoğunun durumundan da görüldüğü gibi, reformların önündeki iç engeller adeta çakılmışçasına hala yerli yerinde duruyorsa daha zengin kesimlerine doğru büyük bir göç hareketine kalkışmaları, diğerlerinin de köktenciliğe sığınıp Batı’nın değerlerini (özellikle tüketiciliği açıkça teşvik edenleri) reddetmeleri şeklinde olabilir. Diğer taraftan, gelişme yolundaki ülkeler, sanayi demokrasilerinin sahip oldukları yaşam standartlarını aynen gerçekleştirmeye kalktıklarında önlerine çıkan yapısal engellere karşı da şaşkınlık ve kızgınlık duygularına kapılabilirler. Telekomünikasyon devriminin gelişme yolundaki ülkelere gelişi, Vuitton valizi alacak müşkülpesent tüketiciler yaratmak yerine, milyarlarca “yok’lu”nun “var’lı”lara karşı (bunlara kendi içlerindeki çokuluslu şirketlerin mühendisleri ve yöneticileri de dahildir) çok daha fazla öfke duymasına neden olabilir. 

32. Keza, 1991 yılı başlarında Saddam Hüseyin’in gazabından kaçıp yollara dökülen Kürt ailelerinin ekrana yansıması ve Avrupa hükümetleriyle Amerikan kamuoyunun tepkileri - sonucunda, Beyaz Saray Kürt mülteciler korunmuş alanlar oluşturulmasını sağlamak zorunda kalmıştır. 

33. Televizyon devamlı surette yeni ve daha dramatik konular arandığından, bu gibi olayların aktüalitesi hızla geçer. Üstelik, yukarıda da belirtildiği gibi,, gelişme yolundaki ülkelerden gelen rekabet yüzünden ekonomik bakımdan eziyet çekmiş olan ve en başta kendi toplumunun iç hastalıklarına önem verilmesi gerektiğine inanan kimseler, hele özellikle kaynakların önemli ölçüde yeniden dağıtımı bahis konusu olduğunda fakir ülkelere yardım eli uzatma hareketlerini desteklemeye pek de hevesli olmayabilirler. Afetlere yardım başka şeydir, yapısal uyum bambaşka bir şeydir.  

       Bununla birlikte, gelecekteki nüfus artışının yüzde 95’inin gelişme yolundaki ülkelerde gerçekleşeceğine bakılırsa, temel sorun şu olmaktadır: yirmi birinci yüzyılın şafağının söktüğü şu sırada, sefalet içinde yaşayıp sayıları çoğalan milyarlarca köylü Kuzey’in refahını seyreder (fakat paylaşamazken), buna karşılık sanayi demokrasilerindeki milyonlarca müreffeh aile de,gözlerinin önünde, kendi hemcinslerinin nüfus ve çevre felaketlerine uğrayıp eziyet çektiğine şahit olurken, gezegenimizin insanları birbirleriyle nasıl münasebet kuracaktır? Bunun sonucunda ortaya reform mu çıkar - yoksa lakaydi ve dargınlık mı ? 

34. Genel olarak buğday ve pirinç gibi bir ürün türü geliştirildikten sonraki 5 ile 15 yıl içinde hastalıklara ve zararlılara karşı mukavemetini kaybeder ve yerini yeni türlere bırakması ihtiyacı doğar.  

35.  Halen yeryüzünde kişi başına 2.800 metrekare ekilebilir toprak varken, dünyadaki nüfus artışı 2025 yılında bu ortalamayı 1.700 metrekareye düşürecek, Asya’da ise yeni tarım alanları üretilmediği takdirde kişi başına sadece 900 metrekare kalacaktır. 

36. Afrikalı çiftçi ortalama olarak yılda ancak 600 kilogram tahıl üretebilir; buna karşılık, Kuzey Amerika’da tarım işçisi başına bu üretim 80.000 kilogram, yani 130 katıdır. 

37. Biyoteknoloji, “canlı organizmaları veya prosesleri, ürünleri meydana getirmek veya değiştirmek, bitkileri veya hayvanları geliştirmek ya da mikroorganizmaları bazı özel kullanımlar için geliştirmek için kullanılan tekniklerin tamamı” demektir. 

38. Bir tahmine göre, Amerika Birleşik Devletlerinde 1930’dan 1980’e kadar mısır üretimindeki artışın yüzde 70’i ıslah edilmiş tohumdan türemiştir. Günümüzde, genetik mühendisleri, klasik bitki ıslahı teknikleri kullanıldığında en az 15-20 yılda meydana gelecek verim artışlarını genetik manipülasyon sayesinde aylar veya yıllar mesafesinde gerçekleştirebileceklerine inanmaktadırlar. Birleşik Devletlerde yüzde 3, (Batı) Almanya’da yüzde 4.8 İngiltere’de yüzde 2.1, Fransa’da yüzde 6.7, Japonya’da yüzde 8, İtalya’da yüzde 9.1 

       Sanayileşmiş ülkelerde yetiştiricilere verilen gelir garantisi ve destekleme fiyatları her yıl 250 milyar doları bulmaktadır. Sanayileşme böylece Büyük Güçler arasındaki asırlık rekabete yeni bir ivme kazandırmış oldu. Zaten İngilizlerin usullerine uymamak başlı başına bir problemdi; onları taklit etmek ise insanın yaşama, çalışma ve geçimini sağlama tarzını hemen hemen tamamen değiştirmesi demek olacaktı. 

       Robot’un dilbilimi bakımından kökeni Çek dilinde, kul, köle anlamına gelen robotnik kelimesidir. Amerika Birleşik Devletleri - orijinal teknolojinin büyük kısmını yaratmasına ve bilim adamları da hala robot teknolojisinin geleceği için yeni fikirler üretmesine rağmen - bu sanayideki payının yok olup gitmesine göz yummuştur ? Japonyadaki büyük şirketlerin çoğu ömür boyu istihdam politikası uygulamakta olduğuna göre, bir işçinin yerini bir robot aldığı anda o işçi işten atılmayacak, değişik bir gruplarındaki bağlı şirketlerden birinde başka bir işe yerleştirilecektir. 

39. Japonya 1988’den bu yana otomasyona diğer bütün ülkelerden daha fazla para harcadığı için, bu alanda artık tamamen başa güreşmektedir. Dünya’daki toprak alanlarının sadece yüzde 0.3’üne ve nüfusun da yüzde 2.5’ine sahip olan Japonya, dünyadaki sanayi robotlarının yüzde 65-70 kadarına sahiptir; bu durumun çağrıştırdığı bir başka bir ada ülkesi, Viktorya çağının orta dönemlerinde, dünyada üretilen çeliğin yedide beşini ve demirin yarısın üreten İngiltere’dir. 

40. 1873 yılının Aralık ayında, bir hafta içinde Londra’nın büyük “sis”lerinden biri solunum yolları rahatsızlığı çeken yaklaşık yedi yüz kişinin ölümüne sebep olmuştu. 

41. Şimdi önümüzde bulunan çevre buhranı evvelce vuku bulmuş buhranlardan hem nicelik hem de nitelik olarak farklıdır, çünkü şimdiki yüzyılda dünyanın ekosistemini tahrip eden insan sayısı o kadar çoktur ki, sistem sadece çeşitli kısımları itibariyle değil, bütünüyle tehlikeye maruz kalabilecektir. 1900 yılına doğru, dünyada yaklaşık 1.6 milyar insan yaşamaktaydı. Kuzey yarıkürenin bazı bölgelerinde, temel enerji kaynağı olarak kömür yakıldığı için hava kirliliği ve çevre tahribatı olağan şeylerdi. Kuzey ve Orta İngiltere’deki eyaletlerde, Ruhr havzasında, New York’ta, Pittsburgh’da ve diğer bazı yörelerde yerleşim merkezlerinin sanayi çevresinde öbekleşmesi yüzünden havaya püsküren duman, kurum ve küller ortalığı kaplamış, somon ve alabalık bu yörelerdeki nehirleri çoktan terk edip gitmiş; berbat bir is tabakası binaları kaplamış, bu binalarda yaşayan insanlar da hava kirliliğinden tıknefes olup ağız ve burunlarını açamaz hale gelmişti. Ancak, bu sorunlar sanki sadece yerel düzeydeydi. Varlıklı kimseler, tertemiz hava ve suyu buldukları şehir dışındaki villalarına ya da deniz kenarındaki evlerine kaçabiliyorlardı. Daha enerjik olanlar, İsviçre Alplerinde veya yukarı Hudson Vadisinde sağlıklı yaşan yürüyüşleri yapabildikleri tatillere çıkıyorlardı. Gerçek macera düşkünleri ise Afrika’yı, Asya’nın içlerini, Brezilya’nın cangıl ormanlarını ya da Doğu Hint Adalarını “keşfetmeye” gidebiliyor, insan elinin hemen hemen değmediği bu müthiş yerlerin seyrine dalabiliyorlardı. 

42. 1990’lı yıllara geldiğimizde, bu trendlerin daha da yoğunlaştığını görüyoruz; dünya nüfusu  1950’li yıllardan bu yana bir mislinden fazla, dünyadaki ekonomik faaliyetler ise dört katından fazla artmıştır. 

43. Yapılan tahminlere göre, sadece yüzyılımızın ortalarından beri dünya, tarım alanlarındaki yüzey toprağının yaklaşık beşte birini, tropikal yağmur ormanlarının beşte birini, bitki ve hayvan türlerinin de on binlercesini kaybetmiş bulunmaktadır. 

44.  Worldwatch Enstitüsüne göre,, 1950’de 238 milyon Afrikalı geçimini 272 milyon canlı hayvandan sağlıyordu; 1987 yılına gelindiğinde,, nüfus 604 milyona, canlı hayvan sayısı ise 543 milyona yükselmiştir. 

45. Otlak alanları tükendikçe erozyon hızlanmakta, bu da toprağın taşıyabilme kapasitesini daha da düşürmekte ve kendi kendini takviye eden bir ekolojik bozulma sürecini harekete geçirerek insanların daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Himayalarda, orman alanlarının yarısı 1950 ile 1980 arasında kaybolmuştur. 

46. Tabiatın milyonlarca yılda yaratmış olduğu şeyi, biz kırk yıldan biraz daha fazla bir sürede yok etmiş olacağız. 

47. Meksiko’da dünyaya gelen her on bebeğin yedisinin kanında gayet yüksek oranlarda kurşun bulunmaktadır. Başlangıçta bitkisel ürün miktarını arttırmak için tasarlanmış olan bir yöntem, şimdi ortaya çok farklı bir sonuç çıkarmış bulunmaktadır. 

48. Aral Gölünün seviyesi, aldığı suyun otuz yıl boyunca azalması dolayısıyla on dört metre düşmüş ve genişliği 67.000 kilometrekareden 40.000 kilometrekareye inerek, yüzölçümünün yüzde 40’ını; hacminin de yüzde 60’ını (!) kaybetmiştir. Mineraller, özellikle de tuz konsantrasyonları üç katına çıkarak su altındaki bütün hayatı yok etmiştir. Gölün çekilmesiyle açığa çıkan arazi şimdi çorak bir çöldür; ortasında da eskiden sahil şehri olan mahzun Aral ve Muynak şehirleri yer almaktadır. 

49. Bir diğer örnek Suudi Arabistan hükümetinin, ekonomisini çeşitlendirmek ve petrolden kaynaklanan gelirlerini yatırıma dönüştürmek için çölü suya gark etmeyi amaçlayan iddialı projesidir. Tarımda uygulanan yüklü sübvansiyonları ve yeraltından yoğun miktarda su çıkarılmasını müteakip, 1988 yılında ekilen toprakların alanı 1975 yılında ekilenlerin yirmi katı olmuş, buğday mahsulü de bin katı kadar artmıştır.  

Şaşılacak şey, Suudi Arabistan’ın şimdi buğday, yumurta ve süt ürünlerinde üretim fazlası veren bir ülke olmasıdır. Ne var ki, binlerce yılda yeraltı havzalarında oluşan su kaynaklarının yenilenebilmesi mümkün değildir. On yıldan da az bir zaman içinde, bu su rezervinin beşte biri gittiği gibi, bir tahmine göre, 2007 yılına kadar tamamen tükenmesi ihtimali de vardır. O halde, birbirinden çok farklı ideolojilere göre, Sovyet ve Suudi liderleri, doğal bir kaynağı tahrip eden modernleşme politikaları benimsemişler ve muazzam projelerini gerçekleştirmek için teknolojiye müracaat etmişlerdir. 1952 yılında, o meşhur  Londra sislerinin birinde dört bin kişi hayatını kaybetmiş ve on binlerce insan da hastalanmıştı ki, bundan iki yıl sonra çıkan İngiliz “Temiz Hava Kanunu”nun temelinde o olay vardır. 

50. Bu gibi sorunlara rağmen, gelişmiş ülkelerde, kaynağında çevre bilinci bulunan “yeşil” hareketlerin doğması (ister Almanya’daki gibi apayrı bir siyasal parti ister Yeryüzünün Dostları ve Greenpeace gibi en azından resmi makamlar üzerinde kamuoyu baskısının ortaya çıkması biçiminde olsun) geçmişteki ihmal politikalarına karşı bir hesap sorma niteliğine bürünmüştür. World Resources Enstitüsü gibi muteber kuruluşlar, Dünyanın Durumu gibi popüler yıllıklar, çevredeki değişim üzerine yapılan sayısız bilimsel incelemeler, parlamentolardaki müzakereler ve çevreye ilişkin resmi hükümet kurumlarının raporları çevre politikaları ve mevzuatı üzerinde çok önemli etkiler icra etmiştir.  

       Nehirler ve binalar temizlenmekte, fabrika emisyonları kontrol altına alınmakta, ağaçlandırma programları uygulamaya konmakta, balıkçıların aşırı miktarlarda avlanması yasaklanmakta, kimyasal ve nükleer atıklar işlenmekte, kullanılmış maddelerin geri kazanımı da çok daha yaygın bir hale gelmektedir. Bunların bir sonucu olarak, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki şehirlerin bir çoğu, çevre bakımından, bir çeyrek yüzyıl önceki hallerine oranla yaşanması çok daha zevkli yerler haline gelmişlerdir.

       Yerküredeki ısınmanın temelindeki bilimsel teori oldukça açık ve seçik olup gezegenimizi çepeçevre saran şu ince “madde zarı”yla ilişkilidir. Termodinamik kuralları açısından bakılırsa yeryüzü kapalı bir sistemdir; bunun anlamı, güneşin ışınlarından gelen enerji dışında ne içine giren ne de içinden çıkan hiç bir madde yoktur; bu durumda meydana gelebilecek prosesler sadece, içerisinde, maddenin bir biçimden başka bir biçime değiştiği proseslerdir. Mesela, sonbaharda yere düşen yaprakların yakılması veya uzunca bir araba yolculuğunda bir depo dolusu benzinin tüketilmesi bu malzemeyi yok etmez, sadece onu başka bir biçimde başka bir yere nakleder.  

       Bu kapalı sistem sonu olmaksızın işleyecekse dönüşüm prosesi nihayet kapalı bir çevrim oluşturmak zorundadır ki, bu durumda madde sonunda kendi orijinal şekline dönmektedir: yeni kaynak faydalı madde haline gelmekte, o da atık haline gelmekte, sonra da gelecekte hammadde olmak için tekrar ekosistemin içine emilmektedir. Bu çevrim doğru dürüst işlediği takdirde, kendi kendini destekleyip sürdürebilen güzel ve harika bir hayat çevrimidir. 

51. 1925’te, Japonya’da doğuşta hayatta kalma ümidi kırk beş yıl; kadınların doğurduğu ortalama çocuk sayısı da 5.1 çocuktu. Günümüzde, Japonya’da hayatta kalma ümidine dünyadaki en yüksek değerlere sahiptir - erkeklerde yetmiş altı, kadınlarda ise seksen iki yaş (1987). 

52. Ancak bugünden 2025 yılına kadar, demografide geriye dönüş olmazsa Japonya “önde gelen sanayi ülkeleri arasında, altmış beş yaş üstündekilerin toplam nüfusa oranının en düşük olduğu (on bir kişiye bir kişi) ülke konumundan en yüksek olduğu (dört kişiye bir kişi) ülke konuma geçecektir. 

53. Japon gücünün “sır”larına dair araştırmaların bulguları doğru ise mevcut siyasal sistem içinde aydınlanmış liderlerin ortaya çıkması hemen hemen mümkün görünmemektedir. Bunun yerine, bürokraside, büyük işletmelerde, bankalarda ve Liberal Partide hakim durumda olan bir “aynı okul mezunları takımı” (Tokyo Hukuk Fakültesi gibi) iktidarı paylaşmaya devam etmekte ve hiçbir kurumun veya hiç kimsenin Amerikan başkanı ya da İngiltere başbakanı gibi bir pozisyona gelmesine imkan vermemektedir. Böylece, Batılı toplumların anladığı manada bir “liderlik” oluşması mümkün değildir; yabancı gözlemciler de Japonya’da bir Helmut Schmidt’in ya da bir Margaret Thatcher’in siyasal alandaki eşdeğeri olarak temayüz edebilen bir şahsiyet aramaktan artık vazgeçmelidir. 

54. Japonya adeta, kendi kendine işleyen bir makine icat etmiş gibidir. Katı, tekdüze eğitim normları; itaat, hiyerarşi ve büyüklere hürmet konularındaki sıkı sosyal kurallar, bürokratik seçkinlerin rehberliği, tasarruf ve yatırımların vazgeçilemez addedilmesi, tasarım ve hizmetin fanatizm derecesinde dikkate alınması, yerli ve yabancı bütün rakiplere karşı başarılı olmaya azmetmiş bir takım çalışması ruhu...gibi bütün bu özellikler Japonya’yı 1945’te içinde bulunduğu o en zayıf durumdan alıp bugünlere getirmiştir. 

55. Çin’de yaşayan 1.135 milyar ve Hindistan’da yaşayan 853 milyon insanla, bu iki ülkenin nüfusu toplam dünya nüfusunun yüzde 37’sini geçmektedir. Orta vadeli nüfus projeksiyonları doğru ise 2025 yılına kadar bu iki ülkede 1.5’er milyar insan yaşayarak, toplam nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini oluşturacaktır. 

56. Dünyadaki önemleri daha şimdiden kabul edilmekle birlikte, bu iki Asyalı devi sınırlayan engel nispeten fakir olmalarıdır. Çin’in fert başına GSMH’sı 1987 tahminiyle olsa olsa 294 dolar, Hindistan’ınki ise ancak 311 dolardır. Bunun anlamı, Hindistan’ın toplam GSMH’sının İtalya’nın GSMH’sının yarısından daha az, Çin’in GSMH’sının ise Japonya’nın altında biri ile yedide biri arasında olduğu demektir. 

57. Güney Afrika hariç, Sahra’nın güneyindeki Afrika ülkelerinin toplam nüfusu 450 milyon olmasına rağmen toplam GSYİH’larının, 11 milyon nüfuslü Belçika’nın GSYİH’sından daha az oluşudur; gerçekte, bütün kıtada, dünyadaki toplam GSYİH’nın ancak yüzde 1’i üretilmektedir. 

58. Etiyopya’da yetmiş altı değişik etnik grup ve 286 dil olduğu söylenmektedir. Sınırların değiştirilmesine artık imkan olmadığı genelde kabul edilmekle birlikte, bunların birçoğunun yapaylığı da apaçık ortadadır. Devlete sadakatla bağlanma diye bir şey yoktur. Burundi’nin 1984’te 5 milyon olan nüfusundan sadece 218 bilim adamı ve mühendis çıkmıştır. 

59.    Milyon Nüfus Başına Bilim Adamı ve Mühendis Sayıları

 

       JAPONYA                                                                       3.548

       ABD                                                                                 2.685

       AVRUPA                                                                          1.632

       LATİN AMERİKA                                                                209

       ARAP DEVLETLERİ                                                          202

       ASYA (JAPONYA HARİÇ)                                                99

       AFRİKA                                                                               53

 

60.  1960’ta Kenya’da kadın başına ortalama çocuk sayısı 6.2 iken 1980’de 8.2 olmuştur. 

61.  1960’ta ABD/Kanada’nın toplam nüfusu 217 milyon, Latin Amerika’nın toplam nüfusu ise 210 milyondu; 2025’e kadar bu rakamların 332 milyon ve 762 milyon olacağı tahmin edilmektedir. 

62.  Mısır’da her sekiz ayda bir, bir milyon çocuk daha doğmakta ve bu ülke önümüzdeki yirmi beş, otuz yıl içinde kalıbına sığamaz hale gelme tehlikesiyle karşı karşıya bulanmaktadır.

         Suriye ile Irak, Türkiye’nin Fırat sularının akışını kesebilecek olan yeni Atatürk Barajından işkillenmiştir.

          Özetle, gelecek yüzyıla doğru adım attığımız şu sıralarda görülen tablo, gelişmiş ülkeler bütün kozları - sermaye, teknoloji haberleşmenin kontrolü, gıda fazlası, güçlü çokuluslu şirketler - ellerinde bulundurduğu ve başka hiçbir şey olmasa bile, gelişme yolundaki ülkelerin asıl mal varlıkları olan emek ve teçhizatın değeri teknoloji yüzünden aşındığı için, gelişmiş ülkelerin üstünlüklerinin daha da arttığıdır. Sömürgelerin tasfiyesinden bu yana görünürde bağımsız olmakla birlikte, belki de bu ülkeler bir asır öncesine göre, Avrupa’ya ve Amerika Birleşik Devletlerine daha çok bağımlıdır. Komik olan şey, gelişme yolundaki ülkelerin kendi kaderlerine sahip olmak için otuz, kırk yıl boyunca gösterdikleri bütün gayretler - Batılı şirketleri devletleştirmek, emtia ihracatı için karteller kurmak, yerli sanayie ithal ikamesi sağlayacak şekilde sübvansiyonlar vermek, refah dengesizliklerinin düzeltilmesi için kaynakların yeniden dağılımına dayalı yeni bir dünya düzeni yolunda bayrak açmak - başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerin hükümetlerinden destek gören “piyasa”nın çok güçlü olduğu meydana çıkmış, piyasaya karşı girişilen mücadele ise gelişme yolundaki ülkeleri - piyasaya katılmaya karar veren ülkeler (Kore ve Tayvan gibi) hariç - daha da mecalsiz bırakmıştır. 

63. SSCB çökmeden önce, dünyanın en büyük demir, nikel, kurşun, petrol, doğal gaz üreticiydi; kömürde de büyük üreticiler arasında üçüncü sıradaydı. Dünyanın altın ve krom kaynakları bakımından ikinciydi; gümüş, bakır ve çinkoda da başlıca üreticiler arasındaydı.  

64. Geniş demiryolu ve havayolu ağlarına ilave olarak, hatırı sayılır büyüklükte bir deniz ticaret filosu ile dünyanın en büyük uzun menzilli balıkçı filosu vardı. 

65. Eğitim sistemi, bilgili olmak amacıyla öğrenmeye göre değil ekonomik yarar sağlamak düzenine göre kurulmuştu; bunun bir göstergesi de Sovyetler Birliğindeki mühendis sayısının muazzam boyutlara - yükseköğretim görenlerin yüzde 40 kadarı - ulaşması ve çok sayıda teknolojik ve bilimsel kurumlar bulunmasıdır. Sovyet sisteminin siyasal meşruiyeti konusundaki kriz, ekonomik üretim ve sosyal şartlar’da meydana gelen bir krizle birbirini etkileme süreci içine girmiş, her ikisi de etnik ve kültürel ilişkilerde ortaya çıkan bir krizle daha şiddetli hale gelmiştir. 

66. Gerçekten de, istediğini elde eden tek “tüketici”, askeri imalat için tercihli fabrika, takım tezgahları ve kalifiye işçi tahsislerinden yararlanan Sovyet silahlı kuvvetleri olmuştur. 1960’lı yıllardan itibaren dünyada sanayi, geleneksel ağır sanayi malları üretimini terk edip katma değeri yüksek, bilgi yoğun ve tüketici tercihlerine dayalı imalata - bilgisayar, yazılım elektroniği, otomobil, sivil uçaklar, ilaç, haberleşme - dönmeye başlayınca, Sovyetler Birliğinin bu gidişe ayak uydurması mümkün olmadı. 

67. Oysa, bir yandan tarımın büyük bölümü kolektif hale getirilip, özel mülkiyete dahil olan tarım arazilerinden (Rusya’nın ekilebilir topraklarının yüzde 4 kadarı) toplam bitkisel üretimin yaklaşık yüzde 25’i gibi hatırı sayılır bir yekün sağlanmıştır. 

68. Sovyetler Birliğinde, resmen, etnik bakımdan tarifi yapılmış elli üç siyasal idari birim vardı, fakat ülkede yüz kadar ayrı etnik grup bulunduğu için, milliyetlerin yarısı kendi yönetim biriminden yoksundu. On beş Sovyet cumhuriyetinden pek azı Kuzey İrlanda ya da Yugoslav kadar homojen sayılabilir. 

69. Stalinci planlama anlayışı, hiçbir cumhuriyetin kendi kendine yetmemesini sağlamak için ne gerekiyorsa yapmıştır. (Mesela Baltık ülkelerindeki radyo imalatının, Azerbaycan’ın Ermenilerin yaşadığı Karabağ bölgesinde imal edilen parçalar olmadan yapılması mümkün değildir). Böylece her cumhuriyet, diğerlerine zarar verme gücünü elinde tutarken, aynı süreç içinde kendi de zarara uğramaktadır. 

70. İleri teknoloji toplumlarıyla diğer toplumlar arasındaki uçurum artık kolay kolay yetişilemeyecek kadar açılmamaktadır. 

71. Birçok gözlemcinin de belirttiği gibi, Marksist bir toplum oluşturmak için ince eleyip sık dokumadan herhangi bir yerde bunun yapılabileceğini farz etsek bile, böyle bir toplumu yaratmak için gidilecek yerler arasında Rusya İmparatorluğu, düzensizliği, sanayii bakımından geriliği, kendi içinde tutarsızlığı ile herhalde en sonlarda gelirdi.

 

 
  Bugün 1477005 ziyaretçi buradaydı! Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ

 
 
Siteme Hoş Geldiniz Adil Durusu SAĞLIK VE HUZUR DOLU NİCE GÜNLERE......
Kapadokya Eğlence Merkezi Başvuru Kaynakları Başvuru Kaynakları Submit Your Site To The Web's Top 50 Search Engines for Free! ÜRGÜP Esbelli Mahallesi Butik otelleri  Create FREE graphics at FlamingText.com

Image by FlamingText.com Check  Out My Rank On PRTracking.com! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol